Türkiye'ye Demokrasi kolay kolay gelemez. Neden mi?
- mehmetasal
- 1 May 2022
- 9 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 15 May 2022
YAZAN : Mehmet ASAL Ocak 2017

Demokrasi, halkın egemenliğini bizzat ve doğrudan doğruya kullandığı yönetim türüdür. Halkın halk tarafından yönetilmesi anlamına gelir ki çoğunluğun mutlak hâkimiyetini reddeden, azınlıktakilerin siyasal ve kültürel haklarının kabul edilmesi gerektiğini savunan bir sistemdir. Burada sizleri uzun cümleler ve tanımlarla sıkmak yerine mümkün olduğunca kısa ve sonuca götürücü açıklamalar kullanacağım.
Bana göre “Demokrasi için dikkate alınması gereken altı temel kıstas” vardır:
Ülkenin Eğitim Seviyesinin yüksekliği,
Ülkenin Jeopolitik Konumu ve komşularıyla ilişkilerinin dengesi,
Laiklik anlayışı ve dinin tamamen siyaset dışına çıkarılması,
Ülkenin gelenekleri ve Demokrasi Mücadelesinin geçmişi,
Nüfus artışının kontrolü ve dengeli büyümeye geçilmesi,
Kişi başına düşen milli gelirin fazlalığı ve bunun bölüşümündeki adalet.
Yukarıdaki temel kıstaslara şöyle bir bakıp düşündüğünüzde, ülkemizde neden uzunca bir dönem daha Demokrasinin olamayacağı, herhangi bir detaya bile girmeden kolayca anlaşılabilir. Ancak daha ilk cümleden bir sonuca gitmek yerine bu kıstasları kısaca inceleyelim.
Ülkenin Eğitim Seviyesi:
Türkiye’de Eğitim Durumu. (DİE Sitesinden alınmıştır.)

Dünya üzerinde, halkının değil % 75’i, % 30-40’ı bile eğitimsiz tek bir demokrasi yoktur.
Ülkenin Jeopolitik Konumu ve komşularıyla ilişkilerinin dengesi:
Türkiye’nin kuzeybatısında Yunanistan ve Bulgaristan; Güneydoğusunda Suriye ve Irak; doğusunda İran ve Azerbaycan; Kuzeydoğusunda ise Ermenistan ve Gürcistan komşu olarak yer almaktadır. Bu ülkelerden Azerbaycan’ı bir tarafa ayırdığımızda kalanların;
Hepsinin ırkı farlıdır,
Hepsinin dini/mezhebi farklıdır,
Hepsinin dili ve bundan ötesi lfabesi bizden farklıdır,
Hepsi Türkiye’den daha fakirdir,
Hepsi Türkiye’den tarihsel çıkarlar peşindedir,
Türkiye’nin NATO’da Yunanistan dışında hiçbiri ile bir ortaklık anlaşması yoktur. Kaldı ki Yunanistan ile NATO İşbirliğimiz ve ortaklığımızın ne kadar güvenilir olduğu da her Türk’ün malumudur.
Siyasi Coğrafyacı ve jeopolitik uzmanları dünyanın kalbi olarak Kafkaslar ve Türkiye’nin bulunduğu coğrafyayı tanımlarlar. Nitekim Halford J. Mackinder ’in (1861-1947) Kara hâkimiyeti teorisi de, Nicholas J.Spykman, (1893-1943) Kenar Kuşak Teorileri de aynı coğrafyayı esas alır. 20.nci yüzyıl başlarında tartışılan ve kabul gören bu teoriler “Deniz Hâkimiyeti” (Alfred Thayer Mahan) ve” Hava hâkimiyeti” teorileri (Alb. Haevy Scitoklian )ile çürütülmeye çalışılmış ise de, bugün, 21nci yüzyılın başında, bu teorilere esas kalbin yerinde hiçbir değişme olmadığını ve hala dünyanın nabzının aynı coğrafyada attığını görmekteyiz.
1970’li yıllarda tüm teoriler tasnif edilerek iki başlık altında toplanmıştır: 1. Fiziki coğrafyaya dayalı teoriler: Kara Hâkimiyet Teorisi, Kenar Kuşak Teorisi. 2. Salt kuvvete dayalı teoriler: Deniz Hâkimiyet Teorisi, Hava Hâkimiyet Teorisi.
Jeopolitiğin bir amacı, geleceğe ait hükümler çıkarmaktır. Jeopolitiğin asıl önemli özelliği ise uygulamaya yönelik oluşudur. Jeopolitik siyasi coğrafyayı siyasete bağlar.
Bunları niye anlatıyorum? ABD Fiziki coğrafyaya egemen olamadığından, salt kuvvete dayalı sistemlerle fiziki coğrafyalar üzerinde etkin olmaya çalışmaktadır. Yani aslında güç olanı başarmaya çalışmaktadır.
Oysa Türkiye, Dünyanın kalbi olan coğrafyada, politikalarını oluştururken dünyaya hâkim olabileceği bir siyaseti geliştirememekte ve Salt Güce sahip olan ülkenin suyuna gitmeye çalışmaktadır.
Bunun en büyük nedenlerinden biri de, daha önceki yazılarımdan birinde de değindiğim gibi, bizleri yöneten ve özellikle dış politika esasları konusunda karar verici durumda olan siyasilerin, jeopolitik ve buna bağlı jeostratejiyi bilmiyor ve bu konuda araştırıp eğitilmiyor olmalarıdır. Biraz amiyane tabirle, “Sandal kürekçisine uçak gemisi komutasını emanet etmek” le eşdeğerdir bu durum.
Bazı düşünürler jeopolitiği siyasi coğrafyanın içerisinde, siyasi coğrafyanın bir bölümü gibi görmek eğilimindedirler. Bu görüş, siyasi coğrafyayı olduğundan fazla, jeopolitiği de olduğundan daha dar bir alana yerleştirmek olur. Jeopolitik siyasi coğrafyanın bir devamıdır. Ancak daha geniş bir alanda ve daha çok sayıda konuyu içerir.
Daha anlaşılır bir ifade ile çok iyi bir coğrafyaya sahip olmak tek başına yeterli değildir, önemli olan o coğrafi avantajı uluslararası politikaya ile ülke çıkar ve menfaatlerine dönüştürebilmektir.
Aslında büyük önder Mustafa Kemal Atatürk’ün de yaptığı budur. Bu coğrafyada yer alan Rusya, İran gibi ülkeleri de yanına alarak, ya da en azından karşısına almayarak, batılı devletlere karşı büyük bir kurtuluş mücadelesi vermiş, ülkeyi ve milleti var etmiştir.
Türkiye’nin jeopolitik konumu; coğrafi konumda sayılan bütün özelliklere ek olarak; Avrupa Birliği, Rusya Federasyonu ile komşu olması; Kafkasya, Ortadoğu, Balkanlar gibi duyarlı ve sıcak kesimlerin bileşkesinde bulunması; çok önemi bir sınırlar ülkesi oluşu (Doğu kültürü ile batı kültürünün, Hristiyanlıkla İslamiyet’in liberal ekonomi ile yarı kolektif sistemlerin, demokrasi ile totaliter sistemlerin... Sınırında) bütün evrensel politikaların ya hareket noktası, ya hedefi, ya da en azından güzergâh üzerinde bulunması... Gibi çok güçlü özellikler içerir. İşte Türkiye Atatürk’ten sonra bu önemi anlayamadığından, ülke her zaman Emperyalizmin hedefinde olmuştur ve bundan sonra da olacaktır. Komşularıyla ortak bir dil, din, kültür bağı ne yazık ki yoktur.
Emperyalist ülkelerin yayılmacı politikalarını en zor uygulayabileceği ülkeler tam demokrat ülkelerdir. Bu nedenle onlar bizim Demokrasi ile yönetilmemizi istemezler ve bu 7 benzemez komşu ile her zaman ülkemizi ve demokrasimizi aşındırmak, kendilerine yakın ve çanak tutacak SÖZDE DEMOKRAT OLİGARŞİK YAPILAR tarafından yönetilmemizi isterler.
Doğu Akdeniz’de aleyhimize petrol arar/aratır, PYD-PKK’yı kışkırtır, Ege Adacıklarının İşgaline sessiz kalır, Ermeni Soykırımı diye bir dayatmayı sürekli gündemde tutarlar. Buna karşı, Sosyal-Demokrat Hükümetlerin iş başında olması ve akıllı politikalar üretmesi gerekirken bizim gibi ülkeler, sağ ve muhafazakâr hatta din tandanslı parti ve liderlerince yönetilir, bu liderler BOP eş başkanlığı ile kandırılıp kafamıza çuvallar geçirilir, Seksen milyonluk ülke bir Twitter Mesajı ile aşağılanabilir.
Laiklik anlayışı ve dinin tamamen siyaset dışına çıkarılması:
Din kuruluşundan beri gerek Osmanlı Dönemi gerek genç Türkiye Döneminde, her zaman etkili olmuş ve Devlet İdaresinde İslami akımlar ve kayırmalar alenen yapılmış, laiklik ilkesi hemen hiçbir dönemde anlaşılamamış ve uygulanmamıştır.
Osmanlı'nın kuruluşundan bu yana, yönetimde din etkeni belirleyici rol oynamıştır.
Din; giderek genellik özelliğini koruyamamış, mezhep ve tarikat ayrımları din öğesinin yerine belirleyici olmuşlardır.
Tasavvufi tarikatların gerek halk üzerinde, gerekse asker-sivil yönetici bürokrasi üzerindeki belirleyici ve yönlendirici etkinliği; 19. yüzyılın ikinci yarısı ile 20. yüzyılın ilk çeyreğinde daha da öne çıkmıştır. Devlet-siyaset adamları, bilim adamları ve düşünürler arasında herhangi bir tasavvufi tarikatın bağlısı olmak, bir dergâha / tekkeye devam etmek, bir mürşide bağlanmak geçerli bir moda olmuştur.
Ne yazık ki, bu yüzyılda da aydınlar arasında aynı durum oldukça yaygındır. Ayrıca toplumun üst katmanları, salon toplantılarıyla bu tür gelişmelere öncülük etmektedirler.
Mevlevilerle Bektaşiler arasında öteden beri süregelen, devlet içinde egemenlik kurma, yönetim kadrolarını oluşturma yarışı vardır. Bu durum, her iki tarikatın da çok erken dönemlerden beri egemenlik kurmak için örgütlendiklerini, birçok devlet adamını yanlarına çektiklerini, bunlar yoluyla devleti yürütmede söz sahibi olduklarını veya söz sahibi olmak için çabaladıklarını göstermektedir.
Sünni tarikatlar Milli Mücadele'ye de yer yer karşı çıkıp, halifenin sesini dinlerken, Alevi toplumuyla Bektaşi ve Mevlevi tarikatlar Milli Mücadele'nin doğrudan içinde yer almış, emperyalizme ve halife-padişahlığa karşı M. Kemal'in önderliğindeki ulusal bağımsızlıkçı bir hareket yürütmüşlerdir.
Alevilikte kadın, Sünniliğin tam aksine, kesinlikle toplumdan tecrit edilmemiştir. O, toplumun eşit bir parçasıdır. Dini törenlerde dahi başını örtmez. Bu törenlerde kadınlar ve erkekler birlikte dans ederler ve hatta topluluğa saygı kuralını gözetmek koşuluyla içki dahi içebilirler.
Mustafa kemal Atatürk kadının toplum için önemini vurgulayıp bunları yasalar ile teminat altına almıştır. Ancak, 1938 den başlayarak Türkiye’de en ucuz ve kolay siyaset aracı “DİN SÖMÜRÜSÜ” olmuştur. Bu sömürü o kadar ileri gitmiştir ki 1986 dan sonra Sistematik bir şekilde tüm Ordu, Polis ile Hukuk Sistemi, Fetullah Gülen denen bir din bazın eline geçmiş ve ülkenin neredeyse “İran’ laşacağı” 15 Temmuz darbesi kıl payı atlatılmıştır.
Bundan gerekli dersler alınabilmiş,
“DİN SİYASET DIŞI ALANA” çekilebilmiş ve “LAİKLİK UYGULANMAYA BAŞLAMIŞ” mıdır?
Ne yazık ki hayır.
Oysa Demokrasinin olmazsa olmazı;
Laiklik anlayışı ve dinin tamamen siyaset dışına çıkarılması, kadının özgürleşmesi, kadının erkeğin köleliğinden ve hegemonyasından çıkartılmasıdır ki daha uzunca bir süre bu mümkün görülmemektedir.
Ülkenin gelenekleri ve Demokrasi Mücadelesinin geçmişi:
Ne yazık ki bu konuda da ümitli olabilmek mümkün değildir. Siyasi hayatı sürekli “Gericilik ve Askeri Müdahalelerle geçmiş” bir ülkenin elbette Demokrasi karnesinin de iyi olması beklenemez.
Cumhuriyetin ilanı ve Hilafetin kaldırılmasına kadar olan tarihi süreçte, iki ayrı defa Meşrutiyet İlanına rağmen Demokrasi alanında bir ilerleme kaydedilememesi ve gayretlerin sözde kalışı dışında Demokrasi ve Özgürlükler adına bir şey yapıldığını, inşa edildiğini söyleyebilmek mümkün değildir. Cumhuriyetin ilanı ile 1938 arasında geçen 15 yıllık sürede Demokrasi ve insan hakları, laiklik, erkek-kadın eşitliği alanında yapılan reform ve atılımlar, 1938’den sonra irticai hareketler nedeniyle tekrar geri gitmeye başlamıştır.
Dini Kuralların tüm topluma yaygın ve egemen olması isteği, hatta adı çok net söylenmese de ŞERİAT vurguları ve istekleri; bırakınız Demokrasiyi ileri götürmeyi, gemiyi sürekli denizin dibine doğru çekmek isteyen bir gemi demiri işlevi görmüştür.
Bugün modern demokratik yönetim sistemi ve anlayışı denildiğinde, genellikle Batılı sanayileşmiş ülkelerin gelişmiş, liberal demokrasi olarak bilinen seçimli demokrasi yöntemi anlaşılmaktadır.
İnsanlığın varoluşundan beri Klâsik Cumhuriyetçilik anlayışı, farklı iki temel problematikten hareket eden iki farklı ekol halinde gelişmiştir. Bunlardan biri, Atina, diğeri ise Roma Ekolü’dür.
Aristoteles tarafından temsil edilen ve insanı ancak siyasal topluma katılmak suretiyle beşeriyetini tamamlayabilecek ve gerçekleştirebilecek bir varlık olarak gören Atina Ekolü’nün temel problematiği, erdemli yurttaştır. Atina demokrasisinde yurttaşlık erdemi prensibi önemliydi ve bu prensip, siyasal topluma (site) adanmışlığı ve özel hayatın kamusal hayata tabi olmasını veya feda edilmesini gerektirmekteydi.
Cicero tarafından temsil edilen Roma Ekolü ‘nün temel problematiği ise, meşru yönetim tarafından güvence altına alınmış olan güçlü bir özgürlük idealidir.
17. ve 18. yüzyıllarda Avrupa’da mutlak monarşilerden demokratik yönetime geçişte, iki siyasal düşünce geleneğinin merkezi göze çarpar. Bunlardan biri cumhuriyetçilik, diğeri ise liberalizmdir.
Modern liberalizmin ve liberal demokratik düşüncenin ortaya çıkmasında, Yöneticiler (krallarla) başlıca sınıflar arasında meşru otorite alanıyla ilgili süre giden mücadeleler; köylülerin ağır vergilere ve diğer sosyal yükümlülüklere karşı isyanlar; ticaret, alış-veriş ve pazar ilişkilerinin yaygınlaşması; teknolojide (özellikle askeri teknolojide) kaydedilen ilerlemeler; başta İngiltere, Fransa ve İspanya olmak üzere ulusal monarşilerin konsolidasyonu; Rönesans’a özgü kültür ve düşünce yapısının gittikçe yaygınlaşması; din eksenli çatışmalar ve Katolikliğin evrenle ilgili iddialarına yönelen itirazlar; nihayet din ve devlet arasındaki mücadeleler gibi tarihi gelişme ve değişmelerin değişen ağırlıklarda payı vardır. Ancak, tüm bu dönemlerde cumhuriyetçi düşünce geleneğinin birikimi çok önemlidir.
Osmanlı’ya baktığımızda, 2 adet cılız ve sonuçsuz Meşrutiyet ilanı dışında hiçbir demokratik mücadele ve birikim görememekteyiz. Tüm ilerici adımlar ve mücadeleler de hep Ordu Eksenli olmuştur. Bu da Demokrasinin istediği ve uygun gördüğü bir durum değildir.
Batılıların yüzyıllarca süren mücadele, birikim, Fransız İhtilali, Reform hareketleri vb. gibi, vasıtalarla elde ettikleri Demokratik süreç ve sonuçlar, bizlere bu alanda mücadele etmemize gerek kalmadan büyük önderimiz Mustafa Kemal Atatürk tarafından armağan edilmiştir.
Ne yazık ki bizler bu armağanın kıymetini bilememiş ve hep geçmişe, Padişahlığa, Monarşiye ve Hilafete özenmiş ve bu uğurda ülkeyi ilerletmek yerine gemiyi tornistan çalıştırarak geriye çekmiş bulunmaktayız.
Nüfus artışının kontrolü ve dengeli büyümeye geçilmesi:
Bütün canlıların ortak özelliklerinden birisi de üreyebilmeleridir. İnsan haricindeki canlı topluluklarının artışı ekosistemler tarafından kontrol edilmektedir. İnsan zekâsı ve teknolojisi sayesinde böyle bir kontrolün dışında kalmayı başarmıştır. Canlıların en az üreyenlerinden birisi olmasına rağmen insan, dünya nüfus artışı günümüzün önemli sorunlarından biridir. Türkiye’nin de en önemli sorunu da, Nüfus artış politikasının yanlışıdır.
Nüfus artışı, gelişmiş ülkelerde % 0,5-1 civarında artarken, gelişmekte olan ülkelerde % 2-3 gibi yüksek oranlarda artmaktadır. Bu gelişme, dünyanın demografik yapısında önemli değişmelere ve sorunlara yol açmaktadır.
Halen 7 milyar civarında olan dünya nüfusunun 1 milyar kadarı gelişmiş ülkelerde, 6 milyardan fazlası da gelişmekte olan ülkelerde yaşamaktadır. Hızlı nüfus artışı, gelişmekte olan ülkelerde kaynakların yetmemesine, kalkınma hızlarının yavaşlamasına, ekonomik ve sosyal sorunların artmasına neden olmaktadır. Nüfus artışı ile birlikte ele alınması gereken en kritik nokta eğitimdir.
İçsel büyüme teorileri ile birlikte beşeri sermayenin ön plana çıkması, eğitimin ekonomik büyüme üzerindeki rolünün de tartışılmasına neden olmuştur. Eğitim ile ekonomik büyüme arasındaki ilişkiyi inceleyen çok sayıdaki çalışmada, eğitimin ekonomik büyümeyi pozitif yönde etkilediği sonucuna ulaşılmıştır.
Eğitimin teknolojik gelişme ve toplam faktör verimliliğini artırarak ekonomik büyümeye katkı sağladığı da çok açıktır. Ancak; Ekonomik büyüme sürecinde nüfus artışının rolü tartışmalıdır. Büyüme ve nüfus artışı ilişkisi birçok yönden araştırmacıların ilgisini çekmiştir.Konu üzerindeki görüşlerin çoğu, nüfus artışını ekonomik büyümenin üzerinde bir engel olarak görürken, bazıları da ekonomik büyümeyi hızlandırıcı etken olarak kabul etmektedir.
Nüfus ve büyüme üzerine yapılan çalışmaların büyük bir bölümü kalkınmakta olan ülkeler üzerinde yoğunlaşmıştır. Çünkü bu ülkeler sanayileşmenin henüz başlangıç dönemindedirler. Büyüme ile birlikte bu ülkelerin doğum oranlarında fazla bir artış görülmemiş, buna karşılık ölüm oranında meydana gelen düşüş ile birlikte nüfusları hızla artmıştır. Bu ülkelerde nüfus ile büyüme arasındaki ilişkinin belirlenmesi, geleceğe yönelik büyüme stratejilerinin oluşturulmasında oldukça önemlidir.
Türkiye’de bu alanda dikkat çeken bir örnek oluşturmaktadır.
Yurdumuz, eğitim alanında her yıl çok daha fazla derslik, okul, öğretmen ihtiyacı duyan bir ülkedir. Yani mevcut okulları ıslah etmek, modernleştirmek bir yana her yıl yeni okul binalarına, dersliklere ve öğretmenlere ihtiyaç vardır.
Oysa bir batı ülkesinde nüfus artmadığı veya çok az arttığı için, bu ülkeler yeni bina ve derslikler yerine mevcutları yenilemekte, öğretmenlerini yüksek lisans ve doktora programları ile eğitmekte ve modernize etmekte, böylece daha iyi bir eğitim sistemi sonucu yetişen verimliliği yüksek nüfus ile GSMH ‘arını arttırarak refah düzeylerini yükseltmektedirler.Türkiye ise her geçen yıl daha başarısız PISA neticeleri, Üniversite sıralamaları ve sonuçları ile Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü'nün (OECD) küresel eğitim araştırmasında 76 ülke arasında 41. sırada yer almaktadır.
Kalkınmakta olan bir ülke olarak hızlı nüfus artışı en başta Eğitim de olmak üzere ülkemize sürekli KALİTESİZLİK getirmekte ve Kişi Başına Düşen Milli Gelir de hiçbir zaman refah düzeyine ulaşmamaktadır. Refah olmayan yerde Demokrasinin de gelişemeyeceği son derece açıktır.
Kişi başına düşen milli hasılanın fazlalığı ve bunun bölüşümündeki adalet:
Her ne kadar yukarıda son bölümde buna değinmiş olsam da Kişi başı milli gelir aslında ülkelerin gelişmişlik düzeyini belirler. Yani kişi başı milli gelir ne kadar fazla olursa, o ülkenin gelişmişlik seviyesi de o kadar yüksek olur.
Kişi başı milli geliri tanımlamak gerekirse, bir ülkenin gayri safi milli hasılatının (GSMH) o ülkenin nüfusuna bölünmesi sonucu ortaya çıkan sonuçtur denebilir.
Kalitesiz ve üretmeyen insan gücü, kişi başına düşen refahı sürekli aşağıya çeker ki bu da özellikle dengesiz ve bana göre kalitesiz nüfus artışının bir sonucu olarak ülkemizi sürekli fakir ülkeler liginde bırakır, bir üst lige yükselemeyiz.
Ülkemizde eğitimli ve refah düzeyi yüksek aileler tek ya da en çok iki çocukla yetinirken, eğitim seviyesi düşük ve gelir düzeyi toplum standardının altında kalan aileler, 3-4 hatta 5 çocuğa kadar sürekli olarak çoğalmaya teşvik edilmekte ve çoğalmaktadır. Üstelik bu teşvikin hiçbir bilimsel ve ekonomik açıklaması ve gereksinimi yokken tek itici ve çoğaltıcı gücü Dinsel Motif olmaktadır.
Böyle durumlarda; aynı ülkenin fertleri arasında gelir açısından uçurumlar oluşmakta, refah adil olarak bölüşülememektedir. Refah düzeyi yüksek kişiler Demokrasi ve kişisel haklarına önem verip bu uğurda maddi ve manevi fedakârlıklara katlanabilirken, gelir düzeyi düşük kişilerin tek beklentisi daha fazla kazanabilmek, hem de ne pahasına olursa kazanabilmek olabilmektedir.
Öncelik olarak Maddi Kazanca yönelme neticesinde, toplumda ahlak anlayışı da çöküntüye uğramakta ve yasal olsun olmasın her yol daha fazla kazanç için geçerli kabul edilebilmektedir. Bu da Demokratikleşme ve Adalet alanında en büyük çıkmazı oluşturmaktadır.
SONUÇ:
Sayfalarca sürebilecek bir incelemeyi size burada çok özet şekilde vermeye çalıştım. Aslında, zaten bildiğiniz pek çok hususu sizlere sadece toplu ve kısa bir şekilde hatırlatmak istedim.
Batı Ülkelerine gittiğimiz zaman oradaki “İnsan hakları ve özgürlükler” ile “Demokrasi” anlayışına imrenmekteyiz. Ancak unutmayalım ki bu hak ve özgürlükler, uzun ve ciddi mücadeleler sonucunda ve EĞİTİM DÜZEYİ BİZDEN ÇOK YÜKSEK fertlerin yaşadığı coğrafyalarda ter dökerek, çaba göstererek, birçok zorluğa göğüs gererek ve Demokrasi Mücadelesi verilerek kazanılmıştır.
“Hak verilmez alınır” deyişindeki kast edilen anlam da bu olsa gerek.
O zaman tekrar başa dönersek; “Türkiye’ye daha uzunca bir süre Demokrasinin kolay kolay gelemeyeceğini” söylemek sizce de bir kehanet mi olacaktır?
Esen kalın...
Comentários