




Sizlere 2018 yılında piyasaya çıkan kitabım hakkında bilgi vermek isterim.
1980 yılında, 600 denizci asker ile birlikte uçakla ABD’ne gidip 3 ay kaldık. Sonrasında ABD’den alınan iki muhrip ile ülkemize döndük. Gerek gidişimiz sırasında gerek ABD’de başımızdan çok komik ama bir o kadar da Türk insanının zekâ ve vatan sevgisini ortaya çıkaran olay geçti.
O dönemde yaşadığım gerçek olaylardan esinlenerek “Savulun!.. Barbaros’un Torunları Geliyor.” ismiyle anılarımı kitap haline getirdim. Bu kitap geçtiğimiz günlerde basıldı ve satışa sunuldu. 250 sayfalık, okunması kolay, renkli olarak basılmış bir mizah kitabı. Yaklaşık 100 kadar değişik hikâyeden ve çizimlerden oluşuyor.
Yazılmasının, bazı kesintilerle birlikte 6 yılımı aldığı bu kitapla; içimizin karardığı bir dönemde sizleri biraz olsun gülümsetmeyi amaçladım.
D&R, Remzi, Kabalcı, Nezih, Pandora, İnkilap, Emek gibi kitapevlerinin Internet Sitelerin de satılmaktadır.
Elimde az sayıda bulunan kitaplardan arzu edenlere, adlarına İMZALI olarak posta ücreti de bana ait olmak kaydı ile göndermekteyim. Bu konuda bir e-posta atmanız yeterlidir.
Desteğiniz için şimdiden teşekkür ederim. Umarım kitabımı da beğenirsiniz.
Kitap aşağıda linki verilen İnternet sitelerinden istenebilmektedir.
1 Eylül 2020 den itibaren kitap e-book olarak ta temin edilebilir. GOOGLE BOOKS dan kitabı e-book olarak temin etmek isteyenler için aşağıdaki ilk link uygundur.
internet üzerinden satın almak isteyenler için diğer bazı satış siteleri takip eden linklerdedir.
E BOOK OLARAK TEMİN ETMEK İSTEYENLER :
INTERNET UZERİNDEN SATIN ALMAK İSTEYENLER :
https://www.amazon.com.tr/Savulun-Barbarosun-Torunlar%C4%B1-Geliyor-Mehmet-Asal/dp/6053062022
https://www.bkmkitap.com/savulun-barbarosun-torunlari-geliyor
TÜYAP FUARINDA KİTAP İMZA GÜNÜ



FB SOSYAL TESİSLERİNDE KİTAP İMZA GÜNÜ


KABUS Bir Deprem Hikayesi
Yazarlar: Arsal Asal - Mehmet Asal
ÖNSÖZ: NEDEN BU HİKÂYEYİ KALEME ALDIK?
Türkiye, dünyanın sismik açıdan en aktif bölgelerinden biri olan Alp-Himalaya kuşağında yer almaktadır.
Yaşanan onca depreme, can ve mal kayıplarına rağmen maalesef “Deprem Bilinci” toplumumuzda halen oluşmamıştır.
Türkiye’de yaşanan depremlerin tarihi sürecine baktığımızda; yıllara göre nüfus artış oranından daha fazla can ve mal kaybı olduğunu görmekteyiz. Neden?
Bunun ana nedeni bina yapım tarzımız, bina stoklarımızın durumu, rant ve ekonomik sıkıntılar nedeniyle sürekli dikey yapılaşmamızdır.
ABD’de yaşarken hep şu ikilem dikkatimizi çekti. ABD kıyıları ve özellikle güneydoğu kısmı kasırga ve fırtınalar bölgesi ama evlerin çoğu prefabrik tipte hafif binalar. Alçıpanlarla yapılmış evler. Kasırgada paramparça olur ya da en azından çatıları uçar, evler parçalanır.
Türkiye ise deprem bölgesi ve fay hatları üzerinde bir ülke fakat biz hafif, pratik ve depreme dayanıklı evler yerine sürekli betonarme binalar yaparız.
Bina stokları değişik olsa; ne Türkiye’de depremlerde bu kadar can kaybı ne de ABD’deki Kasırgalarda bu kadar hasar olmazdı?
Tabii bunun bir nedeni de bizdeki fakirlik ve ekonomik güçlükler nedeniyle dikey yapılaşma zorunda oluşumuz. Bu tarz yapılaşmanın en ucuz yönteminin de betonarme binalar olması.
Peki betonarme bina yapmak zorunda isek bunu sağlam ve depreme dayanıklı yapamaz mıyız? Elbette yapabiliriz.
Ne yazık ki, Türkiye’de 1980 öncesi yapılan binaların hiçbirinde “Deprem Güvenliği” hesabı yapılmamış çünkü o dönem de böyle bir kanuni zorunluluk yok. Buna mukabil inşaat yapımında o kadar çok deniz kumu ve homojen olmayan elle karıştırılıp hazırlanmış çimento harcı kullanılmış ki, 80 öncesi inşa edilen yapıların çoğunluğu güvenli değil.
1980-2000 yılları arasında Deprem Güvenliği nispeten dikkate alınmış ama bu defa da eski deprem yönetmeliği uygulanmış. Yani demek istediğimiz o ki; örneğin 25’lik olması gereken demir yerine 12’lik demir kullanılmış. Çimento CEM I 52,5 (Yüksek dayanımlı) olması gereken yerde bunun yerine CEM I 32,5 (Düşük Dayanımlı) kullanılmış vb. gibi.
1999 depreminden sonra yeni yönetmelik yürürlüğe girmiş ama bu defa da yönetmeliğin uygulaması zaman almış, ancak 2002-2003’den sonra yaygınlaşmış. Bu dönemde kontrol ve denetimler ne kadar sağlıklı yapılmış? Onu da sizlerin takdirine bırakıyoruz.
Yani özetle; 1985 öncesi yapılmış binaların hemen tümü, 1985-2005 arası yapılmış binaların büyük çoğunluğu depreme karşı güvenli değil.
Bu durumda yapılması gereken ne? Cevap çok basit.
2000 öncesi inşa edilmiş tüm binaların risk önceliğine göre dönüşüme sokulması, fay hattı üzerinde olanların ise yeniden yapılmayıp arsalarının yeşil alan olarak bırakılması.
İstanbul’da 7,5 büyüklüğünde bir deprem beklenmektedir. İstanbul nüfusu 16,5 milyondur. Sadece bir metropol olmasına rağmen nüfusu dünyadaki 131 ülkeden daha kalabalık olan bir şehirdir. Türkiye’nin Marmara dışında meydana gelebilecek bir doğal afetine diğer şehirlerden çok büyük bir kitle yardımcı olabilecek iken, İstanbul’da meydana gelebilecek bir afete aynı ölçüde destek olunabilmesi mümkün değildir. İstanbul depreminde beklenen maddi kayıpların 120 Milyar TL olacağı hesaplanmaktadır.
1999 İzmit ve Düzce Depremlerinde Yaklaşık 52.000 bina hasar görmüş, 20 000’e yakın da can kaybı olmuştur. Bu depremde binaların;
-
%70’i orta ve hafif,
-
%25’i ağır hasar görmüş,
-
%5’i yerlebir olacak şekilde çok ağır hasar alarak yıkılmıştır.
Hasarlı binaların da %45’i kullanılamaz hale gelmiştir.
İstanbul’da meydana gelecek bir depremde Gölcük depreminin en az 5-8 katı can kaybı olacağını söylemek bir kehanet değildir. Bu da 100.000-160.000 arası insan kaybı demektir. Aslında nüfusa birebir oranlarsak bu sayılar 300.000-400.000’lere de ulaşabilmektedir.
Ne yazık ki aradan geçen 20 yılda İstanbul’da çok ciddi bir dönüşüm ya da sağlamlaştırma yapılamamış, yapılanlar da çoğunlukla rant ile sınırlı kalmış, 1nci Derecede Deprem Kuşağındaki bölgelerde ciddi bir sistem uygulanamamıştır.
Gölcük merkezli deprem ile aynı büyüklükteki bir depremi İstanbul’da yaşadığımızda karşılaştığımız tablo çok vahim olacaktır.
2000’den sonra inşa edilen binaların daha sağlam yapıldığını varsaysak bile 7,5 büyüklüğündeki bir depremde, İstanbul’daki binaların sadece %57’sinin sağlam kalabileceği tahmin edilmektedir.
İstanbul ilinin %58’inin I.ve II. Derece, %42’sinin ise III. ve IV. Derece deprem tehlikesi altında olan bölgelerde bulunduğu söylenebilir. İstanbul’daki bina sayısı 1.170.000, toplam konut sayısı 4.575.000 dir. 7,5 büyüklüğündeki bir depremde bu binaların ortalama;
-
%26’sının hafif,
-
%13’ünün orta,
-
%3’ünün ağır ve
-
%1’inin çok ağır hasar görmesi beklenmelidir. Yani 47 000 bina çok ağır ve ağır hasar, 152.000 bina orta hasar, 305.000 bina hafif hasar görecek, sadece 666.000 bina depremi hasarsız atlatacaktır.
Ağır ve çok ağır hasarlı binaların aldıkları deprem zararı onarılamayacak boyutta olmakta, bu hasar seviyelerindeki binaların yıkılıp tekrar yapılması gereği ortaya çıkmaktadır. Öte yandan orta hasarlı binaların da onarılmak yerine yıkılıp yeniden inşası çoğunlukla daha uygun olmaktadır.
Yani deprem sonrası yaklaşık 200 000 binanın yıkılıp yeniden inşası gerekecektir. Bu da 600 000 hane sakininin sırf bu yüzden barınmasız kalması demektir.
Hafif hasarlı olanların da sağlamlık testleri yapılıncaya kadar oturulamayacağı varsayımı, her hane halkı ortalama 3 kişi hesabıyla yaklaşık 2.000.000 kişinin ilk andan itibaren barınma yerlerine ihtiyacı olduğu görülmektedir. Bu ihtiyaç sadece çadır olarak bile düşünülse 700 000 çadır demektir. Hangi alana bu kadar çadır, kim tarafından ve nasıl kurulacaktır? Hele bir de Aralık, Ocak, Şubat ayı ise.
Toplanma alanları, bir afet anında insanların güvenli bir şekilde ulaşıp temel ihtiyaçlarını karşılayabileceği mekanlar olarak tanımlanır. Bu alanların, afetzedelerin acil bir durumda temiz su, yiyecek, giyecek, barınma, temel tıbbi yardım ve psikolojik rehabilitasyon imkanlarına erişimini sağlayacak şekilde tasarlanması gerekir.
Uluslararası standartlar, toplanma alanlarının kişi başı 1,5 metrekarelik alana sahip olmasını gerektirir. Nerede İstanbul’da bu kadar alan? 3.000.000 m2 toplanma alanına ihtiyaç olacak. Üstelik içme suyu, barınma, tuvalet ihtiyacı nasıl karşılanacak bu alanlarda 2 milyon insan için? Onun için bu kadar barınma alanı bulmak yerine İstanbulluların bir deprem sonrası evlerinde yaşamaya devam edebilecekleri bir yapı stoğuna sahip olmak zorundayız.
Yapılan hesaplar İstanbul’da deprem sonrası 25 milyon ton ağırlığında enkaz ortaya çıkabileceğini göstermektedir. Bu da 1.000.000 kamyon atık demektir. Hangi kamyonlarla? Hangi açık yollardan geçerek? Hangi iş makinaları ile ve nereye dökülecektir bu kadar atık?
Toplumda deprem bilinci; insanın yaşadığı yerdeki deprem riskini tanıması ve depremden korunmak için yapılması gerekenleri bilmesi ve uygulayabilmesi olarak tarif edilebilir. Depreme karşı bilinçli olmak bu bilinci meydana getirecek doğru bilgilerle donatılmanın yanı sıra depreme karşı nerede nasıl davranılması gerektiğini belirleyecek doğru tutumlara sahip olmayı da gerektirmektedir.
Bugün İstanbul’da Inci Deprem Bölgesinde ikamet eden kime sorsanız alacağınız cevaplar üç aşağı beş yukarı aynıdır.
-
Bizim apartmanın altı kayalık,
-
Temel kazılırken hep kaya çıkmış da inşaat bilmem kaç ay uzamış,
-
Binanın müteahhidi (kızı, oğlu, kardeşi) burada oturuyor, sağlam olmasa hiç oturur mu?
-
Nasıl olsa yakında dönüşüme girer daha yeni e büyük bir daire alırız,
-
Babam temel atılırken görmüş kalın demirler, tonlarca çimento dökülmüş,
-
Yapılırken bilmem kaç tane kazık çakılmış,
-
Bizim ev radye general temel ve tünel kalıp. (Ama inşa tarihi 1980 öncesi)
-
Depreme nerede yakalanacağın belli mi ki. (Evet belli %60-70 ihtimalle yaşadığınız evde yakalanacaksınız, hele böyle pandemi dönemlerinde %90)
-
Vb. gibi onlarca masal.
-
Bu arada binasının depreme dayanıklılık testini yaptırıp da çok kötü çıkmasına rağmen evlerinin değeri düşmesin diyerek bu raporları saklayanlar cabası?
Bu nedenle deprem bilincine sahip olmak sadece depremle ilgili temel bazı bilimsel gerçeklerin, deprem öncesi ve sonrasında nelerin yapılması gerektiği ile ilgili bazı genel kuralların ezberlenmesi demek değildir. Deprem bilinci, birey ve toplumda doğru yer ve zamanda doğru düşünme, doğru karar verme ve doğru davranış şekilleri gösterme ile netice verecek derecede depreme karşı şuurlu olmayı ifade etmektedir.
Toplumda bu bilincinin artırılabilmesi için ilgili devlet kurumları, okullar ve sivil toplum kuruluşları tarafından çeşitli çalışmalar yürütülmektedir.
Sosyal medya, yazılı ve görsel basın aracılığı ile sürdürülen programlar; seminer, konferans ve deprem tatbikatları şeklinde verilen eğitim programları toplumda bu bilinci artırmaya yönelik olarak başvurulan yaygın öğretim yöntemlerinden bazılarıdır ama bunlar çoğunlukla deprem olduktan sonra yapılması gerekenleri içermektedir.
1999 yılına kadar Türkiye büyük depremlerini hep doğu bölgelerinde yaşadığı için Türkiye’nin bu konudaki hassasiyeti çok bilinmiyor ya da önemsenmiyordu. Ancak 99 yılında Gölcük Merkezli meydana gelen ve İstanbul’u da neredeyse 100 kilometre uzakta olmasına rağmen Avcılar’dan Silivri’ye kadar olan bölgede yaptığı hasar biraz gözlerimizi açtı.
Aradan geçen 20 yılda İstanbul’da ciddi bir dönüşüm ya da sağlamlaştırma ne yazık ki yapılamadı. Bugün geldiğimiz durum bu nedenle oldukça vahim.
Boğaziçi Üniversitesi Kandilli Rasathanesi ve Deprem Araştırma Enstitüsü ile İstanbul Büyükşehir Belediyesinin ortaklaşa yaptıkları çalışma, İstanbul için ne kadar vahim bir durum olduğunu ilçe ilçe ve tüm şehir olarak gözler önüne serdi.
Biz de gerçek verilerden hareketle, İstanbul ilinin bir ilçesinin bir mahallesini seçtik. Yaşanacak olan olası İstanbul Depremini bölgede oturan bir aile ve sizlerle birlikte yaşayarak bu defa depremden sonra değil de depremden önce neler yapılması gereği konusunda sizleri düşündürmek istedik.
Bir an önce depreme dayanıklı evlerde ve yerlerde yaşayan, bilinçli İstanbulluların oluşturduğu bir metropole kavuşabilme dileği ile…
Arsal – Mehmet ASAL






KABUS Bir Deprem Hikayesi

BU 50 SAYFALIK HİKAYEYİ OKUMAK İSTERSENİZ,
LÜTFEN
YUKARIDAKİ MENÜDEN
MAKALELER - DİĞER KONULAR BAŞLIĞINA GİDİNİZ. HİKAYEYİ ORADA BULACAKSINIZ. Teşekkür ederim.
ALTIN BOYNUZDAN GÖKYÜZÜNE
YAZAN : Arsal ASAL
(Bu hikayeyi 14 yaşında ENKA Okullarında okurken yazmıştır)
İstanbul’u dinliyorum gözlerim kapalı. Haliç Köprüsünün üzerindeyim. Mevsim sonbahar, ancak beklenenden erken solmuş bu yıl yapraklar. Hava ılık. Esen hafif lodos rüzgârı dalgalandırıyor saçlarımı, lodosla beraber buram buram deniz kokusu geliyor burnuma. Martılar uçuşuyor etrafımda, seslerini duyuyorum. Nefes almaya başlıyorum. Sonra tutabildiğim kadar tutmaya çalışıyorum nefesimi. Yavaşça bırakıyorum ardından, sanki o anı kaybetmekten korkarcasına. Her nefes alışım, zaman kavramımı alt üst ediyor. Bulanıklaşmaya başlıyor etraf birden. Her şey bir girdaptaymışım gibi etrafımda dönmeye başlıyor. “Altın boynuzun” ufkunda ben de siluetlere karışıyorum. Önce bir çocuk oluyorum, annesiyle babasının elini tutan. Elma şekeri diye mızmızlanıyorum. Henüz dışarıdaki dünya ile yüzleşmemiş saf bir çocuk oluyorum. Sonra bir genç oluveriyorum. Dedikodu yapmaktan hoşlanan, sınavlardan bunalan. Küçük risklerden memnun bir genç. Büyümeye devam ediyorum. Olgunlaşıyorum, artık bir yetişkin oluyorum. Ailem var. Farklı bir dünyam var. Enerjim yavaş yavaş azalıyor. İçimdeki ışık azalıyor, eskisi gibi ısıtmıyor artık beni güneş. Sık sık geçmişin hayallerini görüyorum. Belki de geçmişin tekrarının olmayacağını anladığım için, dünyadaki son günlerimin tadını çıkarmaya çalışıyorum. Doğum ile ölüm arasında geçirdiğim sürede Beatrice’ine kavuşmayı bekleyen Dante gibiyim.
Bir anda birinin dokunduğunu hissediyorum. Adeta içimi eritiyor bu dokunuş. Gözlerimi açıyorum, etrafıma bakınıyorum ama hiç kimseyi göremiyorum. Etrafta kimse olmayınca o kadar büyük görünüyor ki Haliç Köprüsü, ister istemez ürküyorum.
Yavaşça yerden yükselmeye başladığımı fark ediyorum. Kalbim hızla çarpıyor, çok heyecanlıyım. Büyüleyici şehir İstanbul ayaklarımın altında artık. Her şey, bir karınca kadar küçük gözüküyor gözüme.” Öldüm mü?” diye düşünüyorum kendi kendime, ama her şey o kadar gerçek gibi görünüyor ki gözüme, bir başka gerçek olsa bile o gerçeği bilmek istemiyorum. Eğer bu bir rüya ise, bu rüyadan ayılmak istemiyorum. Hazır biraz uzaklaşma şansını bulmuşken, sürekli bir değişime ayak uydurmaya çalışan ülkemin insanları arasına dönmek istemiyorum. Uyanıncaya kadar, ayılıncaya değin, gidebildiğim yere kadar gitmek ve keşfetmek istiyorum. Zaman kavramı olmaksızın, tek başıma bu uygunsuz gerçeğin pençelerinde oyalanmak istiyorum.
İstanbul’u kanatlarımın altına almış uçuyorum gökyüzünde. Dikilitaşın üzerinden geçiyorum. Sanki eğilip yol veriyor bana. Karşımda dev Yerebatan Sarnıcı. Karanlığa süzülüyorum. Kim bilir altında hangi hazineler saklı. Sarnıca dalıyorum. Taş merdivenleri ağır ağır iniyorum. Devasa mermer sütunların arasındayım, sesler duyuyorum. Korkudan hemen yandaki bir sütunun arkasına gizlenip merakla bakıyorum etrafa. Siyah gözlü, siyah saçlı güzel bir kadın görüyorum. Bu kadının yanında onu ne kadar kıskandığını ve bu yüzden cezalandırılması gerektiğini söyleyen, kızıl saçlı bir ikinci kadın duruyor. Siyah saçlı güzel kadın “Athena, yapma!” diye bağırıyor.
Athena bir anda kollarını havaya doğru açıyor ve hiç bilmediğim bir dilde cümleler kurmaya başlıyor. O anda güçlü bir şimşek çakıyor. Ben ne olduğunu daha tam olarak anlayamadan, Gorgones’in üç kızından biri olan Medusa taşa dönüşüyor. Kime baksa anında taş eden Medusa artık kendisi taş oluyor. Saklandığım sütunun ardından çıkarak taşa dönüşmüş Medusa’ya bakmak istiyorum. Sarnıcın içinde, karanlığın arasında yeni gölgeler görüyorum. Siluetler beliriyor, korkuyorum! Kendimi yeniden merdivenlerde buluyorum. Hızla fırlayıp dışarı çıkıyorum.
Artık dışarıdayım. Bir anda şiddetli bir yağmur başlıyor, anlıyorum ki sonbahar kendini gösteriyor. Yağmur biraz yağdıktan sonra aniden kesiliyor, gökyüzünden toprağa doğru kahverengi ve kızıl tonlarda yapraklar dökülmeye başlıyor. Kızılyapraklar, tıpkı Athena’nın saçları gibi. Yağan yağmur da Medusa’nın taşlaşmış, artık akamayacak gözyaşlarını simgeler gibi.
Kısa süren bir uçuştan sonra Üsküdar’dayım bu kez. Kız Kulesi’ne gelen teknelerin yanaştığı taş duvarın yanına doğru yavaşça iniyorum. Kız Kulesi’nin merdivenlerini tırmanmaya başlıyorum. Tam içeri girdiğimde bir kadın görüyorum. Eski elbiseler giymiş, biraz yaşlıca bir kadın. Görünmemek için, yanımda duran oymalı dolabın arkasına saklanıyorum. Az sonra odaya genç bir kız giriyor. Çok güzel giyinmiş, tam bir asil gibi. Prenses ile hizmetçi konuşmaya başlıyorlar:
—Çok sıkıldım burada, artık Kostantinopol’e dönmek istiyorum.
—Prensesim biliyorsunuz, babanız sizi korumak için buraya getirdi. Bir rüya anlatılmıştı kendisine, hani bir yılan sokarak öldürüyordu sizi. Bunların hepsi o kötü kaderden korumak için.
—Yine de burada sonsuza kadar kalacağımı bilmek çok üzüyor beni.
Hizmetçi, prensesin moralini biraz düzeltmek için konuyu değiştiriyor. Prensese dönerek babasının bugün çok sevdiği siyah üzümlerden gönderdiğini söylüyor. Sepeti ona getirmeyi teklif ediyor. Prensesin yüzünde bir tebessüm oluştuğunu görüyorum gizlendiğim yerden. Hizmetçi hızla aşağı gidiyor ve dönüşünde sepeti prensesin yanına bırakıyor. Prenses eline bir salkım üzüm alıp, yemeğe başlıyor. Bu sırada sepette bir titreme görüyorum, korktuğum şey oluyor diye düşünüyorum. Prensesi uyarmalıyım, ama sesim çıkmıyor. Sanki içimdeki gizli bir güç, onu uyarmamı ve yılandan korumamı istemiyor, sadece izlememi söylüyor bana.
Yılan prensese yaklaşıyor ve keskin bir hareketle zehrini boşaltıyor gencecik bedenine. Prensesin gözlerinden bir damla yaş düşüyor yere, yüzü bembeyaz kesilmiş. Aniden önüme doğru yığılıveriyor. Yılan, beni fark ediyor o anda. Geride tanık bırakmak istemezcesine bir hamle yapıyor. Kalbim yerinden fırlayacakmış gibiyken kendimi biranda dışarıda buluyorum.
Dışarıda lapa lapa kar yağıyor. Artık havalanmak istiyorum, kaçmak istiyorum bu uğursuz kuleden. Bunu nasıl yapacağımı bilemiyorum. Çaresiz olduğumu sandığım bir anda, sanki gizli bir el havalandırıyor beni.
Kış nasıl bu kadar erken geliverdi? Belki de bu dünyada mevsimler çok çabuk değişiyor. Yoksa bu kar, kaderinden kaçamamış prensesin saflığı ve masumluğunu mu simgeliyor?
Nedense uçmak istemiyorum artık. Gökyüzünü hissettiğim kadar toprağı da hissetmek istiyorum. Yürüyorum ancak niye o kadar hızlı yürüdüğümü, hele her yer böylesine karla kaplıyken, bir türlü anlayamıyorum.
Birden karşıma Rumeli Hisarı çıkıyor. Rumeli Hisarı’nın dev taşlar arasına gizlenmiş ağır tahta kapılarından içeri giriyorum. Bir anda etrafımda yüzlerce Yeniçeri olduğunu görerek bedenen ve zihnen kilitlenip kalıyorum. Kimi askerler durmaksızın bağırıp koşuşturuyor, kimileri büyük toplar taşıyor sağa, sola. Kimileri ellerinde kılıç hazır bekliyorlar. Dört ayda yapmışlar bu dev hisarları. Biri gözüme çarpıyor bu kargaşada, ipekten bir kaftan giymiş, çok heybetli, genç bir adam, yirmili yaşlarda. Bu adam diğerlerinden farklı görünüyor, görkemli ve kartal gibi keskin bakışlara sahip. Herkes ona itaat ediyor. Yüzünü çeviriyor bana doğru, tanıdık geliyor bu yüz bana, “Aman Allah’ım, yoksa İstanbul mu fethediliyor?”
Kulakları sağır edebilecek yükseklikte top ve kılıç sesleri duyuluyor, uzaktan. Surların önündeyim şimdi. Birden arkadan gelen Balyemez Topunun güllesinin rüzgârı beni alıp surların içine götürüyor. Gülle hızla gökyüzüne doğru ilerliyor. Etraf aniden hiç olmadığı kadar aydınlık oluyor. Bütün karlar bir anda eriyor ve rengârenk laleler açıyor her yerde. Yüzlerce, binlerce lale. Kelebekler, kuşlar sarıyor tüm gökyüzünü. İlkbahar gelmiş olmalı. Zafer çığlıkları duyuluyor, anlıyorum ki İstanbul artık bizim.
Ayasofya’da buluyorum kendimi. İlginç efsanesi geliyor aklıma hemen. Ayasofya bir adam boyu yükseldiği zaman, ustalar malzemelerin başında bir çocuğu bırakarak yemek yemeğe gitmişler. O sırada bir melek gelip, çocuğa ustaların nerede olduklarını, neden hızlı çalışmadıklarını sormuş ve gidip onları çağırmasını söylemiş. Çocuk takımların başından ayrılamayacağı cevabını verince de ona, “sen git, ben burada sen dönünceye kadar beklerim” diye söz vermiş. Kurnaz ustalar bunları kendilerine anlatan çocuğu bir daha geri göndermedikleri için de sözünden dönemeyen melek, o gün bugündür dilek taşının bulunduğu sütunun içinde bekler, Ayasofya’ya gelenlerin dileklerini yerine getirirmiş.
Mehmet Sultan bütün haşmetiyle Ayasofya’ya giriyor. İçeride bir sürü korkulu göz ona bakıyor. Haklarında vereceği hükmü titreyerek bekliyorlar. “Korkmayınız, bundan sonra da ibadetlerinize eskisi gibi devam ediniz” diyor. Ardından namaza duruyor. Merak ediyorum, melekten bir şey diledi mi acaba?
Hiç bitmemesini umuyorum bu gezimin, Ayasofya’dan gökyüzüne doğru yükselirken. Eşi benzeri olmayan bir deneyim bu. Aşağıda bir şeyler görmeye çalışıyorum sisler arasında. Birden Topkapı Sarayı’nın yüksek duvarları beliriveriyor önümde. “Bakalım burada beni ne bekliyor?” diye geçiriyorum içimden.
Bahar, Topkapı Sarayı’nı etkisi altına almış. Hareme doğru ilerliyorum. Her yer ağır bir çiçek kokusuyla kaplı. Etrafta çok sayıda insan var. Bunlar padişah, sadrazamlar, şehzadeler, cariyeler ve diğer saray görevlileri olmalı.
Bir kenarda ut eşliğinde saz dersleri veriliyor. Diğer yanda kadınlar küçük çeşmelerin etrafında dedikodu yapıyorlar. Kızlar ağaçların etrafında kovalamaca oynuyor. Yine tanıdık bir yüz çarpıyor gözüme. Herkes önünde yerlere eğiliyor bu haşmetli insanın. Padişah olmalı bu. Birbirinden güzel cariyeler ve iç oğlanları ile çevrili etrafı. Heyecanlı, telaşlı oldukları yüzlerinden okunuyor. Sıranın sonlarına doğru, kızıl ve gür saçlı güzel bir kadın duruyor. Bu kadına dikiyor bakışlarını. Belli ki çok hoşlanmış ondan. Yanına yaklaşıp ismini soruyor: “Roxelanne, efendimiz” diyor güzeller güzeli kızıl saçlı kadın. Sultan gözlerinin içine bakarak; “Bundan sonra senin adın, Hürrem olsun” diyor.
Topkapı Sarayının kapısına dayanmış tahta bir bisiklet duruyor. Önce çok tereddüt ediyorum bisikleti alıp almamak konusunda. Birden bir ses “al ve bin” diyor. O sesi dinliyorum ve binerek pedal çevirmeye başlıyorum. Bisiklet sanki motorlu bir taşıt kadar hızlı gidiyor. Hava oldukça ısınmış. Yüzüme çarpan sıcak havadan anlıyorum. Demek ki yaz gelmiş. Galata Kulesinin yanından geçerken Cenevizlileri görüyorum gemilerinin yelkenleri ile uğraşan. Burada muhteşem kuleye çıkmaya karar veriyorum. Eğer Galata Kulesini ziyaret etmesem sanki bir şeyler eksik kalacak. Bugün her istediğimi yapmalıyım gönlümce. Bisikletim yükselerek Galata Kulesi’nin tam üzerine geliyor. Tüm İstanbul’a hâkim kuleden, bakarken bir ses duyuyorum yakınımda. Büyük bir kanat çırpma sesi bu. Bir adam yaklaşıyor, kanatlı bir adam. Selam verip tanıtıyor kendini. “Üsküdar’a uçacağım, bana eşlik eder misin?” diyor. Hayretle açılmış gözlerimle konuşamıyor, sadece başımla onaylıyorum onu. Artık onun kanatlarının altındayım.
Yol boyunca İstanbul’u tanıtıyor bana. Kendi zamanının, 17. yüzyılın İstanbul’unu. Bana gösterdiği sağ yanıma bakıyorum Beyazıt kulesini, Süleymaniye’yi görüyorum. Bu dünya şehrinin değerini ve eşsiz güzelliğini bir kez daha anlıyorum. Günden güne betonlaşan İstanbul keşke hep böyle kalabilseydi diyorum. Acaba bu mümkün müydü? Bunun cevabını bilmiyorum. Beni Dolmabahçe Sarayı’na getiriyor. Kapıya doğru alçalıyoruz. Teşekkür etme fırsatını vermeden, ait olduğu yere, gökyüzüne doğru uçmaya başlıyor. Sadece bir an için arkasını dönüp el sallıyor bana.
Dolmabahçe Sarayı’nın bahçesinde kalakalıyorum öylece. Bir anda gözümü parlak bir ışık alıyor, önümü göremiyorum. Işık huzmesinin içinden keskin bakışlı sarışın bir adamın bana doğru yaklaştığını görüyorum. Bu adamın çakmak çakmak masmavi gözleri var. Kendinden çok emin bakıyor bana. Güvende hissediyorum kendimi birdenbire, bugüne değin hiç olmadığım kadar güvende. Gözlerim onun mavi gözleriyle kenetleniyor. Birbirimizi anlamamız için sözlere, kelimelere ihtiyaç yok. Gözlerimizle konuşuyoruz kendisiyle. Yavaşça bana doğru eğiliyor ve başımı öpüyor. Elimi tutuyor ve ağır adımlarla yürümeye başlıyoruz. Bir anda bir rüzgâr esiyor, gözlerime tozlar doluyor. Bir elim bu muhteşem insanın elinde diğer elimle gözlerimi ovalıyorum. Gözümü açtığımda, ilk uçmaya başladığım yer olan Haliç Köprüsü’nde buluyorum kendimi.
Elimde bir sıcaklık hissediyorum, hala elimi tutuyor sımsıcak. Bana bir yeri işaret ediyor. Arkama bakıyorum, işaret ettiği yere doğru. Gördüklerime inanamıyorum. Gün boyu gördüğüm padişahlar, yeniçeriler, cariyeler, kanatlı adam, prenses ve tarihi yapımızın temellerini atmış herkes umut dolu gözlerle bana bakıyor.
Onlar geçmişti, ben ise geleceğim.
Sarışın mavi gözlü adam, yavaşça elimi bırakıyor. “Siz gençlere güveniyorum” diye fısıldıyor kulağıma.
Yazın bitimi, sonbaharın başlangıcını andıran bir havada, yavaşça yanımdan uzaklaşıp doğuya, Ankara’ya doğru yükseliyor semada. Gitmesin istiyorum ama onunla mucizevî ışığı da uzaklaşıyor benden.
Bir anda nefes alamıyorum. Etraf yeniden bulanıklaşıyor. Derin bir uykudan sarsılarak kaldırılıyormuş gibi hissediyorum kendimi. Sesler duyuyorum, insan sesleri! Nefes almaya korkuyorum. Hala umudum var, belki bir daha uçabilirim diye. Ama artık gözlerim açık.
Yaşamam gerekenleri yaşadım kendimce. Belki bir rüya, belki bir hayal, belki asla tanımlanamayacak bir gerçekti yaşadıklarım. Biz insanların mutlu olmak için sadece gerçeklere dayanmasına gerek yok. Bazen ilk bakışta imkânsız gibi görünen bir şeyi kovalamak ve onun için uğraşı vermek, daha da güçlü kılar insanı. Ben buna inandım ve bakın neler yaşadım.
Artık ne zaman kaybolduğumu hissetsem, içimde açılan boşluğu doldurmak istesem, Boğaz’a gidip Orhan Veli Kanık ile buluşacağım. Beraber Pierre Loti’ye çıkacağız. Orhan Veli’nin de anlattığı gibi “İstanbul’u dinleyeceğim gözlerim kapalı”.
Arsal ASAL
