MAVİ VATAN...
- mehmetasal
- 1 May 2022
- 4 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 27 Haz 2023

Yazan : Mehmet ASAL 26 Nisan 2020
Dünya da ki tüm Deniz Kuvvetlerinin amacı, ya da bir başka deyişle tüm Deniz Kuvvetlerinin asıl görevi “Ülkesinin Deniz hak ve menfaatlerinin korunmasıdır.”
Mavi Vatan ismi her ne kadar son zamanlarda dillere pelesenk olmaya başlasa da; Karasuları ve hava Sahası gibi ülkelerin tam egemenliklerine terkedilen alanlar ile Kıta sahanlığı, Münhasır Ekonomik Bölge, Bitişik Bölge gibi kavramlar yaklaşık yüzyıla yakın zamandır bilinmekte ve ülkelerce bu konularda çeşitli haklar ileri sürülmektedir. Özellikle kıyıları karşılıklı olarak birbirine çok yakın ve adalarla girift olmuş Türkiye ve Yunanistan gibi ülkeler için bu sorunların Uluslararası Hukuk kuralları ile çözümü çok zordur. Bu nedenle akıl, mantık ve adalete dayalı ki biz buna Deniz hukukunda HAK VE NISFET diyoruz, çözümler gereklidir. Bu da ancak iki ülke arasında anlaşma ile mümkündür.
Uluslararası Hukukta Mavi Vatan diye bir kavram yoktur. Ancak Deniz ve Denizcilik konularını yıllarca ihmal etmiş ve önemini kavrayamamış, bizim gibi Denize sırtını dönmüş, ülkesinin neredeyse tamamı denizlerle çevrili olmasına rağmen bir Deniz ya da Denizcilik Bakanlığı olmayan ülkeler için, motivasyon kazandırması açısından “MAVİ VATAN” tabiri, kulağa hoş geldiği gibi tüm deniz alaka ve menfaatlerini içeren uygun bir kısaltma olarak ta görülmektedir.
Özellikle o zamanlar adı mavi vatan olmasa da 1970’lerden sonra BU KONUDA Türk Silahlı kuvvetleri ve özellikle Deniz Kuvvetlerimiz büyük yol kat etmiştir.
1976 yılında HORA Araştırma Gemimiz Marmara’dan yola çıkarak Ege’ye gittiğinde Hora’ya Destek Grubunun Muhabere subaylığı görevi yapıyordum. Hareket öncesi 2 haftaya yakın süre İstinye’ye bağlayan Hora’ya da giderek, Dz. Kurmay Albay Sadun Öztürk ve Dz. Teğmen Mehmet Gündöndü ile birlikte Muhabere sistemlerini kurmuş, Deniz de ne şekilde davranılacağı, karşılıklı bir çatışma durumunda neler yapılacağını organize etmiştik. Gemiye giriş çıkışlarımızda sürekli birileri tarafından gözetleniyorduk ya da bize öyle geliyordu.
Geminin hareketinden 1 hafta kadar önce Telsiz Zabiti endişe duyarak görevden affını istediğinden Hora Çanakkale Boğazından çıkarken Telsiz Zabitliği görevini sivil kıyafetiyle Deniz Teğmen Mehmet Gündöndü yapıyordu. Ben de koruma ve izleme grubunun Muhabere Subayı ve Komodor İcra Subayı idim.
1978 yılında SSCB ile çok önemli bir Kıta Sahanlığı anlaşması yapılmış ve Karadeniz Romanya ve Bulgaristan’ın hakları saklı kalmak kaydı ile eşit şekilde bölüşülmüştü.
Kıbrıs Barış Harekatından 4 yıl sonra yapılan bu anlaşma oldukça büyük bir başarıdır. Bundan 9 yıl sonra, 1987 de, henüz SSCB dağılmadan 2 yıl önce Sovyetler Birliği ile Karadeniz’de yapılan Ekonomik Bölge görüşmelerine Türk Deniz Kuvvetleri Komutanlığını temsilen katılıyordum.
Heyet Başkanımız Büyükelçi Rahmetli Deniz Bölükbaşı idi. Sahil Güvenlik Komutanlığını temsilen Dz. Albay Kuntsav Süer ile birlikte 7 gün Moskova’da ve sonrasında Türkiye’de yapılan görüşmelerle, o zamanki Süper Güç SSCB ile tamamen hak ve nısfete uygun bir anlaşma hazırlayarak Karadeniz’i tam eşit şekilde paylaşacak bir Ekonomik Bölge anlaşması hazırladık, SSCB’ye de imzalamayı kabul ettirdik. Anlaşma başka nedenlerle o tarihte imzalanamadı.
1995 yılında Yunanistan’ın Meclisinde kabul ettiği bir yasa ile Karasularının genişletilmesi yetkisini Yunanistan Hükümetine vermesi krizi ve 1996 da ki Kardak Adası Krizleri süresince ABD’de Washington’da Deniz Ataşesi idim.
O dönemde sıklıkla Pentagon’a davet ediliyor ve ABD İstihbaratı ile krizi aşmanın yolları üzerinde çalışıyorduk. Nitekim çok zekice ve olayı daha fazla büyütmeden, ancak gasp edilen hakkımızı da geri alacak şekilde yandaki adacığa Türk Bayrağının dikilmesi suretiyle “Yunanistan “tükürdüğünü yalamak zorunda bırakıldı.”
Aslında Mavi Vatan üzerinde son 50 yıldır oldukça başarılı işler yapılmıştır. Bu işlerin önemli bir bölümüne de ben şahsen tanıklık ettim ve birçoğunun da bizzat içinde bulundum.
Deniz Hukuku konularına olan ilgim nedeniyle de Harp akademilerinde okurken her yılında ayrı birer tez hazırlayarak Türk Yunan ilişkilerine derinliğine girme imkanı buldum.
Bugün Doğu Akdeniz’de ki durum da, aslında o yıllarda yazdığım bir makalede de yer aldığı gibi “ardı arkası gelmez Rum isteklerinin kaçınılmaz bir sonucudur.”
Kısa bir süre önce, Libya da ki Hükümet ile yapılan Sınırlandırma anlaşması aslında kaçan trenin son vagonunu yakalamaya çalışmak ile eş anlam ifade etmektedir.
Yararlı mıdır? Elbette yararlıdır.
Başarı mıdır? Son yıllarda gelmiş olduğumuz acıklı durum, nokta dikkate alınırsa evet.
Ama bu noktaya nasıl geldik? Neden geldik?
Türkiye’nin halen Akdeniz’de ilan edilmiş bir Münhasır Ekonomik Bölgesi yoktur.
Libya ile yapılan anlaşma, Libya’nın çok küçük bir bölümünü temsil eden, geleceği meçhul, her an Libya’nın geri bir adım atarak iptal edebileceği İkili ve çok sınırlı bir anlaşmadır.
Libya mutabakatı aynı zamanda Türkiye’nin güneyden kuşatılmasının da önlenmesi açısından bir ilk adım olmuştur. Ancak; Doğu Akdeniz’deki savaş, sadece doğalgaz ve petrol üzerine kurulu değildir.
Bu anlaşma ile menfaati zedelenen Kıbrıs Rum kesimi ve Yunanistan, anlaşmayı tanımamaktadır. AB iptali için baskı yapmakta ve tanımamaktadır.
Kıyıdaş Devletler Suriye, İsrail, Mısır karşımızdadırlar. Her ne kadar bu anlaşma da onların menfaatine doğrudan dokunan bir şey olmasa, hatta bazı gerçekler anlam yönünde onları uyarıcı olsa bile.
Bu da Türkiye’nin Uluslararası alanda ve Mavi vatan konusunda aslında nasıl da yalnız olduğunun ve daha yapılacak o kadar çok şey olduğunun en basit kanıtıdır.
2002 yılından bu yana Türk hükümetleri Deniz Alaka ve Menfaatleri konularında parmağını oynatmamış, asıl mücadeleyi veren subaylar ise, Balyoz adı altında bir kurma senaryo ile etkisizleştirilmiştir. Tüm bu menfi gelişmelere rağmen geriye kalan, Atatürk ilkelerini benimsemiş Yılmaz bir avuç askerin gayreti ile gemi yüzdürülmeye çalışılmaktadır.
Mavi vatan kavramı altında; Karadeniz’den başlayarak, Türk Boğazları, Ege Denizi ve Doğu Akdeniz’de ki menfaatlerimizin tamamını bir bütün olarak görmek zorundayız.
Bu anlamda halen Karadeniz; 1978 ve 1987 yılında yapılan anlaşma ve görüşmeler ve kıyıdaş devletlerin 12 millik karasularını kabul etmeleri nedeniyle şimdilik durgundur.
Ancak Karadeniz’in bu durgunluk ve sulh durumunun en önemli katalizörü “1936 tarihli Montrö Boğazlar Sözleşmesi” dir.
Kanal İstanbul bu Denizin Sulh Denizi olmasını engelleyici ve Türkiye’nin intiharı anlamına gelen bir projedir. Montrö’nün tüm dengelerini yıkabilecek ve Karadeniz’i tam bir kargaşaya sürükleyecek potansiyele sahiptir.
Bu konu apayrı bir etüd ve çalışma konusudur.
Ege Denizine geldiğimizde; Mavi Vatan’ı tehdit eden en büyük sorunlar:
Karasuları,
Hava sahası,
FIR hattı ve Arama Kurtarma Sahası,
Kıta Sahanlığı,
Ekonomik Bölge,
Adaların Silahlandırılması,
Adaların Sahiplenilmesi sorunlarıdır.
Bu konular ve özellikle Karasuları ile ilgili olarak, Web Sitesinde yer alan, “Yunanistan karasularını Genişletebilir mi? İsimli 1982 yılında kaleme aldığım makalemi okumanızı öneririm.
Doğu Akdeniz de ise; Türkiye’nin Güneyden Kuşatılması, Deniz dibi ve Deniz İçi kaynakların paylaşımı/kullanımı sorunları vardır.
Elbette ki Kıbrıs Sorunu da tüm bunlardan ayrı düşünülemez.
NETİCE OLARAK:
Türkiye Kuzeyde, Batıda ve Güneyde çevrildiği Karadeniz, Ege denizi ve Akdeniz ile ve bu denizdeki hak ve menfaatleri ile bir bütündür.
Tam Egemenlik hakkı karasuları sınırına kadar olsa da Münhasır Ekonomik Bölge ve Kıta Sahanlığı üzerindeki hakları ile Kara da, Deniz de ve Hava da Vatan bir bütündür ve bu şekilde düşünülmek zorundadır.
Mavi Vatan kavramı tüm bunların ayrılmaz bir bütün olduğunu hafızalara nakşetmesi anlamında güzel ve yerinde bir tabirdir.
Ancak halen bir Denizcilik Bakanlığı bile olmayan Türkiye’nin bu konulara hangi güzel ismi verirse versin, Denizi ve Denizciliği ülkenin bir numaralı meselesi olarak görmediği sürece olumlu hayallere kapılmamamız gerekir.
ATATÜRK, 11-21 Eylül 1924 tarihleri arasında Cumhuriyet Donanmasının ilk seyir yapan gemisi HAMİDİYE Kruvazörü ile Karadeniz Seyahatine çıkmıştır. Bu seyahati esnasında gemi subaylarına en sık vurguladığı husus şudur:
“Donanmasız Anadolu olmaz. Donanmadan yana kuvvetli olmak Türkiye’nin savunması için şarttır. Donanmamız izlediğimiz politikanın da en kuvvetli desteği olacaktır.”
Comments