DEYİMLER ve hikayeleri...
- mehmetasal
- 1 May 2022
- 68 dakikada okunur

Vermeyince Mabut Neylesin Sultan Mahmut
TIKANDI BABA:
Sultan Mahmut'un tebdil-i kıyafet (kılık kıyafetini değiştirip dolaşma) dolaştığı günlerden birinde, Sultan bir kahvehaneye girmiş ve ahaliden biri gibi oturmuş. Herkes Ocak kısmından bir şeyler istiyormuş. -Tıkandı baba, çay getir -Tıkandı baba, ıhlamur getir. Bu durum Sultan Mahmut'un dikkatini çekmiş. -Hele baba anlat bakalım, nedir bu Tıkandı baba meselesi? -Uzun mesele evlat, demiş Tıkandı baba -Anlat baba anlat merak ettim deyip çekmiş sandalyeyi. Tıkandı baba da peki deyip başlamış anlatmaya; -Bir gece rüyamda birçok insan gördüm ve her birinin bir çeşmesi vardı ve hepsi de akıyordu. Benimki de akıyordu ama az akıyordu. "Benimki de onlarınki kadar aksın" diye içimden geçirdim. Bir çomak aldım ve oluğu açmaya çalıştım. Ben uğraşırken çomak kırıldı ve akan su damlamaya başladı. Bu sefer içimden "Onlarınki kadar akmasa da olur, yeter ki eskisi kadar aksın" dedim ve uğraşırken oluk tamamen tıkandı ve hiç akmamaya başladı. Ben yine açmak için uğraşırken Cebrail göründü ve "Tıkandı baba, tıkandı. Uğraşma artık, dedi. O gün bu gün adım "Tıkandı baba" ya çıktı ve hangi işe elimi attıysam olmadı. Şimdide burada çaycılık yapıp geçinmeye çalışıyoruz." Tıkandı Baba’nın anlattıkları Sultan Mahmut'un dikkatini çekmiş. Çayını içtikten sonra dışarı çıkmış ve adamlarına ; -Her gün bu adama bir tepsi baklava getireceksiniz. Her dilimin altında bir altın koyacaksınız ve bir ay boyunca buna devam edeceksiniz. Sultan Mahmut'un adamları peki demişler ve ertesi akşam bir tepsi baklavayı getirmişler. Tıkandı Baba’ya baklavaları vermişler. Tıkandı baba baklavayı almış, bakmış baklava nefis. "Uzun zamandır tatlı da yiyememiştik. Şöyle ağız tadıyla bir güzel yiyelim" diye içinden geçirmiş. Baklava tepsisini almış evin yolunu tutmuş. Yolda giderken "Ben en iyisi bu baklavayı satayım evin ihtiyaçlarını gidereyim" demiş ve işlek bir yol kenarına geçip başlamış bağırmaya -Taze baklava, güzel baklava! Bu esnada oradan geçen bir Yahudi baklavaları beğenmiş. Üç aşağı beş yukarı anlaşmışlar ve Tıkandı baba baklavayı satıp elde ettiği para ile evin ihtiyaçlarının bir kısmını karşılamış. Yahudi baklavayı alıp evine gitmiş. Bir dilim baklava almış yerken ağzına bir şey gelmiş. Bir bakmış ki altın. Şaşırmış, diğer dilim diğer dilim derken bir bakmış her dilimin altında altın. Ertesi akşam Yahudi acaba yine gelir mi diye aynı yere geçip başlamış beklemeye. Sultanın adamları ertesi akşam yine bir tepsi baklavayı getirmişler. Tıkandı baba yine baklavayı satıp evin diğer ihtiyaçlarını karşılamak için aynı yere gitmiş. Yahudi hiçbir şey olmamış gibi -Baba baklavan güzeldi. Biraz indirim yaparsan her akşam senden alırım, demiş. Tıkandı baba da -Peki, demiş ve anlaşmışlar. Tıkandı babaya her akşam baklavalar gelmiş ve! Yahudi de her akşam tıkandı Baba’dan baklavaları satın almış. Aradan bir ay geçince Sultan Mahmut; -Bizim Tıkandı Baba’ya bir bakalım, deyip Tıkandı Baba’nın yanına gitmiş. Bu sefer padişah kıyafetleri ile içeri girmiş. Girmiş girmesine ama birde ne görsün bizim tıkandı baba eskisi gibi darmadağın. Sultan; -Tıkandı baba sana baklavalar gelmedi? Mi, demiş -Geldi sultanım -Peki ne yaptın sen o kadar baklavayı? -Efendim satıp evin ihtiyaçlarını giderdim, sağ olasınız, duacınızım. -Sultan şöyle bir tebessüm etmiş. -Anlaşıldı Tıkandı baba anlaşıldı, hadi benle gel, deyip almış ve devletin hazine odasına götürmüş. -Baba şuradan küreği al ve hazinenin içine daldır küreğine ne kadar gelirse hepsi senindir, demiş. Tıkandı baba o heyecanla küreği tersten hazinenin içine bir daldırıp çıkarmış ama bir tane altın küreğin ucunda düştü düşecek. Sultan demiş; -Baba senin buradan da nasibin yok. Sen bizim şu askerlerle beraber git onlar sana ne yapacağını anlatırlar demiş ve askerlerden birini çağırmış -Alın bu adamı Üsküdar'ın en güzel yerine götürün ve bir tane taş beğensin. O taşı ne kadar uzağa atarsa o mesafe arasını ona verin demiş. Padişahın adamları "peki" deyip adamı alıp Üsküdar'a götürmüşler. -Baba hele şuradan bir taş beğen bakalım, demişler. Baba, -Niçin, demiş. Askerler -Hele sen bir beğen bakalım demişler. Baba şu yamuk, bu küçük, derken kocaman bir kayayı beğenip almış eline -Ne olacak şimdi, demiş -Baba sen bu taşı atacaksın ne kadar uzağa giderse o mesafe arasını padişahımız sana bağışladı. Demiş. Adam taşı kaldırmış tam atacakken taş elinden kayıp başına düşmüş. Adamcağız oracıkta ölmüş. Askerler bu durumu Padişaha haber vermişler. İşte o zaman Sultan Mahmut o meşhur sözünü söylemiş; "VERMEYİNCE MABUD, NEYLESİN SULTAN MAHMUT"
Eşek Sudan Gelinceye Kadar Dövmek
(Adamakıllı dövmek anlamında kullanılan bir deyim.)
Balkan Harbi sıralarında cephedeki bir askeri birlikte su ihtiyacını her bölüğün saka neferleri temin ederdi.
O zamanlar, mekkâre katırlarından başka adına karanfil kolu denilen, merkepli nakliye kolları da vardı. Her bölüğe de bir merkep tahsis edilmiş. Saka neferleri bu eşeklere yükledikleri fıçılarla, ordugâha yarım saat uzaklıktaki bir pınardan su taşırlarmış.
Bölüklerden birisinin saka neferi çok saf ve tembel imiş. Bir gün pınar başında yatmış, uyumuş. Eşek de çimenler üzerinde otlarken uzaklara gitmiş.
Uyandığı zaman akşam olmak üzere imiş. Merkebi aramış, bulamamış. Koşarak bölüğe gelmiş. Susuzluktan kıvranan bölüğün çavuş ve onbaşıları sakayı yakaladıkları gibi, bölük kumandanı alaylı yüzbaşının karşısına çıkarmışlar.
Çok sert ve aksi bir adam olan yüzbaşı saka neferini sorguya çekmiş. Neticede uyuduğunu ve eşeğini kaçırdığını öğrenince, hemen etrafa atlılar çıkarıp eşeği aratmaya göndermiş. Sakayı da çadırın direğine bağlayıp başlamış dayak atmaya. Can acısı ile avaz avaz bağıran saka:
-Aman yüzbaşım, ölüyorum, bir daha uyumayacağım. Artık dövme! Diye yalvardıkça, yüzbaşı:
-Acele etme, daha eşek bulunamadı. Eşek sudan gelinceye kadar dayak yiyeceksin ki bir daha eşeğine sahip olup, muharebe yerinde, vazife başında uyumayacaksın... Demiş.
Kaş Yapayım Derken Göz Çıkarmak
(İyilik yapayım derken, birine büyük zarar vermek ya da bir işi düzelteyim derken büsbütün bozmak.)
Bir işi yaparken dikkatli ve tedbirli olmak lazım. Bir işte gerekli ustalık ve titizlik olursa zarar ziyan da o kadar az olur. Düğünlerde, perşembe günü gelin hanımın yüzü süslenirmiş. Eskiden kalemkâr denilen kadınlar gelinin yüzüne saatlerce makyaj yaparlarmış. Gelinin kaşlarına, gözlerine özel kalemlerle şekil verirlermiş. Bu tür işler yapılırken düğün evinde de davetliler çalgı çalıp oyunlar oynarlarmış. Ortalıkta oynamakta olan genç kızlardan birinin her nasılsa ayağı kaymış, bu arada makyaj yapan kadına çarparak yere düşmüş. Kadının elindeki sert uçlu kalem gelin hanımın gözüne batmış, zavallı kör olmuş. Bu olaydan sonra gelin hanım yüzünden makyajcı kadın da işinden olmuş. Bu kadını kimse çağırıp bir daha ona iş vermemiş. Herkes: - Bu kaş yaparken göz çıkaran kadını istemeyiz, demiş.
Onun İpi İle Kuyuya İnilmez
(Ona güvenilmez, onun dediğine inanılmaz, o insanı yolda kor.)
Güven duymadığımız, sözlerine inanmadığımız insanlarla alışveriş yapmamak, bir arada bulunmamak lazımdır. Güven, insanı ve toplumu ayakta tutan manevi duygulardan biridir. Birine güvenmek ve inanmak zorundayız. Bir arada yaşadığımız için birbirimize muhtacız. Güven duygusunun kalıcılığı insanın inançlarıyla yakından ilgilidir. Eskiden, kendir ve keten liflerinden çul, yular, ip, urgan ve halat gibi günlük işlerde kullanılan eşyalar yapılırdı. Bu işlerle uğraşan, hileli malzeme ile çürük ip yapan Ali Usta adında biri varmış. Hatta bu adama İpi Çürük Ali Usta demeye başlamışlar. Bu ustanın yaptığı ip ve urganlar olmadık yerde kopar, birçok kazalara sebep olurmuş. Bir gün, derin bir kuyuya bir kuzu düşmüş. Kuyuya inmeye hazırlanan biri, ev sahibinden urgan istemiş. Getirilen urganı beğenmemiş: - Bu urgan, İpi Çürük Ali Usta'nın malıdır. Onun ipiyle kuyuya inilmez, demiş. - Haksızlık ediyorsun, Ali Usta'nın ipiyle kuyuya inilir, ama aynı iple çıkılır mı çıkılmaz mı, orasını bilmem, deyince çevresinde bulunanlar, gülüşmüşler.
Ölme Eşeğim Ölme Yaz Gelsin De Yonca Bitsin
(Şimdi gerekli olan şey, gelecekte temin edilebilir. O zamana kadar kim öle, kim kala. Belki de ileride hiçbir işe yaramaz. Bu deyim umutsuz bir beklentiyi anlatır.)
İnsanları boş, gerçekleşmeyecek umutlarla oyalamamak lazım. İnsanın ömrü beklemekle geçer. Zamanımızı ve emeğimizi gerçekleşmeyecek umutlar için harcamamalıyız. Bu hikâyenin de kaynağı yine Nasreddin Hoca. Memlekette bir sene kıtlık olmuş; arpa, buğday kalmamış. Kış da gelip çatmış. Nasreddin Hoca, eşeğinin her gün arpasını azaltmaya ve hayvanın günlük payından kesmeye mecbur kalmış. Her gün birer parmak eksilen arpa, son zamanlarda iyice azalmış. Hoca hayvana yem verirken onunla konuşur gibi yaparmış; “Aman benim emektar eşeğim, sakın açlıktan ölme. Senin için on dönüm yonca ektirdim. Hele bir bahar gelsin, hepsi de senin olacak, bol bol yonca yiyeceksin. Yalnız şimdi biraz tasarruf etmemiz lazım.” deyip, arpayı günden güne azaltırmış. Buna alışamayan eşek günden güne zayıflamış, iskeleti çıkmış ve bir sabah Hoca, ahıra girince eşeğin ölüsüyle karşılaşmış, “Vah zavallı eşeğim vah… Tam tasarrufa alışmıştın ama ecel sana zaman tanımadı. Yemyeşil yoncalara hasret gittin.” demiş.
Çil Yavrusu Gibi Dağılmak
(Topluluk halinde bulunan insanların, hayvanların her birinin bir yana dağılması anlamında bir deyim.)
Keklik kuşunun bir adı da çildir. Tüylerindeki benekler yüzünden bu isim verilmiştir. Dişi keklik yavru çıkarınca, onlarla hiç ilgilenmez, kendi başlarına bırakır. Yumurtadan çıkan yavrular, seke seke çevreye dağıldıklarından, sözün buradan kaynaklandığı söylenebilir.
Afyonu Patlatmak
Eski tiryakiler ramazanda afyonu macun haline getirir ve mercimek büyüklüğünde toplar her sahurda iki üç tane yutarlarmış. Ancak her bir macunu sırasıyla bir, İki, üç kat kâğıtlara sarmayı da ihmâl etmezlermiş.
Böylece kâğıt mide özsuyunda eriyince macun midede dağılır ve bir kaç saatliğine keyif devam edermiş. Tabii iki kat kâğıda sarılan macun bir kaç saat sonra, üç kat kâğıda sarılı macun da onu takiben kana karışınca tiryaki iftara kadar rahat etmiş oluverir.
Zülfüyâra Dokunmak
(Hatırlı, güçlü bir kimseyi veya bir makamı gücendirecek sözler söylemek, bir kimsenin veya bir makamın darılmasına sebep olmak.)
Eskiden devlet işlerini eleştiren, devleti veya bir daireyi yönetenlere dokundurucu, iğneli yazı ve sözle sataşanlara zülfüyâr dokunuyor, derlerdi. Bir de bunun hikâyesini âşıkla maşukun ağzından dinleyim: Âşığın sevdiği kız alıngan, her sözden bir anlam çıkaran bir afetmiş. Yüzünün her iki yanındaki zülüfler, âşığın hem hoşuna gider hem de onları bukleli ipeklere benzettirmiş. Bu benzetmelerden gücenen afet, “Demek benim zülüflerim ipek teller gibi cansız ve ruhsuz mu geldi sana?” diye âşığa sitem edermiş. Genç âşık bir gün sevgilisiyle güllerin açtığı, bülbüllerin öttüğü bir bahçede gezerken hırçın bir rüzgâr esmiş. Bu rüzgâr sevgilisinin saçlarını dağıttığı için kızmış. Sevgilisi bundan da bir anlam çıkarmış: “Anlıyorum, sen rüzgârı bahane ederek, benim ihmalimi yüzüme vurmak istiyor, saç ve zülüflerimi taramadığımı ima ediyorsun.” demiş. Âşık sevgilisinin bu sitemlerinden usanınca ağzına bir daha onun adını almamış. Âşık, cevr ü cefaya ne kadar katlanır…
Tepeden İnme
(Yüksek bir makamdan gelen emir, aniden gelen ve kaçınılması imkânsız bulunan durumlarda kullanılan bir deyim.)
İşe göre memur mu, memura göre iş mi? Aslında ilk söz her vicdan sahibinin biricik arzusudur: Yani bir işi ehline vermek. Maalesef günümüzde memura iş aranıyor, işe memur değil. Birçok işimizde yukarıdan gelen emirlerle insanlara iş yaratılıyor. Acemi memur ya da işçi, işini öğreninceye kadar yıllar geçiyor. Emek, zaman ve para israfı… Kimin umurunda! Hâlbuki işe göre ehil memur ve işçi alınsa devlet işleri çabuk yürüyecek, sonunda olumlu sonuçlar ortaya çıkacaktır. Bir gün, bir balık, yavrularını etrafına toplamış onlara nasihat ediyor, hayatta karşılaşabilecekleri tehlikeleri anlatıyormuş: -Yavrularım, buna olta derler, sakın ucundaki yeme aldanıp da ağzınıza almayın. Sonra kendinizi yukarıda bulursunuz. Buna zoka derler, sakın yutmayın. Buna ağ derler, sakın içine düşmeyin. Buraya dalyan derler, sakın semtine uğramayın, demiş. Fakat bu sırada balıkçının biri, birden serpme ağı yukarıdan aşağıya indirivermiş. Ana balık ve yavruları ağın içinde kalınca şaşırmışlar. Yavrular annelerinin yüzüne bakarak sormuşlar: - Peki ama sen bize bu tehlikeden hiç bahsetmedin. Bu ağdan nasıl kurtulacağız? - Yavrularım buna tepeden inme derler. Hiç çaresi yoktur.
Geçme Namert Köprüsünden Koy Aparsın Su Seni
Köpeğe dallanmaktansa, çalıya dolanmak yeğdir, derler. Yani terbiyesiz ve namert bir insanla karşılaşmaktansa onun bulunduğu yere uğramamak çok daha iyidir.
Kötü insanlarla karşılaşmamak için, her zorluğa katlanmak lazım. Kötünün herkese kötülüğe dokunur, demişler. Bu tip insanlardan uzak durmak, onlarla pazar ve onlara nazar eylememek için her türlü sıkıntıyı çekmek daha iyidir. Eskiden Adapazarı'na gidebilmek için sekiz gözlü köprüden geçmek gerekiyormuş. Zaman zaman Deli Dumrul misali zorbalardan biri bu köprünün üzerinden gelip geçenden haraç olarak geçiş parası alıyormuş. Günlerden bir gün fakir bir derviş, köprüden geçmek istemiş. Zorba yakasına yapışarak, geçiş parası istemiş. İhtiyar, kendisinin fakir bir derviş olduğunu, parası olmadığını ne kadar söylemişse de kâr etmemiş. Geri dönerek zorbaya da birkaç söz etmiş: Geçme namert köprüsünden, koy aparsan su seni Sinme tilki gölgesinde, koy yesin Arslan seni(*) “Destur ya pir!” diyerek nehrin içine dalmış. Derviş suya girdikçe Allah'ın hikmetinden olacak su çekilmiş, sular yatağını değiştirmiş, nehir kurumuş. Nehir kuruduğu için de köprüye gerek kalmamış. Zorbanın ağzı da bir karış açık kalmış.
Dimyata Pirince Giderken Evdeki Bulgurdan Olmak
(Daha fazla kazanacağını daha iyisini elde edeceğini umarken, elindekinden olmak anlamında bir deyim.)
Dimyat Mısır’da Süveyş Kanalı ağzında ve Port Sait yakınlarında bir iskeledir. Eskiden Mısır’ın meşhur pirinçleri, ince hasırdan örülmüş torbalar içinde buradan Türkiye’ye gelirdi.
Dimyat’a pirinç almaya giden bir Türk tüccarının bindiği gemi Akdeniz’de Arap korsanları tarafından soyulmuş ve adamcağızın kemerindeki bütün altınlarını almışlar.
Bin bir müşkülât içinde Türkiye’ye dönen pirinç tüccarı o yıl iflas etmek durumuna düşmüş. İstanbul’dan kalkmış memleketi olan Karaman’a gitmiş. O sene tarlasından kalkan buğdayları da bulgur tüccarlarına sattığından, kendi ev halkı kışın bulgursuz kalmışlar. Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak sözünün aslı buradan kalmıştır.
Bedavadan Geçinmek
(İş yapmadan rızkını temin etmek, başkalarından karşılıksız faydalanmak.)
Günümüzde öyle insanlar vardır ki çalışmadan başkalarının sırtından geçinirler. Bunlar ya bir grubun şakşakçısı ya da yaltakçısıdır. Yaltaklanmak, her ne kadar sosyal ilişkilerin merhemidir, derlerse de, menfaat sağlamada tutulan iyi bir yol değildir. Bir cemiyette bedava geçinenler çoğalırsa, alın teriyle kazananların vay hâline! Padişah I. Ahmet sarayın penceresinden bin bir güçlükle kürek çeken bir kayıkçıyı seyrederken, İncili Çavuş içeri girmiş. Padişah da pencereden kayıkçıyı göstererek: - Bak İncili Çavuş, bir lokma ekmek için ne kadar eziyet çekiyor. İncili: - Haklısınız, çok insan geçinmek için zahmet çeker. Fakat şu ölümlü dünyada bedava geçinen üç kişi var, der. Padişah meraklanır: - Kim bu üç kişi? - Biri silahtar ağanın imamı, öteki kızlar ağasının berberi, diğeri de kulunuz! - Anlayamadım, nasıl oluyor da bedavadan geçiniyorsunuz? - Çok basit efendimiz: Silahtar ağa namaz kılmadığı hâlde imama maaş verir. Kızlar ağasının başı kel, kendisi kösedir, boş yere berbere para verir. Benim görevimde sultanımızı güldürüp öfkesini teskin etmek. Böylelikle geçinip giderim.
Şakaya Gelmek
(Şakaya katlanır olmak.)
İnsanlar birbirine söz veya elle şaka yaparlar. Kimisi şakayı götürür, kimisi götürmez. Şakalaşmak, güzel sözlerle insanların karşılıklı birbiriyle hoşsohbet olmaları iyidir. Ancak sözü ve hareketi ayağa düşürmemek kaydıyla. Vaktiyle Abdülaziz (1861-1876), sadrazamı Ali Paşa'yı hokkabaz seyretmeye davet eder. Padişah hokkabazın yaptıklarını neşeyle seyreder. Bir ara hokkabazın başına giydiği külahı Ali Paşa'ya uzatarak giymesini ister, Ali Paşa, “Ferman efendimizindir.” deyip cebinden sadaret mührünü çıkarır ve padişahın önüne bırakır. Sonra da külahı giymek ister. Padişah mührü işaret ederek, “Paşa bu nedir?” der. Ali Paşa, “Devleti Aliye’nin sadaret makamını işgal eden adam, bu rütbe ve mührü taşıdıkça başına hokkabaz külahı giyemez.” cevabını verir. Padişah da, “ Paşa, sen de hiç şakaya gelmezsin.” der.
Musul Çeşmesinden Su İçmek
Musul’da Yunus Nebi zamanından kalma bir çeşme varmış. Suyundan içen mahzunlara şifa, zalimlere zehir olurmuş.
Ne zaman şehre bir zalim vali gönderilse, halk bir müddet sonra onu götürüp bu çeşmeden su içirirler ve bir kaç günde göçürterek zulmünden kurtulurlarmış.
Musul’un zarif kişi zadeleri arasında zalimlere karşı ”İçtiğin Yunus Nebi çeşmesi ola! Demek bir darbı mesel olmuş.
Ölür Müsün, Öldürür Müsün?
(Öylesine bir iş yaptın ki buna fırsat tanıdığıma pişmanım. Şimdi kime zarar vereyim, kendime mi yoksa bu işi yapana mı?)
İnsanlara kötüye kullanacakları fırsatları yani uygun zaman ve şartları tanımamak gerek. İnsan, çiğ süt emmiştir. Hangi insanın fırsatları iyi veya kötü olarak değerlendireceğini bilemezsin. Bundan dolayı insanlarla olan ilişkilerimizde dikkatli ve tedbirli olmak zorundayız. Vaktiyle bir ağanın kâhyası hacca gitmiş. Hac dönüşü ağasına bir hediye getirmek istemiş. Ağası da yaşlıymış. Bundan dolayı ona mukaddes topraklardan güzel, bembeyaz bir kefen almış. Kefeni koltuğunun altına alıp ağayı ziyarete gitmiş. Ağanın evine varınca onun uyuduğunu söylemişler. İçeri girmek isteyen eski kâhya, yeni kâhya ile tartışmaya başlamış. Ağa, tartışmadan dolayı uyanıp başını uzatınca, yeni kâhya ağaya: - Eski kâhyan sana hacdan hediye olarak bir kefen getirmiş. Sen ölür müsün, yoksa bu adamı öldürür müsün, demiş.
Kel Başa Şimşir Tarak
Şimşir sözcüğü, kılıç anlamına gelir. Deyimde kullanılan şimşir sözünün aslı çok sert ve dayanıklı olduğundan, tarak, cetvel vb. yapımında kullanılan 'şimşir' ağacından gelmektedir.
Eskiden zengin bir aile, kızlarını gelin ediyorlarmış. Oğlan evine, adet olduğu üzere, bohça bohça hediyeler gitmiş. Kayınvalide, iki görümce ve eltilere, yaş ve aile içindeki durumlarına göre; altın, gümüş kaplamalı, fildişi ve şimşir taraklar, diğer armağanlarla birlikte verilmiş. Küçük elti ağır ve ateşli bir hastalık geçirdiğinden saçları dökülmüş. Aile içindekilerden başka kimsenin, kadıncağızın kelliğinden haberi yokmuş. Kendisine verile verile şimşir tarak verilmesi, küçük eltinin çok canını sıkmış. Kelliğini unutup, armağanları getiren kadına sızlanmış: "Herkese altın, gümüş tarak, bana da şimşir öyle mi? Yemi gelin, daha bu eve adımını atmadan benimle uğraşmaya başladı..." Oğlan anası gelininin bu hareketinden utanmış ve üzüntü duymuş. O kızgınlıkla çıkışmış: "Senin ki gibi kel başa, şimşir tarak çok bile" deyivermiş. Bu atasözü, yoksul, ya da durumu kötü bir kişinin, vaziyetine uymayan, pahalı, gereksiz şeyler almaya kalkması gibi durumlarda kullanılır.
Çile Doldurmak
(Zahmetli ve sıkıntılı bir hayat sürmek ve bu durumun sona ermesini beklemek.)
Hayat, inişler ve çıkışlarla doludur. Dikensiz gül bahçesi değildir. İnsan, hayatta acılar ve sıkıntılar çeker. Bu sıkıntı ve acılar insanı olgunlaştırırken, ona yaşama kolaylıkları da sağlar. Tasavvufta, dervişlerin bir odaya çekilip yeme, içme ve uyku gibi ihtiyaçlarını azaltarak kırk gün kendilerini ibadete vermelerine çile doldurmak denir. Çile, eskiden beri her dinde, mezhep ve tarikatta uygulanan bir imtihan devresidir. Mesela, Mevlevilerde dergâhın bin bir gün hizmetinde bulunan kimse Mevlevi olurmuş. Aslında Farsça bir kelime olan çile (çille) dünya zevklerinden uzaklaşıp kırk gün ibadete dalma, demektir. Zaten kelime kırk anlamındaki “çihil” kelimesinden gelir.
Yanlış Hesap, Bağdat’tan Döner
İstanbul kapalı çarşıya kervanlar gelir. Tüccarların siparişleri kumaş, kürk, baharat neyse dağıtılır. Daha sonra tüccarlardan paraları tahsil edilirmiş.
Yine bir alış veriş sonrasında, tüccarın biri hesap yaparken dört işlem hileleri ile kervancıyı 400-500 altın içerde bırakır. Hesaptaki yanlışlığı anlayamayan kervancı Bağdat –Hicaz ve Mısıra seferine çıkar. Tüccarda, şimdi bu Mısırdan altı-yedi ayda zor döner. Bende bu parayı işletirim diye düşünür. Kervancı yol uzun zaman bol bütün hesapları tekrar tekrar inceler. Tüccarın yaptığı hileyi anlar. Kervan Bağdat’a girmek üzereyken, kervanı oğlu ve güvendiği bir kişiye emanet eder, -Siz beni Bağdat’ta bekleyin. Der. İyi bir Arap atı alıp dörtnala İstanbul’a dönmeye başlar. Yolda, bu adam bu parayı hemen öyle vermez diye düşünüp bir plan kurar. İstanbul’da ki dostlarında plan için yardım ister. Ertesi gün tüccarın dükkânına iki kadın gelir. Tüccara , -Sorup soruşturduk bu civarda en dürüst, en güvenilir kişi sizmişsiniz. Biz Hicaza gideceğiz. Size bu iki çantayı emanet etmek istiyoruz Derler. Çantaları açıp tüccara gösterirler. Çantaların için inci. Altın, pırlanta envaı çeşit mücevher. -Olurda gelemezsek bunlar size helali hoş olsun, bize bir dua okutur, belki bir hayrat yaptırırsın. Derler. Bunları duyan tüccar sevinçten uçar. Kadınları hürmet, ziyafet. Bu sırada kervancı içeri girer, Bunu gören tüccar, daha kervancı lafa başlamadan , -Yahu hoş geldin, bizim hesapta bir yanlışlık olmuş. Paralarını ayırdım. Çocuklara da tembihledim, eğer ölürsem kervancının parasının mutlaka verin. Ben kul hakkı yemem kardeşim, der. Parayı hemen verir. Bu sırada kadınlar, –Biz bu sene gitmekten vazgeçtik. Kısmetse seneye! Deyip dükkân çıkarlar. Oyuna geldiğini anlayan tüccar, kervancının peşinden koşup , -hani sen mısıra gidecektin. Yaktın beni! Diye bağırır. Atına binen kervancı, -yanlış hesap adamı Bağdat’tan döndürür der ve yoluna gider.
Beterin Beteri
(Kötünün daha kötüsü var.)
Aslında felaketlerin büyüğü küçüğü olmaz. Az ya da çok zararla atlatılan durumlar vardır. İnsan başına gelen her şeye tahammül edecek, her şeyin daha kötüsünden sakınmaya çalışacaktır. Eşkıyanın biri, yaptıklarından dolayı idam cezasına çarptırılır. Eşkıya idam edileceği yere götürülürken devamlı, “Allah beterinden saklasın.” dermiş. Bu sözleri duyan muhafız, “Yahu idam edilmeye gidiyorsun daha beterin beteri olur mu?” demiş. Bu arada atıyla hızla gelen bir süvari görülür. Atlı muhafız kumandanına padişahın fermanını uzatır. Fermanda ölüm cezasının asılarak değil; kazığa geçirilerek gerçekleştirilmesi emredilir. Suçlu bunu öğrenince, “Gördün mü beterin beterini?” demiş.
Ağzından Baklayı Çıkarmak
(Sabrı tükenip, o zamana kadar söylemediğini söyleyivermek anlamında bir deyim.)
Eski zamanlarda çok küfürbaz bir adam varmış. Memleketin müftüsü bu adamı çağırıp sık sık nasihat edermiş.
Küfür edeceği sırada aklına gelip, vazgeçmesi için de ağzında bir bakla tanesi tutmasını önermiş.
Bir gün yine müftü efendi bu adama nasihat ederken, münasebetsizin biri içeri girmiş ve müftüye sormuş:
-Müftü efendi, sağdıcım öldü. Bana mirasının kaçta kaçı isabet eder?
Canı sıkılan müftü, küfürbaza dönmüş:
-Çıkar ağzından şu baklayı da, bu herife gerekli cevabı kendi usulüne göre sen ver, demiş.
İpliği Pazara Çıkmak
Yalanı ve kusuru anlaşılmak, foyası meydana çıkmak.
Yalan kalıcı değildir, gerçek bir gün mutlaka ortaya çıkar. Devamlı yalan söyleyemeyiz, kimseyi aldatamayız. Aldatan aldanır, bu şaşmaz bir kuraldır. Eski kültür hayatımızda, bereket ve kanaat vardı. Yiyimden giyime kadar hemen hemen her şey evde kızlarımız ve kadınlarımız tarafından yapılırdı. Çarşıdan eve sadece üç beyaz girerdi. Tuz, şeker ve un. Bugün ise parmaklar yoruluyor düğmeye basmaktan! Eskiden genç kızlar ve kadınlar evlerde yün ve pamuktan iplik büker, bunları pazara satmak için götürürlerdi. İpliği güzel ve gereğince kıvırmak ustalık isterdi, herkesin harcı değildi. Yeni yetişen kızların ipliği pazarda beğenilip, çabuk satılması bir övünç kaynağı olurdu.
Ali Kıran Baş Kesen
Külhanbeyi ağzında “Ali kıran baş kesen ” diye bir deyim vardır. Bıçkın ve acımasız serseriler hakkında kullanılır. Bu deyim aslında “Dal kıran baş keser” atasözünden galattır.
Atalarımızın insanları ağaç ve bitki sevgisine teşvik için dal kıranın baş kesmiş kadar suçlu olduğunu belirtmeleri eskiden beri Türk-İslam töresinde ağaç ve bitki hukukunun derinliğini gösterir. Fatih’ affedilen “Ormanlarımdan bir dal kesenin başını keserim.
Ağzınla Kuş Tutsan Nafile
Bir kişi kendini, ya da yaptığı bir işi, karşısındakine bir türlü beğendiremediği, sevdiremediği hallerde söylenen bir deyim.
Bu tabirin hikâyesi, Osmanlı devrinden kalmadır.
Osmanlı Devletinin güçlü zamanlarında, Fransa ile iyi ilişkiler kurulmuş, bu arada, İspanya Kralım ezmek için Osmanlı Devletinin desteğini gören Fransa, Osmanlı Padişahını en büyük hükümdar olarak tanımıştı. Akdeniz'de Türk bayrağı çekerek, Barbaros'un enirine giren Fransız donanması gibi, Fransız ordusu da Osmanlı desteğine güveniyordu.
O devirlerde, Topkapı Sarayı'nın arz odasında, huzura kabul edilmeyi bekleyen Fransız elçisi. Kızlar Ağasına, işinin önemli ve acele olduğunu bir türlü anlatamamış, içeri alınmayı sağlayamamıştı.
Bin bir rica ve ısrar sonunda Kızlar Ağası, sabırsızlanan elçiye şöyle dedi:
-Siz ne lâf anlamaz adamlarsınız yahu! Şevketli Sultanımız hazretleri bugün çok hiddetli. Demincek bir Frenk hokkabaz burada idi. Adamcağız ne hünerler gösterdi: Külahının altından tavşanlar çıkardı, alev alev yanan demir çubuklar ağzında söndürdü, sekiz arşın uzaklıktaki iğneye iplik taktı, havaya bir kuş uçurdu, uçun kuşa bir şeyler söyledi, kuş gelip ağzına kondu, o da ağzıyla ayaklarından yakaladı. Sultanımız onu bile huzurdan kovdu. Senin anlayacağın, ağzınla kuş tutsan nafile; ama daha büyük hünerlerin varsa bir kere Zat-ı Şahaneye arz edeyim.
Yağma Hasan'ın Böreği
Hakkı olanın da olmayanın da kolayca faydalandığı, sahipsiz hiç kimsenin korumadığı mal mülk kaynağı.
Hiç kimse hak etmediği bir şeye el sürmemelidir. Alın teriyle sağlanan kazanç kutsaldır. Kısa yoldan zengin olmak isteyen köşe dönücüler hak hukuk tanımazlar. Bunlar emek ve alın teri hırsızlarıdır. Fatih'in Gebze'de ölümü (1481)’nden sonra İstanbul'da kıyamet kopmuş, zaten fırsat bekleyen asi yeniçeriler de İstanbul'a dağılmışlar. Kimse canından ve malından emin değilmiş. Yağmacı yeniçeriler, önce kendilerini aldatan sadrazam Karamani Mehmet Paşa'yı parçalayıp konağını yağmalamışlar. Daha sonra şehirdeki zenginlerin konaklarına hücum edip her tarafı talan etmişler. Zengin Yahudilerin oturdukları semtlere akın eden zorbalar büyük yağmalar yapmışlar. Bu sırada Hasan adlı bir yeniçerinin işlettiği börekçi dükkânını da yağma eden yeniçeriler, işin aslını öğrenince, “Oldu bir kere, Yağma Hasan'ın böreğidir.” diye, börekleri yemeye devam etmişler.
Pösteki Saydırmak
/İçinden çıkılmaz bir iş yükleyip, birini uğraştırmak.)
Farsça bir kelime olan pösteki koyun veya keçi postu demektir. Bu deyim insanlar verim ve sonuç alınamayacak işlerde çalıştırıldığı için söylenir. Evvelce delilerin tedavi edildiği yere tımarhane denirdi. Buraya gelenler tedavi edilir, iyileşenler evlerine gönderilirmiş. Hastaları evlerine göndermeden son bir muayeneye tâbi tutmak âdettenmiş. Hastaya bir koyun pöstekisi verilir, pöstekinin kıllarını saymasını isterlermiş. Hasta kılları saymaya başlarsa, tedavinin sürdürüleceğine, “Yok, bu imkânsız, sayılmaz.” derse iyi olduğuna işaretmiş.
Benim Oğlum Bina Okur Döner Döner Yine Okur
Hep aynı şeyleri tekrar ediyor, çok çalışıyor; ama bir türlü ilerlemiyor; aksine yerinde sayıyor.
Çocuklarımızı anlamadıkları ve sevmedikleri derslerle boşuna meşgul etmemeliyiz. Bu hem zaman kaybına hem de çocuğumuzun boş yere ziyan olmasına sebep olur. Çocuklarımızı yeteneklerine göre yetiştirirsek hem biz, hem çocuğumuz, hem de ülkemiz kazanacaktır. Çocuklarımız öğrenirken eğlenecekler, eğlenirken de öğreneceklerdir. Eskiden medreselerde Arapça öğretim yapılırdı. Arapça dersinin temeli “Emsele Bina” idi. Bina, Arapça dil bilgisinde fiillerin çatılarını, emsele de fiil çekimi ve örneklerini ihtiva ederdi. Bu ders, medreseye ilk başlayan çocuklar için çok zordu. Fakat bunları herkes öğrenmek zorundaydı. Arapça cümle yapmak “bina” ve “emseleyi” öğrenmekle mümkündü. Bu dersin zorluğu, hocaların sert ve titizliği yüzünden sınıfta kalan öğrenciler, eğitimini yarıda kesmek zorunda kalmışlardır. Bu durum ana ve babaları o kadar bezdirmiştir ki, “Benim oğlum bina okur, döner döner yine okur.” diye dert yanmışlardır.
Balık Kavağa Çıkınca
Eski İstanbul şimdiye göre tam anlamıyla balık ve balıkçı şehriymiş.
Tutulan balıkların satılması Yemiş iskelesi ve Balık pazarından başlayan ve bu merkezlerin etrafında mahalle mahalle büyüyen pazarlarda yapılırmış. Balığın çok fazla çıktığı günlerde ise, Tophane’den Rumeli Kavağına ve Üsküdar’dan Anadolu Kavağına kadar her yere çeşitli vasıtalarla götürülüp satılırmış. Fiyat kırmak isteyen ya da çok düşük fiyata almak isteyen müşterilerine de balıkçılar, -Oooo! O fiyatı ancak balığı kavağa çıkardığımızda satarız biz derlermiş.
Eline Su Dökemez
(İki kişiyi karşılaştırırken, daha önemsiz, değersiz, yeteneksiz, geri gördüğümüz kişi için, ‘ötekinin eline su bile dökemez deyimini kullanırız.)
Eskiden, namaz abdesti alınırken, abdest alan kişi, bir usta ise, çırakları, kalfaları, Medrese hocası ise mollaları, öğretmen ise öğrencileri, eline ibrikle su dökerek abdest almasına yardımcı olurlardı.
Böyle önemli bir kişinin eline, yolu yordamınca, ibrikten su dökmek için, o kişiye biraz yakın olmak, onun yanında iyi kötü bir yer almış bulunmak gerekirdi. Yoksa her önüne gelenin yapacağı iş değildi.
İşte bu nedenle, iki değerli kişi ölçülürken, bilgisi, yeteneği, zekâsı daha az olan için, bu deyim kullanılır.
Etekleri Zil Çalmak
(Çok sevinip mutlu olmak.)
Başarılı ve mutlu olup sevinmek herkesin hakkıdır. Ancak her başarının ve mutluluğun bir bedeli vardır. İnsan bu bedeli ödemeden yani birtakım sıkıntılara katlanmadan başarılı ve mutlu olamaz. Bir zamanlar Anadolu'nun bir yerinde, herkesin sevip hürmet ettiği güler yüzlü, tatlı dilli bir şeyh yaşarmış. Şeyhin, pabuçlarının sivri ucunda ve cüppesinin eteklerinde yüzlerce kuzu çıngırağı bulunurmuş. Şeyhin uzaktan gelişi bu çıngırakların çıkarttığı sesten anlaşılırmış. Bir gün şeyhe bu çıngırakları niçin taktığını sormuşlar. O da: - Yürürken yerdeki karıncaları ürkütüp çiğnenerek ölmelerine engel olmak için, diye cevap vermiş. Bir gün güvenlik güçleri, çok tehlikeli bir hırsız çetesinin saklandığı yerden çıkmasını beklerken, çıngıraklı şeyh oradan geçiyormuş. Azılı hırsızlar çıngırak sesini duyunca ortaya çıkmış ve kaçmaya çalışırken yakalanmış. Azılı bir çetenin yakalanmasına sebep olan çıngıraklı şeyhi halk sevincinden kucaklayıp havaya kaldırırken, şeyhin eteklerindeki çıngıraklar, daha fazla ses çıkarmış, adeta zil çalmış. Halk da bu çıkan sesten çok mutlu olmuş. Bu olaydan sonra o yerin ahalisi, bir şeye çok sevinip mutlu olanları görünce, “Ne o eteklerin zil çalıyor.” demeye başlamış.
Kozunu Paylaşmak
Koz ceviz manasına gelir. Eskiden Kastamonu'nun iki köyü arasında ortak olarak kullanılan bir Cevizlik vardı. Ceviz toplama mevsimi gelince bir gün belirlenir ve iki köy halkı Cevizlik’te buluşur cevizleri paylaşırlardı. Ancak her seferinde haksızlık olduğu ileri sürülerek kavga çıkardı. Hatta olay öyle bir seviyeye geldi ki köylerde kavgaya müsait eli sopa tutan delikanlılar koz paylaşma gününden önce günlerce hazırlık yaparlardı.
Bir ana oğlunun büyüdüğünü anlatmak için “BENİM OĞLAN KOZUNU PAYLAŞACAK ÇAĞA GELDİ" derdi...
Mim Koymak
(Unutulmaması için bir şeyi işaret etmek, dikkate almak.)
Mim, Arap alfabesinin yirmi yedinci harfi olup “ebcet” hesabında kırk sayısına tekabül eder. Aynı zamanda muharrem ayını bildiren bir işarettir Günümüzde kullandığımız, birinin hoşuna gitmeyen bir davranışı sebebiyle birini, hakkında iyi düşünülmeyenler arasına koymak anlamına gelen “mimlemek” kelimesi buradan doğmuştur. Birinci Dünya Savaşı (1914-1918) sıralarında Osmanlı Devleti, Çanakkale, Suriye, Galiçya ve Kafkas cephelerinde savaşıyor, bu savaşlarda birçok asker kaybı oluyordu. Cepheden gelen bütün telgraflarda, “Aman, daha asker, daha asker gönderin.” istekleri doluydu. Onun için hükümet, İstanbul sokaklarına kâtipler gönderip askere alınabilecek erkekleri tespit ediyordu. Kâtip Kâşif Efendi, sokağın başındaki ilk kapıyı çaldı. Çıkan kadına şu soruları sordu: - Evde kaç erkek var? - Bir tane gözüm. - Yaşı kaç? - 17… - Güzel… Adı? - Mehmet. Hüsnü Efendi, bunları deftere uzun uzun yazdı. Diğer bir kapıya geçtiler. Orada da bir erkek çocuk vardı. Adı Mehmet. Diğer evlerde de erkek çocukların adları çoğu defa Mehmet çıkıyordu. Kâşif Efendi, arkadaşı Hüsnü Efendi'nin sıkıntısını görmüş, ona bir kolaylık sağlamıştı. Her Mehmet ismi yerine (M) harfi karşılığı olan “mim” koymak daha kolay olacaktı. Bundan sondaki evlerde Mehmet adıyla karşılaştıklarında Kâşif Efendi bağırıyordu: - Bir mim koy! Çağlar arasındaki ortak dil beynimizde ya im'dir, ya imge Ve ne yandan baksan mim mim'dir. Her şeye mim koymalı bu âlemde.
Zıvanadan Çıkmak
(Taşkın, aşırı davranışlarda bulunmak, aklını oynatmak, delirmek, çok sinirlenmek, öfkelenmek.)
Bir söz, davranış ve olay karşısında hemen parlamak, yani öfkelenmek insana bir şey kazandırmaz, aksine zarar verir. Her şeyi düşünüp, akıl ve mantık yoluyla çözmek gerekir. Bazı insanlar bu yolu denemezler. Bağırıp çağırıp ve öfkelenmekle başkalarının üzerinde baskı kurup her şeyi halledeceklerini sanırlar ama aldanırlar. Zıvana, Farsça bir kelime olup, bir kilit dilinin yerleşmesi için açılmış delik anlamına gelir. Kapı zıvanadan çıkınca dik durmaz, devrilir. Kapı nasıl zıvanadan çıkıp ayakta duramazsa, çok sinirlenen bir kimse de kapı gibi ayakta duramaz, yıkılır.
Nasip İse Gelir Hint'ten Yemen'den
(Bir şey bir insana nasip ve kısmet olmuşsa, bu onun ayağına gelir.)
İnsan nasibiyle doğar, derler. Hayatta talihi açık olan insanlar vardır. Bütün isteklerine ve arzularına kavuşup mutlu olurlar. Bazıları da o kadar nasipsiz ve talihsizdir ki dünyaya gökten altın yağsa, bir tanesi bu bahtsız insanların hisselerine düşmez. Sürekli sıkıntı çekerler. Eskiden Semerkant, bilim ve sanat merkezi olan bir Türk şehri idi. Semercilik sanatında çok ileri gitmişti. Bir kervancı, bir gün şehrin ünlü semer ustalarından birinin dükkânına gider. Semerci ustası namaza gitmiştir. Çırak dükkânda yalnızdır. Kervancı uzak yola gideceğini, develerinden birinin semersiz olduğunu çırağa söyler. Hemen acele bir semer ister. Çırak, hazır semer olmadığını, sipariş üzere semer yaptıklarını beyan eder. Kervancı işi acele olduğu için, telaşla sağa sola bakınır. Bu arada dükkânın tavanında asılı eski bir semeri görür. Eski de olsa yenisinin fiyatına alacağını söyler. Çırak eski semeri kervancıya satar. Ustası namazdan geldikten sonra bu alışverişi öğrenir, fakat usta bundan memnun olmaz. Meğer adamcağız bunca yıldır kazandığı paralarını bu satılan eski semerin içinde saklarmış. Çırak bu duruma çok üzülür. Semeri arayıp bulmak için yollara düşer. Ustasının, “Oğul, gel gitme beyhude, Semerkant'a, Buhara'ya Bulur elbet seni bir gün, nasip araya araya”(*) demesine bakmaz, semerin arkasından birkaç ay dolaşır, sonunda bulamadan geri döner. Usta, çırağının geri döndüğüne sevinir, onu teselli ederek der ki: “Nasip ise gelir Hint'ten Yemen'den Nasip değil ise, ne gelir elden” (**) Altı ay sonra kervancı, eski semerle birlikte dükkâna çıkagelir. Çırak adamı tanır ve ustasına da durumu anlatır. Kervancı: - Oğlum, bu semeri senden satın aldım ama aklıma takıldı. “Ustasının haberi olmadan bu çocuk, bu semeri bana sattı. Ya ustası gelip darılırsa?” diye üzüldüm. Alın eski semeri, bana yenisini yapın, der. Böylelikle semerci ustası, yıllardır biriktirdiklerine kavuşmuş olur.
Çam Devirmek, Pot Kırmak
(Başkalarını kızdıracak, üzecek, gereksiz, münasebetsiz söz söyleme anlamında bir deyim.)
Zengin bir adamın, Göztepe Erenköy taraflarında, sekiz on dönüm bahçeli, büyük bir köşkü varmış.
Adam bu bahçenin bir köşesine bir bina daha yaptırmaya karar vermiş.
Eski binalar hep ahşap yapıldığı için, gereken keresteyi tomruk halinde getirtmiş ve inşaat yaptıracağı yere istif ettirmiş.
Bu tomrukların içinde çam, gürgen, meşe ve ceviz ağaçları da bulunuyormuş. Sayfiye mevsimi olmadığı için Nişantaşı’ndaki konağında oturan zengin adam bir sabah, köşküne gitmiş ve köşkün saf bekçisine emir vermiş:
-Bir hızarcı bul, bahçedeki ağaçların arasındaki çamları biçtir, tahta ve kalas yaptır demiş.
Saf uşak da efendisinin emri üzerine hızarcıları bulmuş. Çam tomrukları yerine, köşkün bahçesinde ne kadar kıymetli çam ağacı varsa kestirip devirmiş. Bu akılsız uşağın adı, çam deviren uşak kalmış.
Kazın Ayağı Öyle Değil
(Sen öyle düşünüyorsun ama yanılgı içindesin. İşler senin bildiğin ve düşündüğün gibi değil.)
İşler bazen umulduğu gibi gitmez. Bazıları ise bize ait işlerin tıkırında gittiğini zanneder. Ama işin içinde bulunan işlerin iyi ya da kötü gittiğini dışarıdaki insandan daha iyi bilir. Bu deyimin kaynağı yine Nasreddin Hoca'mız… Hoca bir gün Timur'a kızarmış bir kaz götürürken yolda canı çekmiş, hemen kazın bir bacağını gövdesine indirmiş. Hoca'yı huzura kabul eden Timur, bakmış ki kendisine sunulan kızarmış kaz tek ayaklı. Kendisi de malum topal. Hoca bunu bilerek hakaret olsun, diye yaptı sanarak, ona çok kızmış. Hoca durumu hemen sezerek: - Ulu hakanım, bizim Akşehir'in kazları hep tek bacaklıdır. Bakın çeşme başındaki kazlara, demiş ve çeşme başında tek bacaklarını altlarına almış uyuklayan kazları göstermiş. Timur, Hoca'ya bakarak gülmüş: - Yoo, Hoca, kazın ayağı öyle değil demiş. Adamlarına çeşme başındaki kazlara değnekle dokunmaları için emir vermiş. Kazlar, uykularından uyandırılınca iki ayakları üstünde kaçışmaya başlamışlar. Hoca'nın yüzüne alaylı alaylı bakan Timur: - Hani Akşehir'in kazları tek ayaklı idi, diye sorunca Hoca: - Vallahi hakanım, eğer o değnekleri size vursalardı, tövbeler olsun, dört ayaklı bile olur kaçardınız, diye cevap vermiş.
Dananın Kuyruğu Kopmak
(Gizli gizli süren anlaşmazlık patlak vererek ortaya büyük bir olay çıkmak veya korkulan bir sonuç gerçekleşmek.)
İnsanlar arasındaki anlaşmazlıklar bir gün ansızın ortaya çıkıp olay hâline gelirler. Sonuçta her iki taraf da zarar görebilir. En iyisi anlaşmazlıkların kısa zamanda şeffaf bir şekilde çözüme kavuşturulması ve kimsenin zarara uğratılmamasıdır. Geçmişte düzenbaz ve yalancı bir adam varmış. Tüccar ve esnafa borç vermediği hâlde vermiş gibi gözükür, onların aleyhine dava açar, şahitler ve kadıya rüşvet vererek davayı kazanır, haksız kazanç elde edermiş. Bu sahtekâr adam, bir gün, kasabanın sözü geçen bir adamı hakkında dava açmış, kadıya da rüşvet olarak bir dana göndermiş. Davalı tüccar bunu öğrenince, daha büyük bir danayı kadıya teslim etmiş. İşin tadının kaçtığını anlayan kadı, her iki danayı getirtip mahkemenin avlusuna bağlatmış. Kadı makamına kurulup herkesin önünde şunları söylemiş: - Bu davayı görmek için uzun zaman vicdanımla savaştım. Ben adalet için çalışırım. Gelin görün ki, iki taraf da evime birer dana göndermiş. Şimdi kimin haklı, kimin haksız olduğunu danalara bakıp anlayalım. Avludaki danalar, kuyruklarından birbirine bağlanır ve kuyruk altlarına neft sürülerek hayvanlara birer diken batırılır. Hayvanlar böğürerek birbirini aksi yönde çekerler. Bu arada kadı bağırarak, “Kimin danasının kuyruğu koparsa, o taraf haksız çıkacak ve adalet yerini bulacaktır.” der. Kısa bir çekişmeden sonra sahtekârın getirdiği dananın kuyruğu kopar ve hayvan can acısıyla sokağa fırlar.
Deve Etmek
(Hak sahibini aldatarak, ona ait bir şeyi kendine mal etmek, zimmetine geçirmek.)
Çocukların ellerindeki yiyeceklerin büyükler tarafından deve yapılması bir yana, günümüz fakirin, saçı bitmedik yetimin ve ihtiyaç sahiplerinin hakkını ve ihtiyacını deve yapanlarla dolu. Hesap, kitap hak getire! Çarşıda, pazarda, evde şaka yollu çocukların elindeki yiyecek ve içecek maddeleri büyükler tarafından aldatılarak alınır, büyükler de deve yaptıklarını söylerlerdi! “Sen elindeki incirleri bana verirsen, onları çiğneyip sana kocaman bir deve yapacağım.” diye çocukları aldatırlardı. Tabii bu oyuna aldanan ve aldanmayan çocuklar da vardı. Böylelikle zeki ve kurnaz çocuklarla, saf ve aptal çocuklar daha bu yaşlarda belli olurdu.
Zurnada Peşrev Olmaz
Davul ile zurnayı musikiden saymayan ve küçük gören bir sonradan görme İstanbul' lu, Edirne' de bir düğüne davet edilmiş. Yemekten sonra açık havada yapılan oyun ve eğlenceler sırasında bu hatırlı davetliye, zurnazen başı yaklaşarak sormuş:
-Çalmamızı arzu ettiğiniz herhangi bir parça var mı? Ukala adam, dudak bükmüş: -Ayol, kala kala zurnaya mı kaldık. Bunun peşrevi olmaz. Ne nota bilirsiniz ki siz, ne de beste. Sizin çaldıklarınızı ben dinleyemem. İyisi mi, kendiniz çalın oynayın. Zurnazen, bu hakaretleri pek içerlemiş. "Görürsün sen efendi" diyerek, en kabiliyetli yamaklarını etrafına toplayıp başlamış çalmaya. O çalar, etrafındakiler söylermiş. Ne Itri' si kalmış çalmadık, ne Dede Efendi' si. Sonradan görme bey, ağzı bir karış açık onları uzun uzun dinlemiş. Adamlar, bir besteden bir besteye, bir makamdan bir makama geçtikçe, o da renkten renge geçmiş. Bu deyim, hikâyedeki anlamının dışında, "insanın kaderini zorlamamasını, ne çıkarsa bahtına razı olması gerektiğini anlatmak için kullanılır.
İpe Un Sermek
(İstenilen işi yapmamak için çeşitli bahaneler uydurmak, güç koşullar öne sürmek, güçlük çıkarmak anlamında bir deyim.)
Nasreddin Hoca’nın, aldığını bir türlü geri vermeyen ya da kırık dökük, delik, kopuk, sakat olarak geri getiren bir komşusu Hoca’dan bir gün urgan ister. Hoca da ‘Bizim hanım biraz evvel urganın üzerine un serdi, veremeyiz.’ Der. Komşusu güler; ’Aman hocam, hiç urgan üstüne un durur mu, ipe un serilir mi?’ diye sorunca, Hoca cevabı yapıştırır. ‘Neden serilmesin. Vermeye gönlüm olmayınca, ipe un da serilir elbet.’
Eski Kulağı Kesiklerden
(Kurnaz, becerikli, iş bilir, her işin altından kalkan…)
İnsan tilki gibi kurnaz olup kimseye zarar vermemeli, bir usta gibi becerikli olup âleme faydalı işler görmeli; işini, aşını, eşini bilmeli, her faydalı işin üstesinden gelmelidir. Hacı Bektaşi Veli'nin tarikatına girmek isteyenlere tarikatın şartları açıklanır, gerekli öğütler verilir, tekkenin girişinde derviş adayının kulağına bir delik açılarak küpe takılırmış. Tarikatın şartlarından biri de hiç evlenmemekmiş. Sonradan bu kuralı bozanların kulaklarından küpeleri çekilerek alınır ve bu yırtık kulakla dolaşırlarmış. Halk, cezalı dervişlere “kulağı kesikler” diye hitap edermiş. Osmanlı sultanlarından Yavuz Selim'in kulağındaki küpe, bu tarikatın işaretlerinden biri olarak bilinir. Sultan Selim'in şeyhin eşiğine baş koyup kulağını deldirdiği rivayet edilir.
Foyası Meydana Çıktı
(Aslı astarı araştırıldı, hilesi meydana çıktı anlamında bir deyim.)
Kuyumcular süs eşyalarında kullandıkları elmasların arkasına, ‘foya’ denilen bir madde sürer, ayna gibi, ışığı yansıtarak, daha çok parlamasını sağlarlar.
Zamanla bu foya dökülür, taş da eski parlaklığını yitirir. Buna foyası çıkmış derler. Bunun gibi, hilekâr kişilerin yalanları ortaya çıkınca, aynı deyim kullanılır.
Akla Karayı Seçmek
(Bir işin üstesinden gelene kadar çok zorluk çekmek, güçlükle başarmak)
Dinimize göre, sabah namazının kılınma vakti, güneş doğuncaya kadar geçerlidir. Ortalık ağarmaya başlayıp da ak iplik ile kara iplik birbirinden seçilinceye kadar sabah namazı kılma süresi devam eder. Ağır hastalar bütün gece sancı ve ıstırap içinde kıvranarak uyuyamadıklarından, sabahı zor ederler.
Dokuz Doğurmak
Vakti zamanında, Çengeloğlu Tahir Paşa o dönem için asayişi bozuk olan İzmir de geceleri belirli saatler arasında sokağa çıkma yasağı uygulamış.
Bir gece o saatlerde yasağa uymayan ya da sokakta olan insanları Zaptiyeler toplayıp Karakol avlusuna getirmişler, Bu sorguyu da bizzat Tahir paşa yapmış, Sırayla her birine teker teker çok ağır sorular sormuş. Paşa baştan dokuzuncu sıradakine gelince tekrar sormuş. ‘’Yahu sen? Tellakları duymadın mı? Ne diye sokaktasın bu vakitte? Adam bir telaşlı bir terli; ‘’Paşa hazretleri, karım doğuruyordu. Valla ebe aramaya çıktım. Bir iki adım sonra zaptiyeler tuttu beni. Zavallı karım ne haldedir bilmiyorum ‘’ demiş. Tahir Paşa bir hata edildiğini anladıysa da sakallarını sıvazlayıp, ‘’Seni bu kez affediyorum. Amma, o karın olacak Hatuna söyle, bir daha öyle olur olmaz saatlerde doğurmaya kalkmasın ‘’demiş. Adam kan ter koşa koşa eve gelip, komşu kadınların arasından karısının yattığı yatağa gelmiş. Adam; ’’Nasılsın? Nemiz oldu ‘’ demiş. Karısı da ‘’ Sen ne biçim adamsın Ebe bulamaya diye gittin? Kim bilir nerelerde eğlendin? Sen benim nasıl doğurduğumu biliyor musun? Demiş. Adam ise hararetle, ‘’Ah bre hatun sen neler diyorsun? Sen bir kere doğurdun. Ben sıradaki sekiz kişiden sorgu nöbeti bana gelinceye kadar dokuz doğurdum.’’ demiş.
Leb Demeden Leblebiyi Anlamak
(Karşısındakinin daha söze başlar başlamaz ne demek istediğini anlamak, akıllı ve uyanık olmak.)
İnsan hayatta akıllı, anlayışlı ve uyanık olmalıdır. Anlama yeteneği yüksek olanlar pratik zekâlı insanlardır. Bu özelliğe sahip olanlar her şeyi kolaylıkla çözümler ve her zorluğun içinden kolaylıkla çıkarlar. Her şey yerinde ve zamanında güzeldir. Bu tip insanlar yerinde ve zamanında susmasını da bilmelidirler. Medrese öğrencilerinden ukala bir molla varmış. Farsçadan imtihana girmiş. “Ne soracaklar?” diye öğretmenlerinin ağzına bakıyormuş. Hocalardan biri, Farsça, “dudak” anlamına gelen “leb” sözüyle işe başlamış. Ukala molla, “leblebi” diye lafa karışmış, “leb, leblebi kelimesinin bir hecesidir, efendim.” demiş. İmtihandaki hocalar gülmüşler. Soruyu soran hoca: - Maşallah 'leb' demeden 'leblebiyi' anladın. Yine de lafın sonunu beklesen iyi olurdu, çünkü akıllı olan, icabında susmasını bilmeli, demiş.
Saman Altından Su Yürütmek
Geniş bir ovanın üzerinde bir köy, bu köyünde bir tanecik ırmağı varmış. Irmağın suları aynı anda köyün bütün tarlalarına yetecek kadar gür olmadığından her gün bu ırmağı bir köylü kendi tarlasına sulamak için kullanıyor, diğerleri de sıranın kendisine geleceği günü bekliyorlarmış. Ancak bir gün köyün açıkgözlerinden biri ırmaktan kendi tarlasına gizli bir kanal yapıp, diğer köylüler bu durumu fark etmesin diye kanalın üstünü toprak ve samanlarla kapatmış. Böylece tarlasına her gün yeteri kadar su geliyor, bolca mahsul alıyormuş. Bir süre sonra ırmağın suları azalıp, bu açıkgözün tarlasından bereket fışkırınca köylüler vaziyetten kuşkulanıp adamın tarlasına baskın yapmışlar. Birde bakmışlar ki kanallar suyla dolu ve üzerinde otlar yüzüyor. Cevap belli: “Ulan köftehor, saman altından ne su yürütüyorsun!”
Gözüne Girmek
(Davranış güzelliği, çalışkanlık ve yeteneğimizle birinin sevgi ve güvenini kazanmak.)
Kimimiz öğretmenimizin, patronumuzun kimimiz de anne ve babamızın gözüne girmek isteriz. Çalışkanlık ve efendiliğimizle öğretmenimizi, disiplin ve üretkenliğimizle patronumuzu, hayırlı bir evlat olarak da anne ve babamızı memnun etmeye çalışırız. Recep, Şaban derken ramazan ayı yaklaşmış. Mahalle kahvesinde ramazanın ne zaman başlayacağına dair sohbetler ediliyormuş. Orada bulunan hocanın biri, “Ay görülmeyince ramazan başlamaz.” dermiş. Bu sözleri duyan Bektaşi eve gelir gelmez hanımına: -Hanım perdeleri iyice kapat. Karısı: -Niçin Efendi? -A hanım niçin olacak? Yakında ramazan ayı başlayacakmış. Müslümanlar oruç tutacaklarmış. -Ne var bunda efendi? İyi ya sen de oruç tutarsın. -Hanım ne diyorsam onu yap demiş. Bektaşi, geceleri mahalle kahvesine gidip gelirken temkinli davranıyor, ayı görmemek için hep yere bakıyormuş. Bir gün yağmur yağmış, sokaktaki çukurlar sularla dolmuş, hava da açılmış. Bektaşi, bir akşam kahveye giderken Ay’ı görmemek için başını yerden kaldırmıyormuş. Fakat gözü birden bir su birikintisine çarpmış, orada gökteki ayın suya yansıdığını görmüş. Öfkelenen Bektaşi, sudaki ayın aksine, “Bre mübarek! Başımı yerden göğe kaldırmıyorum diye, yere inerek gözüme mi gireceksin?” “Nereme girersen gir, oruç falan tutmayacağım.” demiş.
Mısır'daki Sağır Sultan Duydu
B(u olaydan herkes haberdar oldu; ama bu ilgisiz ve kaygısız adam olayı daha yeni duydu, anlamında kullanılır.)
Hayatta hiçbir şeyle ilgilenmeyen, hiçbir şeyin kaygısını duymayan insanlar vardır. Dünya yıkılsa bunların umurunda değildir. Kendilerine karşı ilgisiz, çevrelerine karşı ilgisiz, toplumsal olaylara karşı ilgisizdirler. Bu ilgisizlik insanı mutsuz ettiği gibi birtakım psikolojik problemleri de beraberinde getirir. Mısır'da Eyyubiler (1174 - 1250) den iktidarı devralan Memluklar (1250 - 1517), Kuzey Karadeniz'den Kıpçak Türklerini köle olarak Mısır’a getirmişler. Ordunun temelini bu köleler oluşturmuş. Mısır Kölemenlerinden bir sultanın kulağı ağır işitirmiş. Her şey olup bittikten sonra muttali olur, gizli devlet işleri konuşulacağı zaman, gizli bir odada vezirleriyle konuşup öyle karar verirmiş.
Hapı Yutmak
(Kötü ve zor bir duruma düşmek.)
Kötü ve zor durumlara düşmemek için dikkatli olmak, akıllı davranmak, yasaklara uymak gerekir. Yasaklar mutlaka toplumun huzur ve faydası için konur. Sağlığımız, güvenliğimiz, canımız ve malımız için. Bu deyimin hikâyesi IV. Murat devrine aittir. Padişah, keyif veren her şeyi, tütünü, içkiyi ve afyon yutmayı yasaklamıştı. Bu konuda kimseye de müsamaha edilmiyordu. IV. Murat, çok sevdiği Hekimbaşı Emir Çelebi'nin afyon taşıdığını ve yuttuğunu saray casuslarından haber alır. Bu habere inanmaz ama tedbiri de elden bırakmaz. Padişah, Emir Çelebi'yi satranç oynamaya davet eder. Oyunun tam ortasında: - Çelebi, kuşağını çöz, içinde ne var ise boşalt, der. Çelebi, başına gelecekleri anlar. Kuşağında ne var ne yok hepsini ortaya döker. Padişah, mercimek büyüklüğündeki afyon haplarını görünce: - Çelebi bunlar ne? - Etkisiz afyon hapları. - Bunlarla ne yapıyorsun? - Bunları hastalara veriyorum. - Peki, hastalara zararı dokunuyor mu? - Hayır, padişahım. - Madem öyle, bunları birer birer yutmaya başla bakalım. Çelebi çaresiz, hiçbir şey söylemeden afyon haplarını birer birer yutmaya başlar. Üzerine de bir bardak şerbet içer, sonra da ruhunu teslim eder. Eğrilip kıvrılıp yoldan çıkanda Mutlaka hapı yutar demişler Bir sıçrar, iki sıçrar üçüncüde Mutlaka hapı yutar, demişler.
O Kadar Uzun Değil
(Bir konuşmada atıp tutan, ileri giden ve haddini bilmeyenler için söylenen bir söz.)
Konuşmalarımız yalansız, riyasız ve abartısız olsun. Küçücük incir çekirdeğini doldurmayan konuları uzatıp, olur olmaz şeyleri konuşup da ileri gitmemeliyiz. İçimizde eli boş, gönlü hoş (!) tembel insanlar can sıkıntısından ne yapacaklarını bilemezler. Vakit öldürmek için ulu orta konuşurlar. Bunların kendileri gibi eli boş, gönlü hoş(!) dinleyenleri de vardır. Geveze ve boşboğaz adamın biri, bir yere misafirliğe gitmiş. Sürekli ve anlamsız konuşmalarıyla ev sahibini usandırmış. Bir ara ev sahibi misafirine mahsus adını sormuş. Geveze adam, ismini abartılı bir şekilde uzatarak, “Muuusaaa!” demiş. O da ev sahibinin ismini sormuş. Ev sahibi de, “Benim ki de Musa ama o kadar uzun değil, azıcık kısa.” demiş.
Tilkiyi Yüzüp Kuyruğuna Gelmek
(Bir işin sonunu getirmeye az kalmak.)
İnsanlar çalışır çabalar, üstelik zaman ve emek harcayarak bir iş yapmaya çalışırlar. İşi tam bitirecekleri zaman -sabırsız olduklarından- yüzüstü bırakırlar, işleriyle hiç ilgilenmezler. Başladığımız her işi bitirmek zorundayız. Bunun sonunda başarı, para ve mutluluk vardır. Bu deyimin hikâyesi şöyle: İki avcı, bir kış günü dağa avlanmaya gitmiş. Akşama doğru bir tilki inini dumanlayıp, dumandan kaçan tilkileri birer birer vurmuşlar. Havanın iyice karardığını fark eden avcılardan biri, arkadaşını ikaz ederek kar ve tipiye tutulmadan dönmek istemiş. Arkadaşı ise tilkiyi yüzdükten sonra dönelim demiş. Bu konuda ısrar etmiş, “Tilkiyi yüzdük kuyruğuna geldik, hele bitirelim, gideriz.” demiş. Bu arada, öldürülen tilkilerin kokusunu alan kurtlar çevrelerini sarmış. Tilkileri kurtlara bırakan iki avcı, canlarını zor kurtarmış. Emekler de boşa gitmiş.
Çadırını Başına Yıkmak
Osmanlı hükümdarları, sefer esasında hareketlerinden ve hizmetlerin den hoşnut olmadıklar vezirlerini azletmek için kaldıkları çadırın direklerini söktürüp başlarına yıktırırlar. Bu hareket iktidardan düşme manasına eski Türk geleneklerinde mevcut olup Orta Asya’dan itibaren uygulanmıştır.
Fatih’in, Karman seferi sırasında Mahmud Paşa’nın; Yavuz’un da çaldıran dönüşünde Hersekzade Ahmed Paşa ile Dukaginoğlu Ahmed Paşa’nın çadırlarını başlarına yıktırdıkları meşhurdur.
Dağdan Gelip Bağdakini Kovmak
(Hakkı olmadığı hâlde emek verilen bir yeri, bir işi sahiplerinden zorla almaya çalışmak.)
Emek kutsaldır. Herkesin emeğine saygı göstermeli, kimsenin hakkını haksız yere elinden almamalıdır. Bir şeyi hak etmek için alınlar terlemeli, emek verilmelidir. Köylünün biri kendine ekecek bir saha açmak için dağdaki fundalık ve çalıları söküp temizliyormuş. Ayrık otu gibi çabuk üreyip etrafı kaplayan otları da söküp söküp atmış. Bu ayrık otlarından biri arazinin eğiminden olsa gerek, çok bakımlı bir bağın içine düşmüş. Bağ sahibi de bunu önemsememiş. Fakat bir de bakmış ki bağının her tarafının ayrık otlarıyla dolduğunu görmüş. Bir sürü işçi tutarak bağını bu ayrık otlarından temizlemiş, iyice masrafa girmiş. Toprağın derinliklerine salkım saçak kök salan bu ayrık otlarını temizletirken kendi kendine şöyle mırıldanmış, “Dağdan geldiniz, bağdaki asmalarımı kovmaya kalktınız. Öyle yağma yok!”
Toprağı Bol Olmak
İlk çağ inançlarına göre, insanlar öldükleri vakit birtakım eşyaları ile birlikte gömülürlerdi. Tanrılarına sunmak ve öte dünya da kullanmak üzere mezarlara birlikte götürdükleri bu eşyalar genellikle kıymetli maden ve taşlardan mamul kap kacak ile takılardan oluşurdu. Türk Beyleri de İslamiyet’ten önceki zamanlarda korugan dedikleri mezarlarına altın, gümüş ve mücevherleriyle birlikte gömülürler, sonra da üzerine toprak yığdırtarak höyük yapılmasını vasiyet ederlerdi. Eski medeniyetlerin beşiği olan Ortadoğu ve Anadolu'da, pek çok ünlü hükümdarlara ait bu tür mezar ve höyükler hala bulunmaktadır.
Altın ve hazine her zaman insanoğlunun ihtiraslarını kamçılamış, nerede ve ne kadar kutsal olursa olsun elde edilmek için insanı kanunsuz yollara sevk etmiştir. Höyüklerdeki hazineler de zamanla yağmalanmaya başlanınca ölenin ruhunun muazzep edildiği düşüncesiyle üzerine toprak yığılır ve gittikçe daha büyük höyükler yapılır olmuş. O kadar ki ölenin yakınları ve cenaze merasimine katılanların birer küfe toprak getirip mezarın üstüne atmaları gelenek halini almış. Öyle ya, mezarın üzerinde toprak ne kadar bol olursa, düşmanlar ve art niyetliler tarafından açılması ve hazinenin yağmalanması, o kadar engellenmiş olurdu. Bu durumda toprağı bol olan kişi de öte dünyada rahat edecek, en azından kullanmaya eşyası ve tanrılara sunmaya hediyesi bulunacaktır. Bugün dilimizde yaşayan "toprağı bol olmak" deyimi, aslında ölen kişi hakkında iyi dilek ifade eder. Türklerin İslam dairesine girdikten sonra yavaş yavaş terk ettikleri höyük geleneği, "toprağı bol olmak" deyiminin de gayrimüslimler hakkında kullanılmasına yol açmıştır.
Arslan Payı
(Bir paylaşımda en güçlünün aldığı pay.)
Hak kuvvetlinin olmamalıdır. Aksi hâlde cemiyette huzur ve güven kalmaz. Hak, hak edenin olmalıdır. Hak etmeden, alınlar terlemeden elde edilen kazançlar, insanlar arasındaki adalet duygusunu zedeler. Ağlayanın hakkı, gülene hayır etmez. Emek ve yemek hırsızı olmamak, insanlara maddi ve manevi yönden zulmetmemek lazım. Bir gün ormanda bir grup hayvan avlanırken, diğer grup da kralları olan aslanın hizmetinde bulunurmuş. Avladıkları büyük bir hayvanı paylaşmak için aslanın başkanlığında toplanmışlar. Kaplan, sırtlan, kurt, tilki ve çakal halka olmuşlar. Arslan da hayvanın parçalanarak taksimini kurda vermiş. Kurt avı eşit bir şekilde paylaştırmaya kalkınca, kükreyen Arslan bir pençe ile kurdu yere sermiş. Daha sonra taksim işini tilkiye vermiş. Tilki avın ön butlarını ayırmış: “Bunlar efendimizin sabah kahvaltısıdır.” demiş. Arka butlarını göstermiş: “Bunlar efendimizin öğle yemeğidir.” demiş. Gövdesini göstererek “Bu da akşam yemeğidir. Geri kalan işkembe bağırsakları biz kendi aramızda paylaşırız” demiş. Aslan keyifli keyifli tilkiye sormuş: - Aferin sen bu taksimi nereden öğrendin? Tilki de : - Yerde uzanan şu kurt babadan öğrendim, cevabını vermiş. Arslan payını almış Koca koca namertler İti sürüye salmış Koca koca namertler
Bu İş İnada Bindi
Adamın biri hayatında hiç namaz kılmamış. Bunu bilen bir arkadaşı da yahu şu mübarek ramazan bari bir-iki rekât namaz kıl demiş. O da tamam tamam kılarız. İki rekât deyip teravih namazına gitmiş. Teravih başlamış. Bir-iki-dört derken namaz devam ediyor. Bir camdan kafasını uzatıp cami önünde bekleyen oğluna , evlat sen eve git "bu iş inada bindi" demiş.
Yalova Kaymakamı
(Kendisine saygı duyulmayan insanlar için bu deyim kullanılır.)
Eğer, sayılmak ve sevilmek istiyorsan bir mum gibi etrafını aydınlat, ağırbaşlı ol. Zulmetme, gönülleri fethet. Kimsenin kusurlarını araştırma, kıskançlık duygulardan arın. Yolsuzla alışveriş etme. Güler yüzlü ol. Aldatma, Hakk’ın rızasını almaya çalış. Bugün bir il olan Yalova'ya, eskiden genç, dinamik, iş yapmaya hevesli bir kaymakam tayin edilmiş. Gelir gelmez işine dört elle sarılmış. Başarılı olmak sevilip sayılmak için uğraşır dururmuş. Çalışmalarının herkes tarafından takdir edildiğini ve her tarafta duyulduğunu zannedermiş. İstanbul'a her gittiğinde ve her yerde kendini tanıtmak için fırsat kollarmış. Bir gün tıraş olmak için berber dükkânına gitmiş. Berberle oradan buradan konuşurken, laf arasında berbere sormuş: - Yahu hemşerim, duydun mu, Yalova kaymakamı İstanbul'a gelmiş. Herhâlde gazeteler yarın yazar, deyince berber küçümser gibi dudak bükmüş: - Beyim burası İstanbul, kim takar Yalova kaymakamını?
Yağlı Kuyruk
(Kolay ve bolca faydalanılabilecek kaynak veya sömürülecek, istifade edilecek kişi.)
Her çağda olduğu gibi günümüzde de yağlı kuyruk peşinde koşan dalkavuklar, yaltakçılar ve çalışmadan parazit gibi başkalarının sırtından geçinmek isteyenler vardır. Makam ve mevki sahipleri karşısında virgül gibi eğilenler… Güneydoğuda Hindistan'a, kuzeybatıda Aral Gölü'ne, güneybatıda İran Körfezi'ne ve kuzeydoğuda Kaşgar'a kadar olan topraklara hükmeden Gazneli Mahmut (997-1030), bir gün yolda giderken bir deliyle karşılaşır. Onunla alay etmek ister. “Deli benden ne dilersin?” der. Deli de “Karnım aç yağlı bir kuyruk dilerim.” cevabını verir. Sultan Mahmut, adama kaynamış bir şalgam verilmesini emreder. Divane, verilen şalgamı iştahla yerken, nasıl bulduğunu sorar. O da, “Siz sultan olalı kuyruğun yağı da kalmamış.” der. Kıssadan hisse…
Vur Abalıya
(Hak, daima kuvvetli olanındır. Halk tabakasından olan insanlar daima sövülmeye, dövülmeye ve aşağılanmaya müstahaktır anlamında kullanılan bir deyim.)
Dürüst, şerefli, hak hukuk gözeten fakat zayıf, fakir ve kimsesiz insanlar her zaman zengin, arkalı, kuvvetli ve nüfuzlu insanlar tarafından ezilmiştir. Hani derler ya, “Zenginin delisi ile fakirin velisi belli olmaz.” Zenginliğine ve nüfuzuna güvenen insanlar her yerde fakiri, köylüyü ve zayıfı ezmişler, onlara zulmetmişlerdir. Zavallı insanları üç kuruşa çalıştırmışlardır, emeklerinin karşılığını vermeyerek onlara köle muamelesi yapmışlardır. Eskiden zenginler çuha şalvar, fakir köylüler de aba giyerlerdi. Şehirli, küstah ve ahlaksız bir zengin, zavallı bir köylünün karısına göz koymuş. İşin içine namus meselesi de girince olay dallanıp budaklanmış. Ağa ile köylü arasında tekme tokat, gırtlak gırtlağa bir boğuşma başlamış. Halk da kavga edenlerin etrafına toplanmış. Dükkân sahiplerinden biri kavgayı yatıştırmak için çıraklarını gönderirken arkalarından da bağırmış: - Ulan seyre bakmayın, vurun, ayırın! Genç çıraklar uzaktan ustalarına seslenmişler: - Usta hangisine vuralım. Dükkân sahibi şaşırmış, başına dert açmamak için, aklını başına toplamış, çıraklarına: - Ulan bu da sorulur mu, abalıya vurun, abalıya vurun, demiş. Zavallı köylü neye uğradığını bilememiş. Uğradığı haksızlığa mı, dayağa mı, alnına sürülen kara lekeye mi yansın!
Asayiş Berkemal
Sultan Abdülaziz’in son yıllarında Musul ve Bağdat gibi illerde toplum içi anarşik olaylar artar. Irak ve çevresinde yabancı devletlerinde etkisi ile iyice asayiş bozulur.
Durumları İstanbul’dan gizlemeye çalışan devrin yetkilileri , Vilayet gazetesine her baskısında şu şekil manşet atarlardı: ‘’Saye-i asayiş –vaye-i padişahide ,vilayetin her bir tarafında emn-ü asayiş berkemaldir.’ Padişahın şahane idaresi altında, vilayetimizin her tarafında asayiş ve huzur hâkimdir. Yine büyük olaylardan sonra ertesi gün aynı manşet verilince , Bölgenin ünlü şairlerinden Kerküklü Şeyh Rıza Efendi dayanamayıp Aşağıdaki beyti yazıp gazeteye gönderir. ‘’Katl ü nehb-i eşkiyadan millet oldu payimal, Emn-ü asayiş yine, elhamdülillah berkemal!’’ Eşkıyanın cinayet ve yağması yüzünden millet ayaklar altında kaldı ama Allaha şükür asayiş yine de sağlanmış durumda
Sırra Kadem Basmak
Sır gizli şey demektir. Tasavvuf çevrelerinde ve özellikle Mevlevilikte bu kelimenin sırlamak şeklinde fiil yapılmış hali sıkça kullanılır. Sırlamak, “kapmak, örtmek ses ve hava akımına müsaade etmeyecek derecede bir yere gizlemek” anlamına gelir. Nitekim Mevleviler kapıyı yahut pencere kapa yerine, “sırla, sırret” derler. Sıralamak ve sıralanmak ise gömülmek, ölünün gömülmesi anlamına da kullanılır.
Bir Çuval İnciri Berbat Etmek
(Yanlış bir davranış veya sözle, olumlu giden bir işi bozmak anlamında bir deyim.)
İncir satılmak üzere hazırlanırken, içlerinde çürük, kurtlu, hastalıklı olanlar ayrılır. İyi ayıklanmaz da içlerinde kurtlu, çürük olanlar kalırsa, ötekileri de bozar, çürütür.
İyi ayıklanmayan bir iki çürük incirin, bir çuval inciri bozduğu gibi, bir toplulukta bir kişinin ağzından çıkan münasebetsiz, gereksiz bir söz de, topluluğun neşesini kaçırır, keyfini bozar.
Kuyruk Acısı
(Vaktiyle yapılan bir kötülükten dolayı intikam alma isteği.)
Kötülük eden kötülük, iyilik eden iyilik bulur, demişler. Hiçbir kötülük ve iyilik karşılıksız kalmaz. İnsanlar, hayatlarının geçmiş dönemlerinde zarar ve kötülük görmüş olabilirler. Kötülüğe kötülükle herkes karşılık verebilir. Asıl olan kötülüğe iyilikle mukabele etmektir. Geçmiş geçmişte kalmıştır. Eskiyi kurcalamak kimseye fayda getirmez. “Güneş battıktan sonra ağlamanın hiçbir faydası yoktur. Ancak güneş doğarken ne yapmamız gerektiğine karar vermemiz gerekir.” Rivayete göre bir adamın çok sevdiği bir çocuğuyla, yavru iken bulup besleyerek büyüttükleri bir yılanı varmış. Adam, yılana her gün bir kap süt verir, yılan da bunun karşılığı olarak adama bir altın bırakırmış. Zamanla adam zengin olmuş. Hac görevini yerine getirmek istemiş. Hacca gitmeden önce karısına yılanın sütünü düzenli olarak vermesini ve oğlunu yılandan uzak tutmasını tembihlemiş. Her gün yılanın getirdiği bir altına kanaat etmeyen evin oğlu, altınların tamamını ele geçirmek istemiş. Yılana sütünü verip altını alacağı sırada, bıçağı çıkararak yılanın kuyruğunu kesmiş. Yılan kuyruk acısıyla çocuğa saldırıp onu sokarak öldürmüş. Baba uzun süren hac yolculuğundan döndüğünde oğlunun ölmüş, yılanın da evden uzaklaştırılmış olduğunu görmüş. Zamanla adam, oğlunun acısını unutmuş. Yılanı tekrar eve getirmek istemiş. Yılanın yuvasını bularak ona birkaç kap süt götürmüş. Yılan delikten başını çıkararak adama şöyle seslenmiş: - Boşuna uğraşma, sende evlat, bende bu kuyruk acısı oldukça birbirimizle kolay kolay dost olamayız.
Saçını Süpürge Etmek
(Bir kadının isteyerek birinin hizmetinde bulunup çok emek vermesi.)
Anneler… Anneler… Çocukları için her türlü zorluğa katlanan, gecelerini gündüzüne katan, evladına zarar gelmesin diye onların üzerine titreyen anneler… Evlat ise, annesinden her yaptığının karşılığını para olarak tahsil etmek ister. Ama annenin bir evlat için yaptıkları hiç parayla pulla ölçülür mü? Dokuz ay karnında taşıması, uykusuz geçen geceler, hastalandığında başında bekleyip edilen dualar, yapılan yemekler, yıkanan ve ütülenen elbiseler, verilen sevgi ve dökülen gözyaşları… Hep bedava değil mi? Eskiden kadınlar saçlarını topuklarına kadar uzatırlardı. En uzun saç da en güzel saç kabul edilirdi. Kadın evini süpürmek için yere eğilince arkasındaki çift örgülü saçlar yere düşer ve bir süpürge gibi her yeri öperdi.
Yananı Allah Bilir
(Herkesin kendine göre derdi büyüktür.)
Herkesin kendine göre büyük küçük derdi vardır. Meselesiz insan yoktur. Kimse kimsenin iç hâlini bilemez. Dış görünüş insanı her zaman yanıltır. “Davulun sesi uzaktan hoş gelir.” derler ya… Bir de içine girsen, hâlini sorsan, derdine derman olsan… Bir gün Nasreddin Hoca'nın komşusu, bahçesindeki arı kovanlarından tenekelere bal dolduruyormuş. Bunu gören Hoca, hemen komşusunun bahçesine geçmiş, selam vererek bal teknesinin başına oturmuş. Hoca, o kadar bal yemiş ki, sahibinin içi gitmiş. Yeter artık da diyememiş. Sonunda, “Aman Hocam, o kadar bal yemeyiniz, içinizi yakar.” demiş. Hoca da, “ Yananı Allah bilir, sen işine bak!” cevabını vermiş.
Atı Alan Üsküdar’ı Geçti
(Becerikli, kurnaz, eli çabuk olanların, bir işi ötekilerden daha önce sonuçlandırdığını belirten, "İş işten geçti" anlamında bir deyim.)
Bolu Bey'ine başkaldıran, çoğunlukla ünlü halk şairi ile karıştıran eşkıya Köroğlu, bir gün atını çaldırmış. Köroğlu, değerli ve akıllı bir hayvan olan atını aramak için diyar diyar dolaştıktan sonra, İstanbul'da satılık hayvanlar arasında kendi atını bulmuş. O'nu tanımayan satıcıya müşteri gibi görünmüş. Önce şöyle bir binip deneyeceğini, sonra satın alacağını söyleyerek ata atlamış, hayvan da bir binip deneyeceğini, sonra satın alacağını söyleyerek ata atlamış, hayvan da sahibini tanıdığından, atı mahmuzlamasıyla şimşek gibi fırlayıp kaybolmuş. Kıyıya varınca da sala fazla para verip Üsküdar'a çektirmiş. Öfkesinden küplere binip izlemeye yeltenen at cambazına, kalabalıktan biri seslenmiş:
Beyhude çabalama atı alan Üsküdar'ı geçti. O adam Köroğlu’nun kendisi idi.
Nuh Der, Peygamber Demez
(Katı düşünceli, dediğim dedikçi, dünyaya tek pencereden bakan, düşüncelerini değiştirmeyen, inatçı.)
İnatçı ve katı düşüncelere sahip olmak, düşüncelerinde ısrar etmek, insan ve toplum için bir fayda getirmez. Aksine esnek, ılımlı ve her türlü görüşe açık olan insan toplum için bir kazançtır. Çünkü dünya yerinde durmuyor. Her saat ve her gün yeni icatlar ve keşiflerle karşı karşıyayız. İnsan daima yenilikler peşinde koşuyor. İnsanların yanlış yollara saptıkların gören Allah, onları doğru yola iletmek için, onlara zaman zaman peygamberler göndermiştir. Bunlardan biri de Nuh Aleyhisselam’dır. Hazreti-i Nuh, yıllarca insanları iyiliğe, doğruluğa ve güzelliğe çağırdı. O'na oğulları Ham, Sam ve Yasef'le birlikte pek az insan inandı. Bunun üzerine Allah, kâfirleri cezalandırmaya karar verdi. Büyük bir tufan indireceğini Nuh'tan büyük ve üç katlı bir gemi yapmasını, bütün canlılardan erkekli-dişili birer çift alarak gemiye bindirmesini istedi. Nuh, 600 yaşında iken gemi bitti. Yam dışında kendisine inanan oğulları Nuh'a yardım etti. İnanmayan ve hâlâ sapıklıklarına devam eden halk inat ediyor, Nuh'u peygamber olarak kabul etmiyordu. Nihayet, ilk yağmurlar… Nuh, her canlıdan birer çift gemiye koydurdu. Oğlu Yam ve diğerleri gemiye binmek istemedi. Oğlu Yam, diğer kâfirlerle babasının aleyhinde çalışıyor, Nuh diyor da peygamber demiyordu. Kırk gün, kırk gece yağan yağmurlar sel olup taştı, yeryüzünü seller sular doldurdu ve böylece inananlar kurtuldu, inanmayanlar da helak oldu.
Güme Gitti
Yeniçerilerin günümüz polisliğini yaptığı dönemlerde olaylara müdahale edip, gözaltına alacakları adamları kodeslere götürür. içeri atarken de hooop...güümm derlermiş. Ahalide bir olay sırasında suçsuz yere içeri alınan insanlara. Vay be! Adam bağıra çağıra güme gitti! Derlermiş.
Tuzlayayım Da Kokma
(Hep tepeden konuşuyorsun; ama hiçbir şey bilmiyor, mantıksız, temelsiz laflar ediyorsun. Bundan dolayı sana değer vermiyorum.)
Sonradan görme birtakım insanlar, kendilerini fasulye gibi nimetten zannederler. Gerekli gereksiz -sırf konuşmuş olmak için- yüksekten atar, akla mantığa uymayan cahilce laflar ederek gülünç duruma düşerler. Bu duruma düşmeleri umurlarında bile değildir. Kendilerine değer verildiğini zannedip aşağılandıklarının farkına bile varmazlar. Yolda giderken iki köylü, arkadaş olur. Biri az çok görgülü ve güngörmüş, diğeri ise acemi çaylağın biriymiş. Yolda giderken deniz görünmüş. Toy olanı denizi masmavi görünce, “Bu suları boyamak için kim bilir ne kadar boya katmışlardır?” demiş. Arkadaşı, “Deniz hiç boyanır mı? Bu renk, göğün mavi rengidir.” dese de toy olan inat etmiş. İş, kavgaya ve ağız dalaşına kadar gitmiş sonunda anlaşıp tekrar yola revan olmuşlar. Daha sonra acemi köylü, yüzünü yıkamak için kıyısından yürüdükleri denizden bir avuç su almış, suyun tuzlu olduğunu anlamış. Bu sefer de, “Bu suyu tuzlamak için ne kadar tuz kullandılar?” Demiş. Öfkelenen arkadaşı, “Denize düşenler kokmasın diye tuzlamışlar. Seni de tuzlayayım da kokma.” diyerek arkadaşını denize atmış.
Kadir Gecesi Doğurmak
(Çok talihli olmak, her işi yolunda gitmek, her istediğine kavuşmak.)
Bu söz daha çok şanslı ve talihli insanlar için söylenmiştir. Bazı insanlar hayatta her istediğine, arzusuna nail olur, rahat ederler. Maddi sıkıntıları olmaz, her şeyi para ile alma gücüne sahip olurlar. Para, makam, mal, mülk içinde hayat sürerler. İslam inancına göre Ramazan ayının 27. gecesi, Kadir Gecesi'dir. Kitabullah bu gece inmeye başlamış, bu gecenin manen bin aydan daha hayırlı olduğu belirtilmiş, bu yüzden Müslümanlar bu geceye büyük değer vermişler, Müslüman'ın talih ve kısmetinin bu gecede açılacağına inanmışlardır. İşte bu deyim, böylesine mübarek bir gecenin dilimize armağanıdır.
Acemi Çaylak
(Toy, hayat tecrübesi olmayan, beceriksiz.)
İşi ehline vermeli; çünkü bir insan kolay yetişmiyor. Yılları ve hayat mektebini bitirmek gerekiyor. Acemi ve tecrübesiz insanlara hak etmedikleri iş ve makam verilmemeli. Tecrübesiz insanların yapacakları eksik ve kusurlu işler, devlet ve milletleri geri dönülmez yollara sürükleyebilir. Çaylak; kartal ailesinden etçil ve yırtıcı bir kuştur. Gövdesi ağır olduğu için, yavrularına uçmayı öğretmek çok vakit alır. Bu uçma çalışmaları esnasında yavrularını sık sık yere düşürürmüş. Çaylak yavrularının toylukları yüzünden uçmayı bir türlü öğrenememeleri halk arasında bu deyimin doğmasına sebep olmuştur.
İstim Arkadan Gelsin
(Önce yapılacak işleri yapayım, her işi oldubittiye getireyim, gerekli hazırlıklar, ihtiyaçlar sonradan tamamlansın, ilkesiyle iş görme durumu.)
Hiçbir işi oldubittiye getirmemek lazımdır. Bir iş, ancak bütün şartlar ve imkânlar tamamlandığında yerine getirilmelidir. Zamanın İran şahı, Urumiye Gölü'nde saray hizmetlerinde kullanılmak için alınan bir istimbota binmiş. Fakat buhar kazanı hareket için yeterli buhar tutamadığından istimbot birkaç dakika hareket edememiş. Bu beklemeden canı sıkılan şah, kızgınlıkla neyi, niçin beklediklerini sormuş. Yanındakilerin, “İstim bekliyoruz şah hazretleri!” cevabı üzerine, istim kelimesinin ne olduğunu bilmeyen şah, köpürerek bağırmış: - Canım bu ne saygısızlık? Bir istim için şah bekletilir mi? Biz gidelim, istim arkadan gelsin, demiş.
Çizmeden Yukarı Çıkmak
(Bilmediği işe, yetkisi dışındaki konuya karışmak anlamında bir deyim.)
19.yüzyılda, Fransız ressamlarından Delacroix Paris’te bir resim sergisi açmıştı. Sergiyi gezenlerden bir kişi, büyükçe bir şövalye tablosunun önünde uzun süre durarak, yakından uzaktan ciddi ciddi seyreder, beğenmediğini belirten bir biçimde de başını sallarmış. Bu durum ilgisini çeken ressam yanına gelerek sormuş.
-Bu tablo ile çok ilgilendiğiniz belli oluyor.
-Evet demiş adam. Şövalyenin çizmesindeki körük kıvrımlarında hatalar var.
-Pekiyi nasıl anladınız, işiniz bu mu?
-Ben kunduracıyım, çizme dikerim. Deyince ressam hemen tuvalini ve boyalarını getirerek adamın söylediği biçimde çizmeyi düzeltmiş ve gerçekten daha iyi olduğunu görmekten memnun olarak adama teşekkür etmiş. Fakat adam yine tablonun başından ayrılmadan, bu kez de şövalyenin pantolonunda ve kemerinde de hatalar olduğunu belirtince bu çokbilmişliğe dayanamayan ressam,
-Bak dostum demiş, sen kunduracısın, çizmeden yukarı çıkma!
Bu Boru Değil?
Askeri okullarda nerdeyse bütün işler borunun verdiği sese göre yapılır. Öğrenciler bu boru sesine göre hareket ederlermiş.
Kalk borusu, yat borusu, karavana, paydos, derse gir, dersten çık, istirahat vs. birçok boru sesi. Hikâyenin geçtiği askeri lisede o gün, sınıf kıdemlisi öğrenci, sınıfa dalar. -Çocuklar size havadisim var! Duydunuz mu? Diyerek bağırır. Diğer öğrenciler de –Duymadık! Ne ise borusu çalar biz de duyarız. Demişler. Kıdemli öğrencide -Çocuklar! Bu boru değil. Yarın yeni padişah tahta çıkıyor. Şenlikler var. Sınıf komutanın özel emri var. Bütün dersler paydos demiş. Diğer öğrencilerde çok sevinirler bu işe. O günden sonra o okul ve diğer okullarda öğrenciler aralarında konuşmaya başlamadan önce, -Dinle! Bu boru değil. Anlatacaklarım çok önemli... Diyerek lafa başlarlarmış.
Dananın Altında Buzağı Aramak
(Başkasını suçlamak için bahaneler bulmak.)
Kusursuz kul yoktur. Herkesin bir kusuru vardır. Başkalarını haksız yere birtakım bahanelerle suçlamak doğru değildir. Biz başkalarını yargılama yetkisine sahip değiliz. Başkalarını hele hele haksız yere yargılama ne insanlığa ne de vicdana sığar. Eskiden zengin bir ağa, sahip olduğu bütün hayvanları, yavrularını yarı yarıya paylaşmak için verir, her yıl hayvanlar yavruladıktan sonra köye gider, yavruları iyice sayar, kulaklarına özel damgasını vurarak bunları defterine kaydedermiş. Köylülere de aksileşir, her hayvanı yavrularıyla görmek ister, köylülere, “Hani bunun kuzusu, hani bunun oğlağı, hani bunun malağı?” diye bağırıp çağırırmış. Sayım yaptığı bir gün, inek sandığı bir dananın altında buzağısını göremeyince boynuzundan tutup, “Hani bunun buzağısı?” diye bağırmaya başlamış. Ağa bir hırsızlık yakaladım diye şamatayı artırmış. Köylülerden biri durumu anlayıp, “Ağam, ağam!” demiş: “O hayvan inek değil, danadır. Erkek hayvanın buzağısı olur mu?” deyince, ağanın da hevesi kursağında kalmış.
Laf Ola Padişahım
(Saçma sapan konuşan kişilerin anlamsız konuşmalarını tanımlamak için kullanılan bir deyim.)
Saçma sapan konuşan insanlar iyi ve güzel şeyler söylediklerini zannedip kendilerini fasulyeden nimet sanırlar. Hâlbuki bu tip insanlar zır cahil olup eksikliklerini anlamsız sözlerle örtmek isterler. İncili Çavuş, bir gece yarısı saraya gelmiş. Padişahı uyandırarak, yarı uykulu padişaha şunları sormuş: - Efendimiz zurna çalmasını bilir mi? - Hayır, bilmem. - Pederiniz sultan hazretleri de bilmez miydi? - Hayır bilmezdi. Niçin sordun? - Hiç, laf ola padişahım. Bendeniz de bilmem de… Bu münasebetsizlik için kızan padişah İncili Çavuş'u cezalandırmaya düşünürken, İncili: -Sultanım, zatı devletleriniz geçen gün, elinizde oynadığınız bir altıntopu, kim münasebetsiz bir zamanda, münasebetsiz bir lakırdı söylerse, ona vereceğim, demişti de.
Lafla Peynir Gemisi Yürümez
Bu deyimin de çok ilginç bir hikâyesi var. Bir zamanlar İstanbul'da Aksi Yusuf adında bir peynir tüccarı varmış. Bu tüccar çıkarcı ve cimri kişiymiş. Trakya'dan getirdiği peynirleri İstanbul'da satar, artanı da deniz yoluyla İzmir'e gönderirmiş. İzmir'de peynir fiyatları yükseldikçe elinde ne kadar mal varsa gemilere yükletir, ama taşıma ücretini peşin vermeyerek kaptanları yalanlarıyla oyalar durur.
- "Hele peynirler sağ salim varsın, istediğiniz parayı fazla fazla veririm" diye vaatlerde bulunurmuş. Birkaç kez aldanan gemi kaptanlarından birisi yine İzmir'e doğru yola çıkmak üzere iken sinirlenmiş ve şöyle demiş. - Efendi, tayfalarıma para ödeyeceğim. Gemimin kalkması için masrafım var. Parayı peşin ödemezsen Sarayburnu'nu bile dönmem. Aksi Yusuf : " Hele peynirler sağ salim varsın..." demeye başlayacakmış ki, Gemici: -Efendi "Lâfla peynir gemisi yürümez." sözünü yapıştırıvermiş ve sözlerine "geminin yürümesi için kömür lâzım, yağ lâzım" diyerek devam etmiş. Bu sözler üzerine Aksi Yusuf parayı ödemiş. O gün akşama kadar şu tek cümleyi sayıklayıp durmuş. "LÂFLA PEYNİR GEMİSİ YÜRÜMEZ HA!" bu söz daha sonra iş yapmayıp sadece boş konuşanlar için söylenmeye başlanarak deyimleşip güzel Türkçe'mize yerleşmiş.
Aklı Kesmek
Deyiminin kullanıldığı söz gelişi:
Bir işe girişmeden önce, onu yapmak akıl gücünün ve kabiliyetlerinin elverişli olup olmadığını tartmak, yollamak ve hesaplamak gerektiğini belirtmek için söylenen bir deyim.
Bu ünlü tabirin hikâyesi şöyledir:
Bilindiği gibi, Halk arasında Lokman Hekim diye ün salan meşhur bilgin ve filozof İbni Sina (Ebu Al'i Hüseyin) -980-1037 aslen Belh şehrinin yerleşmiş bir Türk ailesinin çocuğudur.
Samani Devletinin başkenti olan Buhara yakınlarındaki Afşan kasabasında doğdu. On yaşında Kur’an’ı ezberledi, 18 yaşına kadar devrinin bütün bilimlerini okuyup en yüksek dereceyi buldu. En çok Tıp dalına merak etti, tıpla uğraştı.
Yüzden fazla eseri olup Doğu ve Batı dillerinin hepsine tercüme edilmiştir. Eserlerin pek çoğu: Tıp, Fizik ve Astronomiye aittir. İbni Sina, tahsil hayatının ilk çağlarında (Riyaziye) denilen Matematik derslerim pek kavrayamamıştı. Bir türlü aklı eriniyordu.
Bir gün kırda gezerken bir kuyu gördü. Kuyunun ağzında mermerden oyulmuş, çember şeklinde bir bilezik vardı, kuyu ağzının büyüklüğüne göre yapılmış ve konulmuş olan bu taşa dikkatle baktı, mermer bileziğin iç tarafları, kova ipinin sürtüşmesiyle sanki oluk oluk oyulmuş ve kesilmiş gibiydi. Kovanın bağlı bulunduğu urgan, kuyu dibine her iniş ve çıkışta bu mermere sürte sürte onu aşındırmış ve nerede ise kesecek kadar derin oluklar vücuda getirmişti... Büyük bilgin daha çocuk yaşta idi, fakat bu olay ona çok tesir etmişti.
Derin derin düşündü ve şöyle dedi:
-Urgan gibi yumuşak bir cisim nasıl oluyor da Mermer gibi en sert ve çetin bir taşı böyle kesiyordu? Demek ki herhangi. Bir işte azmetmek, çaba harcamak, sabır, sebat ve direniş göstermek başarının temeliydi.
Urgan mermeri nasıl kesmiş ise, benim aklım da matematik derslerini aynı şekilde ve zaman harcayarak kesebilir.
O günden sonra Matematik derslerine büyük bir sebat ve dikkatle sarıldı ve sonunda muvaffak olup eserler yazdı.
Dilimizdeki: (Aklın kesiyor mu?) deyiminin kökü bu olaydan geldiği söylenmektedir. Bu bölüm yukarıda kapak sayfası görünen ZEKÂ TOMURCUKLARINA DAMLALAR adlı kitaptan alınmıştır
Ağız Yapmak
(Birini yanıltma, kandırma maksadıyla duygu ve düşüncelerini olduğundan başka türlü gösterecek biçimde konuşmak.)
Önce hiç kimseyi yanıltıp kandırmamalıyız. Sözümüz de özümüz gibi dosdoğru olsun. Lafı ağzımızda eveleyip gevelemeden, döndürüp dolaştırmadan söylemeliyiz. Meyvecilerin meyvelerini satmak için tuttukları bir düzen vardır. Bir şey üzerine yığdıkları meyveleri müşteriye olduğu gibi takdim etmezler. En öne meyvelerin en irileni ve en parlaklarını birer birer sıralarlar. Çürük, lekeli ve görüntüsü bozuk olan meyveleri iç kısma ve alta getirirler. En öndeki iri, parlak ve gösterişli meyveleri gören müşteride alma arzusu uyanır. Satış da böylece kolaylaşır. Meyvelerin satılması için meyvelerin bu şekilde düzenlenmesine “Ağız yapmak” denir.
Ayakları Suya Erdi
(Hatasını anladı, gerçeği buldu, anlamına bir deyim.)
Uykuda gezme hastalığı olan kişilerin yatağı etrafına, sahanlar ve tepsiler içinde su koyarlarmış. Hasta, uyku arasında yataktan kalkıp yürürken ayaklan bu sulara deyince uyanırmış.
Günlük hayatta, yanlış bir iş yapmağa yeltenirken, herhangi bir ikaz üzerine hatasını anlayarak vazgeçen ve doğru sapanlar için "ayaklan suya erdi" deyimi kullanılır.
Ocağına İncir Dikmek
(Birinin evini barkını dağıtmak, mutlu ve huzur içinde yaşamasına engel olmak, ocağını söndürmek.)
Pek çok aileyi perişan eden zorbalardan ve zalimlerden uzak durmak lazımdır. Gerçi onlar yuva yıkmaya devam etseler de mazlumların ahıyla ettiklerini fazlasıyla bulmuş, zulüm yeryüzünde asla payidar kalmamıştır. Yaptığı zulümlerle tanınan bir devlet adamı, konağının bahçesini düzenletiyormuş. Kocaman bir incir ağacını görüntüyü bozuyor diye kestirmek istemiş. Bahçede bulunan İncili Çavuş, bunu duyunca devlet adamına şöyle seslenmiş: - İncir ağacı yerinde dursun, kestirmeyiniz. - Niçin? - Nasıl olsa bir gün birinin ocağına dikersiniz, cevabını vermiş.
Boyunun Ölçüsünü Almak
(Giriştiği işte umduğunu, beklediğini bulamamak, başarısız olmak.)
Kimi insanlar, başarılı olabilmek için bazı işlere girişirler. Fakat hayat şartları, onların başarılı olmalarını engeller. Başarılı olup mutlu olmak isterler. Fakat bir türlü mutluluğa erişemezler. Çünkü çalışmayla ilgili bazı özelliklerden yoksundurlar. Bir yaz günü birkaç genç şehrin kıyısındaki ırmağa yıkanmaya gitmişler. Hepsi soyunup ırmağa atlamış. Uzun boylu olanı, boyunun uzunluğu ile gururlanarak arkadaşlarına büyüklük taslarmış: - Bu ırmağın en derin yeri bile boyumu geçmez, sizin gibi kısa boylu değilim, demiş. Diğer arkadaşları buna bir oyun oynamaya karar vermişler. Irmağın en derin yerlerinde yüzmüşler, yüzme bilmeyen uzun boylu arkadaşlarına: - Gel, bak buraları derin değil. Burada boyunu ölç de görelim, demiş. Uzun boylu arkadaşları bu söze inanmış, onların bulunduğu derin yerlere gireyim derken, su boyunu aşmış, çırpınarak batağa saplanmış. Telaşa kapılan arkadaşları, biçareyi sudan zor kurtarıp baygın bir hâlde evine getirmiş. Kapıyı heyecanla açan çocuğun anası, “Ne oldu oğluma?” demiş. Hazırcevap biri: - Bir şey yok teyzeciğim. Merak etme. Oğlun ırmakta boyunun ölçüsünü alıyordu, azıcık kısa geldi, boyuna göre tabut yapılacaktı ama bize dua et, demiş.
Çalım Satmak
(Böbürlenip büyüklenmek, gösteriş yapmak.)
Dünya Sultan Süleyman'a kalmadı, sana mı kalacak? Ne oldum dememeli, ne olacağım demeli ve insanoğlu haddini bilmeli. Ecel erişince bir tüccar Allah'ın rahmetine kavuşur. Her şeyini haylaz, tembel ve beceriksiz oğluna bırakır. Fırsat bu fırsat, oğlan babasından kalan her şeyi yer, bitirir. Üzerine kürk giyerek her gün gelir boş dükkâna oturur. Oğlunu evlendirmek isteyen bir köylü alışveriş için şehre gelir. Aradığını hiçbir mağazada bulamaz. Sonunda bu mirasyedinin mağazasına gelir. Bakar ki bir adam içeride çalımlı çalımlı dolaşıyor. Köylü oradan geçen birine; “Bu kürklü adam ne satıyor?” diye sorar. Adamdan, “Çalım satıyor.” cevabını alır.
Üsküdar'da Sabah Oldu
(Bir şeyin zamanını geçirmek, geç kalmak, fırsatı kaçırmak.)
Her şey zamanında yapılmalıdır. Zaman kavramı insan hayatının en önemli öğesidir. Atalarımız, “Vakit nakittir. Ve “Demir tavında dövülür.” demişler. Kıymetini bilmediğiniz ve değerlendiremediğimiz şeylerden biri de akıp giden zamandır. İşimizi zamanında yapmak, işe zamanında başlayıp işi zamanında bitirmek, randevularımıza zamanında gitmek, zamanında yatıp kalkmak, yiyip içmek, her şeyi zamanında gerçekleştirmek insan hayatını düzene sokacaktır. Üsküdar'da yakın planda iki Selâtin Camii bulunur. İlki Üsküdar iskele meydanındaki Yeni Valide Camii, diğeri ise Mihrişah Sultan Camii'dir. Bu camilerin güzel, gür ve yanık sesli müezzinleri, sabah ezanlarını karşı sahildeki müezzinlerden daha önce okurlarmış. Gayeleri Yıldız Sarayı'ndaki padişaha, sabahın sakin vaktinde seslerini duyurup padişahın dikkatini çekmek, ihsan koparmak, sonunda saray müezzinliğine tayinlerini sağlamakmış. Üsküdar'da sabah ezanları okunurken Beşiktaş'taki halk ve esnaf uyanır, diğerlerini de uyandırırmış. Uykuya dayanamayan ve uykudan bir türlü uyanamayan insanlara da: - Hayır vakti tamamdır, duymuyor musun? Dinle, bak, Üsküdar'da sabah oldu, derlermiş.
Eski Çamlar Bardak Oldu
(Devir değişti, her şey farklı olmaya başladı.)
Gerçekten zamanla her şey değişiyor. Aslında, “Devam ederek değişmek, değişerek devam etmek.” esastır. Değişim iyiye ve güzele olmalı, asıl kaynaktan uzaklaşmadan, “Eskiyi eski diye atmadan, yeniyi de yeni diye hemen kabul etmeden.” Seçici olmak, faydalı olmak, toplumla uyumlu olmak. Küçük bir çam ormanının yanında şirin mi şirin bir köy varmış. Bu köyden bir Mehmet askere gitmiş. Vatani görevini yaparken, köylüler köye güzellik veren çam ormanını yok etmişler. Artık ormanın gölgesinde kimse oturmuyor, kuşlar cıvıldamıyor, sincaplar da zıplamıyormuş. Kesilen çam ağaçlarından, ibrik, bardak ve testi gibi su kapları yapmışlar. Askerliğini bitiren Mehmet, bir gün köye dönmüş. Evini barkını, anasını ve nişanlısı ile buluştuğu çam ormanını çok özlemiş. Yemyeşil çam ormanının yerinde yeller estiğini ve deve dikenlerinin her yeri kapladığını görünce çok üzülmüş ve etrafındakilere, “Bu güzel ormanı ne yaptınız?” diye sormuş. Köylülerden biri, “Eski çamlar bardak oldu.” demiş.
Gölge Etme Başka İhsan İstemem
(Fayda beklenilmeyen, zararlarının da dokunulmaması istenenler için söylenen bir deyim.)
Kimseye eyvallah etmemek lazım. Kimseden bir lütuf, bir ihsan beklememek, aksine onların zararlarından da kaçınmak gerekir. Ünlü Yunan filozofu Diyojen, yazın kumlar, kışın da karlar arasında çıplak ayakla bir fıçı içinde gezen, eşyası bir değnek ve torbadan ibaret olan bir bilge kişi. Kendini Eflatun'un dediği gibi, “iki ayaklı ve tüysüz bir hayvan olarak” kabul eder, gündüz fenerle insan aramaya çıkarmış. Günlerden bir gün Büyük İskender, fıçısında güneşlenen Diyojen'in önünde durarak bir şey isteyip istemediğini sorar: Diyojen: - Güneşime engel olmamanı isterim, der. Bu söz zaman içinde, “Gölge etme, başka ihsan istemem.” şekline dönüşmüştür.
Sakalını Kaptırmak
(Başkasının emrine girip onun sözünden çıkmamak hatta onun oyuncağı olmak.)
Hayatın yükü birlikte çekilir. Hiç kimse birbirinin oyuncağı olmamalı. Her şey, sevgi, saygı ve hoşgörüye dayanmalı. Vaktiyle zengin bir ihtiyar, karısının üstüne genç ve güzel bir hanımla evlenmiş. Genç hanım, zengin ihtiyarın sakalındaki beyaz kılları birer birer ayıklamış. Sonunda adamın seyrek siyah sakalı ortaya çıkmış. Bu durumu gören eski karısı kızıp geri kalan siyah kılları cımbızla bir bir temizlemiş. Adamcağız cascavlak kalmış. Dışarı çıkınca ihtiyarı gören ahbapları şaşırıp kahkahalarla gülmüşler. Zavallı adam boynunu büküp: - Ne yapayım, kadın kısmına sakalımı hepten kaptırdım. Yenisi akları, eskisi de siyahlarını cımbızladı, diye dert yanmış.
Kazan Kaldırmak
(İsyan etmek anlamında kullanılan bir deyimdir.)
Yeniçerilerin her ortasının matbahı ve aşçısı ve aşçı ustası vardı ve her orta kendi yemeğini kendi arzusuna göre ayrı ayrı pişirirdi; bunun için orta efradı kendi yevmiyelerinden her hafta kumanya parası olarak levazım heyetine bir para verir ve bu para ile bir haftalık yemek ihtiyacı temin edilirdi; hükümet bunların iaşeleriyle uğraşmazdı; yalnız yeniçerilere verilecek etin fiyatı muayyen olup et fiyatı ne kadar yüksek olursa olsun yeniçerilere o fiyattan fazlaya verilmezdi. Fakat hükümet bu miktardan fazlasının parasını zarar-ı lahim ismiyle hazineden kasaplara öderdi. Yeniçerilerin yemekleri her ortanın matbahında pişerdi; yemek pişen kazan oda halkı tarafından mukaddes addolunurdu. Bir isyan vukuunda bu kazanlar meydanlara çıkarılırdı ki buna tarihlerde kazan kaldırma denilmektedir.
Gâvur Ölüsü Gibi
(Çok ağır, hareketsiz, hantal.)
Hayatta oturduğu yerden kalkmayan, âdeta hayattan ve iş yapmaktan bıkmış insanlar vardır. Bu insanlara doğru dürüst iş yaptıramazsınız. Vurdumduymaz, kimseyi umursamayan ve sadece kendi rahatını düşünen bu insanlar ölüme terk edilmiş gibidir. İnancımıza göre, mümin olarak ölen bir kimsenin ruhu, bekletilmeden melekler tarafından cennete götürülür ve buradaki makamı gösterilirmiş. Bundan dolayı, mümin ölüsü mezara götürülürken devamlı “Çabuk olun, çabuk olun!” der, tabut hızla mezara götürülürmüş. Ölen kâfire cehennemdeki yeri gösterilir, ölü buraya gitmekten korkar, tabutu taşıyanlara “Yavaş olun, yavaş olun.” dermiş.
Okka'nın Altına Gitmek
(Haksızlığa ve iftiraya uğramak, yok yere suçlanıp ceza görmek.)
Okka, eskiden kullanılan 1238 gram ağırlığında bir ağırlık ölçüsü birimi. Eskiden 400 dirhem bir okka gelirdi. Dirhem de okkanın 400’de 1’ine eşit olan, 3,148 gramlık bir ağırlık ölçüsü. Maalesef bazı insanlar, hoşnut olmadıkları insanları cezalandırmak için yok yere suçlar, iftira atarlar. Hani derler ya, “Çamur at, tutmazsa izi kalır.” misali. “Eden bulur, inleyen ölür.” Bu dünya etme, bulma dünyasıdır. Eskiden çarşı esnafını kontrol eden, gerekirse cezalandıran, iktisap ağalarından birine, “Falanca bakkalın dirhemleri noksandır.” diye şikâyet etmişler. Ağa, şikâyet edilen dükkâna baskın yapmış, okka ve dirhemlerle teraziyi alıp doğru kadıya götürmüş. Dükkân sahibi de tutuklanmış. Kadı efendi dükkân sahibine bir diyeceği olup olmadığını sormuş. Adam da: “Kadı efendi hazretleri, eşim hamile idi, doğum sancıları vardı. Dükkânı bırakıp eve gidecektim ki beni yakalayıp huzurunuza getirdiler. Bana bir saat izin verin, ebe bulup eve götüreyim, tekrar gelirim.” demiş. Kadı efendi, adamın kendisine rüşvet vermek için, para almaya gideceğini anlamış ve adamın eve gitmesine izin vermiş. Bakkal derhâl eve koşmuş, karısının altınlarını yoldan biraz zift alarak her altının üstüne zift yapıştırmış. Kadı huzurunda şikâyetçileri dinlemiş, sonunda dükkân sahibine söz vermiş: - Kadı efendi, ben kırk yıllık esnafım. Kullandığım okka ve dirhemler demir ve bakır karışımı olup tunçtan yapılmıştır. Belki kullanıla kullanıla aşınmış olabilir, şu okkalara bir bakayım, demiş. Kadı efendinin önündeki terazinin bir kefesinde bir okka, ötekinde adamın eksik okkası duruyormuş. Kontrol etmek için aldığı okkaların altına, ziftli altınları yapıştırıp koyan bakkal, okkaların eksik olmadığını söylemiş. Herkes, biraz önce kefeleri aynı hizada olmayan terazinin nasıl olup da düzeldiğini bir türlü anlayamamış. Kadı efendi ise işin iç yüzünü anlayarak bakkalın lehine karar vermiş. Sevinip, evine koşarak giden bakkal, altınların soran karısına durumu anlatınca, karısı: - Desene, benim altınlar okkanın altına gitti, demiş
Meteliğe Kurşun Atmak
Beş kuruşsuz kalmak, hiç parası olmamak.
İnsanoğlu, kendini hem varlığa hem de yokluğa alıştırmalıdır. Sayısız parayla oynayan insan, bir gün bu paraların avcundan akıp gittiğini görür ve beş parasız kalır. Para amaç değil, yaşamamız için bir araçtır. Kimseye muhtaç olmamak için paramızı gerektiği yerde harcamalı, hesapsızlık yapmamalıyız. Zor günümüzde rahat etmek istiyor, kimseye muhtaç olmak istemiyorsak, tutumlu olmak zorundayız. Eskiden atış talimleri yapılırken, usta atıcılar hedef için metelik denilen bozuk paralar kullanırlarmış. Metelik, eskiden kullanılan on para değerinde olan bir sikke. Sikke de madeni para veya bu paralara vurulan damga demektir. Köyden çıkıp okuyarak yükselen, mal mülk ve şöhret sahibi olan bir adam köyünde yaptırdığı evde, gümüş paraları hedefe koyup atış talimi yaparmış. Onu ziyarete gelenler, gümüş mecidiyeye ateş ederken görünce, içlerinden biri, “Baksana bizimki meteliğe kurşun atıyor.” demiş.
Ye Kürküm Ye...
Günümüzde insanın ahlak ve karakterine bakılmıyor. Paraya, mala ve mülke itibar ediliyor.
Her devirde itibar paraya, pula ve çuladır. Asıl olan insanın özü güzel, sözü güzel, çulu da güzelse amenna! Önünde herkes saygıyla eğilir. Böylelerini arayıp bulmak çok zor. Sinoplu Diyojen'in gündüz fenerle insan aramasına benzer bu. Bugün itibar, üstündeki çula, altındaki arabaya, sahip olduğun gelip geçici unvan ve makamadır. Nasreddin Hoca, bir gün tanımadığı bir yerde düğüne gider. Davetsiz misafir ya, kılık kıyafeti düzgün ve iyi olmadığı için itibar ve iltifat görmez, kapıdan geri çevrilir. Hoca, bu duruma çok bozulur. Hemen evine gider, gösterişli libasını ve kürkünü üstüne geçirir tekrar düğüne gider. Bu sefer itibar ve iltifatın sınırı yoktur. Başköşeye oturtulur. Yemekler gelince sofraya buyur edilir. Hoca sofranın başına kürkünü yerleştirip, “Ye kürküm ye. Bu iltifat ve ikram bana değil, sanadır.” der. Ders alana çok bile...
Hem Ziyaret Hem Ticaret
Birini ziyarete giden bir kimsenin bu ziyaretten faydalanarak başka bir işi de yapma durumu.
Dinimizde ziyaretin de ticaretin de büyük önemi vardır. Ziyaret sırasında, ziyaret ettiğimiz insanlarla sıkı ilişkiler kurarken, onların ve bizim faydamıza başka işler de yapabiliriz. Eski çağlarda kabileler arası şölen vermek âdettenmiş. Şölen veren kabile halkı tarafından, misafir gelen diğer kabile halkına akşama kadar yemekler ikram edilir, çeşitli eğlenceler düzenlenir, oyunlar oynanır, yarışlar yapılırmış. Bu arada misafir gelen kabile halkı da beraberinde takas edeceği eşya ve yiyeceği getirir, ihtiyacı olan şeylerle değiş tokuş yaparmış. Böylelikle her iki kabile de bu işten hem kârlı çıkar hem de aralarında hoşça vakit geçirirlermiş.
Bu İşin Altında Bi Çapanoğlu var
Çapanoğlu Ahmet Paşa, Yozgat şehrinin kurucularındandır. 1764 Sivas valisi iken görevden alınır, bir süre sonrada öldürülür. Yerine Büyükoğlu Mustafa Bey daha sonra Süleyman Bey geçer. Süleyman Bey, Yozgat’ı imar ettikten sonra, Ankara, Amasya, Elazığ, Maraş, Niğde ve Tarsus gibi illeri idare etmeye başlar. Çapanoğullarının bu ünü her yana yayılır. Yalnız halk arasında değil, devlet adamları arasında da ‘’Çapanoğlu’’ ismi ünlü olur. Rivayete, devlet adamlarından biri, halktan bazı insanların aleyhine verilecek kararı sonuçlandırmak için soruşturma yaparken, Çapanoğullarından birinin adı da bu olaya karışır. Çapanoğullarının nüfuzundan çekinen diğer bir memur, ‘’bu işi fazla kurcalamayalım bence altından bir Çapanoğlu çıkar’’ der. Soruşturma aynen kapatılır.
Öküz Öldü Ortaklık Bozuldu
Birlikte iş yapan taraflar arasındaki yakınlaşmayı sağlayan sebep ortadan kalkınca ortaklık da bozulur.
İnsanlar birlikte yaşar, birlikte iş yapar ve ortaklıklar kurarlar. Ortaklık karşılıklı güven, saygı ve sevgiye dayanır. Bu değerler yıkılınca ortaklık da ortadan kalkar. Kısa ve uzun süren ortaklıklar vardır. Mesela iki kardeşin kurduğu iş ortaklığı uzun sürmez. Birbirleriyle geçinemeyen kardeşler, aralarındaki ortaklığı da bozarlar. Bir de birbirini tanımayan; ama birbirine güvenen, inanan, dış tesirlerden etkilenmeyen ortaklıklar vardır ki ölünceye kadar devam eder. Evvelce fakir bir köylünün çift sürmekte kullandığı bir çift öküzü varmış. Bunlardan biri ölmüş. Köylü, toprak ağasına giderek yalvar yakar bir öküz parası istemiş. Ağa, köylüye: - Öküzün parasını ödeyinceye kadar hayvan ortak malımız sayılacak. Elli dönüm tarlamı süreceksin, ağılıma bakacaksın, harmanda yardım edeceksin, diyerek ağır şartlar ileri sürmüş. Ağanın şartlarını kabul eden köylü ona kul köle olmuş. Fakat aradan üç yıl geçtikten sonra parasının yarıdan fazlası ödenen öküz, gördüğü ağır işlere dayanamayıp ölmüş. Ağa, eskisi gibi köylüye angarya işlerini yaptırmak istemiş. Sabrı tükenen köylü: - Ağam, gayrı öküz öldü, ortaklık bozuldu, deyip ağanın zulmünden kurtulmuş.
Buyurun Cenaze Namazına
IV. Murad zamanında tütün, içki, keyif verici madde yasağı koyar ve yasağa uymayanları şiddetle cezalandırır.
Bugünkü Üsküdar civarında bir kahvehanede tütün vs. içildiğini istihbarat alır.
- Baba erenler kahve içer mi diye sorar. - Padişah. Evet. Kahveci; - Tütün içer misin? Der. Padişah -Hayır. Der. Kahveci işkillenir. Tütün içilmiyor da ne işi var burada zaten padişahın tebdili kıyafet dolaştığı haberleri var. Eli titreye titreye kahveyi götürür. Kahveci -Baba erenler ismini bağışlar mı? Padişah
-Murad. Kahveci -Peki isimde sultanda var mı? Padişah -Elbette var. Deyince kahvecinin bet beniz atar. Zangır zangır titrer. Ve. -Öyleyse buyurun cenaze namazına, der. Olduğu yere yığılır.
Padişah IV. Murad bu lafa çok güler ve kahveciyi bir defalığına af eder.
Maymun Gözünü Açtı
Artık bu insan, bu halk akıllandı. Geçirdiği acı tecrübeler onun aklını başına getirdi. Bu insanı, bu halkı artık aldatamayacaksınız.
İnsanları ve toplumları sürekli olarak kandıramaz ve bunlara sürekli zulmedemezsiniz. Halkın çektiği sıkıntılar ve edindiği acı tecrübeler onun aklını başına getirir, daha ölçülü adımlar atmasına sebep olur. Halkı soyamaz, halka yalan söyleyemez, halkın canını çıkaramaz ve halkın hassasiyetleriyle oynayamazsınız. Eğer, bunlar yapılarsa, halk demokratik yoldan ve hukuk devleti yasalarına göre bunları karşılıksız bırakmaz. Evvelce bir adamın her şeyi taklit eden bir maymunu varmış. Her gün maymununu yanında dükkâna götürür, namaz vakti gelince da onu dükkâna gözcülük etsin diye kapının önüne bırakırmış. Bir gün maymun dükkânda, sahibi de namazda iken, hırsızın biri, maymunun karşısına geçip esnemeye başlamış. Maymun da aynısını taklit etmiş. Derken adam uyuma taklidi yapmış. Maymun da aynısını yaparak sonunda uyuyakalmış. Hırsız da fırsattan istifade dükkânda ne varsa alıp götürmüş. Dükkân sahibi camiden gelip dükkânının soyulduğunu görünce maymuna bir güzel dayak atmış. Hırsız birkaç gün sonra yine çıkagelmiş. Bu defa maymun yediği dayağın etkisiyle, karşısında esneyen hırsızı taklit etmemiş. Maymun, “Pışşşt, pışşşt!” yapmış. Hırsız da kendi kendine, “Maymun gözünü açtı, artık burada ekmek yok.” demiş.
Dostlar Alışverişte Görsün
(Aslında doğru dürüst bir işle meşgul değilken, öyleymiş gibi göstermek; boş durmamak için yapılan, fazla kârı olmayan işler hakkında söylenen bir deyim.)
Nasreddin Hoca, yumurtanın sekizini bir akçeye alır, dokuzunu bir akçeye satarmış.
Hoca’nın bu acayip ticaretini görenler, nedenini sormuşlar. Hoca da cevaben:
-Dostlar alışverişte görsün... Demiş.
Haddini Bilmek
Bir insanın neler yapması gerektiğini bilerek onun sınırlarını geçmemek.
“Hadd” kelimesi, Arapça sınır, derece, gerçek değer ve ceza gibi anlamlara gelir. İnsan melek değildir. Kusur ve hataları olacaktır. Ancak insan kendi kusur ve hatalarını unutup başkalarının kusur ve hatalarıyla uğraşırsa haddini aşmış sayılır. Kıbrıslı Kemal Paşa ile Erzurumlu Sait Paşa birbirlerini takdir etmelerine rağmen birbirlerini sevmezlermiş. Sait Paşa'nın adamlarından biri, bir gün Kemal Paşa'yı çekiştirmeye başlayınca Sait Paşa adamın sözünü keserek: - Kişi haddini bilmek gerek. Kemal Paşa'yı beğenmiyor, onu çekiştiriyorsunuz ama siz onun mühürdarı bile olamazsınız. Memlekete kimin daha faydalı olacağını takdir edip, gerekirse yerimizi ona vermek büyüklüğünü göstermeliyiz.
Kaz Gibi Yolmak
Padişah yanında veziri ile birlikte tebdil-kıyafet yola düşmüş. Bir evin önünden geçerken bahçede çalışan bir kız görmüş. Selamdan sonra aralarında şöyle bir konuşma geçmiş: -bacanız eğri -baca eğri ama dumanı doğru tüter. -annen nerde? -biri iki etmeye gitti. -baban nerde? -azı çok etmeye gitti. -sana bir kaz göndersem yolar mısın? -hem de ciyaklamadan. vezirle birlikte kızın yanından ayrılmışlar fakat vezir merak içinde. Konuşmalardan hir şey anlamamış. Ne konuştuklarını sormuş padişaha. Padişah;sen vezirsin anlamış olman gerekirdi, akşama kadar ya açıklarsın ya da kellen gider demiş. vezir padişahı saraya bıraktıktan sonra gerisi geri kızın yanına dönmüş. Padişahla ne konuştuklarını sormuş. kız: bir kese altın verirsen söylerim. Almış bir kese altını ve -padişah bana bacanız eğri derken gözümün şaşı olduğunu ima etti ben de gözüm şaşı ama doğru görüyorum dedim. -ya ikinci soru? Tekrar bir kese altın alan kız -benim annem ebedir bir kadını doğum yaptırmaya gitti dedim. Tekrar bir kese altın -babam çiftçidir tarlaya tohum ekmeye gitti dedim. -ya bir kaz göndersem yolar mısın? Derken vezir başına geleni anlamış.
Devlet Kuşu Konmak
(Deyimin kullanıldığı söz gelişi: Beklenmeyen, büyük, önemli kısmet; şans.)
Bir rivayete göre, vaktiyle İran’da hükümdarlar öldüğü zaman, bütün şehir halkı sarayın önündeki meydanda toplanırmış. Sarayın balkonundan, adına devlet kuşu denilen bir kuş uçurulur, kimin başına konarsa, o adam ülkeye hükümdar olurmuş.
Gerçi tarihte, gerek İsa’dan önce İran’da yaşayan Medler ve Persler, gerek İsa’dan sonra yaşayan kavimler zamanında, böyle garip bir yolla hükümdar seçildiğini gösterir bir kayıt yoktur; üstelik böyle bir seçim yapılmış olması, mantığa da uygun düşmemektedir. Ama hak etmediği yerlere, şans eseri gelenler için, ‘başına devlet kuşu kondu’ denmesi, yukarıda sözü edilen masaldan gelmiş olsa, yerinde ve anlamlı bir sözdür.
Bel Bağlamak
Birisine güvenmek bir işe ümit bağlamak yerinde kullanılan bel bağlamak dilimize tarikat ritüelleriyle yansımış bir deyimdir. Sufiler, bir tarikata girmek ve ikrar vermek anlamında bel bağlamak derler. Fütüvvet ehli, kendi halklarına dâhil olanlar şedd (yünden dokunmuş kemer)kuşata gelmişlerdir.
Mevlevilikte buna elif nemed (keçeden dokunmuş uzunca kuşak), Bektaşilikte de tiğ-bend denilir. Bir kişi tarikata girince beline bağlanan bu kuşak, dervişin, artık o yolun bütün yasaklarını kabul ettiği, bütün emirlerini yerine getireceği anlamına gelir ve bu husus da kuşak kuşatma merasiminde kendisine telkin olunurdu.
Başının Kaygısına Düşmek
Kendi derdine düşmek, kendi derdiyle ilgilenmek.
Her dağın kendine göre bir dumanı vardır, derler. Herkesin kendine göre bir derdi vardır. Felaketli günlerde herkes kendi başının telaşına düşer. Kendi üzüntüsünü kendi hafifletmeye çalışır. Her ormanın bir tilkisi vardır, derler ya… Bir gün ormanda bir tilki, yolda resimli bir kitap bulmuş. Kitaba bakarken bunu kurt görmüş. “Tilki kardeş, o nedir?” demiş. Tilki, “Bu bir fermandır. Bana padişah tarafından gönderildi. Şu gördüğün her yer bana ait. İstersen birlikte gezip dolaşalım.” demiş. Bir gün kurtla gezip dolaşırken uzaktan bir grup avcının geldiğini görmüşler. Tilki kaçmaya başlayınca kurt, “Beni bırakıp nereye gidiyorsun, arkadaşlık bu mudur?” demiş. Tilki de, “ Başımın kaygısına düştüm, eşi, dostu, arkadaşı kim düşünür?” demiş.
Keçileri Kaçırmak
Sosyal ve toplumsal olaylara uyum sağlamayıp düşünce dengesini bozmak, aklını kaybetmek.
Hepimiz bir aile, bir topluluk içinde yaşıyoruz. Aile içi ilişkiler olduğu gibi, toplumun içinde de insanlarla ilişkimiz olacaktır. Bu ilişkilerin sağlıklı olması için karşılıklı güven, sevgi, saygı, hoşgörü ve fedakârlık gerekiyor. Her şeyi kafaya takmadan, olaylara sağlıklı ve mantıklı yaklaşıp meseleleri çözümlemeliyiz. Her şeyden önce uyumlu olmalıyız. Uyumsuzluklar beraberinde psikolojik rahatsızlıkları getirecektir. İnsuyu mağarası, Burdur'a 12 km. uzaklıkta olan, içinde sarkıt ve dikitlerle irili ufaklı göller bulunan Türkiye'nin en büyük ve en ilgi çekici mağaralarından biridir. Bu mağara sonradan keşfedilmiştir. Dağda keçilerini otlatan bir çoban, öğle sıcağında, bir ağacın altında uyuyakalmış. Uyandığında keçilerin otladığı yerde bulunmadığını görmüş. Aramış, aramış, keçilerini bir türlü bulamamış. Kendi kendine, “Şimdi keçilerin sahibine ne söyleyeceğim? Ağa beni döve döve öldürür, koca sürü nereye kaybolur?” demiş. Çoban, sağa sola koştururken, “Çobanlık görevimi yapamadım, keçileri kaçırdım.” diye yakınırmış. Önüne gelene, “Keçileri kaçırdım, şimdi ben ne yapacağım?” diye sormaya ve anlamlı anlamsız konuşmaya başlamış. Köylüler de merak edip keçileri aramaya başlamışlar. Bu arada suları içip serinleyen keçiler, mağaradan çıkmış, çobanın bıraktığı yerde otlamaya başlamışlar. Köylüler sürüyü yerinde bulunca şaşırmış ve keçileri tek tek saymışlar. Ortada bir durumun olmadığını gören köylüler, çobanın aklını oynattığına hükmetmişler.
Mürekkep Yalamak
Uzun yıllar tahsil görmüş, ilim öğrenmiş kişiler hakkında "mürekkep yalamış" denir. Bu deyim bize matbaadan evvelki zamanların elyazması kitapları ve hattatları yahut müstensihlerin yadigârıdır.
El yazması kitapların sayfaları hazırlanırken pürüzleri kaybolsun ve kalemin kayganlığı sağlansın diye parşömenlerin üzeri aher denilen bir tür sıvı ile cilalanır ardın da mühürlenirmiş. Aher, yumurta akı ve nişasta ile hazırlanan muhallebi kıvamında bir hamule olup kâğıt üzerinde bir tabaka oluşturur. Kitap kurtlarının pek sevdiği aher, aslında suyu görünce hemen erir. Aherlerin bu özelliğinden dolayı eski zamanların hattatları yahut kopya usulü kitap çoğaltan zanaatkârları (müstensihler), bir hata yaptıkları vakit onu silmek için (mürekkep silgisi henüz icat edilmemiştir) serçe parmaklarının ucunu ağızlarında ıslatıp hatalı harf veya kelimenin üzerine sürerler, böylece zemindeki aher dağılır ve aherle birlikte hata da kendiliğinden kaybolup gidermiş. Bazen bütün bir cümlenin silinmesi gerektiğinde aynı işlemi tekrarlamak gerekir, hattatın serçe parmağına gelen mürekkep ister istemez diline geçer, böylece hattat mürekkebi yalamış olur. Mürekkep bezir isinden hazırlandığı için suda çözülmesi tabidir. Bu yüzden el yazması eserler asla su ve türevleri ile temas ettirilmez. Ancak kitap henüz yazılma aşamasındayken mürekkebin bu özelliği hattatların işine yarar, gerek divitlerin ucunda kalan mürekkep lekelerini gidermek ve temizlemek, gerekse sayfaya küçük bir tırfil yahut imla koymak için diviti tekrar mürekkebe bandırarak israf etmek yerine ucunu dillerine değdirir ve oradaki mürekkebin çözülüp kullanılmasını sağlarlarmış. Bu durumda da dillerinin mürekkep olması, yani mürekkebi yalamış olmaları kaçınılmazdır. Bu durumda da dillerinin mürekkep olması, yani mürekkebi yalamış olmaları kaçınılmazdır. Sonuçta eskiler, bir insanın yaladığı mürekkep miktarca ilminin ziyadeleştiğini varsayarlar ve okuma yazma bilenlerin pek az olduğu çağlarda azıcık da olsa mürekkep yalamış olmayı toplum içinde saygı alameti olarak alırlarmış.
Ayıkla Pirincin Taşını
(Bir zorluğu çözümlerken, bir engeli ortadan kaldırmaya çalışırken bazen hiç beklenmedik sürpriz olaylar çıkar ve daha büyük engeller karşınıza dikilir. Böyle durumlarda bu deyim kullanılır.)
Deyimin öyküsü Osmanlı tarihine dayanır. Yavuz Sultan Selimin Yemen’i Osmanlı topraklarına katmasından bir süre sonra Yemen’de isyan çıkmış, uzun uğraşmalar sonunda Yemen Fatihi Sinan Paşa duruma hâkim olmuş; Yemen bundan sonra 400 yıl Osmanlı egemenliğinde kalmıştı.
Söylentiye göre Sinan Paşanın askerleri bir gün çölde konaklamış. Yemek pişirmek üzere hasır torbalar içindeki mısır pirinçlerini yere serdikleri büyük bir çadırın üstüne dökmüş ve taşlarını ayıklamaya başlamışlar.
Bu sırada bir fırtına çıkmış ve rüzgârın savurduğu bir kum bulutu pirinçlerin üstüne inerek, ufak bir tümsek halinde yığılmış.
Kumların altında kalan pirinçlere bakakalan yeniçeriler arasından şakacı bir asker, arkadaşlarına:
-Biz Allah’ın nimetini taşlı diye beğenmiyorduk, bizim gibi günahkâr kullara üç beş taş az bile gelir. Asıl şimdi ayıklayın bakalım pirincin taşını. Ulu tanrımız, Kâbe’ye hücum eden fil sahiplerinin başına ebabil kuşlarından taş yağdırmıştı. Bizim başımıza da daha büyük taş yağdırmadan hemen tövbe edelim, diyerek arkadaşlarını güldürmüş.
Ateş Pahası
(Çok pahalı anlamında kullanılan bir deyim.)
Kanuni Sultan Süleyman, adamlarıyla avlanmaya çıkmış. İstanbul çevresinde avlanırken oldukça uzaklaşmışlar. Hava birden bozmuş ve çok şiddetli bir yağmura tutulmuşlar. Islanmış ve üşümüş olarak bir kömürcü kulübesine sığınmışlar. Her ne kadar kendilerini tanıtmak istemeseler de kömürcü işi anlamış. Bunlara hemen bol ateş yakmış, ısıtmış, sıcak bir şeyler ikram etmiş. Gidecekleri sırada, Sultan Süleyman, kömürcüye ateş yaktığından dolayı kaç para borçları olduğunu sormuş. O da:
-Bin altın, demiş.
Parayı çok fazla bulan veziri:
-‘Bu ateşin ücreti çok pahalı’ demesi üzerine padişah:
-‘Bu ateş değdi pahasını da verin’ demesi üzerine bu deyim ‘ateş pahası’ olarak dilimize yadigâr kalmıştır.
Demokles'in Kılıcı
Devamlı bir tehlike altında yaşamak, hayatı pamuk ipliğine bağlı olmak.
Her şeyin bir riski vardır. Herkes devlet adamlığının mutluluk ve refahtan ibaret olduğunu sanır. Davulun sesi uzaktan kulağa hoş gelir, derler. Gerçek devlet adamlarında sürekli bir korku ve huzursuzluk vardır; çünkü devlet işleri kıldan ince, kılıçtan keskindir. Kurnaz ve gaddarlığı ile tanınan Dionysios'un Demokles adında bir hizmetçisi vardı. Durmadan krallığın nimetlerinden, faydalarından ve kolaylıklarından konuşup efendisini usandıran bu adama Dionysies bir gün: - Senin de bir müddet krallığın mutluluğunu tatmanı istiyorum, diyerek ona bırakır. Demokles tahta oturduktan sonra, tahtın tam üstünde bir tek at kılına bağlı olarak asılı duran bir kılıç görür. Her an başına düşecekmiş gibi duran kılıç, Demokles'in tahtta mutluluk içinde değil, korku ve huzursuzluk içinde oturmasına sebep olur. Demokles, krallığın dışarıdan görüldüğü gibi mutluluk ve refahtan ibaret olmadığını anlar.
Alnı Açık Olmak
Geçmişinde utanılacak bir davranışta bulunmamak. Temiz karakterli, helalinden kazanıp yiyen, kimseyi aldatmayan, kimseye zulmetmeden ve ailesini utandırmadan yaşayan insana ne mutlu!
Eskiden suçluların alınlarına, cezalarına uygun olarak kızgın demirle damga vururlar, suçluların bu usulle topluluk içinde tanınmaları sağlanırmış. Şimdiki gibi adli kayıtlar yokmuş. Alnından damgalanan suçlular, bu damgalarını halktan saklamak için, alınlarını göstermeyecek şekilde başları öne eğik dolaşırlar, külahlarıyla alınlarını kapamaya çalışırlarmış. Alnımız açıktır yüzümüz de pak Alın terimizle yaşar gideriz Sökecektir artık nur yüzlü şafak Kendi deryamızda coşar gideriz
Taşı Gediğine Koymak
Söylemek istediği sözü, en uygun zamanı kollayıp tam sırasında söylemek.
Konuşma meclislerinde çok kullanılan bir deyim. Muhabbetler koyulaşıp sözler söylenildiğinde… Kayseri'ye zamanında bir kadı gelmiş. Bu kadı, hem hırsız hem de huysuzmuş. Vicdanı bırakıp cüzdana sarılmış. Kadı’nın bu ünü hemen şehre yayılmış, hakkında bir sürü dedikodu yapılmış. Taş duvar işçiliği yapan bir halk şairi kadıya bir hiciv yazmış. Kadı: “Hicve yeltendi beni, Kayseri'nin bir hödüğü Dinlemek bence tenezzüldür, çatlak düdüğü” * diye cevap vermiş. Taş ustası şair, hiç geri kalır mı? Hemen kadıya karşılık vermiş: Haksızlarla uğraşırken “Hakk’a değil, nakde tapar” Paraları üleşirken “Hakkı koyup, şerre sapar” yollu bir şiir söyleyerek taşı gediğine koymuş.
Pabucu Dama Atılmak
Osmanlı döneminde esnaf ve sanatkârların bağlı bulunduğu teşkilat, ticaretin yanında sosyal hayatı da düzene sokuyordu. Kusurlu malın, malzemeden çalmanın ve kalitesiz işin önüne geçmek için de ilginç bir önlem alınmıştı. Bir ayakkabı aldınız veya tamir ettirdiniz diyelim. Ama kusurlu çıktı. Böyle durumlarda heyet şikâyeti ve sanatkârı dinliyor. Eğer şikâyet eden gerçekten haklıysa, o ayakkabıların bedeli şikâyetçiye ödeniyordu. Ayakkabılar da ibret-i âlem olsun diye ayakkabıyı imal edenin çatısına atılıyordu. Gelen geçen de buna bakıp kimin iyi, kimin kötü ayakkabı tamir ettiğini biliyordu. Böylece pabuçları dama atılan ayakkabıcı maddi kazançtan da oluyor ve gerçekten pabucu dama atılmış oluyordu.
Çingene Çalar, Türk Oynar
Kimin ne yaptığı bilinmeyen düzensiz, karmakarışık bir iş.
Kimin ne yaptığının bilinmediği toplumlarda düzen yoktur; kargaşa ve anarşi vardır. Bu kargaşa ve anarşi çalışmayı ve verimi azaltır, disiplini yok eder. Toplumun huzuru bozulur. Tanzimat döneminde (1839 ve sonrası) Çingene lakabıyla tanınan Hüsam Efendi İstanbul Belediye Başkanı, Türk Ahmet Efendi ise onun muhasebecisiymiş. Hazırcevaplığıyla tanınan Keçecizade Fuat Paşa'nın bulunduğu bir toplantıda konuşurken konu İstanbul Belediyesi'ne gelmiş. Belediyede ne var ne yok, sorusu üzerine Fuat Paşa şu cevabı vermiş: - Çingene çalar, Türk oynar.
Yelkenleri Suya İndirmek
Gerçekleri görüp durumu düzeltmek, direnmekten vazgeçmek, durumuna göre hareket etmek, alçaklarda oturup kendini gözetmek, haddini bilmek, daha önce yaptıklarından dönmek.
Eskiden yelkenli gemiler, rüzgâr veya kürek gücüyle yüzdürülürdü. Bir gemi yabancı sulara girince, saygı ifadesi olarak yelkenlerini indirirmiş. Fatih Sultan Mehmet, Rumeli Hisarı’nı yaptırdıktan sonra, Karadeniz'den gelen bir Ceneviz gemisine yelkenlerini indirmesi emrolunmuş. Fatih, yelkenlerini indirmeyen gemilerin topa tutulmasını emretmiş. Gemiler de yelkenleriyle birlikte denizin dibini boylamış.
Ne Şam'ın Şekeri Ne Arap'ın Yüzü
Çıkar sağlayacağımı bilsem bile onunla karşılaşmak istemem.
Âlemde huzur kalmayıp, sükûn bozulduktan sonra… Ağız tadı dünyanın en büyük zenginliğidir. Ağız tadını bozacak insanlardan uzak dur. Onlarla bir yerde bulunma. Onlardan çıkarın bile olsa, onlarla alışveriş yapma. Dün Osmanlı, bugün ise Suriye toprakları içinde bulunan Şam, tatlıları ve şekeri ile ünlü imiş. İngilizler bütün Araplar gibi, Şam halkını da Türklere karşı kışkırttıkları için Şam halkı huzursuz olmuş ve bu şehri idare etmek güçleşmiş. Ünlü şair Ziya Paşa bile burada valilik yapmaktan bıkmış usanmış. Şam'da Ziya Paşa gibi idarecilik yapıp da İstanbul'a dönenler, bir toplantıda hatıralarını anlatırken Şam'ın baklava ve şekerlerinden söz açılmış. İçlerinde bulunan ve Şam'da idarecilik yapan biri “Aman istemem, ne Şam'ın şekeri, ne Arap'ın yüzü.” demiş.
Vur, Fakat Dinle
Acele karar verme, önce gerçeği araştır.
Maalesef pek çok insan gerçeği araştırmak, doğruyu bulmak istemez. Gerçekler insanları korkutur. Böyle bir uğraşa girmek işine de pek gelmez ya! Karşısındaki insan haklı mı haksız mı demeden hemen karar verip işi bitirmek ister. Hiçbir zaman acele karar vermemek lazım. Bir işin aslını esasını araştıralım, gerçekleri söylemekten korkmayalım. Tarihte, İranlılar Anadolu'yu işgal ettikten sonra, Isparta ve Atina'yı da işgal etmek için uzun yıllar hazırlanıp değişik milletlerden binlerce ordular kurdular ve Çanakkale'yi geçmek için de köprüler yaptılar. Atina'yı işgal ettiler. Şehri terk eden Atinalılar, Themistokles'in kumandasında yurtlarını savunmaya karar verdiler. İki yüz parça da gemi yaptırdılar. Harp planı üzerinde çalışan kumandanların hepsinin de sinirleri bozulmuş olduğu için tartışmalar çok sert geçiyordu. Kendi iddiasında ısrar eden Themistokles, filo kumandanı tarafından tehdit edilince kızgın bir tavırla bastonunu kaldırarak, şu karşılığı verdi: “Vur, fakat dinle!” Bundan sonra Themistokles, görüşlerinde haklı çıktı ve İran donanması yenilgiye uğratıldı.
Diş Bilemek
Bir başkasına kötülük yapmak için fırsat kollamak.
Hiç kimseye kötülük etmemeliyiz. Maddi ve manevi hiçbir zararda bulunmamalıyız. Aksine iyilik etmeliyiz. İnsanlarla iyi geçinmeli, onlarla yardımlaşmalıyız. Onlara intikam hissi beslememeliyiz. Atalarımız, diş temizliğini ve ağız bakımını Orta Asya'dan beri ihmal etmedikleri gibi, İslamiyet'ten sonra da sürdürmüşlerdir. Türk ordusunun düşmanıyla karşılaştığı sıralar… Uzaktan düşman askerleri, Türk askerlerinin dişlerine bir şeyler sürterek temizlediklerini görmüşler. Türklerin kendilerini yemek için, dişlerini bilediklerini zanneden düşman askerleri daha savaşa girmeden meydanı Türklere bırakıp kaçmışlar.
Arkanızda Deniz Önünüzde Domuz
Bir gayeye ulaşmak için, iyi karar vererek bir işe başlayınca; sonuca varmak için çaba göstermenin daha iyi olacağını, yanda bırakmak veya geri dönmenin daha tehlikeli olduğunu anlatmak için söylenen bir deyim.
Endülüs'ü fetheden ve Müslüman bir kumandan olan İbni Zeyyad, Hazar Türklerinden Afrika'ya göç etmiş bulunan Berberi kabilesine mensuptu.
Babası Zeyyad Müslümanlığı kabul etmişti. Endülüs'ü almaya gönderilen Tank, 711'de kendi adını taşıyan Cebel-i Tank sahiline çıktı. Askerlerinin geri çekilme ümidini kırmak için gemilerini yaktıktan sonra, onlara hitaben: "Önünüzde düşman, arkanızda deniz; zaferden başka selamet yolu yoktur", dedi.
Püf Noktası
Vaktiyle testi ve çanak-çömlek imal edilen kasabalardan birinde, uzun yıllar bu meslekte çalışan bir çırak, kalfa olup artık kendi başına bir dükkân açmayı arzu eder olmuş. Ne yazık ki her defasında ustası ona:
- Sen, demiş, daha bu işin püf noktasını bilmiyorsun, biraz daha emek vermen gerekiyor. Ustanın bu sonu gelmez nasihatlerinden sıkılan kalfa, artık dayanamaz ve gidip bir dükkân açar. Açar açmasına da yeni dükkânında güzel güzel yaptığı testiler, küpler, vazolar, sürahiler onca titizliğe ve emeğe rağmen orasından burasından yarılmaya, yer yer çatlamaya başlar. Kalfa bir türlü bu çatlamaların önüne geçemez. Nihayet ustasına gider ve durumu anlatır. Usta, - Sana demedim mi evladım; sen bu işin püf noktasını henüz öğrenmedin. Bu sanatın bir püf noktası vardır. Usta bunun üzerine tezgâha bir miktar çamur koyar ve - Haydi, der, geç bakalım tezgâhın başına da bir testi çıkar. Ben de sana püf noktasını göstereyim. Eski çırak ayağıyla merdaneyi döndürüp çamura şekil vermeye başladığında usta önünde dönen çanağa arada sırada "püf!" diye üfleyerek zamanla testiyi çatlatacak olan bazı küçük hava kabarcıklarını patlatıp giderir. Böylece çırak da bu sanatın püf denilen noktasını öğrenmiş olur. Her sanatın incelik gereken nazik kısmına da o günden sonra püf noktası denilmeye başlanır.
Hoşafın Yağı Kesildi
Yeniçeri ocaklarında efrada yemek dağıtılırken mutfak meydancısı elinde tuttuğu üzeri ayet ve dualar yazılı kallavi koca kepçe ile evvela yağlı yemekleri ve pilavı dağıtır, sonra da hoşaflara daldırırmış.
Hal böyle olunca, sofralara gelen hoşaf bakracının üstünde, bir parmak kalınlığında yağ tabakası yüzermiş. Bu durumu gören Yeniçeri ağalarından akıllı birisi meydancıya emir vererek "Kepçeyi yağlı yemeklere batırmadan evvel temiz iken hoşafları dağıt, sonra yemek tevziatına geç..." demiş. Demiş amma, bu sefer sofralara giden hoşaf bakraçlarının üzerinde yağ tabakasını göremeyen Yeniçeriler isyan bayrağını çekmişler: - "Hakkımızı yiyorlar, istihkakımızdan çalıyorlar, zira hoşafın yağını bile kestiler, yağlı hoşaf isterük..." diye bağırmışlar.
İşi Sağlama Bağlamak
Bir işin bitirilmesine engel olacak etkenleri ortadan kaldırmak, bir işin aksamadan yürümesini sağlayacak gerekli tedbirleri almak.
Bir işin bitirilmesinde karşılaşılacak olan engeller; sabırsızlık, tembellik, başkalarını işimize karıştırma olabilir. Bir işin aksamadan yürümesi ve neticelenmesi için bu ve buna benzer etkenleri ortadan kaldırmak gerekir. Bu deyimin de hikâyesi yine bizim Nasreddin Hoca'nın bir alışverişine dayanmaktadır. Nasreddin Hoca, borcunu bir türlü alacaklısına ödeyemez. Adam her gördüğü yerde Hoca'dan alacağını ister. Hoca alacaklısına: - Üzülme ağa, senin paranı verme zamanı yaklaştı, der. - Ne zaman Hoca? - Gayet kısa zamanda... Evin önüne çalı diktim. Çalılar büyüyecek, buradan koyunlar geçecek, koyunların yünü bu çalılara takılacak, onları toplayacağım, ip yapıp satacağım. Kazanacağım parayla önce senin borcunu ödeyeceğim. Adamın memnun memnun güldüğünü gören hoca: - İşini sağlama bağlayınca gülersin tabi, der.
Eli Kulağında
(Hemen, az sonra beklenen işler için kullanılan bir deyim.)
İslamiyet’in ilk yıllarında ezan okunurken. Mekkeli müşrikler(inanmayanlar) alay ettikleri ve okuyanı şaşırttıkları için, ilk müezzin Bilal Habeşi, elleri ile kulaklarını tıkayarak okurdu. Birisi yanındakine, ‘Ezan okundu mu?’ diye sorduğu zaman, eğer ezan çok yakın ise, diğeri şöyle cevap verir: ’Hayır okunmadı ama eli kulağında’ Olması çok yakın işler için hemen, eli kulağında gibi sözlerin kullanılması buradan kalmıştır.
İki Dirhem Bir Çekirdek
Keçiboynuzunun, Yunanca adı keration, İngilizcede carob, Arapçada kırrıt tır.
Keçiboynuzunun tohumu yıllarca elmas ölçmek için kullanılmış. Elmaslar, keçiboynuzu tohumları ile tartılıp satılırmış. Bu nedenle keçiboynuzu, kırat veya karat dediğimiz ölçü birimine isim babalığı yapmış. Prof. Dr.aydın Akkaya açıklamasına göre; Keçiboynuzu çekirdeği doğada ağırlığı değişemeyen bir tohumdur. Tohumlu bitkilerden yalnız keçiboynuzu uzun süre suda bekletildikten sonra filiz verebilir. Bu, hem çok kuruduğu ve meyvesinden çıktıktan sonra son ve sabit ağırlığını aldığı için hem de içine su alması ihtimalinin çok az ve çok uzun süreye bağlı olduğu içindir. Bu sebeple Araplar, Selçuklular, Osmanlılar dönemlerinde ağırlık ölçüsü olarak kullanılmıştır. Dört tanesi bir dirhem eder. Dirhem 3 gr. ağırlığa eş kabul edilir. Satıcı, iki dirhemlik bir şey satarken (sekiz çekirdek) deyip, buda benim ikramım olsun derse, müşterinin saygın ve itibarlı olduğunu gösterirmiş. Çok şık ve gösterişli giyinen kişilere ‘’iki dirhem bir çekirdek ‘’ denmesinin kökü buymuş
Karaman'ın Koyunu Sonra Çıkar Oyunu
Dış görünüşe aldanmamalı. Bu işin altından neler çıkacak sonra görürsün. Şimdi hiçbir şey anlaşılmaz.
Dış görünüş insanı her zaman aldatır. Dışı çok güzel olup da içi fitne, fesat ve kötülükle dolu olan insanlar vardır. Bir yazarın dediği gibi, “Kitabın ve insanın dış görünüşüne aldanmamalı, iç hâline bakmalıdır.” Ama zamanımızda insanlar, makama, mevkie, paraya ve giyime yani dış güzelliğe önem veriyorlar. Para, mal ve mülk her şey değildir. Bir gün bunların yerinde yeller eser. Anadolu'da kudretli bir beylik olan Karamanoğlu Beyliği vardı. Karamanoğlu Mehmet Bey, bir daha isyan etmeyeceğine dair II. Murat'a söz verir. Buna rağmen sonradan yine bir hileye başvurur. Karamanoğlu Mehmet Bey, Karaman cinsi koyunlardan özel olarak seçilip yetiştirilmiş büyük bir koçu II. Murat'a verirken: - Bu can bu koçta olduğu müddetçe Osmanlı Devleti'ne isyan etmeyeceğim, diye birkaç defa yemin eder. Karamanoğlu Mehmet Bey, koçun öldüğünü haber aldıktan sonra: - İşte bu can, koçtan ayrıldı, ettiğim yeminin de hükmü kalmadı, diye övünecektir. Böylece Karamanoğlu Mehmet Bey, vermiş olduğu sözden dönmüş ve kendisine güvenilmeyeceğini göstermiş olur. Bazı insanlar bol keseden atar tutarlar, yerine getiremeyecekleri sözler verirler.
Kabak Tadı Vermek
Aynı şeyleri sık sık söyleyip birilerini bıktırmak, usandırmak.
Çenesi düşük olmamak, aynı konuları tekrarlayıp başkalarını bıktırmamak lazım. Söylenecek sözü, yapacak işi olmayanlar kabak tadı verirler. Bekri Mustafa, bir gün Ahmet Ağa ismindeki bir arkadaşının evine misafirliğe gitmiş. Ev sahibi, cimri mi cimriymiş. Bekri'ye arkadaşı her gün kabaktan yapılmış yemekler ikram etmiş. Sabrı tükenen Bekri Mustafa, “Bu iş kabak tadı verdi.” diyerek bir akşam arkadaşının evinin yanında bulunan bir camiye gitmiş, minareye çıkarak şunları söylemiş: Ahmet derler var bir kişi Hayra yorar yoktur işi Sabah akşam kabak aşı Yenir mi ya Resul Allah!(*)
Yorgan Gitti, Kavga Bitti
Anlaşmazlık ortadan kalkınca, kavga da sona erer.
Her mesele konuşularak halledilir. Kavga hiçbir şeyi halletmez. Bazı insanlar anlaşmazlıkları bağırıp çağırarak çözmeye çalışırlar. Ya da bazıları bilerek anlaşmazlık ve uzlaşmazlık oyunu oynayarak kavga eder görünüp başkalarını aldatarak onlara zarar vermek isterler. Nasreddin Hoca, bir gece uyurken, dışarıdan gelen gürültüyle uyanır. Gürültünün gittikçe arttığını görünce, meraklanır. Yorgana bürünüp sokağa çıkar. Adamlar Hoca' yı böyle görünce üzerine hücum ederler. Yorganı kaptıkları gibi kaçarlar. Hoca, yorgansız eve dönünce, hanımı dışarıdaki gürültünün ne olduğunu sorar. Hoca, “Gürültü bizim yorgan içinmiş: Yorgan gitti, kavga bitti.” der.
Gır Gır Geçmek
Alay etmek, takılmak, dalga geçmek.
Hiçbir kimsenin hâl ve hareketini beden diliyle göz kaş oynatarak taklit etmemeli, kimseyi küçümsememeli ve kusurlarını eğlence konusu yapmamalıyız. Kötü söz ve hareket sahibine aittir. Alay edenle alay edilir. Başkalarıyla alay edenler, haddini bilmez, kişiliği oturmamış, ne oldum delisi olan insanlardır. Kıraathanenin birinde bir adam, boş bir nargilenin marpucu ile sürekli çekip fokurdatıyormuş. Nargilenin çıkardığı sesten rahatsız olan bir müşteri sormuş: - Yahu birader! Tömbeki yok, ateşi yok, dumanı yok. Niye boş nargileyi çekip duruyorsun? - Ben onun dumanında değil, gırgırındayım. O, gır gır ettikçe keyfim geliyor, demiş.
Gemileri Yakmak
Gemiyle işgale gittikleri bir yerde ordusu rakibin gücü karşısında korku duymaya başlayınca Sezar askerlerini yüksek bir tepeye çıkartır ve aşağıda kalan bir kaç askere gemileri ateşe vermeleri emrini verir. Geldikleri gemiler gözlerinin ününde çatır çatır yanan ordu şok geçirmiştir. Sezar 'gördüğünüz gibi gemileri yaktık artık dönüş yok ya bu savaşı kazanırsınız ya da hepimiz burada ölürüz' şeklinde bir konuşma yapar. Savaş Sezar’ın ordularının ezici zaferiyle sonuçlanır
Avucunu Yala
(‘Beklediğin olmadı; umduğunu bulamadın’ anlamında kullanılan bir deyim.)
Bu deyim, kışın karlı ve soğuk havalarda inine kapanarak, tabanlarının altını yalamak suretiyle karın doyurmaya uğraşan ayıların hareketinden alınmadır.
Çünkü ayılar kışın arasa da yiyecek bulamaz hareket edecek olsa da, boşuna enerji tüketmiş olur. Bunu iyi bilen ayılar kış uykusuna yatar. Ayağını yalamakla yetinir yazın gelmesini bekler. Başka yapacak bir şeyi yoktur.
İlk Göz Ağrısı
Eskiden savaşlar şimdikinden çok olduğu için, Anadolu' nun hemen her köyünden, hemen her hanesinden şu ya da bu cephede savaşan bir asker olurmuş.
Bu askerlerin geride kalan anaları, kardeşleri, hanımları, nişanlıları, yavukluları olurmuş elbette. Bu biçareler, vatanını, milletini, dinini muhafaza için cephe cephe koşan yiğitleriyle elbet gurur duyarlarmış ama ağlamadan, gözyaşı dökmeden de gün geçirmezlermiş. Bazen aşikâr, bazen gizli gizli ağlayan genç kız ve gelinlerimizin göz pınarları kuruyup gözleri çapaklanmaya ve ağrımaya başlarmış. Birbirleriyle konuşurken, o zamanın terbiyesi icabı: "Senin yavuklun, senin kocan" diyemezler, utanırlarmış. "Benim göz ağrımdan hiç mektup gelmiyor, seninkinden haber var mı?" diye sorarlarmış.
Dolap Çevirmek
Eskiden paşa, vezir, sadrazam, komutan gibi ileri gelen veya mal varlığı iyi olan kişilerin konakları olurdu. Bu büyük evler kadınların kısmına haremlik, erkeklerin kısmına selamlık adı altında iki kısım bulunur. Kadınlar kısmı ile erkek kısmı arasındaki duvarda tam bir ekseni etrafında dönen, silindir biçiminde kapaksız bir dolap yerleştirilirdi. Yarısı açık, yarısı kapalı bu dolabın içinde sıra sıra geniş, dar raflar bulunurdu. Kadınlar kısmında pişen yemekler, içecekler diğer ikramlar bu dolap ile erkekler kısmına servis edilirdi. Kadınlar ikram edilecekleri dolabın kapalı kısmına yerleştirip, erkekler kısmına çevirir, tabaklar, fincanlar boşalınca erkekler tarafından kadınlar kısmına çevrilirdi. Böylece kadın erkek birebirini görmeden servis yapılmış olurdu. İşet bu servis dolaplarının zaman zaman gönül işlerinde kullanıldığı da olurmuş. Örneğin delikanlının biri sevdalısına kimsenin haberi olmadan çaktırmadan mektup, çiçek vesaire. Verecek olursa bu dolaptan yararlanırmış. Delikanlıya mendil mi gelecek yine bu dolap hizmet verirmiş.
Adam Yerine Koymamak
Bir kimseye değer vermemek, adamdan saymamak.
Bir insan adam yerine konup saygı görmek istiyorsa, bir makama ilmi ve ahlaki faziletleriyle gelmelidir. Onun bunun torpili, hatırı ve nüfuzuyla bir yerlere gelenler adam yerine konulmadığı gibi, saygı da görmezler. Kethüdazade Arif Efendi, hatır gönül yoluyla tanıdıklarından birinin oğluna bir memuriyet verilmesini ister. Devrin şeyhülislamına bir tavsiye mektubuyla birlikte delikanlıyı gönderir. Şeyhülislamdan: - Önce imtihana girsin. Kazanırsa bir yer bulunur, tayinini yaparız, cevabını alır. Aradan zaman geçtikten sonra Arif Efendi ile şeyhülislam karşılaşırlar. Arif Efendi: - Efendi hazretleri, size gönderdiğim adama imtihana girsin, kazanırsa bir yerlere tayin ederiz, demişsiniz. Siz bu makama imtihanla mı geldiniz, deyince, Şeyhülislam: - Beni de işte bunun için adam yerine koymuyorlar ya, diye cevap vermiş.
Pusulayı Şaşırmak
Doğru yoldan ayrılmak ve güç duruma düşerek ne yapacağını bilemez hâle gelmek.
İnsanları güç duruma düşüren, onları doğru yoldan ayıran sebepler şüphesiz insanların hâl ve hareketleri ve edindikleri kötü alışkanlıklardır. İnsan, hâl ve hareketlerinde mantıklı ve düzenli, alışkanlıklarında ölçülü olursa hiçbir problem çıkmaz. Daima iyiyi ve güzeli istemek, kötü alışkanlıklardan uzak durmak, aklı başında hareket etmek, insana insanca yaşamanın yollarını açacak, zorlukları kolaylaşacak ve ne yaptığının farkına varmasını sağlayacaktır. Valilerden biri afyon çekmeden hiçbir işe bakamaz, kendini bir türlü toparlayamazmış. Sadece kâtibinin bildiği bu alışkanlıklarını herkesten gizler, afyon kutusuna “pusula” adını vererek, ihtiyaç duyduğu zaman kâtibinden istermiş. Bir gün, kendisine bir dilekçe vermeye gelen adamın biri, valinin karşısında saygı için eğilince, cebinden afyon kutusunu düşürür. Kutunun içindeki haplar saçılır. Adam, afyonkeş olduğu anlaşılıp vali kızacak diye korkarken, aynı alışkanlığa müptela olan ve bunun ne demek olduğunu bilen vali, kâtibine: - Adamcağız pusulasını şaşırdı. Dilekçesini al, haplarını da topla der.
Tabanları Yağlamak
Uzak bir yere yürüyerek gitmek için, bütün gücünü toplayıp yola koyulmak, bir yerden koşarak uzaklaşmak.
Bir gün Nasreddin Hoca, yağmurlu bir günde evinin balkonunda oturmuş gelen geçenleri seyrediyormuş. Bu arada herkes yağan yağmurdan kaçışmaya başlamış. Bunlar arasında Hoca'nın tanıdığı yaşlı başlı, aksakallı, cüppesiyle yağmurdan kaçan bir adam da varmış. Hoca adama oturduğu yerden seslenerek: - Çoluk çocuğun koşmasına şaşırmadım da senin şu saçın ve sakalınla Allah'ın rahmetinden kaçtığını biraz tuhaf karşıladım, demiş. Zavallı adam evine yürüyerek gitmiş, gitmiş ama yağmurdan da sırılsıklam olmuş. Bir başka yağmurlu gün, bunun tam tersi olmuş. Daha önce yağmurdan sırılsıklam olan adam evinin penceresine oturmuş, yağmuru ve yağmurdan kaçan insanları seyrederken bir ara paçalarını sıvayıp yağmurdan kaçan Hoca'yı görmüş: - Bu ne hâl Hoca? Ele verirsin talkını, kendin yutarsın salkımı, demiş. Hoca bu, hiç altta kalır mı? Hemen cevabı yapıştırmış: - Ben senin gibi yağmurdan kaçmıyorum ki. Allah'ın rahmetini çiğnememek için tabanları yağlıyorum.
Derdini Anlat Marko Paşaya
Marko Paşa, Sultan Abdülaziz döneminde yaşayan Rum hekimidir.
Üstat bir hekim olan Paşa çokça hastayı tedavi eder ve sağlığına kavuşturur. Halk arasında da çok ünlü dür, her gün belki yüzlerce insan kapısını çalar, hastalıklarına çare arar. Bunca insanın bırakın derdine çare olmayı, dinlemek bile imkânsız bir hal alır. Bu duruma kendince bir çözüm bulur. Kapısına gelen hastalarını dikkatle dinler, Onlara şöyle der; ‘’Anladım, anladım ama ne?’’ Biçare hastada bu anlamsız soru karşısında, herhalde iyi anlatamadım diye düşünür ve tekrar anlatır. Ama yine Marko Paşa ; ‘’Anladım ama ne?’’der. Bu böyle olunca, hastalar çareyi oradan uzaklaşmakta bulurlar. Zamanla Marko Paşanın ünü unutulur gider.
Elinin Hamuru İle Erkek İşine Karışmak
Yapamayacağı bir işe kalkışmak.
Herkesin kendine göre bir işi vardır. Kimse kimsenin işine karışmamalıdır. Hele bir insan yapamayacağı, üstesinden gelemeyeceği bir işle uğraşmamalıdır. İşi ehline bırakmalıdır. Köyün birinde bir erkek, evinin bahçesinde çamurdan kerpiç, karısı da duvar dibindeki ocakta, sacın üstünde, yağlı közleme yapıyormuş. Erkek iki de bir közlemenin iyi pişip pişmediğine karışırmış. Karısı da kocasının kestiği kerpiçlerin düzgün olmadığını söyler, kocasının beceriksizliğini yüzüne vururmuş. Adam dayanamamış, karısına: - Ben elimin çamuru ile senin işine karışmayacağım. Sen de elinin hamuru ile erkek işine karışma, demiş.
Rahmet Okutmak
Gelenin gidenden daha kötü çıkması, gelenin gideni aratması.
Birlikte çalıştığımız fakat hiçbir şeyinden hoşnut olmadığımız gider, onun yerine ondan daha beter bir insan gelirse, eskiden birlikte çalıştığımız insanı arar hâle geliriz. Eskiden yaşlı hırsızın biri, hastalanarak yataklara düşmüş ve Allah'a şöyle yalvarmış: - Ey büyük Allah'ım, ne kazandıysam hepsini hırsızlıktan kazandım. Bu kadar günahla huzuruna nasıl çıkacağım? Dünyada herkes arkamdan lanet okuyacak, öldü de kurtulduk, diyecekler, sen beni affet! Hırsızın oğlu: - Baba sen hiç merak etme. Ben seni her gün rahmetle andırırım. Yüreğin rahat olsun, demiş. Babası öldükten sonra evi geçindirmeye ve baba mesleğini sürdürmeye başlamış. Hırsızlık için girdiği evden iğneden ipliğe ne varsa hepsini götürür, evi tam takır bırakırmış. Evleri soyulanlar hırsızın babasını arar olmuşlar: - Allah rahmet eylesin, babası da hırsızdı ama girdiği evlerden ihtiyacı kadar alır çıkardı. Oğlu gibi girdiği evi soyup soğana çevirmezdi, demişler.
Hariçten Gazel Okumak
Bilmediği, aklı ermediği, üstüne vazife olmayan işlere karışmak, söz söyleyip akıl öğretmek.
Herkesin aklı kendine. Bilmediğimiz, üstümüze vazife olmayan işlere karışmamalıyız. Bilmediğimiz işlere karışıp kimsenin karşısında küçük düşmemeli ve hakarete uğramamalıyız. Eskiden İstanbul'da müzik dinlemek ve hoşça vakit geçirmek için sazlı sözlü eğlence yerlerine gidilirmiş. İçkili olan böyle yerlere, kafaları çeken müşterilerden güzel sesli olanlar, aşka gelip oturdukları masadan gazel okumaya başlarlarmış. Bunlar arasında sahnedeki sanatçıları bile gölgede bırakanlar varmış, bu sebeple disiplini sağlamak için, sahnedeki saz takımının arkasına, “Hariçten gazel okumak yasaktır.” diye bir uyarı yazısı asılmış.
Denize Düşen Yılana Sarılır
Dönem II. Mahmut dönemi ve Kavalalı Mehmet Paşa Mısır Valisi dir.
Kendine aşırı güvenen Kavalalı Mehmet Paşa nın amacı önce Suriye, ardında Osmanlı yı ele geçirmektir. Oğlu İbrahim Paşa, Suriye’yi ele geçirmiş Osmanlının yolladığı gücüde yenmişti. İstanbul’a doğru yola çıkmıştı. II. Mahmut, ordunun o an için bunlarla baş edebilecek vaziyette olmadığından Ruslarda yardım isteme taraftarıdır. Rus çarı Nikola’dan yardım ister. Bir Osmanlı sultanın Ruslardan yardım istemesi yadırganır. Bir takım vezirler ‘’bu nasıl işdür?’’ diye mırıldanınca, Sultan Mahmut Ne yapalım? Düştük denize sarılırız yılana der.
Yok, Devenin Başı
Daha neler, çok abartıyorsun. Bu deyim varı yok, yoğu var göstermek için de kullanılır.
Konuşmaları abartmamak lazım. Bazı insanlar abartılı konuşmayı severler. Kısa ve kesin sözler insan zihninde daha fazla yer eder. Abartılı sözler ise unutulur gider. Kısa, kesin ve etkili konuşmak insanın kendini yetiştirmesine ve olgunlaştırmasına bağlıdır. Bir hacı adayı, çölde haftalardır deve üzerinde Hicaz'a yolculuk yaparken, bir gece uykusunda bir rüya görmüş. Rüyasında kendi evinde karısı ve çocuklarıyla berabermiş. Karısı yer döşeklerini sermiş, örtü ve yorganları düzeltiyormuş. Adam karısına seslenmiş: - Hanım, döşekleri serdin mi? - Serdim, serdim, hepsi hazır, seni bekliyor. - Öyle ise hemen yatayım mı? - Yat, kocacığım yat da dinlen, deyince yatağa yatmak için kendini bırakan zavallı adam, devenin sırtından kumlara düşmüş. Uyanıp, can acısıyla bağırıp çağırmaya başlamış. Kervancılar gelip adamı yerden kaldırmışlar. Devesini de çöktürmüşler. Uyku sersemi adam deveye ters binmiş. Kimse işin farkında değilmiş. Tekrar yola revan olmuşlar. Sıcak beynine vuran hacı adayı, her yanım kırıldı, diye inlerken devenin başını aramış fakat bir türlü bulamamış. Bu sefer de, “Yok, yok, vallahi yok, devenin başı yok.” diye bağırarak yolculara seslenirmiş. Yanına gelenler, ne oluyorsun, diye sormuşlar: “Yahu size yok bu devenin başı diyorum, devenin başını nereye koydunuz?” diye şaşkın şaşkın söylenmeye başlamış.
Çayı Görmeden Paçaları Sıvamak
Zamansız iş yapmak, ortada hiçbir sebep yokken hazırlanmaya kalkışmak.
İnsan her işini gerekli şartlar oluştuğu zaman yapmalı. Zamanında yapılan iş, verimli ve faydalı olur. Zamansız ve düşünülmeden yapılan iş, verimli olmadığı gibi zaman ve emek kaybına da sebep olur. Serapsız çöl olmaz. Serap, ışığın kumlara yansımasıyla ve kumların uzaktan su gibi görünmesiyle oluşur. Hiç serap görmemiş bir insan, kervanla çölde giderken sıcağın ve yorgunluğun etkisiyle serap görmüş. Suya yaklaştıklarını sanarak, sevinçle koşmaya başlamış. Bu hareketi gören tecrübeli bir güngörmüş: - Oğlum, o gördüğün su değil, seraptır. Çaya varmadan paçaları sıvama, demiş.
Tadını Kaçırmak
Bir şeyin ölçüsünü kaçırıp zevkini bozmak.
Her şeyi tadında bırakmak lazım. Yani ölçüyü kaçırmamak… Yemede ölçü, konuşmada ölçü, harcamada ölçü ve uykuda ölçü. Yemekte ölçüyü kaçırmak sağlıksızlık işaretidir. Konuşmada ölçüyü kaçırmak insanları birbirinden uzaklaştırır. Harcamada ölçüyü kaçırmak insanı borçlu kılar, başkalarına muhtaç eder. Davranışta ölçüyü kaçıran insanlar komikleşir ve nihayet uykuda ölçüyü kaçırmak insanı tembelleştirir. Bir şehre gelen saf bir köylü, çarşı pazar dolaşırken manav dükkânında taze incirler görmüş ve onlardan bir kilo almış, mendiline doldurarak köyünün yolunu tutmuş. Yolda giderken incirlerin tadına bakmış, yedikçe yiyeceği gelmiş. İncirin tadı damağında kalmış. Aylar sonra tekrar şehre inmiş. Daha önce incir aldığı manavı arayıp bulmuş. Mevsimi olmadığından manavda incir yokmuş. İncirin de adını bilmediğinden, manava, “İncir var mı?” diye soramamış. İnciri tarif ederek manava anlatmaya çalışmış. Manav, “Olsa olsa bunun anlatmak istediği patlıcandır.” diyerek, köylüye bir okka patlıcan vermiş. Patlıcanları incire benzetemeyen köylü, o zamandan bu zamana kadar, meyvenin boyu büyümüştür, rengi değişmiştir, diyerek patlıcanlardan birinin tadına bakmış. Çiğnedikçe tatsız, tuzsuz bir şey olduğunu anlamış. Suratını ekşiterek manava, “Bak hemşerim, gücenme dediğime, sen bunların
Şapa Oturduk!
Kızıldeniz’in eski bir adı Şap denizidir Mercana benzeyen büyük beyaz taşlar genelde bu denizden getirilir. Bu taşlar su altında hacimlerini büyüterek yayılır ve gemiler için tehlike oluşturur.
Seyir haritalarında normal derinlikler gösterisede bu tip yerlerde bu şap kayaları büyüdk göründükleri için tehlikelere neden olmuşlardır.
Eski dönmelerde Hacca gemiyle giden hacı adayları için sıklıkla başa gelen en önemli tehlikeli geçişlerden biri bu bölgeden yapılan geçişlerdir. Hacı bekleyen ahali "İnşallah bizimkiler şapa oturmaz" deyip dua ederlermiş. Şapa oturmak tabiri buradan gelmektedir.
Kommentare