ALTIN BOYNUZ’DAN GÖKYÜZÜNE
- mehmetasal
- 7 May 2022
- 7 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 27 Haz 2023

BU HİKAYEYİ 14 YAŞINDA ENKA OKULLARINDA ÖĞRENCİ İKEN YAZDIM
İstanbul’u dinliyorum gözlerim kapalı. Haliç Köprüsünün üzerindeyim. Mevsim sonbahar, ancak beklenenden erken solmuş bu yıl yapraklar. Hava ılık. Esen hafif lodos rüzgârı dalgalandırıyor saçlarımı, lodosla beraber buram buram deniz kokusu geliyor burnuma. Martılar uçuşuyor etrafımda, seslerini duyuyorum. Nefes almaya başlıyorum. Sonra tutabildiğim kadar tutmaya çalışıyorum nefesimi. Yavaşça bırakıyorum ardından, sanki o anı kaybetmekten korkarcasına. Her nefes alışım, zaman kavramımı alt üst ediyor. Bulanıklaşmaya başlıyor etraf birden. Her şey bir girdaptaymışım gibi etrafımda dönmeye başlıyor. “Altın boynuzun” ufkunda ben de siluetlere karışıyorum. Önce bir çocuk oluyorum, annesiyle babasının elini tutan. Elma şekeri diye mızmızlanıyorum. Henüz dışarıdaki dünya ile yüzleşmemiş saf bir çocuk oluyorum. Sonra bir genç oluveriyorum. Dedikodu yapmaktan hoşlanan, sınavlardan bunalan. Küçük risklerden memnun bir genç. Büyümeye devam ediyorum. Olgunlaşıyorum, artık bir yetişkin oluyorum. Ailem var. Farklı bir dünyam var. Enerjim yavaş yavaş azalıyor. İçimdeki ışık azalıyor, eskisi gibi ısıtmıyor artık beni güneş. Sık sık geçmişin hayallerini görüyorum. Belki de geçmişin tekrarının olmayacağını anladığım için, dünyadaki son günlerimin tadını çıkarmaya çalışıyorum. Doğum ile ölüm arasında geçirdiğim sürede Beatrice’ine kavuşmayı bekleyen Dante gibiyim.
Bir anda birinin dokunduğunu hissediyorum. Adeta içimi eritiyor bu dokunuş. Gözlerimi açıyorum, etrafıma bakınıyorum ama hiç kimseyi göremiyorum. Etrafta kimse olmayınca o kadar büyük görünüyor ki Haliç Köprüsü, ister istemez ürküyorum.
Yavaşça yerden yükselmeye başladığımı fark ediyorum. Kalbim hızla çarpıyor, çok heyecanlıyım. Büyüleyici şehir İstanbul ayaklarımın altında artık. Her şey, bir karınca kadar küçük gözüküyor gözüme.” Öldüm mü?” diye düşünüyorum kendi kendime, ama her şey o kadar gerçek gibi görünüyor ki gözüme, bir başka gerçek olsa bile o gerçeği bilmek istemiyorum. Eğer bu bir rüya ise, bu rüyadan ayılmak istemiyorum. Hazır biraz uzaklaşma şansını bulmuşken, sürekli bir değişime ayak uydurmaya çalışan ülkemin insanları arasına dönmek istemiyorum. Uyanıncaya kadar, ayılıncaya değin, gidebildiğim yere kadar gitmek ve keşfetmek istiyorum. Zaman kavramı olmaksızın, tek başıma bu uygunsuz gerçeğin pençelerinde oyalanmak istiyorum.
İstanbul’u kanatlarımın altına almış uçuyorum gökyüzünde. Dikilitaşın üzerinden geçiyorum. Sanki eğilip yol veriyor bana. Karşımda dev Yerebatan Sarnıcı. Karanlığa süzülüyorum. Kim bilir altında hangi hazineler saklı. Sarnıca dalıyorum. Taş merdivenleri ağır ağır iniyorum. Devasa mermer sütunların arasındayım, sesler duyuyorum. Korkudan hemen yandaki bir sütunun arkasına gizlenip merakla bakıyorum etrafa. Siyah gözlü, siyah saçlı güzel bir kadın görüyorum. Bu kadının yanında onu ne kadar kıskandığını ve bu yüzden cezalandırılması gerektiğini söyleyen, kızıl saçlı bir ikinci kadın duruyor. Siyah saçlı güzel kadın “Athena, yapma!” diye bağırıyor.
Athena bir anda kollarını havaya doğru açıyor ve hiç bilmediğim bir dilde cümleler kurmaya başlıyor. O anda güçlü bir şimşek çakıyor. Ben ne olduğunu daha tam olarak anlayamadan, Gorgones’in üç kızından biri olan Medusa taşa dönüşüyor. Kime baksa anında taş eden Medusa artık kendisi taş oluyor. Saklandığım sütunun ardından çıkarak taşa dönüşmüş Medusa’ya bakmak istiyorum. Sarnıcın içinde, karanlığın arasında yeni gölgeler görüyorum. Siluetler beliriyor, korkuyorum! Kendimi yeniden merdivenlerde buluyorum. Hızla fırlayıp dışarı çıkıyorum.
Artık dışarıdayım. Bir anda şiddetli bir yağmur başlıyor, anlıyorum ki sonbahar kendini gösteriyor. Yağmur biraz yağdıktan sonra aniden kesiliyor, gökyüzünden toprağa doğru kahverengi ve kızıl tonlarda yapraklar dökülmeye başlıyor. Kızılyapraklar, tıpkı Athena’nın saçları gibi. Yağan yağmur da Medusa’nın taşlaşmış, artık akamayacak gözyaşlarını simgeler gibi.
Kısa süren bir uçuştan sonra Üsküdar’dayım bu kez. Kız Kulesi’ne gelen teknelerin yanaştığı taş duvarın yanına doğru yavaşça iniyorum. Kız Kulesi’nin merdivenlerini tırmanmaya başlıyorum. Tam içeri girdiğimde bir kadın görüyorum. Eski elbiseler giymiş, biraz yaşlıca bir kadın. Görünmemek için, yanımda duran oymalı dolabın arkasına saklanıyorum. Az sonra odaya genç bir kız giriyor. Çok güzel giyinmiş, tam bir asil gibi. Prenses ile hizmetçi konuşmaya başlıyorlar:
—Çok sıkıldım burada, artık Kostantinopol’e dönmek istiyorum.
—Prensesim biliyorsunuz, babanız sizi korumak için buraya getirdi. Bir rüya anlatılmıştı kendisine, hani bir yılan sokarak öldürüyordu sizi. Bunların hepsi o kötü kaderden korumak için.
—Yine de burada sonsuza kadar kalacağımı bilmek çok üzüyor beni.
Hizmetçi, prensesin moralini biraz düzeltmek için konuyu değiştiriyor. Prensese dönerek babasının bugün çok sevdiği siyah üzümlerden gönderdiğini söylüyor. Sepeti ona getirmeyi teklif ediyor. Prensesin yüzünde bir tebessüm oluştuğunu görüyorum gizlendiğim yerden. Hizmetçi hızla aşağı gidiyor ve dönüşünde sepeti prensesin yanına bırakıyor. Prenses eline bir salkım üzüm alıp, yemeğe başlıyor. Bu sırada sepette bir titreme görüyorum, korktuğum şey oluyor diye düşünüyorum. Prensesi uyarmalıyım, ama sesim çıkmıyor. Sanki içimdeki gizli bir güç, onu uyarmamı ve yılandan korumamı istemiyor, sadece izlememi söylüyor bana.
Yılan prensese yaklaşıyor ve keskin bir hareketle zehrini boşaltıyor gencecik bedenine. Prensesin gözlerinden bir damla yaş düşüyor yere, yüzü bembeyaz kesilmiş. Aniden önüme doğru yığılıveriyor. Yılan, beni fark ediyor o anda. Geride tanık bırakmak istemezcesine bir hamle yapıyor. Kalbim yerinden fırlayacakmış gibiyken kendimi biranda dışarıda buluyorum.
Dışarıda lapa lapa kar yağıyor. Artık havalanmak istiyorum, kaçmak istiyorum bu uğursuz kuleden. Bunu nasıl yapacağımı bilemiyorum. Çaresiz olduğumu sandığım bir anda, sanki gizli bir el havalandırıyor beni.
Kış nasıl bu kadar erken geliverdi? Belki de bu dünyada mevsimler çok çabuk değişiyor. Yoksa bu kar, kaderinden kaçamamış prensesin saflığı ve masumluğunu mu simgeliyor?
Nedense uçmak istemiyorum artık. Gökyüzünü hissettiğim kadar toprağı da hissetmek istiyorum. Yürüyorum ancak niye o kadar hızlı yürüdüğümü, hele her yer böylesine karla kaplıyken, bir türlü anlayamıyorum.
Birden karşıma Rumeli Hisarı çıkıyor. Rumeli Hisarı’nın dev taşlar arasına gizlenmiş ağır tahta kapılarından içeri giriyorum. Bir anda etrafımda yüzlerce Yeniçeri olduğunu görerek bedenen ve zihnen kilitlenip kalıyorum. Kimi askerler durmaksızın bağırıp koşuşturuyor, kimileri büyük toplar taşıyor sağa, sola. Kimileri ellerinde kılıç hazır bekliyorlar. Dört ayda yapmışlar bu dev hisarları. Biri gözüme çarpıyor bu kargaşada, ipekten bir kaftan giymiş, çok heybetli, genç bir adam, yirmili yaşlarda. Bu adam diğerlerinden farklı görünüyor, görkemli ve kartal gibi keskin bakışlara sahip. Herkes ona itaat ediyor. Yüzünü çeviriyor bana doğru, tanıdık geliyor bu yüz bana, “Aman Allah’ım, yoksa İstanbul mu fethediliyor?”
Kulakları sağır edebilecek yükseklikte top ve kılıç sesleri duyuluyor, uzaktan. Surların önündeyim şimdi. Birden arkadan gelen Balyemez Topunun güllesinin rüzgârı beni alıp surların içine götürüyor. Gülle hızla gökyüzüne doğru ilerliyor. Etraf aniden hiç olmadığı kadar aydınlık oluyor. Bütün karlar bir anda eriyor ve rengârenk laleler açıyor her yerde. Yüzlerce, binlerce lale. Kelebekler, kuşlar sarıyor tüm gökyüzünü. İlkbahar gelmiş olmalı. Zafer çığlıkları duyuluyor, anlıyorum ki İstanbul artık bizim.
Ayasofya’da buluyorum kendimi. İlginç efsanesi geliyor aklıma hemen. Ayasofya bir adam boyu yükseldiği zaman, ustalar malzemelerin başında bir çocuğu bırakarak yemek yemeğe gitmişler. O sırada bir melek gelip, çocuğa ustaların nerede olduklarını, neden hızlı çalışmadıklarını sormuş ve gidip onları çağırmasını söylemiş. Çocuk takımların başından ayrılamayacağı cevabını verince de ona, “sen git, ben burada sen dönünceye kadar beklerim” diye söz vermiş. Kurnaz ustalar bunları kendilerine anlatan çocuğu bir daha geri göndermedikleri için de sözünden dönemeyen melek, o gün bugündür dilek taşının bulunduğu sütunun içinde bekler, Ayasofya’ya gelenlerin dileklerini yerine getirirmiş.
Mehmet Sultan bütün haşmetiyle Ayasofya’ya giriyor. İçeride bir sürü korkulu göz ona bakıyor. Haklarında vereceği hükmü titreyerek bekliyorlar. “Korkmayınız, bundan sonra da ibadetlerinize eskisi gibi devam ediniz” diyor. Ardından namaza duruyor. Merak ediyorum, melekten bir şey diledi mi acaba?
Hiç bitmemesini umuyorum bu gezimin, Ayasofya’dan gökyüzüne doğru yükselirken. Eşi benzeri olmayan bir deneyim bu. Aşağıda bir şeyler görmeye çalışıyorum sisler arasında. Birden Topkapı Sarayı’nın yüksek duvarları beliriveriyor önümde. “Bakalım burada beni ne bekliyor?” diye geçiriyorum içimden.
Bahar, Topkapı Sarayı’nı etkisi altına almış. Hareme doğru ilerliyorum. Her yer ağır bir çiçek kokusuyla kaplı. Etrafta çok sayıda insan var. Bunlar padişah, sadrazamlar, şehzadeler, cariyeler ve diğer saray görevlileri olmalı.
Bir kenarda ut eşliğinde saz dersleri veriliyor. Diğer yanda kadınlar küçük çeşmelerin etrafında dedikodu yapıyorlar. Kızlar ağaçların etrafında kovalamaca oynuyor. Yine tanıdık bir yüz çarpıyor gözüme. Herkes önünde yerlere eğiliyor bu haşmetli insanın. Padişah olmalı bu. Birbirinden güzel cariyeler ve iç oğlanları ile çevrili etrafı. Heyecanlı, telaşlı oldukları yüzlerinden okunuyor. Sıranın sonlarına doğru, kızıl ve gür saçlı güzel bir kadın duruyor. Bu kadına dikiyor bakışlarını. Belli ki çok hoşlanmış ondan. Yanına yaklaşıp ismini soruyor: “Roxelanne, efendimiz” diyor güzeller güzeli kızıl saçlı kadın. Sultan gözlerinin içine bakarak; “Bundan sonra senin adın, Hürrem olsun” diyor.
Topkapı Sarayının kapısına dayanmış tahta bir bisiklet duruyor. Önce çok tereddüt ediyorum bisikleti alıp almamak konusunda. Birden bir ses “al ve bin” diyor. O sesi dinliyorum ve binerek pedal çevirmeye başlıyorum. Bisiklet sanki motorlu bir taşıt kadar hızlı gidiyor. Hava oldukça ısınmış. Yüzüme çarpan sıcak havadan anlıyorum. Demek ki yaz gelmiş. Galata Kulesinin yanından geçerken Cenevizlileri görüyorum gemilerinin yelkenleri ile uğraşan. Burada muhteşem kuleye çıkmaya karar veriyorum. Eğer Galata Kulesini ziyaret etmesem sanki bir şeyler eksik kalacak. Bugün her istediğimi yapmalıyım gönlümce. Bisikletim yükselerek Galata Kulesi’nin tam üzerine geliyor. Tüm İstanbul’a hâkim kuleden, bakarken bir ses duyuyorum yakınımda. Büyük bir kanat çırpma sesi bu. Bir adam yaklaşıyor, kanatlı bir adam. Selam verip tanıtıyor kendini. “Üsküdar’a uçacağım, bana eşlik eder misin?” diyor. Hayretle açılmış gözlerimle konuşamıyor, sadece başımla onaylıyorum onu. Artık onun kanatlarının altındayım.
Yol boyunca İstanbul’u tanıtıyor bana. Kendi zamanının, 17. yüzyılın İstanbul’unu. Bana gösterdiği sağ yanıma bakıyorum Beyazıt kulesini, Süleymaniye’yi görüyorum. Bu dünya şehrinin değerini ve eşsiz güzelliğini bir kez daha anlıyorum. Günden güne betonlaşan İstanbul keşke hep böyle kalabilseydi diyorum. Acaba bu mümkün müydü? Bunun cevabını bilmiyorum. Beni Dolmabahçe Sarayı’na getiriyor. Kapıya doğru alçalıyoruz. Teşekkür etme fırsatını vermeden, ait olduğu yere, gökyüzüne doğru uçmaya başlıyor. Sadece bir an için arkasını dönüp el sallıyor bana.
Dolmabahçe Sarayı’nın bahçesinde kalakalıyorum öylece. Bir anda gözümü parlak bir ışık alıyor, önümü göremiyorum. Işık huzmesinin içinden keskin bakışlı sarışın bir adamın bana doğru yaklaştığını görüyorum. Bu adamın çakmak çakmak masmavi gözleri var. Kendinden çok emin bakıyor bana. Güvende hissediyorum kendimi birdenbire, bugüne değin hiç olmadığım kadar güvende. Gözlerim onun mavi gözleriyle kenetleniyor. Birbirimizi anlamamız için sözlere, kelimelere ihtiyaç yok. Gözlerimizle konuşuyoruz kendisiyle. Yavaşça bana doğru eğiliyor ve başımı öpüyor. Elimi tutuyor ve ağır adımlarla yürümeye başlıyoruz. Bir anda bir rüzgâr esiyor, gözlerime tozlar doluyor. Bir elim bu muhteşem insanın elinde diğer elimle gözlerimi ovalıyorum. Gözümü açtığımda, ilk uçmaya başladığım yer olan Haliç Köprüsü’nde buluyorum kendimi.
Elimde bir sıcaklık hissediyorum, hala elimi tutuyor sımsıcak. Bana bir yeri işaret ediyor. Arkama bakıyorum, işaret ettiği yere doğru. Gördüklerime inanamıyorum. Gün boyu gördüğüm padişahlar, yeniçeriler, cariyeler, kanatlı adam, prenses ve tarihi yapımızın temellerini atmış herkes umut dolu gözlerle bana bakıyor.
Onlar geçmişti, ben ise geleceğim.
Sarışın mavi gözlü adam, yavaşça elimi bırakıyor. “Siz gençlere güveniyorum” diye fısıldıyor kulağıma.
Yazın bitimi, sonbaharın başlangıcını andıran bir havada, yavaşça yanımdan uzaklaşıp doğuya, Ankara’ya doğru yükseliyor semada. Gitmesin istiyorum ama onunla mucizevî ışığı da uzaklaşıyor benden.
Bir anda nefes alamıyorum. Etraf yeniden bulanıklaşıyor. Derin bir uykudan sarsılarak kaldırılıyormuş gibi hissediyorum kendimi. Sesler duyuyorum, insan sesleri! Nefes almaya korkuyorum. Hala umudum var, belki bir daha uçabilirim diye. Ama artık gözlerim açık.
Yaşamam gerekenleri yaşadım kendimce. Belki bir rüya, belki bir hayal, belki asla tanımlanamayacak bir gerçekti yaşadıklarım. Biz insanların mutlu olmak için sadece gerçeklere dayanmasına gerek yok. Bazen ilk bakışta imkânsız gibi görünen bir şeyi kovalamak ve onun için uğraşı vermek, daha da güçlü kılar insanı. Ben buna inandım ve bakın neler yaşadım.
Artık ne zaman kaybolduğumu hissetsem, içimde açılan boşluğu doldurmak istesem, Boğaz’a gidip Orhan Veli Kanık ile buluşacağım. Beraber Pierre Loti’ye çıkacağız. Orhan Veli’nin de anlattığı gibi “İstanbul’u dinleyeceğim gözlerim kapalı”.
Arsal ASAL
Comments