KABUS DEPREM GERÇEĞİ... Bir Kurgu Hikaye
- mehmetasal
- 2 May 2022
- 57 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 27 Haz 2023
KÂBUS…
Bir Asal hikayesi…

Ocak ayı akşamüstü saatleriydi. Günler yavaş yavaş uzamaya başlamış olsa da hava saat altıya doğru kararıyordu. Ataköy’ deki evinde akşam yemeği hazırlıyordu. 16 katlı apartmanın 9’uncu katındaki daireleri apartmanın arka cephesine bakıyor ve oradan Yeşilköy Atatürk Havalimanı uzaktan da olsa görebiliyordu. Yirmi yıldan beri aynı yerde oturmasına ve binlerce uçağı inip kalkarken görmesine rağmen, uçaklar hala fazlasıyla ilgisini çekiyordu. Çok keyifli olduğu zamanlarda onlara el bile sallardı.
2018 yılında Havaalanı Arnavutköy bölgesindeki yeni mevkiine taşındığından beri artık havada kargo ve özel uçaklar dışında çok az uçak görüyorlardı. Eskiden küçük Alican ile “Uçak bilme” oyunu oynarlardı en çok. Kalkan ya da inen uçağın nereye gideceği ya da nereden geldiği üzerine tahminlere dayanırdı bu oyun. Biri bir yer tutar diğeri de onu bilmeye çalışırdı.
Mutfak penceresinden, üstlerinden geçip yükselen uçağa baktı. Yanıp sönen ışıklarından büyük bir uçak olduğu belliydi. “Nereye gidiyor acaba?” diye geçirdi içinden. Bir anda kendisini bu uçakta yapayalnız ve oynadığı oyunlardaki gibi Japonya’ya doğru giderken hayal etti. Önce hoşuna gitse de sonra yalnızlığı sevmedi, çocuklarının kendisi ile olmadığını düşünüp hayalini kısa kesti.
Ayaklarına sürünen kedileri Zorba’nın mırıltısı onu gerçeğe döndürdü. Zorba her zamankinden farklı şekilde hızlı hareketlerle ve huzursuz bir şekilde dolaşıyordu. Aslında içinde de bir sıkıntı vardı bu akşam.
- “Çok mu acıkmış benim oğlum?” diye seslendi kediye.
Zorba bu soruyu cevaplarcasına bir ayağının arasından girip ötekisinden çıkıyordu. Hareketleri her zamankinden farklı ve sürekliydi.
Onu bir yıl önce apartman kapısında bulmuşlardı. Biraz sevip okşadıklarında peşlerini bırakmamış, 9’uncu kata kadar merdivenlerden çıkarak adeta asansörü takip etmiş ve tam kapıyı anahtarla açtıklarında onlardan evvel içeri dalarak bir daha da evden çıkmamıştı. Aslında bu zoraki ve davetsiz misafire, biraz da cüretinden ve kendinden emin tavırlarından ötürü, komiklik olsun diye Zorba adını koymuşlardı. Zorba tekir cinsi ve türünün özelliklerini taşıyan zeki bir kedi idi. Neyi, ne zaman ve nasıl isteyeceğini çok iyi bilir, et pişirildiğinde ona verilinceye kadar mutfağı terk etmezdi. 10 kilodan fazla olduğunu düşündükleri iri bir kedi idi. En çok da Alican ile anlaşıyordu. Son 6-7 aydır Alican’ın yatağı dışında bir yerde yatmaz olmuştu. Zaman zaman boynuna papyon ya da kravat görünümlü tasmalar takıp fotoğrafını çekiyorlar, Zorba’ da her defasında anlıyormuş gibi onlara güzel pozlar veriyordu.
- “Alican” diye selendi içeriye. “Gel de Zorba’ ya mama ver.”
- “Okuldan geldiğimde fazlasıyla verdim anne.” dedi Alican.
- “O zaman Zorba niye böyle hareketli ve huzursuz? Anlayamadım doğrusu. Galiba bir şey anlatmak istiyor.”
Demet, Pazartesi günlerini çocukluğundan beri hiç sevmez, sürekli bir sıkıntı içinde olur, kalbi o günlerde daha da hızlı atardı. Bu akşam yine o sıkıntılı hal içerisindeydi. İlkokul 5’inci sınıfa giden oğlu Alican ve o yıl ilkokula başlamış olan kızı Zeynep okullarından gelmişler, kendi odalarında çalışmaktaydılar.
Demet’in iç sıkıntısı giderek artmaktaydı. Son birkaç aydan beri İstanbul ikliminin değiştiğini düşünüyordu. Zira ocak ayı ortasında olunmasına rağmen doğru dürüst kar yağmadığı gibi yağmur da hasis davranıyordu bu güzel şehre.
Bir ambulans sesi duydu. İrkildi birden. Evleri ana caddeye oldukça yakın olduğundan aslında bu seslere alışıktı. Ama yine de ürkmüştü. Huzursuz oldu. Pencere yanındaki duvara asılı büyük yuvarlak mutfak saatine baktı. Saat 18.45’i gösteriyordu. Kocası Semih’in gelmesine en az 45 dakika vardı. Semih Taksim’de bir reklâm firmasında çalışıyor ve eve akşam 19.30’dan önce varamıyordu.
* * * *
Mutfak saati aniden yere düştü. Kulağında tarif etmesi zor bir uğultu ile, koskoca apartman beşik gibi sallanmaya başladı. Sanki alt kattan yukarı doğru çok güçlü dev bir el onları silkeliyordu. Sarsıntının ikinci vuruşunda yere sağ yana fırladı. Korkunç bir gürültü idi bu. Altındaki zeminin adeta yarıldığını tüm vücudunun zangır zangır titrediğini hissetti. Önce kıyametin koptuğunu düşündü. Ama hayır! bu kıyamet değildi. Gökyüzü kıpkırmızı olmuştu birden…
Hava tekrar karardı. Ayağa kalkmaya çalıştı. Çocuklara “deprem” demeye fırsat bulamadan bu uğultu ve gürültü içerisinde kendini tekrar yerde buldu. Seslenmek istedi ama başaramadı. Sesi çıkmıyordu. Sanki bir kâbus görüyordu, tam yardım isteyecek iken insanın sesinin çıkmaması gibi konuşamıyordu. Kelimeler diline dolanıyor, cümleye dönüşemiyordu. Sarsıntı bütün şiddetiyle sürüyor, ışıklar bir yanıp bir sönüyordu. Her yeri korkunç bir uğultu sarmıştı. Tezgâha tutunmak istedi, ama sarsıntı o kadar şiddetli ve gürültü o kadar fazlaydı ki yerinden doğrulamadı bile.
Mutfak dolaplarındaki her şey dökülmeye ve kırılmaya başlamıştı. Elektrik de tamamen kesilmişti. Dışarıdan patlamalar duyuluyor ve sarsıntı sürüyordu. Öleceğine emindi. Tüm yaşamı bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçiyordu. İçerden çocukların çığlıkları geliyor ama onlara seslenemiyordu bile. Ne olurdu şimdi yanlarında olsaydı.
Dışarıda çok büyük bir patlama oldu. Mutfak ve salon camları bu patlamanın şiddetinden kırıldı. Salondan devrilme ve kırılma sesleri geliyordu. Önce sırtına sonra da başına sert bir cisim düştü. Adeta donup kalmıştı, yaşadıklarına inanamıyordu. Patlamalar birbirini takip etmeye başladı.
Neredeyse aradan 45 saniye geçmişti. Kendisine 45 dakika gibi gelmişti bu süre. Deprem bitmişti, ama dışarıdan korkunç çığlıklar geliyor ve patlamalar ardı arkası kesilmeden devam ediyordu.
El yordamı ile ayağa kalktı, içeriden hala çocukların ağlama sesleri geliyordu. Dışarıdaki patlamaların yarattığı anlık aydınlanmalardan istifade ederek mutfaktan çıkıp koridora geçti. Bir şeylerin üzerine basıyordu. Canının yandığını hissetti. Düştüğü sırada terlikleri çıkmış olmalıydı. Ayakları kesilmişti muhtemelen. Zorlukla seslendi:
- “Zeyneeep, Alicaaan geldim yavrularım, korkmayın sakın, şimdi yanınızdayım, iyisiniz değil mi?
Çocuklar sadece hıçkırıyor ama konuşamıyorlardı. Hızla bir adım attığı anda ayağı bir şeye takıldı ve boylu boyunca yere kapaklandı. Çenesini yere vurmuştu ve çok ağrıyordu. Ağzında bir şey hissetti. Bu dişleriydi. Yere düşerken iki dişi kırılmıştı. Güçlükle doğruldu. Kırık iki dişi eline alarak cebine koydu. Artık o dişleri ne yapacaksa? Dudağı da kanıyordu. Duvara tutunarak çocukların odasının kapısına ulaştı.
- “Zeyneeep, Alicaaan geldim. Neredesiniz yavrucuklarım? Geldim kuzucuklarım, anne yanınızda, korkmayın.” dedi.
Aslında kendisi de tir tir titriyordu. Birinin ayaklarına sarıldığını hissetti. Saçlarından tanıdı. Bu Zeynep’ti.
- “Alican neredesin yavrum?” dediğinde ayağını ikinci bir el tuttu. Bu da Alican olmalıydı.
- “Tanrım, sana şükürler olsun.” diyebildi ve onlara sıkı sıkı sarıldı.
O kadar sıkmıştı ki Alican’ın “Anneee sıkma artık.” diyen sesiyle kendine geldi. O ana kadar kendisine öğretilen hiçbir tedbiri uygulayamadığını düşündü.
Hani deprem olunca buzdolabı gibi beyaz bir eşyanın, bir aletin önüne çökülecekti de kafa korunacaktı da…
Şimdi yapmaları gereken kısa zamanda apartmanı terk etmekti. Zira bir şeyler yıkılmıştı ve muhtemelen artçı sarsıntılar da yakında devam edecekti. Ama nasıl? Bu karanlıkta, yıkıntıların içinde, 9ncu kattan aşağıya, caddeye kadar nasıl ineceklerdi? Asansör zaten çalışmıyor, çalışsa bile kullanılmaması tembihleniyordu. Ya merdivenler. Sağlam mıydı acaba?
Ah keşke Semih evde olsaydı diye geçirirken aklına kocası geldi. Muhtemelen yolda yakalanmıştı depreme. Dua etti içinden. “Tanrım onu koru” dedi kendi kendine. Deprem çantasını hatırladı birden. Semih bir çanta hazırlamış ve yıllar önce kapı kenarındaki ayakkabılığın içine koymuştu. Orada bir fener ve piller de olmalıydı.
Dışarıda hava da soğuktu muhtemelen. Arabaya gireriz ya da açık bir alan bulup bekleriz diye düşündü. Ayağı kanıyor ve tüm çenesi sızlıyordu. Ama umursamıyordu bunları. En azından çocuklar ve kendisi hayatta idiler.
Alican ve Zeynep bir miktar sakinleşmişler, en azından titremeleri geçmişti. Dışarıda halen ara sıra patlama sesleri devam ediyordu.
- “Zeynep belime sarıl, Alican sende Zeynep’in arkasına geç ve ona tutun.” dedi.
Böylelikle onları koruyabileceğini düşünüyordu. Birden cep telefonu geldi aklına. Mutlaka yanına almalıydı onu, yoksa nasıl haberleşecekti Semih ve diğer yakınlarıyla.
Ayağı giderek artan şekilde sızlamaya başlamış, çenesi de zonkluyordu. Güçlükle ve el yordamı ile koridoru geçtiler. Birden bir ışık çarptı gözüne. Bu merdiven boşluğundaki acil durum lambasının ışığıydı. Daire kapısının yerinden koptuğunu o zaman anladı. Kapı sarsıntı ve patlamaların şiddetiyle yerinden çıkmış ve giriş holüne doğru düşmüştü.
Etraf kesif bir toz içindeydi. Kırılan camlardan içeriye toz giriyordu. Merdiven ışığını göremiyor ama kapı boşluğundaki toz bulutuna çarpıp kırılan huzmeleri görebiliyordu. “Sakin olmalıyım!” diye geçirdi içinden. Tüm duyduklarını, okuduklarını ve kendisine anlatılanları aklına getirmeye çalıştı. Ama olmuyordu işte. Bir türlü kendini toparlayamıyordu. Dişlerinin acısı giderek daha da artıyordu.
- “Alican, Zeynep söylediklerimi aklınızda tutun” dedi ve başladı saymaya. “Telefon, araba anahtarı, fener, pilli radyo, battaniye. Bir de en kalın kabanlarınızı alın yanınıza. Kapının girişinde portmantoda asılı.”
- “Anne hepsi bu kadar mı?” diyen Alican’ın sesiyle irkildi.
- “Evet bu, başka ne olabilir ki?”
- “Anne su alalım, bisküvi alalım, oyun alalım ne bileyim bir daha eve gelebilecek miyiz ki” dedi Zeynep. Alican seslendi:
- “Zorba’ ya bir şey olmamıştır değil mi anne, nasıl buluruz onu?” Haklıydı Alican, ama bu karanlıkta ve hengâme de nasıl bulacaktı tüm bunları.
- “Siz kapının yanında bekleyin” dedi çocuklara. Bu arada Alican sürekli olarak “pisi pisi” diyerek Zorba’yı bulmaya çalışıyordu.
Yatak odasından çantasını almalıydı önce. Ev ve araba anahtarları, cüzdanı oradaydı, peki ya cep telefonu. Birden hatırladı, depremden yarım saat önce kız kardeşi Sevgi ile görüşmüştü. Telefon mutfak tezgâhı yanında olmalıydı herhalde. Ama önce ışık, bir ışık bulmalıydı. Evet, mumlar vardı mutfak çekmecesinde. Koridor duvarından sürünerek mutfağa doğru ilerledi. Aslında mutfağa bir daha girmeyi hiç istemiyordu. Burnuna doğalgaz kokusu geldi. Mutfaktan geliyordu bu koku. Bu durumda mum da yakamazdı. Tekrar giriş kapısına doğru döndü. Semih’in hazırladığı deprem çantasını bulmalıydı mutlaka.
Portmantoya yanaştı, çantayı bulmuştu. El yordamıyla içini aramaya başladı. Eline bir şey geldi. Bu manyetolu el feneri olmalıydı. Birden çok sevindi. Fenerin kolunu sıktı ve bir ışık gördü. Tekrar tekrar sıkıp bıraktıkça ışık veriyordu fener. Bu perişanlıkta hiçbir şey onu bu kadar mutlu edemezdi.
- “Tamam çocuklar” dedi. “Artık ışığımız da var. Bekleyin.”
Manyetoya basa basa önce mutfağa sonra yatak odasına geçti. Telefonunu yerde bulmuştu.
Yatak odası ise perişan durumdaydı. Gardırop yatağın üzerine devrilmişti. Ya uyurlarken olsaydı deprem. Belki de gardırobun altında kalıp öleceklerdi. Oysa Semih’e kaç defa bu dolabı arkadan ve üstten duvara sabitlemeleri gerektiğini hatırlatmıştı. Şans eseri çantası da kapıya yakındı. Çantasını kaptığı gibi kapıya döndü.
Çocuklar sabırsızlanıyordu. Onlara birer kaban ayarladı, ayakkabılarını giydirdi, kontrol etti. Kendisine de bir şey bakındı gardıroptan. Devetüyü mantosu çarptı birden gözüne. Aslında hiç kıyamazdı bu mantoyu uluorta giymeye ama nedense şimdi giymezse onu bir daha giyemeyebileceği geldi aklına. Hırsla çekerek aldı mantoyu yerinden. Bu esnada mantonun asma halkası koptu. Aceleyle giydi. Elindeki manyetoyu da sürekli basıp bırakıyordu. Parmakları yorulmuştu. Lastik ayakkabılarını buldu. Sol ayağına giyerken ayak parmakları çok acımıştı. Kesikler bayağı canını acıtıyordu. Bir an evvel apartmanı terk etmeliydiler artık.
- “Çocuklar birbirinizin elini tutun ve arkamdan gelin” diye seslendi. Bu esnada merdivenlerden koşuşturma ve bağırış sesleri geliyordu.
- “Anne Zorba nerede? Onu gördün mü hiç?” diye tekrar sordu Alican. Şu anda kediyi düşünecek durumda değillerdi, çocuklar üzülmesin diye.
- “Merak etmeyin o bir yolunu bulur ve kurtulur, muhtemelen şimdi sokağa bile çıkmıştır” dedi. Aslında buna kendi de inanmıyordu ama...
* * * *
Demet İstanbul’un eski ve köklü ailelerinden birinin kızıydı. Anne ve babası doğma büyüme Samatya- İstanbul’lu idiler. Liseyi Üsküdar Amerikan Kolejinde, üniversiteyi de Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünde okumuş ama nedense hiç çalışmamıştı. Hem maddi durumunun iyi olması hem de kendisini çocuklarına adamak istemesi nedeniyle tercihi bu yönde olmuştu. Semih de çalışıp çalışmamak konusunda kendisini serbest bırakmıştı.
Çocuklar civardaki kolejlerde okuyordu. Servis aracı ile yolda çok zaman kaybetmemeleri için daha iyi okullara verebilecek imkânları olsa da onlar böyle bir işe girişmemişti.
Babası, Semih ile evlendikten iki yıl sonra Halk arasında “dokunma bana” veya “incitme beni” olarak da bilinen pankreas Kanserine yenik düşmüştü. Annesi, Demet onu yanında çok istemesine rağmen kendi evinde ve hatıraları ile yalnız yaşamayı seçmişti. Evi Samatya demiryolu hattı üzerinde, denize bakan üç katlı ahşap, eski bir İstanbul evi idi. Yıldız hanım evin orta katını kullanır, en üst kata sadece yatacağı zaman çıkardı. Alt kat ise mutfak ve kilerdi. Küçük bir bahçeye açılırdı.
Demet ve Sevgi her hafta birkaç defa anneleri Yıldız Hanımı telefonla ararlar, birer hafta ara ile mutlaka uğrayıp hatırını sorarlar, sağlığı ile yakinen ilgilenirlerdi.
Demet, hayvanları da çok sevmesine rağmen çocukluğundan kalan bir korku nedeniyle dokunamıyordu. Zorba’ ya gelince çocuklarının çok istemesi, Tanrı misafiri gibi eve kendisini zorla atması, hem de çocuk psikoloğu bir arkadaşlarının tavsiyesi üzerine Zorba’yı sahiplenmişlerdi. Artık o da evin fertlerinden biri olmuştu. Hem de ne fert. O doymadan kimse yemeğe bile başlayamıyordu.
* * * *
Merdiven boşluğu toz içerisindeydi. Aşağıdan sesler ve bağırışlar yükseliyordu. Kendini en öne attı. Bir eliyle manyetolu el fenerini kullanıyor ve basamakları seçmeye çalışıyor diğer yandan da çocuklarının arkasında olduğundan emin olmak istiyordu. Nefes almak çok zorlaşmıştı. Genzi toz içerisindeydi. Bir kat aşağı indiler. Daire kapıları hep kırık ve genellikle evlerin içerisine doğru yıkılmıştı.
7nci kata geldiklerinde, yeni evli komşularıyla karşılaştılar. Birbirlerini tanımakta zorlandılar. Kız hıçkırarak ağlıyor eşi ise “Yok bir şey, ha gayret” gibi ifadelerle ona moral vermeye çalışıyordu.
- “Bizde ışık yok, siz önden gidin biz çocukların peşinden geliriz” dediler. Beraberce iki kat daha aşağı indiler. Birileri asansörde ve tam 3ncü kat ile 4’üncü kat arasında kalmış bağırıp yardım istiyordu.
- “Kimsiniz siz?” diye seslendi Demet.
- “Onuncu kata misafir gelmiştik yukarı çıkıyorduk ama depreme yakalanıp kaldık, ne olur yardım edin, çıkarın bizi buradan, 2 kişiyiz” diye cevapladılar. Asansör iki kat arasında kalmıştı ve yapabilecekleri çok da bir şey yoktu.
- “Biz aşağı inelim, size yardım göndeririz.” diye seslendi.
Asansördeki;
- “8-10 dakikadır buradayız, çok korkuyoruz, ne olur yardım edin diye” ısrar etti. Yapacağı bir şey olmadığı gibi bir an önce apartmanı terk etmeliydiler. Çaresizliğin getirdiği bencillikle duymazdan gelerek 3’üncü kata kadar indiler. Yaptığının ne derece doğru olup olmayacağı daha sonraki dönemde hep Demet’in beynini meşgul edecekti.
Elleri manyetoyu çalıştırmaktan iyice yorulmuştu. Birkaç dakika dinlenmesi gerekiyordu. Çocuklar ise umduğundan daha sessiz ve uyumluydu. Anneleri ne derlerse yapıyorlardı. 7nci kattan beri kendilerini izlemekte olan komşularının da sesi çıkmıyordu.
Depremin üzerinden neredeyse 15 dakika geçmişti. “Acaba apartmanı terk etmekle doğru mu yapıyoruz?” diye geçirdi içinden. Oldukça zaman geçmişti zaten. Artçı deprem olur muydu bu gece? Birden aşağı taraftan kulağına bir ses geldi.
- “Yukarıdan inenler, 2nci katta 3 basamak birden kopmuş dikkat edin aşağı düşmeyin!”. Feneri biraz uzağa tuttu. Evet, gerçekten bir boşluk vardı orada. Yüreğinin daha hızla çaptığını hissetti o anda. Hiç çıkamayacaklardı bu apartmandan. Semih’i gelse onları kurtarırdı bu durumdan ama kim bilir o nerede ve ne durumdaydı? Kendisini takip eden genç adama dönerek:
- “Burada kırık bir yer var, nasıl aşabiliriz? Dedi. Adam biraz öne doğru geldi ve elinden feneri alarak boşluğa doğru yanaştı. Tam 3 basamak kırıktı ve farkında olmasalar ya da aşağıdakiler kendilerini daha önce uyarmamış olsa o boşluktan alt kata düşmeleri işten bile değildi. Adam:
- “Bir üst katın kırık kapısını boşluğun üzerine taşıyalım, üstüne basıp alt kata inebiliriz belki” dedi. Diğer komşular nasıl inmişlerdi acaba. Yoksa merdiven daha sonra mı kırılmıştı. Önce çocukları bir üst katın sahanlığına çıkardı, sonra yedinci katta oturan bu komşu ve eşi ile kapıyı 3 kişi taşıyarak merdiven boşluğuna gelecek şekilde oturttular.
Bu esnada asansörde kalanların sürekli yardım isteklerini ve bağırışlarını duyuyorlardı. 9 dakika sonra sokak kapısına ulaştıklarında saatler 19.04 olmuştu.
Kapı girişindeki güvenlik görevlisi şaşkınlıkla evden çıkanlara bakıyor, şoke olmuş ve kendisine ezberletilmiş bir papağan gibi herkese:
- “Geçmiş olsun.” diyordu.
* * * *
Caddedeki durum tahmininden de kötü idi. Hanımeli Çiçeği Sokağında karşı taraflarında bulunan ilk blok tamamen yıkılmış ve caddeyi kapamıştı. İnsanlar acı ve çaresizlik içerisinde bağrışıyor, anlamsız bir şekilde sağa sola koşuşturup duruyorlardı. Bazı elektrik direkleri yıkılmış ve yol kenarına park etmiş araçların üzerine devrilmişti. Mehtap olmasına rağmen hava zifiri karanlık gibi görünüyordu. Toz bulutundan dolayı ay ve yıldızlar görülemiyordu. Tüm etrafı şimdiden pis bir koku sarmıştı. O kadar keskin ve kötü bir kokuydu ki tarifi mümkün değildi...
İki defa üst üste kustu. Sanki mahşer yeri gibi kimse kimseyi görmüyordu. Bakırköy İlçesinde yaklaşık üç yüz kilometreye yakın kanalizasyon ve doğalgaz hattı vardı. En az bunların yarısının, 7-8 bin kadar doğalgaz kutusunun hasar görmüş olduğunu elbette henüz tahmin bile edemiyordu.
İnsanlar panikle oradan oraya koşturuyor, birilerine yardım etmeye ya da yakınlarını yığıntıların arasından bulup çıkarmaya çalışıyordu. 2–3 dakikada bir önce gökyüzü kızarıyor ve yer yer alevleniyor ve ardından da patlama sesleri duyuluyordu. Doğal gaz patlamaları olmalıydı bunlar.
Hani vanalar deprem anında otomatik olarak gazları kesiyordu? Belki de ana hatlar gazı kesmiş, patlayanlar ara hatlardaki gazdı. Kim bilir hangi nedenle neler vuku buluyordu?
Çocuklar ayaklarına sıkı sıkı sarılmış vaziyette, apartmanın hemen beş altı metre ilerisinde, caddede öylece ne yapmaları gerektiğine karar veremeden bekliyorlardı.
Cadde su içerisindeydi. Patlayan temiz ve pis su devreleri birbirine karışmış ve yolları kaplamıştı bile. Çizme giymiş olmalıydık belki de diye geçirdi içinden. O esnada ayaklarında bir ayakkabı veya terlik bile bulamadan evlerini terk etmek zorunda kalan komşularına takıldı gözü. Çıplak ayaklarla çıkmışlardı sokağa, can havliyle kendilerini dışarı atmışlardı. Bunları fark edince ayakkabı bulduğuna bile şükretti.
Aklına asansörde sıkışıp kalanlar geldi birden. Onlara yardım göndereceğine söz vermişti hani. Gözleri tanıdık birilerini aradı tozlar içinde. Birtakım yüzler gördü, aslında tanıyor gibiydi pek çoğunu ama bu İstanbul’da komşuluk diye bir şey mi kalmıştı ki? Kime gidip de “asansörde birileri kalmış yardım edin lütfen” diyebilirdi. Herkes kendi telaşına düşmüştü. Kaldırım kenarında oturan bir yüz çarptı gözüne. Bu iki yıl önceki Apartman Yöneticileriydi. Neydi adı? diye düşündü ama bir türlü gelmedi aklına. Alican’a sordu. Alican bir iki defa aynı yaştaki oğullarıyla oynamaya gitmişti ne de olsa. İsmini hatırladı.
Yavaş adımlarla yaklaştı adama. O da ne. Bir çocuk hareketsiz yatıyordu kollarında, başında çok miktarda kan vardı. Adamın gözleri ağlamaktan şişmiş ve mosmor olmuştu. Bu Alican’ın oynadığı arkadaşıydı, hemen tanımıştı yaklaşınca. Sadece “Başınız sağ olsun” diyebildi. Yaşlar doldurdu gözünü, boğazı düğümlendi. Adam boş gözlerle ona baktı, cevap bile vermedi. O an, durum vahametinin bir tokat gibi yüzüne çarptığı andı.
Herkese bir deprem sonrası evlerini terk ettiklerinde toplanma alanlarına gitmeleri öneriliyordu. Hatta büyükşehirlerde toplanma alanlarının çok azaldığı, rant uğruna yok edildiği bile söyleniyordu. Yani en doğru şey ilk anda toplanma alanına gitmekti. Ya da hep öyle öğretilmişti. Ama neresiydi toplanma alanları? Bugüne kadar ciddi olarak hiç ilgilenmemiş kimse de kendisine söylememişti. Bilse bilse Güvenlikçi bilirdi. Dış kapıdaki güvenlik görevlisine yaklaştı:
- “Affedersiniz! Bizim apartmanın toplanma bölgesi neresi acaba?”. Güvenlik görevlisi kendisine sanki “atom nasıl parçalanır?” sorusu sorulmuş gibi baktı.
- “Hanımefendi. Akşamın bu vakti toplanma alanını bulsanız ne yapacaksınız? Neyi toplayacaksınız? Görmüyor musunuz koca apartmanlar yıkılmış, herkes can derdinde, yakınını kurtarmaya çalışıyor, birbirine yardım ediyor. Toplanma yerine gidip ne yapsınlar.” dedi.
Demet biraz sinirlenir gibi olmuştu. “Herhalde bilmiyor ya da hiç duymamış şimdi de saçmalıyor” diye düşündü. Belki de Güvenlik Görevlisi fazlasıyla haklıydı. Toplanma alanları ilk panik ve tedirginlik atlatılıp acil kurtarma işlemleri bitip durum biraz daha sakinleştikten sonra insanların birbirini bulacağı veya artçılardan korunacağı yerler olabilirdi ama ilk anda değil.
- “Toplanma yerini bilmiyorum ama bence arabanız varsa gidip içinde bekleyin, daha iyi değil mi? Dedi. Demet düşündü. Haklıydı Güvenlik Görevlisi. Toplanma alanında çadır mı vardı? Masa sandalye mi vardı? Yemek ve su mu vardı? Hiç tanımadığı bir sürü insanla tıkış tıkış orada olsa ne olacaktı olmasa ne olacaktı? Hem zaten herkes yıkıntılar arasından yakınlarını ya da birilerini kurtarmaya çalışmıyor muydu o esnada?
Artçılar nedeniyle bir an önce binadan uzaklaşmalıydılar ama nereye? Aklına park geldi. Apartmanlarının arka tarafındaki park binalardan uzak ve nispeten emniyetli idi.
Bu esnada siren sesleri, patlamalar ve toz bulutu devam ediyordu. Altındaki zeminin tekrar sallandığını hissetti. Yine bir deprem oluyordu. Koşun çocuklar, binadan uzaklaşın dedi ama adım atmasıyla birlikte yere kapaklanması bir oldu. Binanın üzerine yıkılıp altında kalacağını düşündü bir an.
- “Alican Zeynep’in elinden tut ve parka koşun.” diye bağırdı.
Alican’ın annesini bırakmaya niyeti yoktu. Oğlunun uzanan elini kavradı ve doğruldu. Sarsıntı sürüyordu. Bu arada iki blok ötedeki on iki katlı apartmanın ortalardan kırılarak devrildiğini, üst katlardan kopan blok parçalarının çevreye gelişi güzel düştüğünü gördü. Kulakları sağır eden gürültü, karanlıkta yoğun toz bulutu ardına gizlenmiş siluet gibi bir görüntü ve canhıraş bağırtılar duydu. Ani bir hamle ile tekrar çocukların elini tutup yürümeye çalıştı. Kırılan bina büyük bir gürültü ile caddeyi enine keserek yola yıkılmıştı. Yeni toz bulutu içinden gelen çığlıklar artık normal seslerden oluşuyordu. Önünü net olarak görmeden, parka doğru ilerledi. Hava çok soğuktu ama buna rağmen adeta alev alev yanıyordu. Yaşadıklarına hala inanamıyordu.
Elini cebine attığında her defasında iki kırık diş eline geliyor ve sızısını daha arttırıyordu. Her şeye rağmen çocuklarının sağ oluşuna yine de şükretti. Semih’in de sağ salim gelmesi şimdi en büyük arzusuydu.
Park Kalabalık sayılırdı. Bağırtılar ve iniltiler hıçkırıklara karışmış sürüyordu. Kimseyi tam olarak seçemiyordu. Çocuklarına sıkı sıkı sarıldı ve bir ağacın kenarına çöktü. Sakin olmalıyım diye geçirdi içinden. En azından çocuklarım için. Aslında ummadığı kadar da iyi idare etmişti o ana kadar. Semih’e ulaşmalıydı. Titreyen ellerle cep telefonunu açtı. Semih’in kayıtlı numarasını çevirdi. Ama telefondan ne çalma ne de bir başka ses gelmiyordu. Ağacın arkasından bir kadın sesi duydu.
- “Demet Hanım boşuna arama piline yazık. Telefonu kapa biz yarım saattir hiçbir yere ulaşamadık.”
Bu geçen ay iki defa evine temizliğe aldığı kadının sesine benziyordu.
- “Fatma Hanım, sen misin o.” diye seslendi.
- “He benim. Sizin apartmanda sekiz numaradan temizlikten çıktım tam yolda yürüyordum ki, zelzele oldu.” dedi.
Temizliğini beğenmeyerek işine son verdiği Fatma’yı görmek bile onu biraz rahatlatmıştı. Ne olup bittiğine dair Fatma’ya sorular sordu. Fatma olayı dışarıdan izlemiş, onlar gibi heyecan ve korku yaşamamış biri olarak abarta abarta anlatıyordu infilakları ve evlerin yıkılışını. Bu arada bağırtılar, patlamalar ve uzaktan ara ara siren sesleri sürüp gidiyordu. Acaba havadaki uçaklara ne olmuştu deprem sırasında. Ataköy’de bu kadar yıkıntı ve hasar olduğuna göre muhtemelen havaalanı da büyük zarar görmüş ve havadaki uçaklar da inememişti alana.
Bakırköy İlçesindeki binaların %53’ü 1-4 katlı, %45’i 5-8 katlı, %2 si de daha fazla katlı idi ki kendi apartmanları da bunlardan biriydi.
Bakırköy’de 7,5 büyüklüğündeki bir deprem olduğu takdirde 2000 kadar çok ağır ve ağır hasarlı, 3500 kadar da orta hasarlı bina olacağı öngörülüyordu ki kendi apartmanları da bu orta hasarlılardan biri idi.
Deprem de apartmanları yıkılmamıştı. Semih bu konuda haklı çıkmıştı. 99 Gölcük depreminden sonra pek çok yakınları ve özellikle İstanbul’un Karadeniz’e yakın Kuzey kesimlerinde oturan dostları, evlerini satıp başka bölgelere taşınmalarını tavsiye etmesine rağmen Semih binalarının tünel kalıp sistemi ile yapıldığını, sağlam olduğunu, tespit yaptırdıklarını ve bu nedenle Ataköy’de oturacaklarını söyleyip durmuştu. Semih haklı mı çıkmıştı? Acaba gerçek böyle miydi?
* * * *
Semih 36 yaşında idi. Anne ve babasını bebeklik çağında bir trafik kazasında kaybettiği, kendisine bakacak başka da bir akrabası da bulunamadığı için çocuğu olmayan bir Doktor ailenin yanında evlatlık olarak büyütülmüş, onları gerçek anne ve babası gibi sevmişti.
Onu evlatlık edinen Nazif babası ve Elif annesi Kemerburgaz, Kemer Country’de emekli hayatlarını sürdürüyorlardı. Semih’i Lise çağında özel okullarda okutmuş sonra da İngiltere’de “London School of Economics” e göndermişlerdi. Semih dönüşte Nazif Babanın da maddi ve manevi desteği ile bir reklam firması kurmuş, Taksim Gümüşsuyu’nda da mükemmel bir ofis açmıştı. Yanında yirmi kadar çalışanı vardı.
Semih o gün bir firmayla reklâm çekimi anlaşması yapmak için Kartal’a geçmişti. Bir ara görüşmeler kilitlenip sona erecek gibi olmuşsa da sonradan iş tatlıya bağlanmış, anlaşma taslağı hazırlanmış ve hatta ilk ödemenin banka transferi bile yapılmıştı.
Son dönemde ekonomik kriz reklam sektörünü de vurduğundan yapılan her anlaşma Semih için ilave bir soluk ve gelir demekti.
Akşam eve dönerken İncirli’de Görgülü’ den Alican’ın çok sevdiği fıstıklı havuç Dilimi ile Zeynep’in bayıldığı Şöbiyet tatlısı almayı planlıyordu.
Kartal’dan ayrıldığında saat akşamüstü 18.00 idi. Biraz geç saate kaldığını düşündü. İşyerine telefon açıp çalışanlara anlaşma ile ilgili müjdeyi verdi, ofise uğramadan doğrudan evine gideceğini onların da evlerine gidebileceğini söyledi.
Mercedes aracına bindi ve sürmeye başladı. Trafik umduğundan karmaşıktı. 2nci köprü yolu ile TEM üzerinden Ataköy’e gitmeyi planlıyordu ama saat 18.45 olduğunda ancak Kavacık’a ulaşabilmişti. Köprüye gelmişti neredeyse. Birdenbire aracın bir sağa bir sola doğru gitmeye başladığını hissetti. Büyük bir uğultu ve gürültü takip etti bunu. Yanında bulunan Land Rover cip sağ tarafından arabasına çarptı. Aynı anda kendisi de önde duran arabaya vurdu. İlk anda ne olduğunu anlayamamıştı. Yoldaki bütün araçlar birbirine çarpıp duruyordu. Kimi yan dönmüş, kimi devrilmişti. Sarsıntı sürüyordu. Arabadan inse bir başka araç tarafından ezilebilirdi. Bu arada büyük bir uğultu ve gürültüyle birlikte gökyüzünün kıpkırmızı olduğunu gördü. Tüm İstanbul karanlığa gömülmüştü. Sadece arabaların farları ve Avrupa yakasında gördüğü ardı arkası kesilmeyen patlamalar havayı aydınlatıyordu. Deprem bittiğinde saatlerce sallanmış gibi hissetti kendini.
Çocuklarını ve eşi Demet’i düşündü. Evde olmaları gerekiyordu. İki sene evvel yaptırdıkları testlerde apartmanları 7 şiddetinde bir depreme dayanıklı bulunmuştu ama fazlasına değil. Bu tetkikin doğru olmasını ve depremin 7’den küçük olmasını diledi. “Tanrım onlara yardımcı ol” diye dua etti içinden. Nazif Baba ve Elif anne muhtemelen iyi olmalıydılar.
Bu esnada 50 metre kadar önünde büyük bir patlama oldu. Bir araba alev topu şeklinde 4–5 metre yükselerek yere düştü. Bazı arabaların alarmları da sürekli çalıyor ve korkunç bir uğultu oluşuyordu. Önce insanların kendi tarafına koşuştuğunu gördü. Bu 30–40 kişi giderek artmaya başladı. Bu arada ikinci bir alev topu ile bir arabanın daha havaya fırladığını gördü. Sesleri daha iyi duymak ve anlamak için camlarını açtı. İnsanlar araçlarını bırakıp Kavacık Yönüne, geriye doğru bağırarak çılgın gibi koşuyordu. “Köprü çöküyor kaçın, kaçın” diyen sesler duydu.
Koşanlar sel gibi arabaların arasından geçmeye çalışıyorlar, bu esnada ara sıra birbirlerini de eziyorlardı.
Aslında köprünün çöktüğü falan yoktu ama salıncak gibi sallanıyordu. İnsanlar hem bu sallantı hem de patlamalar nedeniyle panik olmuştu. 3ncü arabanın ardından da 4’üncü arabanın patlamalarını da gördü. Kendisi de kaçmalıydı.
Arabasının kapısını açmak istedi ama kapı ancak 15 santimetre kadar açıldı. Çünkü sol tarafındaki kamyonetin lastiği kapıyı engelliyordu. Sağ ön kapıdan çıkarım diye düşündü. Ama orayı da bir Jeep kapamıştı. Araba anahtarını cebine koydu. Siperlikten araç ruhsatını aldı ve arka tarafa geçmeye çalıştı.
Çok zordu geçmek. Oysa Alican ve Zeynep ne kolay geçiyorlardı arkaya. Ne yapsa olmadı. Aklına koltuğunu geriye yatırmak geldi. Böylece sağ ön koltuğun üzerine basarak aracın arkasına geçebildi. Sol arka kapıyı açtı ve Kamyonetin kasasının tam yanından dışarı çıktı. Gözünü arkasındaki araçların farları alıyordu. Geriye doğru koşmaya başladı. Birkaç kişiyle çarpıştı. Birden aklına pardösüsü geldi. Pardösüyü hep bagajında taşırdı. Geri dönmek istedi ama bu mümkün değildi artık. Çünkü herkes üzerine doğru koşarak geliyordu. Vazgeçerek o da koşmaya başladı. Neyse ki evrak çantası yanındaydı. Bu arada geriden yetişenler bazı araçların köprüden denize uçtuğunu ve muhtemelen köprünün yıkılmış olduğunu haykırıyorlardı. Biraz ileride büyükçe bir bekleme alanı vardı. Zamanın nasıl geçtiğini anlamadan park yerine vardı. Yere oturdu. Terlemişti. Cep telefonunu çıkardı Demet’in numarasına bastı ama hiçbir ses yoktu.
Saatine baktı. Saat 19.04’ü gösteriyordu. Öncelikle Ataköy’e ulaşmalıydı, ama nasıl?
Aynı anda Demet ve çocuklar da kendilerini apartmandan dışarı atıyorlardı.
* * * *
Ataköy’de tam bir panik ve çaresizlik hâkimdi. Patlamalar azalmış, ama bazı binalarda yangınlar sürüyordu. Yeşilköy, Şenlikköy, Kartaltepe ve Zuhuratbaba en çok hasar gören ve ölüsü olan mahallelerdi.
Bütün caddeler enkaz kalıntılarıyla kapalı olduğundan gelen giden hiçbir araç görülmüyordu ortalıkta. Toz bulutu azalmakla beraber devam ediyordu. Martılar çığlık çığlığa dolaşıyordu ortalıkta. Demet ne yapacağını bilemez bir halde dalıp gitmişti. Ev eşyaları, beyaz eşyalar etrafa dağılmış, her yerde kitap, tabak çanak, onlarca eşya... Bu arada yanmakta olan binalar göze çarpıyordu.
Samatya’da oturan annesini, Yenimahalle’de oturan kardeşi Sevgi’yi evi düşündü. Annesinin evi ahşap olduğundan yıkılma ihtimali pek yoktu. Bir yolunu bulup eve yıllar önce doğalgaz bağlatmıştı. Acaba bu deprem sonrasında yangın çıkıp da ev yanmış mıydı? Annesi ne yapıyordu kim bilir? Belki de hayatta değildi artık. Ya Sevgi, onların bölgesi çok riskliydi, apartmanları da 80 öncesi yapılanlardan.
Birden Zeynep’in:
- “Anne çişim geldi.” sözüyle kendine geldi. Dişleri hala zonkluyordu. Elini ağzına götürdü. Alt dudağı hafif şişmişti.
Alican da susadığını ve acıktığını söylüyordu. Genellikle Semih eve gelmeden çocuklara yemeklerini yedirirdi. Şimdi de yemek saati gelmiş ve geçiyordu. Zeynep’e:
- “Ağacın arkasına geç de oraya yap çişini.” diye seslendi.
Zeynep önce itiraz eder gibi olduysa da durumun olağanüstülüğünün farkındaydı. İstemeye istemeye ağacın arkasında işini halletti. Demet kendini düşündü. Hadi çocuklar işini halledebilirdi böyle ortada ama kendisi ne yapacaktı. Bu durum ne kadar sürebilir ve kendisi bu işe ne kadar dayanabilirdi? Acaba evi terk etmekle hata mı yapmıştı. Hayır diye geçirdi içinden. Çünkü artçı da olmuştu. O esnada evde olsalardı kim bilir neler yaşardı.
Alican’a ve Zeynep’e dönerek:
- “Çocuklar şu anda durum çok ciddi. Belki yarın sabaha kadar yiyecek bir şey bulamayabiliriz. Onun için biraz açlığa alışmalıyız.” dedi.
Bu Zeynep’e oyun gibi gelmişti. Hem okullarında zaman zaman deprem tatbikatı da yapılıyordu ama Alican daha büyükçe ve daha aklı başında idi.
- “Anne, açlıktan ölmeyiz, değil mi?” diye sordu.
Demet hayır anlamında başını salladı ama “Gerçekten ölmeyiz değil mi?” diye düşünmekten de kendini alamadı. Hava giderek soğumaya başlamıştı. Aklına beğenmediği Güvenlik Görevlisinin yaptığı tavsiye geldi.
- “Toparlanma yerini bilmiyorum ama bence arabanız varsa gidip içinde bekleyin, daha iyi değil mi? Haklıydı bu adamın sözleri.
Arabaya gitsek ne iyi olur, kapıları kitler ve radyodan belki de bir şeyler duyarız diye geçirdi içinden.
Sitenin açık otoparkındaki tahsisli yere Semih’in aracını park ederlerdi. Demet’in aracı ise apartmanın 35–40 metre kadar uzağında cadde üzerindeydi. Çocukların elini tutarak arabaya doğru yürümeye başladı. Hiç ışık yanmamasına ve her tarafı toz bulutu kaplamasına rağmen yine de 10 metreye kadar ilerisini görebiliyorlardı.
İki dakika sonra arabanın yanına ulaştı. “Aaaa olamaz” diye bir çığlık attı. Arabanın arka kısmı enkaz altında kalmıştı. Manyetolu Feneri tuttu içeri doğru. Arabanın bagaj kısmı tamamen çökmüştü. Arka koltuk tarafında ise tavan hafifçe ezilmişti. Arka cam kırılmış olmasına rağmen arabanın içi oturulabilir gibiydi. Etrafa baktı. Arabaya en yakın konumdaki apartman tamamen kat kat üstüne yıkılmış durumda idi. Yani artık arabanın üzerine düşebilecek bir yükselti yoktu yakında. Araba anahtarını çıkararak açma düğmesine bastı. Hiçbir şey olmadı. Kapı otomatikleri bozulmuştu. Anahtarı soktu sağ ön kapıya ve dua ederek çevirdi. Kapı açıldı.
- “Çocuklar geçin içeri, Alican sen arkaya Zeynep sen de yanıma gel” diye seslendi. Arka kapılar çöküntü nedeniyle açılmıyordu. Sağ ön kapıdan içeri girdiler. Alican arka tarafa maymun gibi geçiverdi bir çırpıda. Kendisi de biraz zorlanarak sürücü koltuğuna oturdu. Kapı kilidine bastı ve kapıları kilitledi.
- “Alican kırık camın orasını bir şeyle kapamalıyız. Bir düşün bakalım ne olabilir?”
- “Anne burada eski gazeteler var.” dedi Alican. “Onlarla kapayabilirim belki.”
Aslında gündüz olsa ne iyi olurdu diye geçirdi içinden. Ama yine de haline şükretti. Hiç olmazsa bu geceyi açıkta geçirmeyecekler, araba içerisinde olabileceklerdi. Ama ya su ve yiyecek?
Daha fazla kendini tutamadı, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Zeynep kendinden beklenmeyecek bir olgunlukla boynuna sarıldı.
- “Anne ağlama ne olur, bizi de korkutuyorsun. Babam birazdan gelir ve bizi bulur nasıl olsa değil mi?” diye sordu.
Bu söz onu kendine getirdi. Yalnız değildi ve moralinin bozuk olduğunu çocuklara asla belli etmemeliydi. Eli arabanın radyosuna gitti. Arabada 8 ayrı FM Kanalı otomatik olarak ayarlıydı. Düğmeyi çevirdi ve bir hışırtı duydu. Radyo çalışıyordu ama yayın yoktu. İkinci kanala, üçüncü kanala….
Sırayla tüm kanallara bastı. Yedinci kanalda bir erkek sesi duydu. Deprem haberleri veriyordu ama anlaşıldığı kadarıyla onun da detaylı bir bilgisi yoktu. Spiker gördüklerinden fazla bir şey söylemiyordu. Farklı olan şey, tüm trafiğin kilitlenmiş olduğu, insanların araçlarını caddelerde bırakarak koşup etrafa dağıldıkları ve bazı arabaların alevler içinde yanmakta olduğuydu. Bu nedenle ne cankurtaran ne itfaiye ne de polis araçları hiçbir yere ulaşamıyordu. Gelen giden bir araç da yoktu. Hangi araç nereye ulaşabilirdi? Kaldı ki o araçları kullanacak insanlar, onların evleri ve aileleri kim bilir ne durumdaydı? Koca İstanbul felç olmuş ve kimse bir şey yapamıyordu.
Arabadan dışarıyı görmeğe çalıştı. İnsanlar sefil ve perişan bir halde, ağlaya ağlaya, hıçkıra hıçkıra sağa sola koşuşturuyordu. Telefonu ile Semih’e ulaşmayı denedi ama yine bir sonuç alamadı.
Radyodaki spiker anlamsız ve boş sözlerle sadece hissiyatını aktarıyor ve görebildiklerini ileterek yayını sürdürüyordu. Spiker, radyo istasyonlarının Ayazağa’da olduğunu söylüyor, Maslak civarında görebildiklerini aktarıyordu. Bu arada yayın için elektriğin olmadığı, radyo yayınlarının da Jeneratör yardımıyla sürdürüldüğü, pek çok radyo çalışanının görevlerini bırakarak yakınlarının yardıma koştuğunu, 16 kişilik vardiya da sadece 2 kişinin kalmış olduğunu duyuruyordu.
Semih’e ne kadar çok ihtiyaç duyuyordu. “Herhalde yolda yakalanmıştır. Birkaç saate kadar bizi bulur” diye geçirerek içinden Tanrı’ya dua etti. Hem Semih de Mercedes araba vardı. O sağlamsa onun içinde daha rahat birkaç gün geçirebilir ya da belki Kemerburgaz’ da ki Kayınvalide ve kayınpederinin evine ulaşabilirlerdi. Bilmiyordu ki araç o sırada Fatih Köprüsü girişinde kaderine terk edilmiş durumdaydı.
* * * *
Semih iyice üşümeye başlamıştı. Pardösüsünü almamakla ne büyük hata etmişti. Şimdi ne yapıp edip karşı tarafa geçmeliydi. Ondan sonra bir şekilde Ataköy’e ulaşabilirim diye geçiriyordu aklından.
Telefonunu bir kere daha denedi ama ses yoktu yine. Sunturlu bir küfür salladı.
Park yerindeki insanların ve araçların sayısı giderek artmış, hemen herkes arabalarını köprü üzeri ve yollarda bırakarak kaçışmıştı. Birkaç farklı bölgede 15–20 kadar araç yanmaya devam ediyordu. Uzaktan alevleri ve halen koşuşturmakta olan insanları görüyordu. Nerdeyse kazaya karışmamış araç yok gibiydi. En güvenli yol deniz yoluydu ama önce en yakın sahil olan Anadolu Hisarı kıyısına ulaşması ve sonra bir tekne bularak karşıya geçmesi gerekiyordu. Bu hengâme de onu kim karşıya taşırdı ki. Cüzdanında 750 TL bir para ve kredi kartları vardı. Genelde üzerinde fazla nakit taşımaz, nasıl olsa kredi kartı her şeyi çözer diye düşünürdü. Öyle olmadığını çok kısa bir sürede anlayacaktı. Bir adama yaklaştı:
- “Anadolu Hisarına en kolay nasıl inilir, biliyor musunuz?” diye sordu. Adam heyecanla:
- “Karşıya geçmek için mi?” Dedi.
Kendisi de karşıya geçip evine ulaşmak isteyen biriydi. Başını evet anlamında sallayınca adam ona kırk yıllık dost edasıyla sarıldı. Bu beraber geçelim anlamındaydı. Adam;
- “Ben buralarda 3 yıl oturdum, iyi bilirim ama şimdi Sultanahmet’e gitmeliyim. Evim orada ve evde beni bekleyen dört kişi var.” dedi.
Hızlı adımlarla yürümeye başladılar Hava karanlık olmasına rağmen farlarını hatta motorlarını çalışır durumda bırakarak araçlarını terk edenler nedeniyle etraf rahat seçilebiliyordu. Yaklaşık yarım saat kadar fazlaca bir şey konuşmadan yürüdüler. Bütün yollar hareket edemeyen araçlarla dolu idi. Nihayet sahile ulaştıklarında birkaç araç ve jeneratör yardımıyla aydınlanmış bazı evler gördüler. Sanki çölde su bulan insan gibi bu onlara bir ümit verdi.
Sahile oldukça yaklaşmıştılar... Tüm tekneler sahipsiz ve bağlı idi. Birkaçında hareket vardı ama onlardan ikisi daha yanlarına yaklaşmadan hareket ettiler. Bir umutla son tekneye seslendiler. Yarı sarhoş sakallı bir adam çıktı küçük kamarasından. Ne istediklerini sordu. Karşıya geçmek istediklerini belirttiler. Adam depremden habersiz gibiydi.
- “Saat başı motorlar var karşıya geçen, onlarla gidin” dedi. Ortalıkta motor filan görünmüyordu. Muhtemelen herkes yakınlarına yardıma koşturmuştu. Bu arada çoğu erkek 8–10 kadar kişi daha geldi yanlarına. Gelenler de karşıya geçmek istiyorlar ve bu konuda oldukça kararlı gibiydiler.
- “Bak ihtiyar ya bizi götürürsün ya da götürürsün.” diye seslendi içlerinden biri. İhtiyar kayıkçı pabucun pahalı olduğunu anlamıştı ama fırsattan da istifade etmek istiyordu.
- “Sizi ancak Balta Limanına bırakırım ama 3000 liranızı alırım.” dedi.
Çok kızmalarına rağmen çaresizce tekneye binerek kendilerini bu sarhoş kayıkçıya teslim ettiler. Tekne hareket ettiğinde saat 19.39’u gösteriyordu.
* * * *
Gün ağarmaya başlamıştı. Üşümelerine rağmen tüm geceyi arabanın içinde çocuklarıyla birlikte geçirdiğinden yine de haline şükrediyordu Demet. Evden aldıkları iki ince fiber yorganı üstlerine örterek ısınmaya çalışmışlardı.
Apartmanlarına doğru baktı. Güvenlik görevlisi yerinde yoktu. Oysa bilmiyordu ki güvenlik görevlisi orada 20-25 dakika çaresiz ve anlamsız olarak bekledikten sonra telefon ile ailesine de ulaşamayınca “Başlarım böyle işe ve göreve” diyerek üniformasını çıkarıp atmış, evine doğru hızlı adımlarla koşmaya başlamıştı. Takip eden günlerde de artık gelen giden bir güvenlikçi olmayacağını henüz bilmiyordu.
Ağır koku her tarafı sarmıştı, feryat ve bağırışlar azalmış, yer yer ambulans sesleri duyulmaya başlamıştı. Semih’ten hala haber yoktu. Telefonuna baktı, telefon çalışmıyordu. Semih gelirse onları bulabileceği en uygun yer araba idi. Hem burada kendisini ve çocukları daha güvende hissediyordu.
Tam toparlanıyor gibi olurken bu defa aklına kedileri Zorba geldi. Yanlarına mırıl mırıl geldiği anları hatırladı. Bu kez yine içini bir sıkıntı kapladı. Enkaz altındaki onca hayvanı düşündü. Enkazın altındakiler bir yana bir de kapıların ardında kilitli kalmış, aç susuz olanları da vardı...
Bir an gerçekten delirecek gibi oldu. Ağızları dilleri yok, küçücük daracık bir yerde; ufacık bedenleriyle ne yaparlar bu canlılar? Ne hissederler?
Bir ağlama tuttu, başladı hüngür hüngür ağlamaya. Bu kez de annesinin sesi kulağında çınladı:
- “Her şeyi çok fazla içselleştiriyorsun. Canına yazık..." Haklıydı annesi ama yıllardır söylendiği ve uyarıldığı halde hiçbir şey yapmayan, yapılmayan ülkesinin güzel insanlarına yazık değil miydi? Nasıl üzülmezdi o enkazın altında yitip giden insanlara, hayvanlara, yakınlarını kaybedenlere, bu acı ölüme mahkûm edilen insanlara...
Kendileri de bölgelerinin 1nci derecede Deprem kuşağında ve alüvyon bir ova üzerinde yapıldığını bile bile hala oturmaya devam etmemişler miydi? Dönüşüm görmesi gereken binalarda oturmaya devam etmemişler miydi? Bu aklı, bilimi inkâr eden zavallı bir kadercilik anlayışı değil miydi?..
Kendi tuvalet ihtiyacı da gelmişti. Parkın içindeki umumi tuvaleti kullanabileceğini düşündü. Son anda aklına su ve kâğıt olmayacağı geldi. Deprem çantasından bir miktar kâğıt kopardı. Çocuklar arabada birbirlerine sokulmuş uyuyorlardı. Sessizce arabadan çıkıp parktaki tuvalete doğru yöneldi.
* * * *
Depremin üzerinden 12 saate yakın süre geçmişti. Depremden sonra ilk defa gündüz gözüyle görecekti ortalığı.
Bakırköy ve Ataköy’deki binaların büyük çoğunluğu 1-4 katlı idi. Ama onların oturduğu 9ncu kısım çok katlı yapılmıştı. Binaların %85 ten fazlası 2000 yılından önce yapılmış riskli binalardı. Kendi bloklarının Radye Jeneral ve tünel kalıp sistemi ile yapılmış olması yıllarca en büyük tesellileri olmuştu. Görünen oydu ki her 2-3 Bloktan biri adeta ortadan kesilmiş gibi kırılmış ve yola doğru yıkılmıştı. Bazı bloklar da yıkılmamış ama yan yatıyordu. Neredeyse yarısı sağlam gibi duruyordu uzaktan. Her yer toz ve kül içinde idi.
“Secondary Wave” de denen ikinci sinüzoidal dalgalarının denk geldiği yerlerdeki binalar ya kırılmış ya da yan yatmıştı.
Depremden hemen sonra gelen yüksek dalgalar tüm sahile bakan caddeleri ve evleri vurmuş, sular sahile yakın alışveriş merkezlerinin en alt iki-üç otopark katını doldurmuştu.
Marmaray tren hattının açıktan geçen raylarında kaymalar ve kırılmalar olmuş, bu yüzden deprem esnasında hareket halinde olan 16 vagonlu bir tren raydan çıkarak devrilmişti.
Etraflarında insanlar çaresizlik içinde hala yakınlarını arıyor ve gelebilecek bir yardım bekliyorlardı. Enkazdan artık daha kısık da olsa inleme ve ağlama sesleri zaman zaman da önceden kurulmuş telefon ve saat alarm çalmaları duyuluyordu.
Deprem sırasında ölen ve enkazdan çıkarılan cesetler yol kenarındaki nispeten kuru alanlardaki dizilmişti. Üzerlerine gazete ve gazeteler de uçmasın diye taşlar konmuştu. Yaralı kurtarılanlar, enkazdan çıkarılmış ya da bulunabilmiş yatakların, örtülerin üzerinde ilk yardım bekliyordu. Ama ne gelen giden bir ambulans ne de sıhhi yardım yoktu. İnsanlar birbirlerine bakmıyorlar, perişan bir görüntü içerisinde adeta bir mucize bekliyorlardı.
Çukur yerler patlayan borulardan sızan lağım ve içme suları ile dolmuş son derece pis kokuyordu. Artık doğalgaz kokusu kalmamıştı.
Yıkıntıların altında çok sayıda araç vardı. Yol tamamen trafiğe kapanmıştı. Sağlam ya da yarı sağlam araçların içinde insanlar, genellikle de çocuklar görülüyordu. Bazı araçların motoru çalışıyor, bu suretle içerdekiler ısınmaya çalışıyorlardı.
Gece gördüğü manzaranın aksine yangınların çoğu kendiliğinden sönmüştü. Halen yanan birkaç yer kalmıştı. Denize yakın bir bölge olmasına rağmen havada tek bir kuş bile kalmamıştı. Birkaç köpek çaresizlik içinde sağa sola giderek enkaz altından yiyecek bir şeyler bulmaya çalışıyordu.
Yerde bir miktarı içilmiş 1,5 litrelik bir Pet şişe duruyordu. Etrafa baktı. Kendisine bakan kimse yoktu. Suyu eline aldı. Temiz görünüyordu. Sevindi.
Tuvalete gittiğinde tüm çevrenin pislik içinde olduğunu gördü. Hiç erkek yoktu. Sadece kendisi gibi 4 kadın gözleri kan çanağı gibi ağlamaklı ve şiş, sıra bekliyordu. Kısık bir sesle “geçmiş olsun” diyebildi. Ama bir cevap alamadı.
Arabaya doğru geri dönerken hala kimsenin yardıma gelmediğini herkesin kendi başının çaresine bakmaya çalıştığını gördü. Telefonunu şarjı bitmesin diye kapatmıştı. Semih kendilerini aradığında ulaşabilsin düşüncesiyle iki saat Demet iki saat de oğlu Alican telefonlarını açık tutuyorlar, her yarım saatte bir de Semih’i arayıp ulaşmaya çalışıyorlardı.
Aradan 12 saatten fazla zaman geçtiği halde hala telefonlar çalışmıyordu.
Arabaya girdi. Hava iyice soğumuştu. Motoru çalıştırarak ısıtıcıyı açtı. Çocuklar biraz ısınsın istiyordu. Eli arabanın radyosuna gitti. Önceden ayarlanmış kanallara tek tek dokundu. Sadece parazit vardı. Hiçbir FM istasyonu hala çalışmıyordu.
Orta dalgaya geçti. Orta Dalga istasyondan bir spikerin sesini duydu. Dikkat kesildi. Radyodaki bilgilere göre, 7,6 büyüklüğünde ve 52 saniye süren bir deprem olmuştu. Silivri açıkları ile Yeşilköy açıklarına uzanan 65 kilometrelik fayın Adalar'ın güneyinden geçen fay ile aynı anda kırılması nedeniyle beklenen en yüksek deprem meydana gelmişti. Deprem başta İstanbul olmak üzere tüm Marmara Bölgesini vurmuştu.
İlk tahminlere göre İstanbul’da ve özellikle Sirkeci – Silivri hattında binaların %10’undan fazlası yıkılmış, %20 civarında da ağır hasarlı bina vardı.
İstanbul için ölü sayısının 120 000 civarında tahmin ediliyordu. 1,5 milyon kadar insanın evsiz kalmış olduğu değerlendiriliyordu. O anda sadece Bakırköy için 30 000 adet barınma çadırına ihtiyaç vardı.
Hem 15 Temmuz hem de Fatih Köprüleri güvenlik nedeniyle, sağlamlık durumları tespit edilinceye kadar geçişlere kapatılmıştı. Aslında deprem esnasında köprülerin her iki girişi de meydana gelen araç kazaları ve panik nedeniyle zaten kilitlenmiş, pek çok sürücü aracını köprü üzerinde bırakarak kaçışmıştı.
Beş-altı araç sürücüsünün köprüden denize atladığı düşünülüyordu. Tek açık yol ve köprü Kuzey Marmara Otoyolu ve Yavuz Sultan Selim Köprüsü idi.
Yeşilköy’deki Atatürk Havalimanı pistleri yarılmış, kule ve binalarının yarıdan çoğu yıkılmıştı. Yeni yapılan İstanbul Havaalanı’nın bir pisti açıktı ve sadece yardım için gelecek uçakları kabul ediyordu. Ancak hem havaalanı üzerinden hem de Kuzey Marmara Otoyolundan gelen araçlar TEM ve E-5 üzerindeki yığılmalar ve tıkanıklık nedeniyle şehre giremiyordu. Vatandaşlardan araçlarını ana arterlerden çekmeleri aksi takdirde araçlarının yol kenarına süpürülerek yolların acil durum geçişi için açılacağı duyuruluyordu.
Beylikdüzü’nde Ziya Gökalp ve Hasan Tahsin Caddeleri tamamen denize kaymış ve buradaki evler yıkılmıştı.
Tüm hastaneler ve bahçeleri ve buralara giden yollar 2-3 kilometre mesafeye kadar yaralılarla dolup taşmıştı. Anadolu’dan çok sayıda Askeri birlik İstanbul’a sevk edilmişti. Her ilçe için 1-2 tabur asker görevlendirileceği belirtiliyordu.
Kızılay ve AFAD görevlileri Türkiye’nin her yanından yola çıkmıştı. Öğle saatlerinde İstanbul’a gelip asayişin sağlanması, arama ve kurtarma çalışmalarının başlatılacağı duyuruluyordu. İstanbul’da bulunan yerleşik askeri birlikler ve AFAD çalışanları ise ancak kendi aileleri ile ilgilenebildiğinden henüz ciddi bir yardım faaliyetlerine başlayamamıştı.
Büyükşehir Belediyeleri de seferberlik başlatmıştı. Tüm Türkiye İstanbul depreminin yaralarını sarmak için seferber olmuştu. İstanbul da bina sayısı 1,2 milyon civarında ve nüfusun da 16,5 milyon olması gelecek yardımın miktarı ve kabiliyeti ne olursa olsun tüm İstanbul’a yetmeyeceğinin en açık kanıtı idi.
Hasar İstanbul’un I.nci ve II.nci deprem bölgesine giren hemen her yerinde idi. Güvenlik ve yardım güçlerinin nerelere nasıl yetişeceği meçhuldü. Yıkılan bina sayısının fazlalığı nedeniyle enkazın temizlenmesinin ilk tahminlere göre aylar, hatta yıllar alabileceği öngörülüyordu…
* * * *
Her iki köprü de kapandığına göre kocası Semih nasıl gelebilecekti yanlarına. Semih’in o gün Kartal tarafına geçeceğini ve işinin akşam saatlerine kadar süreceğini biliyordu.
O sırada üzerlerinden bir helikopter geçti. Ardından bir helikopter daha. Bütün başlar bir umutla göğe kalktı. Helikopterler hasar tespiti yapmaya çalışan AFAD araçlarıydı.
Demet her zaman sık sık duyduğu ambulans seslerini de hiç duymuyordu bugün. Bunu da çok garipsemişti. Çünkü tüm yol kenarları yaralı ve ölülerle doluydu. Nasıl olurda bu kadar kaybın ve yaralının olduğu yere yardıma ve kurtarmaya gelinmezdi? Ama bilmiyordu ki tüm ara yollar bloke vaziyette ve tüm hastaneler tıka basa doluydu.
Bu esnada şiddetli bir artçı daha oldu. Alican korkuyla uyandı. Bir an aracın devrileceğini sandı. Neyse ki kısa sürmüştü. Zeynep de çok korkmuş ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamıştı. Sürekli olarak, babasının da depremde ölmüş olduğunu ve bir daha onu hiç göremeyeceğini düşünüyordu.
* * * *
- “Çocuklar acıktınız mı? Yiyecek bir şeyler ister misiniz?” dedi.
Oysa çok iyi biliyordu ki iki paket bisküviden başka yiyecek bir şeyleri, deprem çantasındaki üç adet 500 cc su ve yoldan bulduğu pet şişe dışında suları yoktu. Ama ümidi vardı Demet’in. Burası İstanbul Ataköy’dü. Nasıl olsa Kızılay ya da belediyeler çorba- ekmek dağıtırdı. Oysa yanılıyordu.
Belediye binalarının da birçoğu yıkıldığı gibi Belediye çalışanları da bu deprem nedeniyle ciddi kayıplara uğramıştı. Kendi yaralarını bile sarabilecekleri şüpheliydi değil başkalarına yardım edebilmek. Tek yardım, o da gelebilirse, Anadolu’dan gelecek yardım olacaktı ki o da ne zaman ve nasıl gelecek ve kime yetecek ti?
Küçücük araba içinde itişe kakışa bir gece geçirmişlerdi ama Semih geldikten sonra, “Gelebilecek miydi acaba? Sağ mıydı?” geceyi nasıl geçireceklerdi. Dün işe giderken Semih’in altında arabası vardı ama o arabayı geri getirebilir miydi? Getirse de bu cadde ve sokaklara nasıl sokacaktı, nereye park edecekti bu kadar enkaz ve moloz varken. Belki arabayı yakında bir yere park eder ve gelip bizi yürüyerek alır diye düşündü.
Bir artçı daha oluyordu. Ama bir önceki kadar şiddetli değildi. Hem artık sarsıntılara da giderek alışıyorlardı.
- “Anne ben Zorba’yı bulup arabaya getireceğim.” dedi Alican.
- “Nasıl ve nereden bulacaksın? Eve giremezsin, merdivenler yıkık. O mutlaka bir yolunu bulup dışarı çıkmıştır. Nasıl olsa apartman civarını terk etmez. Hele baban bir gelsin gerekirse birlikte bakarsınız” dedi.
Aslında ne Semih’in ne de Zorba’nın bir daha gelip gelemeyeceği bilmiyordu. Ama nasıl o esnada nasıl söyleyebilirdi?
* * * *
Kendilerinden 3000 lira alan tekne Baltalimanı’na ulaşmıştı. Sahil karanlıktı. Ara sıra uzaktan bir ambulans ya da polis aracı lambası görünüyordu. Saatine baktı. 20.15 idi. Sahil Yolu tamamen tıkalıydı. Özellikle arabasını kaldırıma dayayan herkes aracı terk edip başının çaresine bakmaya çalışmıştı.
İskelede sarhoş bir ihtiyar ve Anadolu tarafına geçmek için tekne arayıp sağa sola koşuşturan üç beş kişiden başkası yoktu.
Kendilerini getiren tekne kazancı kolay ve güzel görünce şimdi de bu kişileri Anadolu Kavağı’na götürmek üzere onlarla pazarlık ediyordu.
Semih ve diğer inenler bu kişilere yanaşıp genel vaziyeti sordular. Sahil üzerinde bazı yol kesimleri boğaza kaydığı için yol kilitlenmişti. Az sayıda da olsa yıkılan ve hem yola hem de denize kayan evler de mevcuttu.
İstinye yokuşu terk edilmiş araçlarla doluydu ama Maslak ya da Taksim tarafına gidilecekse yine de en iyi yol İstinye yokuşu, Katar caddesi gibi görünüyordu. Yürüyerek de olsa, saatler de alsa bu yolu tercih etmek daha uygundu. Hem teknedekilerden biri de Bakırköy’de oturduğu için onunla daha güçlü bir dayanışma içinde beraberce yol bulabilirlerdi.
Adı Levent' ti. 35 yaşlarındaydı. İki sene önce eşini kanserden kaybetmiş tek kızı ile Bakırköy'de dönüşüm geçirmiş bir apartmanın çatı dairesinde oturuyordu. Tesadüfe bakın ki onun kızının adı da Zeynep’ti ve 9 yaşındaydı. Kızına, bir alt katlarında oturan anne ve babası bakıyordu.
Levent de o gün bir iş nedeniyle Beykoz'a geçmiş ve oradan eve dönmekte iken depreme yakalanmıştı. Levent ile yakın semtlerde oturdukları ve aynı yöne doğru gitmeleri gerektiği için içi biraz rahatlamışlardı ama ikisi de evlerinden henüz iyi bir haber alamadıkları için yine de endişeli idiler.
Yaptıkları kaba hesaplamaya göre hiçbir araç bulamasalar bile en çok on beş saat içerisinde Bakırköy'e ulaşabilirlerdi. Bu arada eğer denk gelir de herhangi bir araç bulurlarsa bu süre daha da kısalırdı. Ama araçlar ilerleyemiyordu bile. Herkesin elinde cep telefonu bir yerleri aramaya çalışıyordu. Ama nafile…
Birlikte yola koyuldular. İstinye bayırına doğru yürümeye başladılar. Yolun her iki tarafı terkedilmiş arabalarla doluydu. Sadece orta sıradaki araçlarda sürücüler vardı ama onlar da ancak yürüyüş hızında ilerleyebiliyordu.
Baltalimanı Kemik ve İstinye Devlet Hastanelerine doğru her iki yönde de yaralı taşıyan insanlar vardı. İstinye bayırına geldiklerinde yokuşun durumu da aşağı yukarı aynıydı. Kendilerini alacak araç görülmediği gibi alsa da ilerleyecek bir trafik de yoktu. Neredeyse tüm cadde gelişigüzel bırakılmış araçlarla doluydu. Diğer arabalar ise trafikte tek şerit üzerinden gitmeye çalışıyorlar ama ilerleyemiyorlardı.
Semih Levent ile İstinye yokuşundan yukarı doğru çıkmaya başladı arada tek tük yıkılmış ya da yan yatmış evler görülüyordu.
Maslak'a kadar ulaşmaları kırk dakikalarını aldı nihayet Maslak’a geldiklerinde ana caddede çok ağır da olsa arabaların ilerleyebildiğini gördüler. Hava karanlıktı. Büyükdere ve Katar Caddelerinin kesiştiği köşedeki BP Benzincisi pompaları kilitlemiş, istasyonu kapatmış ve güvenlik için iki adam bırakmıştı.
Ortalıkta mehtap ve deprem sonrası çıkan yangınların alevlerinin yaydıkları dışında bir ışık görülmüyordu. Sadece araçların farlarıydı ortalığı aydınlatan.
Zaman zaman çalışan jeneratör ve siren seslerini duyuyorlardı. Bir müddet bekleyip araç bulamayacakları anladıktan sonra Zincirlikuyu istikametine yürümeye karar verdiler.
Aradan bir buçuk saat geçmişti hiçbir araç ilerleyemiyordu. Yolda bir büfede su ve meşrubat satıldığını gördüler üç katı kadar fazla para ödeyerek ikişer adet su satın aldılar.
Semih yanındaki paranın 400 TL kısmını kendilerini Anadolu Hisarından Baltalimanı'na getiren tekneye ödediğinden üzerinde fazla parası da kalmamıştı. Telefonlar ise hala çalışmıyordu.
Titrediğini hissetti, içini bir ürperti sardı. Pardösüsünü arabada unuttuğu için kendine bir daha kızdı. Oysa muflonlu bir “London Fog” du. Üç sene evvel Londra’ya gittiğinde “Selfridges” mağazasında indirimden almıştı. Çok sevdiği bu pardösü şimdi onu ne kadar da sıcak tutardı.
Semih ve Levent Halaskargazi Caddesi üzerinden konuşa konuşa Taksim’e kadar geldiklerinde saat 23.45 olmuştu. Bu esnada hep ana caddeleri takip etmişler ve olabildiğince her yerde enkazdan uzak geçmeye çalışmışlardı. Yol boyunca yardım için üç yerde yürümeye ara vermişler, beş kere de araç iteklemişlerdi.
Aslında böyle zamanlar için en kullanılabilir araç bir motosiklet olabilirdi. Şimdi bir motorları olsa en geç bir saat içinde Bakırköy’e ulaşabilirlerdi. Hem Levent motosiklet kullanan biriydi ve evlerinde Yuki marka bir Motosikleti vardı.
Her yer zifiri karanlıktı. Hastanelere giden yollarda kaplumbağa misali ilerleyen bir trafik vardı. İnsanlar Memorial, Florence Nightingale ve Şişli Etfal Hastanelerine doğru yaralılarını götürmeye çalışıyordu. Acaba hastaneler sağlam ve ayakta mı idi? Ne de olsa Şişli Etfal 1899 yılında açılmış ve binaların yarıya yakını yüz yaşından fazlaydı. Diğer binalar ise 1930, 1960 ve 1970’li yıllarda yapılmıştı.
Trafik hiç ilerleyemediğinden, çoğu insan yaralısını aracından indirmiş, yürüyebilecek durumda olanları hastanelere doğru yürütmeye çalışıyordu.
Şişli’den Taksim’e kadar giden yol üzerinde binaların beşte birine yakını yıkılmış ya da hasar görmüştü. Onlar da çoğunlukla 2000 yılı öncesi yapılmış binalar gibi göründü gözüne.
Ortalıkta güvenlik görevlisi ya da polis görülmüyordu. Kurtarma faaliyetleri de hep bireysel bazda idi. Bazen kaldırımdan yürümek bile güç oluyordu.
Cadde üzerindeki büfe ve marketlerden kapalı olanlar yağmalanmış bazılarında da yağmalanmaması için sahipleri bekliyordu. Herkes tam bir çaresizlik ve perişanlık içinde idi. Yer yer patlamış su boruları ve kanalizasyon suları caddeleri kaplamış ve her taraf son derece ağır kokuyordu.
Hem çok yorulmuş hem de çok acıkmış ve susamışlardı. Semih Levent’e dönerek:
- “Benim ofisim çok yakında. Eğer önemli bir hasar yoksa bir uğrayalım. Orada su ve buzdolabında yiyecek vardır nasıl olsa. Hem görülüyor ki Bakırköy’e kadar yürüyeceğiz eninde sonunda. Biraz dinleniriz. Bu arada telefonlar da çalışırsa ailelerimiz ile görüşürüz.”.
Bu fikir Levent’in de hoşuna gitmişti. Çünkü hem üşümüşlerdi hem de oldukça yorgundular.
Gezi Parkının içinden geçip Semih’in Gümüşsuyu’ndaki ofisine doğru ilerlemeye devam ettiler. Hava hala karanlıktı, elektrik verilememişti. Ofise yaklaştılar. Bina sağlam görünüyordu.
- “Fazla hasar yok galiba.” dedi Semih.
- “Evet. Anahtarın yanında mı?” diye sordu Levent.
- “Bazen sabahları işe en erken ben geldiğim için hep yedek anahtarım olmuştur” dedi Semih, kendinden emin bir şekilde.
Ofisin içine girdiler. Acil durum floresan lambası sönük de olsa hala yanıyordu. Ortalık biraz karışıktı. Kitap rafları duvara sabitlenmediği için devrilmiş, kitaplar ve dergiler ortalığa saçılmıştı. Buzdolabının kapısı da depremde açılmış ve o şekilde kalmıştı.
Semih’in en çok hoşuna giden şey ise orada kışlık bir kabanının askıda duruyor olmasıydı. Yere düşmüş kitapların arasından güçlükle geçerek kabanını aldı ve hemen üzerine giydi.
Çalışanlar muhtemelen depremden önce ayrılmışlardı. Zaten Semih’te ofise gelmeyeceğini söylediğinden tahminine göre saat 18.00 itibarı ile personel ofisten ayrılmıştı.
Sebilden, az da olsa hala soğukluğunu koruyan sudan üçer dörder bardak içtiler. Buzdolabından aldıkları ekmeğin arasına da peynir ve domates koyup sandviç hazırlayıp ikişer adet yediler.
Telefonlar hala çalışmıyordu. Yaptıkları hesaplamaya göre Taksim’den Bakırköy’e beş ya da altı saatte yürüyebilirlerdi. Gün aydınlanır aydınlanmaz ailelerinin yanında olmak istediklerinden iki saat kadar dinlenebilirlerdi burada.
Bu arada bir artçı sarsıntı daha oldu. 8-9 saniye kadar süren sarsıntı çok şiddetli değildi.
Karınları doymuş, biraz da dinlenmişlerdi. Artık çocuklarına ve ailelerine sağ olarak kavuşacaklarına olan inançları da artmıştı.
Sohbeti yürüyüşe bırakıp cep telefonu saatini 02.00’da çalacak şekilde ayarlayıp iki ayrı kanepe de iki saatlik uykuya daldılar.
* * * *
Saat sabah 9.30 civarıydı. Alican annesine dönerek:
- “Anne, tuvaletim geldi.” dedi. Oysa aklı kedileri Zorba’ da idi. Onun evde bir yerlerde sıkışıp kaldığını düşünüyor ve mutlaka kurtarılması gerektiğine inanıyordu. Bu maksatla annesinin eve gitmesine müsaade etmeyeceğini de bildiğinden bir çırpıda dairelerine gidip Zorba’yı bulmayı planlıyordu.
- “Amma sık geliyor seninki de. Sen erkek çocuğusun. Git şu ağacın arkasına işe. Etrafa da çok belli etmemeye çalış.” dedi, Demet.
Aslında amacına erişmişti Alican, Zeynep’in koltuğu üzerinden arabanın ön tarafına geçti. Oradan da sağ ön kapıyı açıp dışarı çıktı. Önce ağacın arkasına geçiyormuş gibi yaptı. Oradan da hızlıca koşarak terk ettikleri apartmana yöneldi.
Merdiven kısmındaki aydınlatma boşlukları camlarından gelen ışık biraz olsun ortamı aydınlatıyordu. Merdivenleri ikişer üçer tırmanmaya başladı. Üç basamağın birden çöktüğü ve inerken üzerine kapı koydukları bölgeye geldiğinde o kapının yerinde olmadığını gördü. Bu Alican'ı yıldırmadı. Bir tırmanışta üç basamağın birden üzerinden atlayarak kırık tırabzana tutunup üst kata çıkmayı başardı. Sekizinci kata geldiğinde başladı kedisine seslenmeye.
- “Zorba, oğluuumm. Neredesin? Gel pisi pisi.” Biraz sustu ve dinlemeye başladı. Bir miyavlama duydu. Zorba’nın sesine benzeyen bu miyavlama 32 numaralı daireden geliyordu. Kapıya yöneldi. Miyavlama sesinin yanı sıra kısık bir inleme sesi geldi kulağına. Merak edip zaten yıkılıp açılmış olan kapıdan içeri girdi. Zorba miyavlıyor, onun sesini duyuyor ama kedisi yanına gelmiyordu. Onun bir yerde sıkışıp kaldığını düşündü önce. Ama durum öyle değildi. İniltili insan sesi devam ediyordu.
- “Merhaba, kimse var mı?” diye içeri doğru seslendi. Bitkin ve kısık bir ses duydu:
- “Lütfen yardım edin bana.” Bu alt kartlarındaki komşuları hanımın sesine benziyordu.
Hemen sesin geldiği odaya yöneldi içeri girdiğinde kadıncağızın yatak odasında, yıkılmış olan gardırobun altında sıkışıp kaldığını gördü. Zorba’ da kadının başucunda durmuş ona sürünüp yalıyordu.
Alican Zorba’yı bulduğuna ve kaçak olarak yaptığı bu apartman ziyaretine çok mutlu olmuştu. Amacı hasıl olmuştu.
Komşuları kadıncağızı nasıl kurtaracaktı gardırobun altından. Önce ne yapacağını bilemedi. Tek başına gardırobu kaldırması mümkün değildi. O an gardırobun içindeki askı taşıma borusunu gördü. Boru ona yardımcı olabilirdi.
- “Merak etmeyin. Şimdi ben gardırobu biraz havaya kaldıracağım. Siz de o esnada kendinizi altından çekmeye çalışın.” Dedi. Dediği gibi de yaptı.
Askı borusunu alıp ucunu kadının ayağının sıkıştığı yerin yanına, gardırobun köşesinin altına koydu ve var gücüyle bastırdı. Gardırop beş santimetre kadar yükselmişti. Aynı esnada komşu kadın da ayağını yavaş yavaş çekerek kendini kurtardı. Kurtulacağından ümidi kesmiş bir insanın mucizevi kurtuluşuna sahip bir insan edasıyla Alican'a sarıldı. Zorba’ da Alican’a sokulmuş adeta bu kurtuluşu her üçü beraberce kutluyorlardı.
- “Hayatımı kurtardın evladım. Çok teşekkür ederim. Sen olmasaydın burada ölüp gidecektim. Bu kedi de beni sıkıştığım andan beri yalnız bırakmadı. Gelip gidip yüzümü yaladı, bir şeyler yapmak ve anlatmak ister gibiydi ama yapamıyordu. Bu bana moral oldu ve dayanma gücümü arttırdı. Bu kedi kimin biliyor musun?” dedi.
Alican çok sevinmiş ve biraz da duygulanmıştı. Büyük bir iş başarmanın mutluluğu ve onuru ile.
- “Zorba o. Benim kedim.” dedi. Kedisini muzaffer bir komutan edasıyla kucağına aldı. Zorba’ da bu anı bekliyor gibiydi. Alican’ı yalamaya başlamıştı. Alican:
- “Eğer siz iyiyseniz ve tamam derseniz ben de evimize çıkıp yiyecek ve içecek bir şeyler almak istiyorum. Annem ve Zeynep dün geceden beri açlar.” dedi.
Komşu kadın olumlu anlamda başını salladı.
- “Ben bundan sonra başımın çaresine bakarım evladım. Yavaş yavaş aşağı inerim.” dedi.
- “Orada çökmüş üç adet basamak var inerken dikkat etmelisiniz” diye uyardı Alican.
Alican çok mutluydu. Hem Zorba’yı bulmuş hem de bir can kurtarmış olmanın verdiği sevinçle, dönerken de annesine ve kardeşine su ve yiyecek götürebilmek ümidiyle kendi dairelerine girdi.
O esnada bir artçı daha başlamıştı. Alican korku içinde, kucağında kedisiyle sarsıntının bitmesini bekledi. Oldukça heyecanlanmış ve korkmuştu.
Mutfaktaki buzdolabına yöneldi. Kapağı açtı. Elektrik kesilip, buzdolabının kapısı kapalı kalıp aradan epeyce zaman geçtiğinden hafif de olsa bir koku oluşmuştu ama yine de yenemeyecek gibi değildi yiyecekler.
Duvarda asılı büyük bez Pazar torbasını aldı. Omuzunda Zorba olduğu ve tek eliyle onu kavradığı için ancak tek elini kullanabiliyordu. Zorba’yı da kaçıp gider korkusu ile bırakmak istemiyordu. Ama bilmiyordu ki kedi onun omuzunda çok mutluydu ve onu bırakmaya da hiç niyeti yoktu.
Tek eliyle torbayı mutfak kapı koluna astı, ağzını açtı ve yine aynı eliyle doldurmaya başladı. Bir kalıp peynir bir kalıp tereyağı, buzdolabında sakladıkları bir tam ekmeği, üç elmayı torbaya koydu. İki şişe de cam su vardı. Onu da tek eliyle torbaya sıkıştırıp merdivenlere yöneldi.
Omuzunda Zorba, bir eliyle onu tutuyor diğer elinde de yiyecek torbası geldiği gibi merdivenlerden inmeye başladı. Basamakların kırık olduğu yerde yavaşlayıp cam şişeleri kırmamaya çalışarak dikkatlice aşağıya doğru atladı. Hızla aşağıya inmeyi sürdürüp dış kapıya yöneldi. Apartmandan dışarı çıktı. Bu işler yaklaşık on beş dakikasını almıştı.
Bu süre zarfında annesi Demet, Alican'ın gelmediğini görünce bir şeyler olduğunu anlamıştı. Zeynep'i arabada bırakarak dışarı çıkmış Alican'ı arıyordu. Aslında Alican’ın kedilerini aramak için eve dönmüş olabileceği aklını da gelmemiş değildi. Bu arada bir de artçı olunca ciddi biçimde endişelenmiş ve Alican’a öfkelenmişti.
Alican'ı apartmanın kapısında ve üstelik de omuzunda Zorba ile görünce bir anda kızgınlığı geçti. Zorba’dan pek ümidi yoktu. Üstelik Alican’ın komşularının hayatını kurtardığını daha bilmiyordu. Ya Alican hiç gelemeseydi diye düşününce Tanrı’ya şükretti
Alican hem bir can kurtarmış hem kedilerini almış hem de elinde su ve yiyeceklerle dönmüştü. Arabaya doğru yürürlerken Zorba’yı nasıl bulduğunu ve komşularını nasıl kurtardığını anlattı.
Demet, Alican'ın 11 yaşında bu işleri başarmış olabilmesinden anne olarak büyük gurur duymuştu. Yine de biraz kızmış gibi numara yaptı. Babası geldiğinde, eğer gelebilirse, bunu iftiharla anlatacaktı...
* * * *
Demet gece doğru dürüst uyuyamamıştı. Hem araba dar hem de hava soğuktu. Buna Semih’ten ve annesinden haber alamaması da eklenince hemen hemen gözüne hiç uyku girmemişti.
İçebilecekleri tek su, yağmur yağarken arabanın üzerine koydukları plastik bulaşık kabının içine dolacak sulardı. O da şayet yağmur yağarsa. Zira deprem çantasındaki birer su ile Alican’ın evden gelirken getirdiği iki cam şişe aradan yarım saat geçmeden tükenmişti.
Yani yağmur yağıp suyunu içebilecek olsalar da yiyecek hiçbir şey yoktu. Ama Alican getirdiği ekmek, peynir ve tereyağı ile moral olmuştu.
Alican’ın kedilerini bulması ve açlığını bastırmış olmanın verdiği rahatlama ile hafif bir uykuya dalmıştı.
Saat 10.30 sıralarıydı. Arabanın ön camında bir tıkırtı duyuldu. Gözünü araladı. Gördüğüne inanamadı. Bu Semih idi.
- “Tanrım sana şükürler olsun.” diyebildi. Aynı anda Semih de hem eşini hem çocuklarını tekrar bir arada görebildiği için dua ediyordu.
Demet arabadan indi ve Semih’e sarıldı. Bu sarılma sanki birbirini yıllardır göremeyen iki sevgilinin buluşması gibiydi. Aynı anda çocuklar da babalarını fark etmiş ve çığlıklar atarak arabadan inip babalarına sarılmışlardı.
Bu sevgi yumağı birkaç dakika sürdü. Semih çocuklarını koklayıp koklayıp öpüyordu. Aynı esnada Zorba da sanki olanları anlıyormuş ve ailenin bir parçasıymış gibi arabanın iç camından hayranlıkla onlara, bu güzel aileye bakıyordu.
Semih’e neler yaşadıklarını, neler olduğunu, Alican’ın komşuyu dolabın altından kurtarmasını, Zorba’yı bulup getirmesini anlattılar. Sevgi elini cebine atarak kırık iki dişini gösterdi Semih’e. Sevgi’nin alt dudağı hala şişti. Semih fark etmesine rağmen dikkatini çekmemiş gibi yaptı. “Geçmiş olsun. En güzelinden iki adet implant yaptırırız sana. Önemli değil, sizler sağsınız ya o yeter.” dedi. Sıra Semih’e gelmişti. Semih de kendi tüm hikâyesini ve Ataköy’e nasıl geldiğini anlattı.
Biraz sohbetten sonra Semih Demet’e sordu:
- “Ben gelemesem ve depremde bir yerlerde ölüp kalsam ne yapmayı düşünüyordun?
- “Aklıma bile getirmek istemedim ama şayet öyle bir şey olsaydı herhalde Samatya’ya annemin yanına giderdik. Ne de olsa onun evi ahşap ve büyük olasılıkla sağlamdır.”
- “Nazif babam ve Elif annem de sizleri bırakmazdı bence. Neyse şimdi halimize şükredelim. Zaten gidebilirsek ortalık yatışıncaya kadar en uygun yer Nazif Babamın bölgesi, Kemerburgaz.”
- “Sevgilerden ve Annenden bir haber var mı?” Diye sordu Semih.
- “Telefonlar hala çalışmıyor. Ne annemden ne de Sevgi’lerden haber alamadım. Şimdi sen geldiğine göre ben gidip öncelikle Sevgi’lere bakmak istiyorum. Hem bir iki saat içerisinde bakıp dönerim.” Dedi Demet.
- “Senin gitmen olmaz. Ben gider bakarım. Sen çocuklarla kal. Hem sonrasında neler yapacağımıza karar verelim” dedi Semih. Akabinde de tüm gece yürüyüp gelmiş ve çok yorgun olmasına rağmen Yenimahalle’de oturan baldızı Sevgi ve bacanağı Nevzat’ın evine bakmak üzere ayrıldı.
* * * *
Ataköy Bulvarı ve Rio De Janerio Caddesi üzerinden Bakırköy’e gelince gördüğü manzara hiç hoşuna gitmedi. Fişekhane caddesi üzerinde Capacity ve Carousel’in karşı tarafında yer alan ve 1980 yılından önce yapılmış binaların neredeyse tamamı ya yıkılmış ya da çökmüştü. Acıbadem Hastanesine girebilmek ise mümkün değildi. Çünkü yüksek dalgaların getirdiği deniz suları burayı da vurmuştu.
Bir iş makinası ana yol üzerindeki enkazı kenara sürükleyerek yolu açmaya çalışıyordu. Yakınlarını kaybeden ya da üst katlarda oturdukları için nispeten hafif yaralarla kurtulanlar enkazın üzerinde ve civarında çaresizlik içinde bekliyorlar, ağlaşıyorlar, bulabildikleri küreklerle ve elleri ile enkazı kazmaya çalışıyorlardı. Bu felaket ortamında tek olumlu olay havanın yağışsız ve bir ocak ayı için nispeten ılık oluşuydu.
Ara sokaklardaki evlerin de büyük kısmı ya yıkılmış ya yan yatmış durumda idi. Semih yürümeye devam etti. İstanbul caddesi boyunca da durum aynı idi.
General Kani Elitzer caddesinden Yenimahalle tarafına döndü. Ümidi çok zayıftı. Baldız-Bacanağının evine doğru yanaştıkça yıkıntıların daha da arttığı görülüyordu.
Sevgi ve Nevzat’ın evleri beş katlı, 1970 yapımı bir binaydı. Hem çimento hem de demir olarak bina kifayetsizdi. Çimento yapımında deniz kumu kullanılan binalardan biri idi. Zaten 99 Gölcük depreminde de kolonlarda bazı çatlaklar oluşmuş ve sözde takviye yaptırmışlardı.
Yaklaştıkça gördü ki Apartman tamamen çökmüş adeta tek kat olmuştu. Önceden tanıdıkları apartman kapıcısı elinde sigara, enkazın önünde bir ileri bir geri gidip geliyordu. Yanına yaklaştı.
- “Geçmiş olsun Mustafa. Durum nasıl? Mustafa Semih’i tanımıştı ve severdi. Gözleri şiş ve kan çanağı gibi olmuştu.
- “Nasıl olsun be Semih abi. Benim hanım ve 2 çocuk bodrum katta enkaz altında.” Bu arada hıçkırarak ağlamasını sürdürüyordu.
- “Bizim Nevzat ve Sevgi’ler de mi enkaz altında o zaman?” diye endişe ile sordu Semih.
- “Onlar son anda kurtuldular. Kızı gündüz dershaneye bırakmışlar, akşam dershaneden alıp eve gelirlerken yolda depreme yakalanmışlar.”
- “Sen nasıl oldu da kurtuldun Mustafa?” Diye sordu Semih.
- “Abi ben akşam servisine çıkmış, ekmekleri almış dönüyordum. Dışardaydım. O sırada oldu. Keşke ben de evde olsaydım da onlarla ölseydim.” dedi Mustafa. “Önceleri bazı yardım isteme sesleri geliyordu ama 1 saat önce tüm sesler kesildi.” Bunları söylerken arada sürekli hıçkırıyordu.
- “Öyle deme be Mustafa. Tanrı’dan umut kesilmez. Bakarsın bir boşluk olmuştur, hayatta kalmışlardır ve sağlam çıkarlar”.
- “Yok be abi. Kim gelecek de bu kadar enkazı kaldıracak? Bak zaten dümdüz olmuş. Hem o süre içinde ve bu kış günü bu insanlar bu betonun molozun altında nasıl dayansın? Hepsi ölmüştür. Sağ olanlar da ölüp gidecek. Benim korkum cesetlerini bile alamadan çürümeye başlamaları.”
Semih’in de boğazı düğümlendi. Gözyaşlarını zor tutuyordu.
- “Peki Mustafa bizimkiler nereye gitti? Biliyor musun?
- “Abi, Sevgi ablanın kafasına apartmandan bir kiremit mi tuğla mı ne düşmüş, başı kanıyordu sanırım pansuman için bir yer arıyorlardı. Sonra da size bakmaktan söz ettiler ama emin değilim.”
Çok kere hem kendi hem de Nazif Babası onları daha sağlam bir eve hiç olmazsa daha güvenli bir eve kiraya çıkmaları konusunda uyardı ise de pek dikkate alınmamış, onun tuzu kuru, Kemer Country de Kütük Villasına keyif çatıyor diyerek dalga geçmişlerdi.
Semih burada kalıp da yapabileceği bir şey olmadığına kanaat getirmişti. Mustafa’ya tekrar başsağlığı dileyip telefon numarasını verdikten sonra, çaresizlik içinde eşinin ve çocuklarının yanına dönmeye başladı.
Demet’e ve çocuklara ne söyleyecekti. Nazif, Sevgi ve kızlarını aramalıydı ama telefon olmadan nasıl ulaşabilirdi onlara. Yol boyunca düşündü durdu. Aslında bulabileceğine dair bir ümit verse Demet’in kalkıp Yenimahalle’ye geleceğini ve kız kardeşini etrafta aramak için anlamsız bir çaba içine gireceğini biliyordu.
En doğrusu bu kiremit ile yaralanma olayından hiç bahsetmeden, Sevgi’nin Samatya’ya annesine bakmaya ve evleri yıkıldığı için onun evi sağlamdır düşüncesi ile yanında kalmaya gitmiş olabileceklerini söylemekti.
* * * *
Aslında gerçek durum da çok farklı değildi. Nevzat ve Sevgi, deprem sonrasında Semih ve Demet’e ulaşmaya çalışmışlar ama telefon hatları açık olmadığı için bunu başaramamışlardı.
Nevzat depremden yarım saat kadar sonra Sevgi ve kızını nispeten emniyetli bir park alanda oturtmuş, Ataköy 9ncu Kısma kadar gelmiş ama Semih’e veya Demet’e rastlamamıştı. Zaten o sırada Semih de çok uzaklarda ve başının çaresine bakıyordu.
Nevzat, Apartmanın yıkılmamış olduğunu görünce bacanağı ve ailesinin hayatta olduklarına hükmederek bu bilgiyi Sevgi ile paylaşmaya ve sonrasında da bir yolunu bulup onları, Samatya’ya, kayınvalidesinin evine götürmeye karar vermişti.
O günü, her türlü sıkıntıya rağmen hem tekrar aile olarak bir arada olmanın hem de Annelerinin ve Sevgilerin sağ oluşu nedeniyle mutlu geçirdiler.
* * * *
Hala yiyecek ve içecek bir şeyleri yoktu. Yemek ya da bir tas sıcak çorba dağıtacak bir organizasyon da yoktu. Neredeyse 24 saat dolmak üzere idi.
Semih eve girerek mutfakta kalan bozulmamış şeyler varsa onlardan almayı istiyor ama Demet sürekli engelliyordu. Esasında, evlerinde de bozulmamış sağlam bir şey kalma ihtimali pek yoktu.
Belki biraz pirinç, mercimek ve fasulye gibi kuru bakliyat bulabilirlerdi ama onları nasıl ve neyle pişirip yiyebilirlerdi ki.
Semih her şeye rağmen bir ara eve çıkarak buzdolabından bir şeyler almayı düşündü ise de bu defa Alican onu bu işten vaz geçirdi. Dolapta olan ve yenilebilir bazı yiyecekleri Zorba’yı bulmaya gittiğinde zaten alıp getirdiğini söylüyordu Alican.
Tek tesellileri hala havanın beklenmedik derecede ılık oluşuydu. Gerçi yağmur yağsa belki toz toprak azalır ve insanlar yağmur suyu biriktirip içebilirlerdi.
Tuvalet konusuna gelince; erkekler için tuvalet o kadar önemli bir sorun olmasa da Demet ve Zeynep her defasında park içindeki o pis ve giderek daha da kirlenen, su ve kâğıdı bulunmayan tuvalete gitmek zorundaydılar.
Semih en geç 2-3 gün içinde bir şekilde buradan gidebileceklerini değerlendiriyordu ama telefonların çalışmıyor olmasından ve biri kendilerini ararsa bulacağı tek yerin apartman yakınları olmasından dolayı şimdilik bu bölgeyi terk edemiyorlardı.
Apartman giriş kapısı camına bir not iliştirdiler. Notta “Biz şu anda Hanımeli Sokak’ta, 34 HCU 45 Plakalı Kırmızı aracın içindeyiz.” yazıyordu.
Semih; Demet ve Alican’a rağmen evlerine gidip bulabildiği her türlü yiyecek ve suyu alıp gelmek istiyor ama Demet bir artçı olup apartman yıkılır endişesi ile sürekli olarak buna karşı çıkıyordu.
Durumlarında olumlu bir gelişme de yoktu. Bölgeye ulaşabilen herhangi bir yiyecek ve içecek yardımı olmadığı gibi hava da bir saat sonra kararacaktı.
Semih kararlıydı. Bu geceyi de arabanın içinde itiş kakış geçirecekleri belliydi. Arabanın arka camı kırık olduğu için hem oranın kapatılması hem de üstlerine kendilerini, sıcak tutacak ilave bir şeyler almalıydılar.
Ortalık hazır aydınlık iken tuvalet bahanesi ile yanlarından ayrılıp apartmana yöneldi. Alican kendisine üç basamağın yerinde olmadığını söylediğinden yanında da bir metre uzunluğunda bir su dolabı kapağı vardı.
Dokuz kat merdiven çıkması gerekiyordu. Acele etmeden ağır ağır çıkmaya başladı. Kırık basamakların olduğu yere elindeki dolap kapağını koydu. Aşması kolay olmuştu. Yavaş yavaş çıkarken sekizinci kata kadar geldi. Evlerinin olduğu bir üst kattan darbe sesleri duydu. Huylanmıştı. Sessizce çıkmaya devam etti. Sesler kendi dairesinden geliyordu, arada bir konuşan iki de erkek sesi duyuluyordu. Bunlar evlerinde para ve kıymetli şeyler arayan iki hırsızdı.
Semih’in bunlara pabuç bırakacak hali yoktu elbette. Sonuçta 1.80 boyunda biraz da iri yapılı ve atletik biri idi. Yan dairenin kapısı da zaten deprem sırasında kırılıp açık kalmıştı. Önce oraya girip silah olarak kullanabileceği bir şeyler bulmalıydı.
Dairelerin planı hep birbirinin aynı olduğundan yanlarındaki daireye girip mutfağa yöneldi. Tezgâh üzerinde bir ekmek bıçağı duruyordu. Bıçağı sağ eline aldı. Hala bir şeyler arıyordu. Onu da çok geçmeden buldu. Bu bir hamur açma merdanesi idi. Şansı yaver gidiyordu. Merdaneyi de sol eline aldı. Fazla ses çıkarmamaya çalışarak komşunun dairesinden çıkıp kendi dairesinin kapısına yaklaştı.
Aslında Semih’in planı hırsızlara saldırmak değil korkutup kaçırtmaktı.
Yatak odalarında bir kasa ve kasada da Demet’in kıymetli mücevherleri, bilezikleri, pasaportları, her an kullanmadıkları banka kartları, hesap cüzdanları ve 10 000 $ kara gün parası vardı. Salon kapısında durup adamlara seslenecek silahlı olduğunu gösterecek ve evden bir şey çalmadan, kendisine fazla bulaşmadan kaçmalarını sağlayacaktı. Planı buydu.
O sırada kasayı keşfetmiş, açamasalar da alıp götürmeyi planlayan hırsızların Semih’in korkutması ile kolayca vazgeçecek bir durumları yok tu. Ama elbette Semih bunu bilemezdi.
Koridoru geçip salonun bir metre kadar içine girdi Semih. Sağ elinde ekmek bıçağı sol elinde merdane aniden bağırdı.
- “Şerefsizleeeeeerrr! Ne yapıyorsunuz ulan! Defolup gidin sizi öldürmeden.” Bir taraftan da elindekileri havada sallıyordu.
Hırsızlar önceden hiç fark etmemişti onu. Biri panik içinde kendini dışarı atarak hızla merdivenlere yöneldi. Ama diğer hırsızın üzerinde silah vardı. Silah kurusıkıydı ama adama cesaret karşısındakine korku verecek bir görüntüye sahipti. İkinci hırsız tabancayı eline aldı ve sesin geldiği salon kapısına doğru tutarak:
- “Hayatına susamadı isen kıpırdama. Depremde Tanrı seni öldürmemiş olabilir ama ben senin canına ederim…” dedi.
Aslında 1,65-1.70 boylarında kara-kuru, çirkin bir adamdı ama elinde silah vardı ne de olsa.
Semih bir an duraksadı. Bıçak tutan elini, hırsızı onaylarcasına aşağı indirdi. Hırsız tabancayı suratına doğru doğrultulmuş şekilde tutarak kapıya yanaşıp sıvışmak üzereyken Semih biraz da bilinçsiz şekilde ve panikle diğer elindeki merdaneyi hızla hırsızın silah tutan koluna indirdi.
Önce bir patlama ardından da “Aaaaahh!” diyen bir feryat yükseldi. Hırsız kurusıkıyı ateşlerken aynı anda koluna inen merdane ile silah tutan kol kemiği kırılmış, onun acısıyla bağırmıştı.
Semih silahın kurusıkı olduğunu bilmediğinden yaralandığını düşünürken hırsız da büyük bir acı ile kendini merdivenlerden aşağı attı. Bu arada elindeki silah da düşmüştü. Aslında hırsız Semih’ten daha fazla bir panik ve korku halinde idi. Ama Semih o anda bunu nasıl bilecekti?
Ne olur ne olmaz düşüncesiyle hırsızın düşürdüğü tabancayı alıp beline soktu. Bu beklenmedik karşılaşmanın şokunu atlatmak için biraz soluklanmalı ama hava tamamen kararmadan önce de evden alacaklarını almalıydı.
Hırsızlık olayını görmesi ve yaşaması önceliklerini değiştirmişti. Yatak odasına girdi. Hırsızlar evdeki iki Notebook ve iki I-Pad’i bir torbada, giderken götürmek üzere yatağın üzerinde koymuş kasayı da duvardaki monte edildiği yerden sökmeye çalışmışlar ama başaramamışlardı.
Semih Demet’i dinleyip eve çıkmasa, bu riski almasa kasa ve bilgisayarlar sökülüp götürülecekti. Ama yine de buna değer miydi? Semih daha sonra bu konuyu uzun uzun düşünecekti.
Şifreyi uygulayıp kasayı açtı. İçindekileri, hırsızların bıraktığı torbaya boşalttı. Bir daha gelirlerse boşuna açmaya ya da çalmaya uğraşmasınlar diye de kasa kapağını açık bıraktı. Birazdan çocukların yanına inecekti. Acaba bu olanları ve yaşadıklarını anlatmalı mı yoksa anlatmamalı mıydı? Anlatmamaya karar verdi.
Bu gelişini ve zaferini bir de yiyecek ve içecek ile taçlandırmalı idi. Hava artık tamamen kararmak üzereydi.
Buzdolabına yöneldi. Demetin iki gün önce pişirdiği yarım tencere kadar pirinç pilavı vardı. Onu plastik kapaklı bir kaba aldı. Mutfak çekmecesinden aldığı dört kaşığı da üstüne koyup kapağını sıkıştırdı. Bir de sulu bir şeyler olsaydı. Dolapta gözüne iki Adet Ton Balığı konservesi, bir adet mısır konservesi çarptı. Buzdolabında yer olduğunda demet bu tip küçük konserve kutularını da dolaba koyardı.
Hava tamamen kararmıştı. Muzaffer bir komutan edası ve sırtında içinde paradan konserveye, I-Pad’den bileziğe kadar dolu bir çuvalla arabaya, ailesinin yanına döndü.
Üzerini örtecek ve onları sıcak tutabilecek bir şey alamamıştı. Ne yeri ne de zamanı kalmamıştı buna. Yarın bir kere daha çıkar ve alınabilecek son şeyleri de alabilirdi nasıl olsa. Hem artık silahı da vardı.
Mısır konservesini, ton balıklarını İki günlük pilavı birbirine karıştırıp afiyetle yediler. Tek eksikleri son sularını da içmiş olmaları nedeniyle yarın için gerekli içecek idi.
O geceyi de mecburen aracın içinde geçirdiler. Zeynep’te arka koltuğa geçmiş, Alican’ın yanına sokulmuş iki kardeş, kucaklarında Zorba olduğu halde elyaf yorgana sarılmış ve o şekilde uyumuşlardı.
Semih araba arka cam kırık kısımlarını ilave eski gazetelerle kapadığı ve bu gece araç içinde üç değil de dört kişi olduklarından mı yoksa tüm aile bir araya gelmekten dolayı mı bilinmez ama bu gece dün geceye oranla daha az soğukta uyuyacaklardı…
* * * *
Depremin üzerinden 36 saat geçmişti. İlk geceyi Semih olmadan ama ikinci geceyi hep beraber araçta geçirmişlerdi.
Sabah saat 5 sularında Semih ve Demet uyanmış, bir daha uyuyamamış, çocuklar ise nispeten daha az sıkıntıyla uyumuştu. Semih gece bir ara kalkıp küçük tuvalet ihtiyacını görmüş ama Demet sabaha kadar kendini tutmuştu.
Demet ve Semih araçtan inip kaldırımın kenarına oturdular. Üzerlerinde kabanları olmasına rağmen evden aldıkları elyaf yorganı da sırtlarına almışlar, oturdukları yere de buldukları kalın bir mukavvayı sermişlerdi. Demet çok endişeli idi, sordu:
- “Semih ne yapacağız? Bundan sonrası için ne düşünüyorsun? Fikrini almak istiyorum.” Diyerek Semih’e sordu:
- “Çok net ve açık cevabımı istiyor musun? Ama bu seni korkutabilir. Aşırı gelebilir diye endişe ediyorum.” Semih her ne kadar hırsızlarla karşılaştığında çok akıllıca ve tedbirli davranmamış olsa da genelde mantıklı, muhakeme gücü yüksek ve sonuç odaklı çalışan biri olarak bilinirdi. Bu yönüyle de çalıştığı Reklam Sektöründe önemli bir konuma gelebilmişti. Sorunlarına çözüm arayan aile yakınları ve dostları sıkça ona danışırlardı. Semih devam etti:
- “Bence bu olayın üç farklı boyutu var, hayatım. Birincisi bizim bundan sonraki yaşamımız, ailemiz ve buradaki evimiz, ikincisi benim iş hayatım, çocukların okulu, üçüncüsü de bundan sonra İstanbul’da kalsak bile bu şehirde yaşamın nasıl olacağı. Apartmanımız orta ya da en iyi ihtimalle hafif hasarlı. Tekrar oturulabilir, yaşanılabilir durumda olması için önce hasar tespiti ve deprem dayanıklılık tespiti yapılmalı ki iş bu ortamda en az bir-iki ay alır. Sonrasında eğer yıkılmamasına karar verilse bile tekrar oturabilmemiz için sağlamlaştırılması ya da takviyesi gerekir ki bu da 2-3 ayı bulur. Bu esnada apartman merdivenlerimizin, daire kapılarımızın da değişmesi gerekecektir. Bence en iyi ihtimalle apartmanımız 4-5 aydan önce eski haline getirilemez. Bu da 5 ay için zorunlu bir başka ikamet yeri, çocuklarımız için yeni okullar demek.”
- “O kadar vahim bir durum” diye onayladı Demet.
- “Ben sana iyimser tahmin yaptım. Bu işler için her kat malikinden çok ciddi paralar toplanmalı. Eğer DASK’a güvenir de beklersek DASK nereye nasıl yetişecek de bize de sıra gelecek. Bu nedenle hala bu apartmanda oturulması düşünülüyorsa her kat malikine ciddi masraflar düşeceği aşikâr. Oturanların yarıdan çoğu kiracı. Ev sahipleri de yenileme konusunda o kadar aceleci olmayacaktır. Kim bilir onların da başka ne can ve mal kayıpları vardır bilmediğimiz. Hadi hepsini unutalım. Her şey rast gitsin. Sence evimizin önündeki cadde ne zaman eskisi gibi çift yönlü trafiğe açılabilir? Asfaltlanabilir? Sadece bizim caddemizde yıkılmış altı blok, yıkılması gerekli ve ağır hasarlı on bir blok var. Dün Bacanağın evine giderken saydım. Bunların tamamen yıkılıp temizlenmesi en azında altı ay alır. İstanbul’da bunlar gibi yıkılmış ve yıkılacak 300 000’e yakın ev var.” Demet gözleri faltaşı gibi açılmış dinliyordu. Semih anlatmayı sürdürdü:
- “Hadi diyelim ki tüm ülke seferber oldu ve bunlar altı ayda halledildi. Sadece Bakırköy ilçesinde üç yüz kilometre içme suyu, üç yüz kilometre uzunluğunda da doğal gaz hattı var, kanalizasyon hatları var. Bunlar ne kadar zamanda yenilenir de bizim bloğa doğal gaz ve su verilebilir. Daha elektriği saymadım bile. En az 6 ay da onlara ekle. Çünkü enkaz kalkmadan o işler başlayamaz. Yani 12-18 aydan önce bir daha apartmanımızda yaşam olamaz. Bu da çok iyimser tahminim.”
Demet şoke olmuştu. Böyle bir tablo olabileceği aklına hiç gelmemişti.
- “Şimdi kış ayında olduğumuz ve havalar da soğuk olduğundan salgın hastalıklar konusunda şanslı sayılırız. Eğer bu bölgedeki insanlar tahliye edilmezlerse iki hafta sonra salgın hastalıklar başlar.”
- “Nasıl yanı, evleri sağlam olan insanlar da mı tahliye edilmeli?” diye sordu Demet.
- “Elbette. Sen beni iyi dinlemedin galiba. Bu demektir ki 1,5 -2 sene elektrik yok, su yok, tuvalet yok, ısınma yok. Eğer soba kurarsan o başka.
Ayrıca düşün ki altı ay da tüm civar yollar kapalı, etrafta bu koku ve salgın hastalık riski. Evi sağlam olsa bile insan böyle ortamda yaşayabilir mi? İşe gidip gelebilir mi? Çocuğunu okula göndere bilir mi? Gönderirse nereye? Nasıl?”
- “Yani evine son defa bak mı diyorsun sen?” diye üzgün bir ifade ile sordu Demet.
- “Demet, bugün bundan sonraki hayatımızın ve yaşantımızın ilk günü olmalı. Hızlı ve doğru kararlar almalıyız. Ama ilk yapmamız gereken de bu coğrafi bölgeyi bir an önce terk edip, malı ve mal varlığını unutup hayatta olduğumuza şükretmek olmalı.
Bundan sonra da hayata farklı bir gözle bakmalıyız. Hırslarımızı bastırmak, standartlarımızı daha mütevazi ve küçük hale getirmek, gerekiyorsa bir başka şehir de yaşamayı seçmek zorundayız. Aslında belki de bu tercihleri deprem olmadan da düşünüp gerçekleştirebilirdik ama biraz geç kaldık. Ama biz her şeye rağmen yine de şanslı ailelerden biriyiz. Şu ana kadar can kaybı vermedik. Ama biliyoruz ki ‘Bir musibet bin nasihatten yeğdir.”
Demet bu kadar derin ve kapsamlı düşünmemişti. Semih kadar da karamsar değildi. Daha doğru bir ifade ile Semih kadar vahametin farkında değildi.
* * * *
Bölgelerinde bazı arama kurtarma çalışmaları yapıyor gibi görülse de bunlar çoğunlukla bireysel ve organize edilmemiş faaliyetlerdi. Şu ara en çok ihtiyaç duyulan şey enkaz altında hala canlı olarak kurtarılmayı bekleyen insanlara ulaşmaktı, ama nasıl? Yeterli insan gücü yoktu. Yeterli ekipman yoktu. Ara cadde ve sokaklar tamamen bloke durumda idi. Elektrik enerjisi yoktu. Telefon hatları kullanılamıyordu.
Ortada güvenlik güçleri veya kurtarma için gönderilmiş askeri birlikler de halen yoktu. Olağanüstü hâl ülke çapında ilan edilmiş olmasına rağmen uygulandığının hiçbir belirtisi yoktu.
2016 yılında Sıkıyönetim Anayasadan çıkarılmış olduğundan bu durumla valiliklerin mücadele etmesi gerekiyordu.
Büyükşehir ve İlçe Belediyeleri yetersiz kalıyordu. Depremden nispeten az etkilenmiş bir avuç belediye canla başla çalışmasına rağmen 16,5 milyonluk bu metropol’e nasıl yetebilirdi?
* * * *
Alican ve Zeynep uyanmış, anne ve babalarını arabanın içinde görememekten dolayı bir an için endişelenmişler ancak daha sonra kaldırım kenarında oturuyor görünce rahatlamışlardı. Şimdi aile için yiyecek ve içecek bir şeyler bulmak ve telefonların açılmasını beklemekten başka yapılacak pek de bir işleri yoktu.
Tuvalet ihtiyacı için parkta bir erkek bir de kadın tuvaleti olmasına rağmen artık kullanılamıyordu. Suyun olmayışı ve temizlenememesi nedeniyle girebilmek mümkün değildi. Her türlü artçı riskini göze alıp apartmanlarının bodrum katındaki kapıcı dairesinin tuvaletini kullanıyorlar, ara sıra da yol kenarlarındaki atık sulardan bir tenekeye doldurup tuvalete dökerek tıkanmasını önlemeye çalışıyorlardı.
Aslında kanalizasyonlar da kırılmış ya da tıkanmış olduğundan atıklar bir şekilde ya geri tepiyor ya da tekrar sokak ve caddelere çıkıyordu.
Açık bir market, yiyecek ya da içecek alınabilecek bir yer yoktu. Cebinizde dolar olması da bir işe yaramıyordu. Tabii bazı fırsatçılar hariç. Semih de kasadan aldığı 10000 $ cebinde olmasına rağmen ne yiyecek ne de su bulacağından emin değildi.
- “Yiyecek içecek bir şeyler bakıp da geleyim.” dedi. En azından bu konuda kendisine güven duymasını sağlayacak şekilde cebinde para ve belinde silahı vardı. Bunlar yeterli olur muydu?
Karanfil Sokak boyunca ilerledi. İnsanlar çoğunlukla çaresiz ve pejmürde haldeydi. Manolya sokağın köşesine geldiğinde ilkokulun önünde küçük bir kalabalığın su alışverişi yaptığını gördü.
At hırsızı kılıklı bir adam 500 cc suları, on iki adet birden alınmak şart ile 100 liraya satıyordu. Tarzı hiç benimseme se de çaresiz bir yüz lira verip 12 adet suyu aldı. Çok geçmeden aldığına da pişman olacaktı.
Yol boyunca geriye arabasının yanına giderken kendisini gören hemen herkes suyu nereden aldığını? Kendilerine parası karşılığı satıp satamayacağını soruyordu. Çok bitkin görünümlü iki yaşlı insana birer şişe su verdi ama bunun sonu yoktu.
Suyu verdiğini gören 7-8 kişi üzerine gelip onlar da su istemeye ve Semih’e çıkışmaya, saldırmaya başladı. Derken su dağıtıldığını sanan diğerleri geldi. Bir anda etrafı insan dolmaya başladı. Onun karaborsacı olup fahiş fiyatla su satmak istediğini ileri sürenler de oluyordu. Neredeyse linç bile edilebilirdi.
Semih bu insanlara silah çekemezdi. Zaten yaptığı iş de hiç içine sinmemiş, tüm insanlığa karşı kendisini suç işlemiş gibi hissetmişti. Suları elinden bıraktı ve suçlu edasıyla başladı arabasına doğru kaçmaya.
* * * *
Hala yiyecek bir şeyleri yoktu. Kendilerine bir gün yetecek içme suyunu 100 liraya da olsa alabilmiş ama koruyamamıştı. Hiç olmazsa içmek için su bulabilseydi hem Demet hem de çocukları mutlu edebilirdi.
Aklına bir fikir geldi. Arabanın üzerine koydukları, yağmur yağarsa içine su dolmasını umdukları plastik kabı aldı. Kimseye bir şey söylemeden apartmanlarına yöneldi. Merdivenleri hızla çıkıp dairelerine ulaştı.
Önce tüm evi gezdi. Salon dahil her şey ayaktaydı. Büfe duvara sabitlenmediği için yemek masasının üzerine doğru devrilmiş, tüm biblolar bardaklar yan yatmış, dökülmüş ya da kırılmıştı. Bir gün önce hırsızlarla karşılaştığında hava kararmış olduğundan bu kadar detaylı bakamamıştı salonlarına.
Yakın zaman önce aldığı büyük ekranlı, ev sinema sistemli TV seti olduğu gibi yerdeydi. Duvarlarını süsleyen 2 tablo ile Venedik’ten bin bir özenle taşıyıp getirdikleri ve büyük para ödedikleri “kapito monte” biblo da yerde, dört parça halinde idi.
İçi cız etti. Demet bu tip eşyaya çok değer verir ve gözü gibi bakardı. Herhalde evin bu halini görmemişti ya da algılayamamıştı deprem anında. Zira deprem olduğunda hava karanlıktı.
- “İnşallah Demet eve hiç çıkmaz ve bu halini de görmez.” diye geçirdi içinden.
Mutfağa geçti. Mutfak çekmecelerinin birinde olduğunu hatırladığı kahve cezvesini arıyordu. Aradığı orta boy cezveyi buldu. Elinde şöyle bir tarttı. “Tamamdır” dedi kendi kendine. Şimdi tek dileği deprem sonrası evi terk ederken Demet ya da çocukların tuvalet sifonuna basmamış olmaları idi.
Elinde plastik kap ve cezve tuvalete girdi. Tuvalet loştu. Kapıyı sonuna kadar itip rezervuarın üzerindeki mermer kapağı kaldırdı. Düğmesine basılmamış ve içi su doluydu.
Plastik kabı klozet kapağı üstüne koyup başladı cezveyi doldurup doldurup plastik kaba boşaltmaya. İki dakika içinde neredeyse dört litreye yakın suyu olmuştu. Plastik kabı aldı ve tekrar mutfak tarafına yöneldi. Su da hafif sarımtırak bir renk vardı. O da rezervuar içindeki metal parçaların paslanmasından oluşuyordu herhalde. Kendi kendine, “Bu tam olarak olmadı, hem bunu merdivenlerden taşıyıp da nasıl dökmeden arabaya kadar götürebilirim” diye düşündü.
Aslında açık bir kap yerine plastik bir kapaklı bidon olsa daha iyi olmaz mıydı? Akına eve bir ay kadar önce Migros’tan aldıkları 5 litrelik Kolonya bidonu geldi. Evde sürekli limon kolonyası kullanır ve bu iş için de plastik 5 litrelik bidonlardan alırlardı.
Banyo alt dolabını açtı. Yarısına kadar kolonya dolu bidonun içindeki limon kolonyasını acımadan tuvalete boşalttı. Limon ve alkol kokusu pis kokuyu nispeten bastırmıştı. Çekmecedeki pamuk paketini de alıp elindeki boş bidon ve su dolu kap ile mutfağa geçti. Mutfak çekmecesinden aldığı çay süzgecinin içine pamuğu yerleştirip kolonya bidonunun ağzına yaklaştırdı. Cezveyle plastik kaptan aldığı suyu süzgeç üzerinden dökerek ağır ağır bidona doldurmaya başladı. İki defa kirlenen pamuğu değiştirerek bu işleme devam etti.
Beş dakika kadar sonra su süzülmüş ve plastik kolonya bidonuna dolmuştu. Yaklaşık dört litre kadar suları olmuştu. Bu onları bir gün de olsa idare ederdi. Yarın gelip aynı işlemi diğer tuvalet rezervuarından da yapıp yine dört-beş litre nispeten temiz suya sahip olabilirdi.
Bir elinde plastik kap diğerinde içinde su olan kolonya bidonu ve evden aldığı birkaç öteberi ile neşe içinde aşağıya indi.
* * * *
Evlerinin bulunduğu cadde olsun yan sokak ve caddeler olsun yıkıntılar nedeniyle tamamen tıkalı idi ve hala hiçbir yol açma faaliyeti yapılamıyordu.
Herkes kendi enkazının başında el yordamı ile bir şeyler yapmaya çalışıyor ama yıkıntıların altından kimseye ulaşılamıyordu. Enkaz arasından az da olsa görülebilen kol ve bacaklar, hala çıkarılamayan cesetler vardı. Çaresizlik içinde yardım gelmesi bekleniyordu ama nasıl?
Son 18 saat içerisinde çadırı olanlar ya da bir şekilde evlerine ulaşıp alabilenler, buldukları en uygun alana çadırlarını kurmaya başlamıştı.
Semih eşya taşırken araç koltukların üzerine serdikleri bezi bir çakı yardımıyla kesip parçalayarak, uçlarını da ense kısmından bağlayacak şekilde ağız ve burunlarını kapsayan maskeler yaptı her birine. Bu bir nebze de olsa kokuyu almalarına yardımcı oluyordu ama bu bölge de bir ya da iki gün daha kalırlarsa dayanmaları mümkün değildi.
Tüm Marmara Bölgesinde Olağanüstü Hal ilan edilmişti. Askeri Birlikler Anadolu’nun muhtelif yerlerinden İstanbul’a sevk edilmekte idi. Bu askeri birliklere asayiş ve gerektiğinde silah kullanma konusunda tam yetki verilmişti.
Birçok ilçeye elektrik verilemiyordu. Ataköy’e elektriğin en erken 40 gün sonra verilebileceği, içme suyu sisteminin onarılamayacağı ve ancak yeni sistem çekilebileceği, bunun da 2-3 ayı bulabileceği, bu sürede arozöz ile her mahalleye su taşınabileceği, doğal gazın ise bir yıldan önce tekrar eski haline getirilemeyeceğine dair görüşler ileri sürülüyordu.
İşin en ilginç yanlarından biri de bir deprem durumunda su dağıtmak, çadır kurmak, yemek pişirmek, enkaz kaldırmak gibi işlerle görevli kamu ve sivil çalışanların neredeyse tamamının kendileri olmasa da bir yakınları depremde ölmüş veya halen enkaz altında idi.
Bu insanların kendi yakınlarının canlarını bırakıp da gelip başka canları kurtarmaları ancak kendi yakınlarından tamamen ümidi kesip cesetlerini çıkardıktan sonra mümkün olabilirdi ki bu da haftalar alabilirdi.
İstanbul’da yaşayan ve bir İstanbul Depreminde felaketzedelere yardım etmek üzere planlanmış ve görevlendirilmiş herkes zaten kendisi felaketzede durumunda idi. Bunun tek istisnası İstanbul 3’üncü derece deprem bölgesine denk gelen birkaç ilçe idi ki onlar zaten ellerinden geleni yapmaya çalışıyor ama çok yetersiz kalıyorlardı.
Diğer illerden yardım için gelenler ise hem İstanbul’u bilmediklerinden hem de cadde ve sokaklar enkaz ve araçlar nedeniyle tıkalı olduğundan nerede ne yapmaları gerektiğini bilemiyordu. Diğer illerden gelen bu yardımların dağıtımı da koordine edilemiyor, gelişigüzel dağıtılıyor ya da kapışılıyordu.
En çok korkulan şey, içme sularının olmayışı ve mevcut sulara da koli basili bulaşması idi. İlerleyen günlerde şehir içinde dayanılmaz koku, salgın hastalıklar, açlık ve susuzluk olabileceğinden ana yollar açıldıktan sonra aracı halen çalışıyor olan ve gidebilecek yeri olanların başka şehirlerdeki yakınlarının yanına gitmesi en uygun hal olarak görünüyordu, tabii yakıt bulabilirlerse.
Şehrin özellikle depremden zarar gören Yeşilköy, Yeşilyurt, Ataköy, Bostancı gibi nispeten varlıklı insanlarının oturduğu semtlere gelen bazı yabancıların terkedilen evlerde ve enkaz altında para ve mücevher aradığı, bu nedenle cinayetler bile işlendiği söyleniyordu.
Askeri Birliklerin güvenlik ve asayişi sağlamaya çalışacağı ve bu nedenle gerekli görürlerse silah kullanabilecekleri duyuruluyordu. Civardaki Migros, A-101, BIM gibi tüm marketler yağmalanmıştı.
Yani bu depremde işini en iyi bilip yapanlar, ölü soyguncuları ve yağmacı şerefsizlerdi.
Morglar dolup taşmıştı. Hastaneler hasta ve yaralı kabul edemiyordu. Zaten hastane çalışanı, doktor ve hemşirelerin neredeyse yarıdan çoğu kendi yakınları ile ilgilenebilmek zorunda olduğundan hastanelere gelemiyor ya da yolların bloke ve kapalı olması nedeniyle ulaşamıyordu.
Başakşehir’in biraz kuzeyinde çok büyük bir Devlet Arazisi üzerine deprem de hayatını kaybedenler için cesetlerin onar onar topluca gömüleceği mezarlar kazılmıştı. Hayatta kalanlar için en uygun çözüm Bakırköy, Fatih, Zeytinburnu, Küçükçekmece, Büyükçekmece, Avcılar, Kadıköy, Moda, Bostancı, Adalar gibi semtleri en azından 12-18 ay arasında terk etmek olacaktı.
Aynı gün öğleden sonra ilk askeri birlik cadde başında görüldü. Yaklaşık yüz kadar asker ellerinde bazı paketlerle cadde boyunca enkaz üzerinden, yanından ilerliyor, başlarındaki kıdemli kişi de her iki bloğun önüne silahlı bir asker görevlendiriyordu. Amaç asayişi sağlamak, bir yağma veya soyguna engel olmaktı. Birliğin sayısı kendilerine doğru yaklaştıkça görevlendirmeler nedeniyle giderek azalıyordu. Başlarında bir yüzbaşı ve yüzbaşının elinde de bir pilli megafon vardı. Biraz sonra ses daha duyulur ve anlaşılır hale gelmişti. Yüzbaşı şöyle söylüyordu:
- “Geçmiş olsun. Ben Tank Yüzbaşı Mert. Bu bölgenin güvenliğini ve sizlerin ihtiyaçlarını koordine için Ankara’dan bölgeye intikal etmiş bulunuyoruz. Biraz sonra parkın yanına kuracağımız koordinasyon ve yardım çadırı ile sizlere destek vermeye çalışacağız. Bizlerin de şimdilik yeteneklerimiz kısıtlı. Özellikle hırsızlık ve yağmanın önlenmesi konusunda bizlere yardımcı olmanızı bekliyoruz. Bir yanlış anlama durumunda size karşı da silah kullanılabileceğini unutmayın. Akşam üstü buraya gelecek aş ve su aracımız ile yetiştirebildiğimiz oranda size sıcak çorba, ekmek ve aile başına beş-on litrelik bidonlarda su dağıtılacaktır. Ancak şimdi bu caddenin tek şeritle de olsa araç geçişi için açılması gerektiğinden biraz sonra gelecek olan iş makinası gelmeden lütfen cadde üzerinde aracınız varsa kenara ve mümkünse kaldırıma çekin. Yoksa aracının cebren sürüklenip yol açılacaktır.”
Aslında araçlar ya da sahipleri enkaz altında idi ve araçları çekecek durumları da elbette pek yoktu. Sadece birkaç araba da hareketlilik görüldü ama i bu hareketlenme de yolların açılabilmesi için çok yetersizdi.
İnsanlar askerini yardımda görmekten mutlu olmuş, acılar biraz da olsun hafiflemişti. Pek çok kişi Yüzbaşının etrafını çevirmiş, özellikle de enkaz altındaki yakınları için yardım istiyor ve çalışma bekliyordu. Ama küçük bir birlik ve asıl amacı da asayiş olan asker istese bile nereye ve nasıl yetişebilirdi?
Bir saat kadar geçmişti ki iş makinası sesleri gelmeye başladı. Biri askeri diğeri belediyeye ait bir dozer ve bir paletli ekskavatör, Uğur Mumcu Bulvarından geçip Hanımeli Çiçeği Sokağın girişine gelmişti. Araçların yanında bir gurup belediye çalışanı, bir gurup da polis vardı.
Bu esnada şöyle bir kargaşa yaşanıyordu: Yıkılıp da caddeyi ve sokağı kapayan enkaz bu iki iş makinası ile cadde kenarına doğru sürüklenerek yol girişi açılmaya çalışırken enkaz altında yakınlarının kurtarılmasını bekleyenler enkaza makine sokulmasına karşı çıkıp makinaların önüne yatıyorlardı.
Aslında Makine Operatörlerinin ve Güvenlik Güçlerinin de yapabileceği başka bir şey yoktu. Enkaz altında hala sağ olan insanlar olabilir düşüncesiyle 6-7 güne kadar bekleyecek olsalar, bu esnada açıkta kalan ve depremden kurtulanlar açlık, susuzluk ve salgın hastalık riski ile karşılaşacaktı. Çoğunluğun yaşamı ve güvenliği için enkaz altındaki hala sağ birkaç kişi feda edilip tüm mahalleliye yardım götürülmesi daha doğru gibi görünüyordu. Çünkü önümüzdeki 3-4 gün içinde enkazda arama yapılabilmesi, yıkılan bina sayısı fazlalığı nedeniyle mümkün değildi. Yani ümit yoktu enkaz altındakiler için.
Yaşanan arbedeye rağmen iş makinaları yolu açmaya devam ediyordu. Bu arada yolda bırakılmış ya da kalmış arabalar da enkaz muamelesi görüyor ve yol ortasından çekiliyordu. Ne yazık ki nadir de olsa arada insan ölülerine de rastlanıyor, öyle anlarda biran için makinalar duruyor, ceset belediye çalışanlarınca önce her yönden fotoğraflanıyor, torbaya konuyor ve arkadan gelen kamyonetin kasasına yükleniyordu. Kamyonetin içinde bir de görev yapan bir İmam vardı.
Makinalar bu şekilde çalışmayı sürdürerek ağır ağır ilerliyorlar ama her dakika bir bağırış, feryat ya da tartışma mutlaka oluyordu.
Havadaki koku her geçen saat daha da ağırlaşıyordu. Aylardan Ocak ve mevsimin kış olması nedeniyle enkaz altlarındaki insan ve evcil hayvan cesetleri yeni yeni kokmaya başlıyordu ama kanalizasyonların kokusu ilk andan itibaren dayanılmaz idi.
Bir saat kadar sonra çalışma Demet’in arabasının yanına kadar gelmişti. Semih’in ricasıyla arabanın arka kısmına dökülmüş enkaz molozu da alınıp yolun boş kenarına itildi. Makinalar sadece yolu tek şerit açıyor ama enkaz ve toprak kamyonlar tarafından alınamıyordu. Hem ortalıkta kamyon olmadığı gibi olsa da bu yollara giremez, enkaz tamamen kaldırılmaya çalışılsa bu yol daha bir ay araç geçişine açılamazdı.
Uzunluğu 800 metreyi bulmayan caddenin temizlenip bir kamyonetin geçebileceği kadar açılması üç saat sürmüştü. Üstelik moloz sadece kenara alınmıştı. Açma işlemi bittiğinde kamyonete konulmuş ceset sayısı yedi idi. Belki bunlardan bazıları iş makinası çalışırken hala hayattaydı.
O akşam yiyecek ve su dağıtılacak, evlerinin hırsız ve yağmaya karşı korunması sağlanacak yarın da aile başına aile nüfusuna uygun büyüklükte bir çadır ve kişi başı birer battaniye verilecekti.
Saat 17.30’da nihayet yemek dağıtım kamyoneti geldi. İnsanlar kuyruk oluşturmuştu. Semtte yaşayanlar genellikle kültürlü ve tahsilli kişiler olmasına rağmen kuyrukta yer yer sıra kavgaları çıkıyor, görevli askerler gerektiğinde sert şekilde müdahale ederek ortamı yatıştırıyordu.
Sıradakilere, Mert Yüzbaşı tarafından, bölgeye gelmeden önce hazırlandığı anlaşılan aile karneleri tahsis ediliyor, üzerine aile fertlerinin isimleri ve yaşları yazılıyor, her iki kişiye 5 litre plastik bidon içinde su, yarım ekmek ve kişi başı bir plastik tabak mercimek çorbası ve bir plastik kaşık veriliyordu. Bunlar bile pek çok kişi için oldukça mükemmel ve depremden 48 saat sonra midelerine giren ilk yiyecekti.
Semih’te Alican’ı yanına alarak sıraya girmişti. Tam 1,5 saat sonra karne çıkma, su alma ve çorba teminini tamamlayıp arabalarına döndüler. Sıcak bir çorba hepsine iyi gelmişti…
* * * *
Depremin üzerinden geçen üçüncü güne gelinmişti. Bölgeye gelen yüz kadar asker dışında başka arama kurtarma ekibi gelememişti. Gelenlerin de asıl amacı zaten arama – kurtarma değildi. Kurtarma umutları bu nedenle giderek tamamen tükeniyordu. Zira o kadar çok enkaz vardı ki kim? Nereye? Nasıl yetişecek ti?
Koku dayanılmaz seviyeye çıkmıştı. Elektrik İstanbul’un 1nci Derece Deprem Bölgesine giren hiçbir yerine verilememişti ve daha haftalarca verilme umudu yoktu.
Su ise askerin günlük olarak verdiği kişi başı 1,25 litre dışında bulunamıyordu. Salgın hastalıklar kapıdaydı. Askeri birlikler İstanbul’a sevk edildikleri halde ne asayişe ne de kurtarma faaliyetlerine tam olarak yetemiyordu. Tüm ara sokak ve caddeler enkaz nedeniyle kapalıydı. Yavaş yavaş açılmasına çalışılıyordu. Ortada fareler cirit atmaya başlamıştı.
Radyo anonsları da evlerin güvenli olduğu bildirilmedikçe hasar gören yerlere girilmemesini istiyordu, Apartmanları yıkılmasa bile civarda pek çok yıkık bina vardı. Hem onların apartmanında da merdivenler de çökme olmuş, daire kapıları da yerlerinden çıkmıştı.
Semih’in aklına gelen tek şey, Nazif babaya ulaşmak ve onun kendilerini almasını sağlamaktı. Ancak telefonlar çalışmadığı, ana yollar bile halen açılamadığı için nasıl haberleşecek ve Nazif Baba ile buluşacaklardı. Üstelik telefonlarının şarjı da bir kere bitmiş, arabanın kontak anahtarını açıp araç aküsünden Demet’in ve Semih’in telefonunu 4 saat kadar şarj etmişlerdi. Şimdi saat başlarında telefonların çalışıp çalışmadığını kontrol edip sonra tekrar bataryaları boşalmasın diyerek kapatıyorlardı.
Evin önünü ve arabanın civarını da terk edemiyorlardı. Zira Nazif baba veya bir başka tanıdık kendilerini ararsa bakabileceği tek yer apartmanın civarıydı.
Arabanın aküsü dayandığı sürece saat başlarında radyoyu açıp duyuruları dinlemeye çalışıyorlardı ama durum çok iç karartıcı idi. Belediyelerin inşaat araçları, ana caddeler üzerinde terk edilen araçları gerektiğinde ezerek ve sürükleyerek acil geçişler ve askeri birliklerin intikali için açmaya çalışıyordu.
* * * *
Demet, yakınından gelen bir ses ile irkildi. Cep telefonunun ziliydi bu. Neredeyse 3 gündür duyduğu ilk telefon sesi idi. Elini cebine attı ve telefona baktı. Arayan annesiydi. Acaba o muydu yoksa onun telefonundan kendisini arayan bir başkası mı? Bir an “inşallah annemdir.” dedi. Telefonu açtı.
- “Yavruuuum. Kızım benim. Kuzum benim. Telefonu açamayacaksın diye öyle korktum ki. Nasılsın kızım? Zeynep, Alican, Semih nasıllar? Sizin oralarda çok kayıp varmış. İyiler mi kızım. Hemen söyle.” Soruları birbirinin peşi sıra motor gibi sıralıyordu.
- “Anneciğim öncelikle sana şunu söyleyeyim ki biz iyiyiz. Semih iki gün öncesine kadar yanımızda değildi ama şükür ki o da sağ salim geldi. Zeynep’te çok iyi Alican’da. Sen nasılsın benim güzel anacığım. Bir şeyin yok ya?” Aslında çok iyi bir konumda ve durumda olmasalar da sağ olduklarına şükrediyordu Demet.
- “Ben iyiyim kızım. Zaten ben ölsem ne olacak ki gelmişim yetmişime.
Hem Sevgi’ler de bizde.
- “Tahmin etmiştik anacığım. Bizde evlerini yıkık gördük ama Allahtan kapıcı Mustafa kurtulduklarını görmüş, Semih’e söylemiş. Sana gelmiş olduklarını düşünmüştük ki doğru çıktı. Onların da iyi olduğuna ve beraber olduğunuza çok sevindim.”
Demet telefonda Sevgi ile konuştu. Böylesine kötü anında bile annesi ve kız kardeşinin bir arada oluşu onu fazlasıyla mutlu etmişti. Annesi onların da yanına gelmesini ve hep beraber bu sıkıntılı günleri atlatabileceklerini söylüyordu. Eğer çok çaresiz olsalar elbette bu yapılabilirdi. Ancak annesinin Samatya’daki evi üç katlı olmasına rağmen oldukça küçüktü. Değil üç aileyi iki aileyi bile zor barındırırdı. Hem telefonlar da artık çalışmaya başladığına göre nasılsa Nazif baba ile irtibat kurabilirlerdi artık.
Bir yolunu bulup bu hengameden bir an önce uzaklaşmaları gerekiyordu. Bunun da onlar için en emin tek yolu vardı. Semih’in babası ve annesinin Kemerburgaz’daki evine ulaşmak.
* * * *
Aradan yarım saat bile geçmemişti. Bir motosiklet, üzerinde bir adam ve arkasında bir kız kendilerine doğru geliyordu. Semih dikkatlice bakınca kask takmış olmasına rağmen bunun Levent’in kendisine bahsettiği Yuki Motosikleti ve arkasındaki kızın da Levent’in kızı Zeynep olduğunu gördü.
Telefonlar çalışmaya başlar başlamaz Levent, Semih’i arayarak durumlarını ve o anda nerede olduklarını sormuştu. Demek bir sürpriz yapmak istemişti. Levent ile kızı Zeynep’in arasındaki sele üzerindeki bölgede de iki büyük poşet vardı. Motorunu tam arabanın yanında durdurup askıya aldıktan sonra önce Zeynep’i indirdi motordan. Ardından da:
- “Merhaba Semih.” diyerek sevgiyle Semih’i kucakladı. Levent’i; Demet, Alican ve kızı Zeynep ile tanıştırdı. Sanki kırk yıllık dostlar gibi kucaklaştılar. Özellikle iki Zeynep’in ilk defa birbirini görmelerine rağmen içtenlikle sarılmaları unutulmaz bir görüntü oluşturuyordu.
Levent evlerinde olan yiyeceklerden ve özellikle de kendisine bir hafta önce Mersin’den gönderildiğini söylediği portakallardan 3-4 kilo getirmişti. Bunun hem su hem de vitamin ihtiyaçlarını karşılayacağını düşünüyordu. Ayrıca Levent’in onlar için bir de planı vardı.
- “Evimiz nispeten sağlam. Dönüşüm gördüğü için çok hafif sıva çatlakları dışında sıkıntımız yok. En az bir hafta yetecek kadar yiyecek ve iki damacana da suyumuz var. Sizin artık sağlamlaştırılıp onarılıncaya kadar 8-10 ay bu evde oturma şansınız pek yok. Annemle de görüştüm. Ortalık yatışıncaya kadar sizi bizim evde misafir edeceğiz. Hem adaş Zeynep’ler de bu arada birbiri ile arkadaşlık eder.” dedi.
Sesinde hiçbir yapmacıklık olmadığı gibi böyle bir formülün gerçekleşmesinin onu çok da mutlu edeceği gözlerinden okunuyordu.
Demet; “Bu zamanda daha bir gün önce tanıştığı kişiye ve ailesine evini açacak insanlarımız da var” diye içinden geçirerek duygulandı.
- “Ben şimdi her iki Zeynep’i motorla götürüp bizim eve bırakırım. Sonra da gelip önce Alican, sonra Demet ve sonra da seni alırım. Siz de bu arada son hazırlıklarınızı yaparsınız Semih.” dedi.
Bu esnada Alican ve Zeynep hem portakallarını soyup yiyorlar hem de bu hiç beklenmedik teklifi kafalarında ölçüp biçiyorlardı. Semih:
+
- “Levent’ciğim, teklifin çok cömert ve güzel ama ben biraz önce Nazif babamla nihayet konuşabildim. Bize ulaşmaya çalışıyor. Sana da Taksim’den Bakırköy’e doğru gelirken yolda anlattığım gibi evleri oldukça büyük ve müsait. Biz ilk fırsatta oraya gideceğiz. Bakarsın ilerleyen günlerde bir fırsat çıkar da belki biz seni, anneni ve Zeynep’i de oraya alırız”. Dedi.
* * * *
Semih Nazif Babayı aradığında Nazif’in de onları merak edip altı saat önce yola çıktığını ve ancak Yeşilköy Atatürk Havaalanı kavşağına ulaşabildiğini öğrendi.
Babasının onların bulunduğu cadde ve sokaklara girebilme imkânı yoktu. En iyi ihtimalle, E-5 üzerindeki Ataköy metrobüs durağına mümkün olduğunca yanaşabileceğini, oraya gelmelerini ve kendilerini oradan alabileceğini, ancak oraya bile bir saatten önce ulaşmasının mümkün olamayacağını söylüyordu.
Demetle konuştu.
- “Evden acil almamız gereken şeyler varsa alayım. Çünkü artık eve bir daha geri dönemeyebiliriz.” dedi.
Gerçekten de bir daha Ataköy’ün eski haline gelebilmesi yıllar alabilirdi. Öncelikle Nazif Baba ve Elif Annenin yanına yerleşip daha sonra hem iş hem de çocuklar konusunda sağlıklı karar vermeleri gerekecekti. Belki de 3-4 sene İstanbul’a uğramadan bir başka şehirde yeni bir hayat kurmalıydılar.
Çocuklara belli etmeden Semih eve gidecek, bulabildiği şarj cihazlarını, Demet’in çantasındaki ehliyetini herkes için ikişer takım iç çamaşırı, salonda bulunan ve onlar için çok özel anlam ifade eden evlilik fotoğrafları ile banyo dolabındaki Zorba’nın taşıma kabını alacaktı. Fazla oyalanmayacak, bunları mümkün olduğunca taşıma kabının içine koyacak ve bir defada dairelerine çıkıp inecekti.
Planlandığı gibi de yaptı. Demet çocukları meşgul edip oyalarken eve gitti. Ancak geri dönmesi 25 dakikayı bulmuş ve bu arada bir de artçı sarsıntı olmuştu.
Kedileri Zorba taşıma kabında, Zeynep Demetin elini, Ali Semih’in elini tutmuş, diğer ellerinde bilgisayarları ve sırt çantası ile Nazif babanın onları almak üzere geldiği Jeep’ini bulmak üzere E-5’e doğru yöneldiler,
Kolejinin önüne geldiklerinde; üzgün, yorgun ve çaresiz gözlerle apartmanlarına ve enkaz altında kalan arabalarına son bir kez baktılar…
SON
YAZAN : Mehmet ASAL – Arsal ASAL
· Her türlü telif hakkı Yazarlara aittir. İzinsiz olarak yayınlanamaz, neşredilemez.
· Bu öyküde kullanılan sayısal verilerde B.Ü. Kandilli Rasathanesi Deprem Araştırma Mrk. ve İstanbul Büyükşehir Belediyesinin bu konudaki çalışmalarından yararlanılmıştır.
Comments