RUSYA MI? AMERİKA (ABD)MI?
- mehmetasal
- 12 May 2022
- 13 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 27 Haz 2023
YAZAN: Mehmet ASAL

Türkiye – Rusya ilişkilerinde dikkatimi çeken hususlardan biri, konu dış siyasete ya da hegemon güçlere geldiğinde:
- Sen Amerikan yanlısı mısın? Rus yanlısı mısın? sorusu olmaktadır.
Bu insanlara ya SİYAH’ı seç ya da BEYAZ’ı gibi bir dayatmadır ve çok anlamsızdır.
Aslında bu bir bakıma son 25 yıl içerisinde içine düşürüldüğümüz, “BİTARAF OLURSAN BERTARAF OLURSUN” dayatmasının da çok açık ve seçik bir sonucudur bu.
1960’lı yılların sonları 70’li yılların başlarında ülkücüler ve devrimciler olarak iki ayrı kutup ve gurup oluşmuştu. Solcular “Moskova” yanlıları, sağcılar “Washington” yanlıları olarak adlandırılırdı. Sanki ikisinden birinin yanında olmak zorunda imiş gibi.
Bu dönemde "ironik" bir olay da vardı, sağcılar solcuları protesto ederken Taksim Atatürk Anıtı önüne giderler, anıtın üzerinde yer alan figürlerin önemli bir kısmının Rus olduğunu bilmeden, anıta çelenk sunarlardı.
Rasyonalistler ise çok azınlıkta olmakla birlikte şöyle slogan seçmişlerdi.

“NE AMERİKA NE RUSYA, TAM BAĞIMSIZ TÜRKİYE”
Bu aslında Ulu Önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün bize çizdiği vizyon ve verdiği misyonun tek cümle ile ifadesidir.
Aşağıda 6 madde, Atatürk'ün Dış Politika çizgisinin temel eksenidir.
Mustafa Kemal Atatürk, cumhurbaşkanlığı yaptığı yıllarda diğer devletlerle diplomatik ilişkiler kurmuştur. Bunun en temel hedefi, Türk Devletini milletlerarası tanıtmak, uluslararası meşruiyet kazandırmaktır.
Atatürk, dış güçlerle olan ilişkilerde her zaman ülkenin kendi çıkarlarını ön planda tutmuştur. Atatürk'ün dış politika ilkeleri şu şekildedir:
v GERÇEKÇİLİK: Mustafa Kemal Atatürk'ün dış politikaları gerçekçidir. Daima doğruyu arar, boş hayaller peşinde koşmaz. Gerçekçi hedefler koyar, milli çıkarları gerçekleştirme konusunda kararlı olmayı amaçlar.
v BAĞIMSIZLIK: Atatürk, Türk Devletinin gerçek bağımsızlığını daima ön planda tutmayı amaçlamıştır. Bu bağımsızlık siyasi, mali, iktisadi, kültürel ve askeri her konudadır. Bu ilke, milli mücadele sürecinde her türlü bağımsızlık ilkelerine gölge düşürecek hususları ortadan kaldırmayı amaçlamıştır.
v BARIŞÇILIK: Atatürk dönemindeki dış politika ilkelerinin bir diğer özelliği barışçıl olmasıdır. Özellikle Millî Mücadele döneminde ki savaş ortamında bile görüşmeler yoluyla barışın sağlanması amaçlanmıştır. Bu doğrultuda Mustafa Kemal Atatürk, "Yurtta Sulh, Cihanda Sulh" sözüyle dış politika ilkelerinin temel yaklaşımını vurgulamıştır.
v GÜVENLİK: Ülkenin güvenliği en önemli hedeflerinden biri olmuştur. Mustafa Kemal Atatürk, Cumhuriyeti'nin kendisini koruması için güvenlik önlemlerinin almasının gerekliliğine inanmıştır. Böylece halkın kendi gücüne dayalı ekonomik ve askeri yapılanmayı sağlam temellere oturtmak için çalışmalarda bulunmuştur. Ülkenin salt kendi gücünün yetersiz kaldığı alanlarda, bölgesel barışın korunması için ittifaklar yaparak barışçıl bir yol izlemiştir. Böylece ülke güvenliğinin sağlanabileceği durumlarda gerekli görüldüğü zamanlar ittifak kurulabileceği öngörülmüştür.
v BATICILIK: Türkiye'nin çağdaşlaşma ilkeleri doğrultusunda Batı'ya yakınlaşmasını, modernleşmesini, uygarlaşmasını amaç edinmiştir. Atatürk, ülkenin çağdaş uygarlık düzeyine çıkarılmasıı konusunda Batılılaşma ilkesini benimser. Bu sebeple dış ilişkilerde batıya öncelik tanır. O dönemlerde uygarlığın ilerlemesi, batılılaşmayla eşdeğerdi. Atatürk batılı bir anlayış kazandırmanın bir güvenlik görevi olduğu inancıyla hareket etmiştir. Onun Batıcılığı Siyaseten değil Kültürel ve Medenileşme anlamında Batıcılıktır.
v AKILCILIK: Atatürk'ün Türk dış politika anlayışı, aklı ve bilimi esas almıştır. Uluslararası ilişkilerde, karşılıklı yarar ilkesi esastır. Bu ilkeyle beraber yeni devlet uluslararası hukuka bağlı kalmıştır.

Muhafazakârların ve milliyetçilerin “Komünistler Moskova’ya” söylemi bir yana bizde hemen her tarihte sol kesimlerin Rusya ilişkilerine daha sıcak bakması söz konusu olmuştur.
Ancak son yıllarda Batı ile yaşanan sorunların ardından muhafazakâr kesimde de Rusya’ya teveccühünün arttığını söyleyebiliriz. Yine de bu bakış açısının ne kadar uzun ömürlü olacağını zaman gösterecektir.
Türkiye’nin NATO’ya girme sebebinin Stalin’in boğazları ve Kars ile Ardahan’ı istemesi olduğu söylenir her zaman.
Öyle bir şey vardır evet ama bu kısa süren ve çok büyütülen bir krizdir aslında.
1946 Sovyet notasında Stalin, 1936 Montrö sözleşmesinin revizyonunu ve boğazların denetimini Türkiye ile birlikte yapmayı talep eder.
Bu olayı çok iyi değerlendiren Batı adeta anında Türkiye’ye kucak açar, ama elbette ki bizim karakaşımız gözümüz için değil kendi emperyalist amaçları için.

Sovyetlerin bu çıkışının ve isteğinin ardında Sovyet Dışişlerine sızmış ABD yanlısı Sovyet istihbarat elemanlarının da Stalin’i tahriki söz konusudur. Bunun en bariz kanıtı, bir İngiliz Büyükelçisinin bu isteği daha basına düşmeden tüm Batı başkentlerine iletmiş olması, olayın kasten abartılarak Türkiye’nin de gözünün korkutulmaya çalışmış olmasıdır. (Bu konuda bir belgeyi 1995 yılında Diplomatik Görevle Washington’da görevde iken ABD Kongre Kütüphanesinde bulmuştum)
Türkiye bu NOTA’yı elbette anında reddetmiştir ancak bu olay, Batı yanlılarının ve Sovyetlere sıcak bakmayanların ekmeğine de yağ sürmüştür.

SSCB de, Moskova’da fazlasıyla tartışılan ve tereddütler içeren bu isteği, Türkiye NATO’ya alınıncaya kadar geçen 7 yıl süre içerisinde eyleme dökmemiştir.
1945’te çıkarılan söylentiler arasında; Stalin’in 1921 Ankara anlaşması ile Türkiye’ye bırakılan Kars ve Ardahan’ı geri istediği iddiaları vardır, ama bunlar daha çok kulaktan kulağa dedikodu ve gazete yazılarından ibarettir. Aslında Ermeni’lerin Megalo İdeası olan bu tutum da o dönemde fazla soruşturulup araştırılmadan gerçek gibi kabul görmüştür. Zira o tarihte bir Sovyet Cumhuriyeti olan Ermenistan’ın bu iddialarının 23 senedir sürdüğü bilinmektedir.
Aslında Stalin 1935'te olduğu bir kez daha faka bastırılmış ve Türkiye Sovyetler ilişkileri 60 yıl süreyle donuk kalmıştır. Bir kere daha dememin sebebi ise 1935 yılında, M. Kemal Atatürk Cumhurbaşkanı iken yaşanan bir olaydır. Gelin bu vesile ile hep birlikte olayı hatırlayalım:
Stalin'in Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'nin başkanı olduğu dönemde (1929-1953) bu ülkenin Ankara Büyükelçisi ünlü bir diplomat olan Lev Mihayloviç Karahan'dı. Sovyet devriminin yıldönümlerinden 1935 yılında Stalin Türkiye için onur kırıcı bir demeç vermiş ve şunları söylemişti:

"Herkes bilsin ki, Rus milleti; Boğazlar ve Ardahan'ı ele geçirme arzusundan vazgeçmeyecektir. Çok yakın bir zamanda bu davamızı halletmiş olacağımızı müjdeliyorum."
Aynı gece Ankara'daki Sovyet Birliği Büyükelçiliği'nde Rusya'da yaşanan 1917 Devrimi'nin yıldönümü kutlanıyordu. Atatürk, gece yarısına doğru Stalin'in bu tehditkâr demecinden rahatsız olmuş ve emretmişti:
- Arabayı hazırlayın gidiyoruz.
- Paşamız bu saatte nereye gidecekler?
-Sovyet Elçiliği'ne... Ekibin etekleri tutuşur. Çünkü olayı kavrarlar. İçlerinden birisi Gazi'ye:
-Paşa Hazretleri nasıl olur? Protokolsüz mü? Siz Türkiye Cumhuriyeti Devlet Başkanısınız, protokolsüz nasıl gidersiniz?
-Ben protokol falan dinlemiyorum çocuk. Stalin vatanımın topraklarına göz dikmiş, sen bana protokolden söz ediyorsun. Hazırlayın arabaları! Gazi Mustafa Kemal ve ekibi Sovyetler Birliği Ankara Büyükelçiliğinin kapısına dayanır, yüzü asık bir şekilde yukarı çıkar. O sırada içeride büyük bir balo vardır. Gazi kendisini karşılayan Rusya Büyükelçisi Karahan'ı görünce,
-Merhaba Karahan! der ve sert bir şekilde söze devam eder:
-Ajanstan öğrendiğime göre Başkanınız Stalin, Ardahan ile Boğazları istemiş... Yakın bir gelecekte bu kararını uygulayacakmış. Tam böyle söyleyip söylemediğini bilemem ama buna benzer şeyler söylemiş. Bu konuşmanın bir kopyası sende vardır. Getir bakalım şunu da işin aslını da anlayalım.
Gazi Mustafa Kemal Paşa metnin o kısmını tercüme ettirir. Konuşma ajanstan geçen metin ile aynıdır. Gazi Rusya Büyükelçisi Karahan'a:
-Elçiliğiniz telsizinden Başkan Stalin ile temasa geçeceksin. Başkanın söylediği sözleri geri alacak! Yapamazsa ben yapacağımı bilirim. Bu cevap bu gece gelecek, çünkü benim senin Başkanınkinden daha önemli bir kararım var. İstediğim cevabı almadan elçiliğinizden çıkmam. Eğer cevap istemediğim şekilde gelirse buradan çıkıp doğru Rus sınırına gideceğim.
Lev Mihayloviç Karahan çaresizlik içinde telsizin başına geçer ve Gazi'nin söylediklerini Moskova'ya aynen ulaştırır. Rusya'dan gelen cevap Atatürk'ü tatmin eder. Cevap aynen şöyledir:
-Başkan Stalin'in Boğazlar ile Ardahan'ı almak gibi bir arzuları kesinlikle yoktur. Gazi Paşa bu cevabı okuduktan sonra Rus Büyükelçisi Lev Mihayloviç Karahan'a hitaben:
- Lev Mihayloviç Karahan seni geri çağırırlar ve yaşatmazlar. Uzun süredir tanışıyoruz, istersen bize iltica et!

Bu teklifi kabul etmez büyükelçi Mihayloviç Karahan. Gazi fazla ısrar etmez ve Cumhurbaşkanlığı köşküne geri döner. Karahan cevabi telgraftan hemen sonra geri çağırılır. Bu olaydan on gün sonra şöyle bir haber gelir:
"Sovyetler Birliği'nin eski Ankara Büyükelçisi Lev Mihayloviç Karahan idam edilmiştir".
Stalin biliyordu ki: Amansız şekilde 3 yıl süren Kurtuluş Savaşı’nda yedi düveli dize getiren bir başkomutan ve devlet adamının şakası olmaz. (Kaynak: Arıburnu, Kemal Atatürk'ten Anılar, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara,1976, s. 205).
Aslında Stalin yine gizli bir emelini, adım adım yaklaşan 2.nci Dünya savaşı arifesinde muhtemelen “gaza gelerek” açıklamıştır. 1946 yılında da bu defa tekrar gaza gelerek değil de "gaza getirilerek” benzer açıklamayı yaptığında Türkiye’yi Batı’nın kucağına itmiştir.
Stalin’in ölümünden kısa bir süre sonra, 30 Mayıs 1953’te, Sovyet Dışişleri Bakanı Molotov, Türk Büyükelçisine sözlü bir açıklama yaptıktan sonra, bir de yazılı bir metin verir. Bu metinde, “Sovyet Hükümeti’nin eski bakış açısını gözden geçirdiğini’’ belirttikten sonra, “Sovyet Hükümeti’nin Türkiye’ye karşı hiçbir toprak iddiası olmadığı ve Boğazları savunma isteğinden vazgeçtiği” belirtilir.
İşte o kargaşada ve Stalin’in ölümünden bir yıl önce, 1952 yılında Türkiye NATO’ya üye olur. Türkiye artık soğuk savaşın Batı kapitalizmi tarafındadır. Türkiye’nin Batılı Devletlerle olan ilişkileri arttıkça Sovyetler Birliği’nin Türkiye’ye karşı olumsuz bakış açısı da paralel olarak artmıştır.
Ama acaba kırılma tarihi 1952 midir?
Dikkatli olarak incelendiğinde, Türkiye’nin 10 Kasım 1938 sonrası gıdım gıdım Batı ittifakına yönlendirildiğini görürüz. Eğer M. Kemal Atatürk hala hayatta olsa Türkiye NATO’ya girer miydi?
ASLA!..

Bu noktada dikkatinize sunmak istediğim bir husus ta şudur:
ABD ve Batılı bazı ülkeler ne kadar Emperyalist ise aslında Sovyetler de aynı şekilde Emperyalisttir.
Latince "imperium" kelimesinden türeyen emperyalizm, aslen ekonomik amaç güden yayılmacı bir politikadır. Emperyalizm 20. yüzyılın başından itibaren tüm dünyada etkisini göstermektedir. Güçlü devletlerin, zayıf devletleri ekonomik açıdan kendilerine bağlamalarını esas alan emperyalizm hakkında sorulan birçok soru bulunmaktadır.
Emperyalizm, 20. yüzyılın başından beri dünyada görülen bir politikadır. Lakin emperyalizmin tarihi bundan çok daha önceye dayanmaktadır. Zira emperyalizmin 18. yüzyıl sömürgeciliğinin gelişmiş halidir.
Emperyalizm, genel olarak ekonomik ve siyasi açıdan yayılmacı bir politikadır. Lakin emperyalizmde asıl olan ekonomik yayılmadır, siyasi açıdan egemenlik amaç değildir. Zira emperyalizm genellikle ülkelerin siyasal bağımsızlıklarına zarar vermeden yapılmaktadır. Bunun tek istisnası Sovyetler Birliği’dir. Emperyalist olmasına rağmen Siyaseten de egemen olmayı güden politikalar izlemiştir ve halen Rusya olarak bu çizgisini fazla değiştirmiş görünmemektedir.
Emperyalizm ile ilgili bilinmesi gereken bir diğer kavram ise "küresel emperyalizm"dir. Peki küresel emperyalizm nedir? Kısaca değinmek gerekirse; küresel emperyalizm, emperyalizmin en üst seviyesi olarak kabul edilen ve küreselleşme kavramı ile benzeyen günümüz çağının bir olgusudur.
Emperyalizmin ortaya çıkışı aslında 18. yüzyılda Sanayi Devrimi ile birlikte olmuştur. Amacı ise şu şekilde sıralanabilmektedir;
Ticareti arttırmak ve kolaylaştırmak,
Ticaret yollarının kullanımını arttırmak ve bunların güvenliğini sağlamak,
Yeni hammadde kaynakları bulmak,
Yeni pazarlar edinmek,
Ekonomik açıdan güçlenmek.
İLK EMPERYALİST ÜLKE HANGİSİDİR?
Tarihte emperyalist politika izleyen ilk ülke İngiltere'dir. Zaten emperyalizm de ilk olarak 1870'li yıllarda İngiltere'de uygulanmaya başlanmıştır. İngiltere'de başlayan emperyalizm hareketi zamanla, başta kapitalist ülkeler olmak üzere tüm dünyaya yayılmıştır. Ekonomik bir sistem olarak emperyalizmin analizini yapan ilk kişi Vladimir Lenin'dir. 'Kapitalizmin En Yüksek Aşaması Emperyalizm' isimli bu eser, en önemli kaynaklar arasında yerini almaktadır.
EMPERYALİST NEDİR?
Emperyalist politikayı izleyen ülkelere emperyalist denmektedir. Yani emperyalizmi uygulayan ülkeler emperyalist olarak adlandırılmaktadır. Günümüzde halen emperyalist ülkelere rastlanmaktadır. Zira yukarıda da belirtildiği üzere kapitalizm ve emperyalizm birbirinin yol arkadaşlarıdır.
Emperyalist ülkelerin başında Amerika ve İngiltere yer almaktadır. Bu ülkeler haricinde ise Çin, Kuzey Kore ve Rusya da emperyalist ülkeler arasında yer almaktadır. Emperyalist kelimesi sadece ülkeler için değil, insanlar içinde kullanılabilen bir kelimedir.
Rusya, eski Sovyetler Birliği’nin en büyük ekonomisi, dünyanın yüzölçümü olarak en geniş ülkesidir. Buna karşın ABD, Çin hatta gelecek potansiyeli düşünülürse Hindistan ile boy ölçüşecek “büyük güç” potansiyeline sahip değildir. Avrupa ölçeğinde ise açık ara en büyük devlettir. Sürekli bu arada kalmışlığın sıkıntılarını yaşamaktadır. Halen süren Ukrayna Savaşı da bunun en önemli göstergesidir.

Rusya’yı emperyalist diye niteleyerek, ABD-AB-Japonya’nın başını çektiği kolektif emperyalizmle aynı kefeye koymak doğru olmasa da Rusya’nın da Emperyalist hedefler ve çıkarlar güden bir ülke olduğu açıktır.
Rusya’nın ve Putin’in son yıllarda ülkemiz ile nispeten dostane görülen ilişkileri bizleri asla kandırmamalıdır.
Rusya’nın Megalo İdeası, Boğazları ele geçirmektir. Böylece Akdeniz’e iniş, dünyaya açılma yolları da kolaylaşacak ve engel kalmayacaktır.
Türk Amerikan ilişkileri son 150 yıllık süreçte ve yoğunlukla 100 yıl içinde ortaya çıkan ve yukarıda da belirttiğimiz nedenlerle genellikle Rusya’yı dışlayan bir çizgi de gelişmiştir. Sizlere aşağıda özet olarak vereceğim 600 yıllık Türk-Rus ilişkilerine bakarsak, Rusya’nın en büyük düşman olduğu ve gelecekte de olacağı kolaylıkla görülecektir.
Son 50-60 yıl içerisind, Küba Krizi dışında doğrudan ve önemli bir Rus tehlikesi yaşanmadı ise de bunun bir sebebi önemli bir kriz yaşanmamış olması ve SSCB'nin 80'lerin sonunda dağılmasıdır. Yoksa “Ne Amerika’nın ne de Rusya’nın aslında Türkiye üzerindeki emelleri açısından aralarında bir farkı yoktur. Tek fark Rusların sınır komşumuz olması nedeniyle tıpkı bugün Ukrayna’yı nasıl işgale başladıysa bir gün bizi de işgale başlayabileceğidir. Amerika ve Batı şu anda fiili bir işgale gerek kalmadan, Küresel Ekonomi safsatasıyla zaten işgal etmiş durumdadır.
Türkiye’nin Kuzey komşusu Rusya ile ilişkileri, Moskova Dükalığının bir elçilik heyetini Kırım Hanı’nın aracılığı ile 1492 tarihinde İstanbul’a göndermesiyle başlamıştır. Osmanlı Devleti ile Çarlık Rusya’sı arasında başlayan söz konusu ilişki, giderek elçi görevlendirmeleri ile ilerlemiş ve bugün itibarı ile 530 yıllık bir tarihi geride bırakmıştır.
Bu süreç, uluslararası ilişkilerin doğası gereği tek düze olmayıp, savaşların, ittifakların, yardımların, yer yer dostlukların veya mesafeli duruşların sergilendiği çalkantılı bir süreçtir.

Ağustos 2008’de Rusya Federasyonu’nun Gürcistan’a saldırıda bulunması, Abhazya ve Güney Osetya’nın bağımsızlığını tanıması, ABD’nin Gürcistan’a yardım amacıyla, Montreux (Montrö) Sözleşmesi’nin sınırlarını zorlayarak gemilerini Karadeniz’e sokması, yine ilginç bir zamanlama ile aynı günlerde NATO tatbikatı kapsamında savaş gemilerinin Karadeniz sularına girmesi, şimdilerde Türk-Rus ilişkilerinin yeniden gerilimli bir sürece girmesine yol açmıştır.
2015 yılı Kasım ayındaki 'Uçak Krizi' yaşanmış, Rusya gibi nükleer bir güce karşı gereksiz ve düşüncesiz bir adım atılması onları bence haklı olarak son derece kızdırmıştır. Vladimir Putin’in “arkamızdan bıçaklandık” ifadesi yaşanan hayal kırıklığını özetliyordu. Aslında tıpkı NATO’ya itilişimiz/çekilişimiz öncesinde olduğu gibi bunda da bir ABD/Batı parmağı olduğu son derece açıktır.
Rusya ile ilişkilerin Batı’nın alternatifi görülecek bir ilişki gibi değil Batı'yla ilişkilerimizden bağımsız, ama kimi dengeler gözetilerek ve daha da geliştirilmesi ve bu yönde ele alınması gerekir.
TARİHTE TÜRK – RUS İLİŞKİLERİ VE RUSLAR NEDENİYLE KAYBETTİKLERİMİZ:

Daha önceki pek çok makalemde ABD, Fransa ve İngiltere’yi irdeleyip neden güvenmemek gerektiğini, onlarca yaşanmış olayla örnek vererek açıkladığım için burada sadece Rusya’yı ele aldım. (Bu konulardaki diğer makaleleri bu siteden okuyabilirsiniz. https://mehmetasal.wixsite.com/asal)
Osmanlı imparatorluğu, tarihi içerisinde çeşitli nedenlerle Rusya ile pek çok kere savaşmıştır. Bu savaşlar içerisinde Kırım, Kars, Ardahan, Batum gibi çeşitli topraklar iki ülke arasında el değiştirmiştir.
Osmanlı imparatorluğu, tarihi içinde 1677- 1918 yılları arasında Rusya ile on üç defa savaşmak durumunda kalmıştır. Bu on üç savaşın yapılmış olduğu yıllar sırası ile şu şekildedir:
1) 1677- 1681;
2) 1686- 1699;
3) 1711;
4) 1712;
5) 1713;
6) 1736- 1739;
7) 1768- 1774;
8) 1787- 1792;
9) 1807- 1812;
10) 1828- 1829;
11) 1853- 1855;
12) 1877- 1878;
13) 1914- 1918.

Rusya 1677'den 1918 senesine, kadar geçen 241 yıldan 57 yılını Osmanlı ile savaşmakla geçirmiştir.
Ortalama olarak on sekiz yılda bir Osmanlı ile Rusya arasında savaş açılmıştır. Osmanlı donanması, tarihte yapmış olduğu dört büyük felaketli muharebeden üçünü Ruslarla yapmıştır. Bunlar şu şekildedir:
1) Çeşme (1770) İngilizlerin elbirliği ile
2) Navarin (1827) Ruslarla birlikte İngiliz ve Fransız donanmalar;
3) Sinop (1853);
4) İnebahtı (1870) Birleşik Hıristiyan filosu ile
On üç savaşın kısa bir şekilde neden ve sonuçlarını şu şekilde sıralayabiliriz:
1677- 1681 savaşı: Rusya 1677’den 1681 yılına kadar imparatorlukla Polonya'dan (Lehistan dedikleri ülke) ayrı olarak savaş yaptı. Sonunda Rusya ile yirmi yıllık bir anlaşmaya imza atıldı ve Ruslara Polonya'dan almış oldukları Ukrayna toprakları bırakıldı.
1686- 1699 savaşı: Avusturya, Polonya, Venedik ve Malta ile Osmanlı İmparatorluğu arasında 1684 ten beri devam eden savaşa Rusya da dahil oldu. 1700'de İstanbul'da imzalanan barış antlaşması ile Azak kalesi Ruslara geçmiş oldu.
1711 savaşı: Prut savaşı diye de bilinmektedir. Rusya'nın, Osmanlı Devleti'nin Kırım topraklarında kaleler yaptırması neticesinde imparatorluk 20 Kasım 1710 tarihinde savaş açtı. Askeri hareket ertesi yıl başladı.
Baltacı Mehmet Paşa Çar Petro'yu Prut Irmağı'nda Falci'de kuşattı. Bütün ordusu ile imha ya da esir edeceği esnada karısı Katerina bir taraftan Petro'yu sulh görüşmelerine girmeğe teşvik etti, bir taraftan da Baltacı'ya altın ve elmaslar gönderdi. Bunun neticesinde Petro ve ordusu kurtulmuş oldu. Prut Antlaşması ile Azak kalesi sağlam olarak imparatorluğa verilecek; sınırlarımızda bazı Rus kaleleri yıkılacak, Çar, Polonya ve Kazakların işine karışmayacak; Çar İstanbul'da bir elçi bulundurma hakkından da vazgeçecekti.
1712 savaşı: Rusya Prut antlaşması gereklerini yerine getirmediğinden ötürü imparatorluk 28 Aralık 1711 tarihinde Rusya'ya yeniden savaş açtı. Askerî harekât başlamadan Çevikler Rusya'da iktidara geçince savaşa son verildi. Brest- Litovsk Barış Antlaşması ile Batum, Kars ve Ardahan 1712 İstanbul Barış Antlaşması ile Prut şartları yenilendi.
1713 savaşı: Rusya 1712 Antlaşmasını da yerine getirmemesinden ötürü 12 Kasım 1712 tarihinde bir kere daha savaş açılmış oldu. 24 Haziran 1713 tarihinde Edirne'de imzalanan barış antlaşması İstanbul Antlaşması'nı Ruslar için biraz daha ağırlaştırmış oldu.
1736- 1730 savaşı: Ruslar Kırım'ı istila ederek her tarafı yıkıp yaktılar. Fransa'nın arabulucuğu sonucunda Belgrat Barış Antlaşması imzalandı. Bu antlaşma içerisinde Ruslar Azak Kalesi'ni yakmayı, Karadeniz'de savaş ve ticaret gemileri bulundurmamayı taahhüt etmiş oldu.
1768- 1774 savaşı: Bu savaş İkinci Katerina'nın Polonya'nın işlerine karışmasından ötürü çıkmıştır. Osmanlı ordusu karada yenildiği gibi Avrupa'yı dolaşarak Akdeniz'e gelen donanması da Çeşme sahillerinde Osmanlı donanmasını gafil avlayarak yaktı (1770). 1774 tarihinde Küçük Kaynarca Barış Antlaşması ile Kırım imparatorluğa tabii olmaktan çıktı ve özgürlüğünü elde etti. Ruslar Karadeniz ve Akdeniz topraklarında donanma bulundurmak ve Boğazlardan da savaş gemileri geçirme haklarını elde etti.
1787- 1792 savaşı: İkinci Katerina'nın düşmanca gösterileri üzerine Osmanlı devleti 1787 yılında Rusya'ya savaş açtı. 1792 tarihinde Rusya ile Yaş Antlaşması imzalandı bu antlaşmaya göre Kırım Rusya'ya kalmakla birlikte, Besarabya, Bender, Akkerman, Kilia ve İsmail kaleleri de Osmanlı Devleti'ne geçiyordu.
1807- 1812 savaşı: Rusya, 1806 tarihinde bazı Osmanlı kalelerine saldırdı ve 27 Aralık 1806'da da Bükreş'e girdi. 7 Ocak 1807 tarihinde Babıali Rusya'ya savaş açtı. İmparatorluk orduları Romanya topraklarında yenildi ve barış yapma durumunda kaldı. 1812 Bükreş Antlaşması ile Türk- Rus sınırı Prut'a gerilemiş oldu; Sırbistan'da umumi af ilan edildi.
1828- 1829 savaşı: Yunanistan'ın İmparatorluğa tabi muhtar bir devlet ilan edilmesini Babıâli kabul etmeyince Rusya 1828 tarihinde imparatorluğa savaş açtı. İmparatorluk orduları Anadolu ve Rumeli topraklarında gerilemiş olduklarından 1829 Edirne Barış Antlaşması imzalandı. Bu antlaşma ile Yunanistan bağımsız oldu; Romanya muhtariyeti genişletildi, Sırbistan da muhtar bir prenslik olarak kabul edildi.
1853- 1866 savaşı: Rusya'nın Osmanlı toprakları içerisinde Ortodoks Osmanlı tebaasının koruyucusu olarak tanınmasını istemesi üzerine, Babıali tarafından red yedi. Rus orduları Eflak ve Buğdan'ı istila etmeye başlayınca imparatorluk 1853 tarihinde Rusya'ya savaş açtı.
Ruslar Sinop topraklarında Türk donanmasını yaktılar (1853). İngiltere- Fransa 1854 yılında Türkiye ile ittifak olduklarını ilan ettiler. Sivastopol’ü kuşattılar. Ruslar Eflak ve Buğdan'dan çekilmek durumunda kaldı. 1855'in Eylül ayının sonlarında Sivastopol düştü ve barış talep edildi. 1856 yılında imzalanan Paris Antlaşması ile Osmanlı devletinin mülki tamamlığı ve istiklali İngiltere, Fransa, Avusturya Prusya ve Rusya'nın müşterek kefaleti altına girdi.
1877- 1878 savaşı: Halk dilinde 93 Harbi diye bilinmektedir. Ruslar 1877 yılında savaş ilan etmeden saldırdılar. Bu savaşta Gazi Osman Paşa Plevne, Kafkasya'daki diğer kuvvetler de Zivrim ve Erzurum destanları olarak da bilinen mucizevi savunmaları yaşadılar. Ne yazık ki nihayetinde savaş talihi Ruslara güldü. Ruslar Ayastefanosa kadar dayandılar. Ayastefanos Antlaşması ile büyük Bulgaristan kuruluyor; Sırbistan ve Karadağ genişliyor, Romanya müstakil bir prenslik elde ediyordu.
1914- 1918 savaşı: Birinci Dünya Savaşı'nda Türk orduları Ruslara karşı, tek başlarına olarak Kafkasya cephesinde; Almanlar, Avusturyalılar ve Macarlarla birlikte Galiçya cephesinde; Bulgar ve Almanlarla birlikte Romanya cephesinde çarpışmışlardır. Kafkasya'da Enver Paşa'nın girişmiş olduğu Sarıkamış taarruzu bir bozguna uğradı, dokuz ilimiz Rus işgali altında kaldı.
Ruslar Türk Kurtuluş Savaşına kadar geçen 500 yıllık süreçte sürekli olarak Osmanlı’yı vurmaya, topraklarını ele geçirmeye, azınlıklarını ayaklandırmaya ve desteklemeye devam etmişlerdir.
Ruslar; Yunan Bağımsızlık Savaşında, Ermeni Ayaklanmalarında, Kürt İsyanlarında kısacası Türklerin sıkışıp zaafa düştüğü her dönemde ve olayda Türkiye üzerindeki emellerini ve hayallerini gerçekleştirmeye çalışmışlar, arkadan vurmaktan da çekinmemişlerdir.

Bunların bir kısmında başarılı olabilmişlerse de önemli bir kısmında da sonuca tam olarak ulaşamamışlardır. Sonuca ulaşamadıkları olaylar hep;
PASTANIN PAYLAŞIMINDA, YA DA TÜM PASTANIN TEK KİŞİYE YEDİRİLMEK İSTENMEMESİNDE Kendisini göstermiştir.
Türkiye öyle bir Jeopolitik konumdadır ki bunun yarattığı jeostratejik önem nedeniyle; ne Batı ne de Doğu bizi bir diğerine yedirmek istememektedir. Bu konuda elbette ki kendi irade, azim ve dirayetimizin de katkısı olmuştur. Bunun sonucunda ülkemiz ve topraklarımız bugüne kadar bir büyümüş bir küçülmüş ama sonuçta ne İstanbul’u ne de Boğazları kimseye kaptırmamış ve şimdiki Misak-ı Milli çizgileri içinde kalabilmişizdir.
Kanal İstanbul Projesi de ABD ve Batının yeni bir paylaşım isteği olmakla beraber, tarihte birçok kez örneğini gördüğümüz gibi bu defa da Rusya Kanal İstanbul Pastasını Batı’ya yedirtmeyecek görünmektedir.
SONUÇ:
Tarihsel süreç içerisindeki Türk- Rus ilişkilerini salt komşuluk açısından değil, aynı zamanda “hegemon güç” dengeleri açısından da değerlendirmek gerekir.
1991’de Sovyet Rusya’nın dağılmasından sonra, Rusya'nın bir sarsıntı geçirdiği, eski gücünü yitirdiği, dünyanın ABD merkezli “tek kutuplu” bir eksene oturduğu bilinen bir olgudur. Ancak Vladimir Putin önderliğindeki Rusya Federasyonu, eski Sovyet coğrafyası üzerinde bulunan enerji kaynaklarını yeniden denetimi altına almış, Doğu Avrupa, Balkanlar ve Orta Asya’da yaşama geçirdiği akılcı politik ve diplomatik açılımlar sonucu bugün, Avrasya politikası olarak adlandırılan yaklaşımın lokomotifi konumuna gelmiştir.
Yine, 1996 yılında Çin Halk Cumhuriyeti’nin öncülüğünde Rusya, Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan’ın katılımı ile oluşturulan ve Şanghay beşlisi olarak anılan örgüt, Rusya’nın büyük güçler arasındaki yerini pekiştirmiştir. Çin’in yanında, izleyen yıllarda söz konusu örgütte gözlemci statüsü kazanan Hindistan ve İran’ın destek vereceği bir Rusya, kuşkusuz Doğu Akdeniz’de de etkin bir güç olacaktır.
İstiklal Savaşımız süresince gördüğümüz Rus desteği aslında bu coğrafyayı Batıya kaptırmak istemeyen Rusya’nın (Eski Sovyetler) zekasının bir sonucudur.
Uluslararası ilişkilerde sürekli düşmanlıklar olmadığı gibi, sürekli dostluklar da yoktur. Karşılıklı çıkarlar söz konusudur.

Bunlar dikkate alındığında; Türkiye, çok yönlü politikalar geliştirmeli ve Kuzey komşusu ile olan ilişkilerini yukarıda anılan boyutları ötelemeden sürdürmelidir. Yine Türkiye, bulunduğu coğrafya nedeniyle jeostratejik ve jeopolitik önemini koruduğunu ve her zaman koruyacağını unutmamalı, bağımlılıktan kurtulup, gücünün de farkında, daha bağımsız bir dış politika izlemelidir. Hatta 1930’lu yıllarda, Atatürk döneminde olduğu gibi, bölgesindeki politikaları kendisi kurgulamalı ve yönlendirmeli, öncülük edebileceği ittifaklar oluşturmalıdır. Tıpkı 9 Şubat 1934 tarihinde imzalanan “Balkan Paktı” ile Balkanların, 8 Temmuz 1937 tarihinde Tahran’da imza altına alman “Sâd-Âbad Paktı” ile de Ortadoğu’nun biçimlendirildiği ve buna Türkiye’nin önderlik ettiği gibi.

Önemle vurgulamak gerekirse; Türkiye’nin milli, uzun soluklu, akılcı ve barışcı bir dış politikası olmalıdır. Aslında böylesi bir politikası vardır ve Cumhuriyet’in kuruluşu ile birlikte oluşturulmuştur. Milli bağımsızlık, Milli Misâk ve “yurtta barış, dünyada barış” ilkelerine dayalıdır.
Günümüzde, güç dengeleri değişmekte ve çok kutuplu bir yörüngeye oturmaktadır. Türkiye, yukarıda sözü edilen dinamiklerinden sapmaksızın, bu süreci iyi okumalı ve jeostratejik konumundan kaynaklanan avantajını da kullanarak kendisi bir güç olmalıdır.
Hem Batı hem de Rusya Türkiye üzerinde BÜYÜK BİR SATRANÇ OYUNUNU sürdürmektedir. Rusya yeniçağın başlaması ile, ABD ise kurulduğundan bugüne.
Türkiye mevcut coğrafyada var olduğu sürece, hem Rusya hem de Batılı Devletler Türkiye’yi Satranç tahtası gibi gördükleri bu öldürücü oyunu oynamaya devam edeceklerdir.
Türkiye’nin tek bir çıkarı, tek bir yolu vardır.
BÖLGESİNDE BAĞIMSIZ, GÜÇLÜ, TARAFSIZ VE TAM DEMOKRAT.
İnsan haklarına saygılı, eğitim ve kültür düzeyi yüksek, LAİK bir ülke olmak.
Ne Rusya ne de ABD veya BATI.
Esen kalın.
Mehmet ASAL
Yine güzel bir yazı olmuş. Ellerinize sağlık