top of page

Search Results

Boş arama ile 110 sonuç bulundu

  • ATANIN ÖĞRETMENİ

    Atamızın yetiştirdiği Çağdaş Türk Öğretmeni. Lütfen izleyin.

  • TÜRKİYE’DE VE DÜNYADA EĞİTİM

    TARİH : 21 Nisan 2012 HABER KAYNAGI : https://www.memurlar.net/haber/223905/870-bin-kisi-matematikten-sifir-cekti.html HABER : 870 bin kişi Matematikten sıfır çekti TARİH : 09 Aralık 2016 HABER KAYNAGI : https://www.gercekmuhabir.com/egitim/ali-tastansafak-akca-yazdi-egitimde-beklenen-fiyasko-h46848.html HABER : Eğitimde Kötü Tablo” “OECD’ de gerilerdeyiz TARİH : 29 Kasım 2020 HABER KAYNAGI : https://www.birgun.net/haber/yarim-milyon-kisi-yks-de-sifir-cekti-324676 HABER : Yarım milyon kişi YKS’de sıfır çekti Yüksek Öğretim Kurumları Sınavı YSK’de Temel Yeterlilik Testi TYT’ye giren adayların yüzde 24’ü fen bilimlerinde hiçbir soruya doğru yanıt veremedi. Temel Matematikte ise 399 bin aday sıfır çekti. İmam Hatipler’in durumu ise çok daha vahim. Temel Matematik testinde 399 bin 271 aday sorulan 40 sorunun hiçbirine tek doğru cevap veremedi. Fen Bilimleri testinde 553 bin 129 aday sorulan 20 sorunun hiçbirine tek doğru yanıt dahi veremedi. Bu haberleri ve tabloları onlarca yıldır izliyoruz. Her 3-5 yılda bir eğitim sisteminde köklü yenilikler yapıyoruz ama ne yazık ki bir adım bile ileri gidemiyoruz. “Yanlış teşhis konulan bir hasta doktor hangi tedaviyi uygularsa uygulasın iyileşemez.” Türkiye’de eğitim boşuna mı veriliyor? Ne okul ne dershane (önceki dönem uygulaması) hiçbir işe yaramıyor. Millî Eğitim Bakanlığı; bilgisizliği, başarısızlığı, tembelliği affediyor. Aileler çocuğu bir Üniversite bitirsin de nasıl olursa olsun razılar. Bu yıllardır böyle devam ediyor. 400-500 bin öğrenci, matematikte sıfır alıyorsa alarm üstüne alarm vermek gerekmez mi? Bilim okuryazarlığı olmayan bir toplumun geleceğinden endişe etmemek mümkün mü? Aslında durum çok açık. Bir adayın 3-5 matematik sorusu yapamıyor olması eğitim sisteminin iflas ettiğini gösteriyor. Eğitim politikası bir milletin çocuklarını mutsuz ve başarısız yapıyorsa çok ciddi ilmi, bilimsel ve psikolojik araştırmalar yapılması gerekmez mi? Öncelikle, Merkez Bankaları gibi Milli Eğitimin de hükümetlerden bağımsız hale getirilmesi gerekir ama gelin görün ki Türkiye’de Merkez Bankası bile bağımsız değil. 20 yıldan fazladır Eğitim Camiasının içinde olan, halen bir eğitim kuruluşunda danışmanlık yapan, yurt dışında birçok ülke görmüş, bazılarında uzunca süreler yaşamış bir gözlemci olarak sizlere burada her zaman duyduğunuzdan farklı bazı tespitlerimi aktaracağım. Aslında her bir madde çok uzun araştırma gerektiren bu hususları sizlere bir analiz şeklinde değil de tam tersine bir sentez yoluyla ileteceğim. Aşağıda yazılanların hem ebeveyn hem okul hem öğretmen hem de öğrenci olarak elbette ki istisnaları mevcuttur. İyi örnekler de vardır. Ancak ben burada çoğunluğu teşkil eden sentezleri, gözlemlerimi ve teşhisimi aktaracağım. Bir çocuğun gelişmesinde ve öğreniminde 4 belirleyici faktör vardır; 1) Özgüven, 2) Akademik yeterlilik, 3) Fiziksel, bedensel ve kültürel gelişim, 4) İkinci bir lisanı anadile yakın konuşup yazabilmek, Bunlara sahip olmayan bir kişinin; elinde hangi diploma olursa olsun, hangi sınavdan hangi notu alırsa alsın bir değer taşımayacağı, tam aksine bu nitelikleri taşıyan bir kişinin de hayatta başarısız olmasının söz konusu olmayacağı, özellikle okul seçerken ve eğitim tercihleri yapılırken ilk akılda tutulması gereken hususların yukarıdaki 4 maddede yattığı unutulmamalıdır. Çocuklarımız genelde mutsuzdur. Onlara sorumluluk vermemekteyiz. Aileler olarak onlara yeterli sorumluluk vermediğimiz gibi hata ve kusurlarını da örterek şımartmaktayız. Kızım Washington DC’de Anaokuluna gidiyordu. Henüz 3,5 yaşında idi. Bir veli-öğretmen görüşmesinde öğretmeni kızımızın evde ne gibi görev ve sorumlulukları olduğunu sorduğunda bayağı şaşırmıştık. Şaşkınlığımızı anladı ve biz sormadan devam etti. “Mesela sofraya her gün peçeteleri koyabilir, onları toplayabilir, çatal ve bıçağı o koyabilir, tuzlukları sofraya koyup kaldırabilir dedi. Ama getirmeyi unuttuğunda veya yapmadığında asla onun yerine bu işi siz yapmamalısınız, uyarıp beklemeli ve görevini aksatmadan yapmasını sağlamalısınız.” Aileler olarak onlara iyi örnekler oluşturacak rol model anne, baba, dede, nine olamıyoruz. Onlara çok okumalarını öğütlerken biz sürekli TV izleyebiliyoruz. Onların beğenmediğimiz davranışlarını bizler zaman zaman veya sıklıkla yapabiliyoruz. Çocuklar oyun çağlarını ve dönemlerini yeterince uygun ortamlarda ve uygun araçlarla geçirmemektedir. Bir kız çocuğuna 20 Barbie bebeği almanın ya da bir erkek çocuğuna uzaktan kumandalı 5 otomobil almanın faydadan ziyade zarar getirmesi gibi. Çocuklara cinsiyet, yaş ve yaratıcılıklarını geliştirici tavsiyeli oyuncaklar, yaratıcılığa teşvik ederek kendi oyuncaklarını yapmaya yöneltmek yerine anne ve babalar olarak çocukluğumuzda arzu edip de elde edemediğimiz oyuncakları almak veya daha kolaya kaçmak gibi hatalar yapmaktayız. Oysa kendi uçurtmasını yapmayı beceren bir çocuğun tasarı geometri ve yaratıcılığının gelişeceği açıktır. Yardımcı olmakla sorumluluğu tamamen üzerimize almayı karıştırmaktayız. Birçok ebeveyn çocuğa yardımcı olmakla onun sorumluluğunu tamamen üzerine almayı karıştırabilmektedir. Çocuğun ödevinin tamamının yapılması ya da son yıllarda üzülerek şahit olduğumuz ödev projesinin başkasına yaptırılıp öğretmen yanıltılmaya ve yüksek not alınmaya çalışılırken aslında çocuğa basite, kopyaya ve hırsızlığa alıştırmayı öğretmek, teşvik etmek ve bu yolla da aslında dürüst olmayan anne-baba görüntüsü vermek gibi. Oysa çocuğumuz yapmadığı bir ödevin ya da projenin sorumluluk ve mahcubiyetini taşıyarak olgunlaşacak iken buna engel olmaktayız. İstisnalar dışında okullarımız ve sosyal yaşam alanları ile spor ve kültürel alanları yeterli ve cezbedici değildir. Parklarımız, okul bahçelerimiz ve spor alanlarımız son derece yetersizdir. Zaten çok kısa teneffüs araları, blok dersler, evlere uzak mesafedeki okul seçimleri ile onların oyun, spor ve kültürel aktivite saatlerini çalmaktayız. Okullar standart fiziksel ve öğrenim olanaklarına sahip değildir. Bu da velileri evlerinden çok uzakta da olsa başka okul arayışına itmekte, böylece çocuklarımız her gün yollarda ve servis araçlarında saatlerce vakit kaybetmektedir. Eğitim sistemi ve müfredat ezbere dayalıdır. Sınav sistemi de bunu teşvik etmektedir. Eğitim müfredatı çok yoğun ve tamamen ezbere dayalıdır. Ödevler yaratıcılıktan uzak, KES-BİÇ-YAPIŞTIR şeklinde yapıldığından gelişimi ve öğrenmeyi teşvik etmemektedir. Ders saatlerinin yoğunluğu; ders dışı spor, sanat, kültür aktivitelerine zaman tanımadığı gibi o zamanı bulan çocuklar da her boş zamanı sistemin zorlaması nedeniyle SORU-CEVAP çözmeye ve EZBERLEMEYE harcamaktadır. Hiç unutmam. Geometri dersinde öğretmenimiz; “2 noktadan bir doğru ancak 3 noktadan daima bir düzlem geçer” dediğinde önce bana hiçbir şey ifade etmemişti. Ardından devam etti. Bir arabanın tekerleğinin düzleminin yere dik olması gerekir. Bu nedenle de en az 3 bijon vidası ile bunu sağlayabiliriz. Bakın ….. Marka araçlar. Bu örneği 12 yaşında duymuştum. Bugün 67 yaşındayım ve hiç unutmadım. Meslek Yüksek Okulları özendirilmeli ve teşvik edilmelidir. Veliler “çocuğum mutlaka üniversite bitirmeli” saplantısından kurtulmalı, bazı işlerin yapımında ve özellikle inşaat ve bilişim sektöründe meslek yüksek okulu mezunu kullanımı mecburiyeti getirilmelidir. Asıl olan insanın sevebileceği, onu geçindirecek bir meslek sahibi olmak iken işsiz milyonlarca üniversite mezunu sahibi olmanın özenilecek yanı var mıdır? Çocuklar sadece sınav odaklı olmaya teşvik edilmektedir. Yukarıdaki madde de belirtildiği üzere hem kalite hem de dağılım olarak eğitim kurumlarının birbirinden farklı oluşu, alınan eğitim seviyesini doğrudan etkilediği gibi mezun olunacak okulun adını da birinci plana aldığından hem veli hem de öğrenci eğitimin kalitesi ve yeterli öğrenme ve hayata hazır olma yerine, mezun olduğu okulun adına dayalı sahte bir maskenin arkasına gizlenmektedir. Ayrıca toplumda öğrenci başarısı tamamen sınav odaklıdır. Öğrenciler hayata hazırlanmamakta sadece ebeveynlerinin ismiyle övünecekleri bir meslek sahibi olmaya adeta yarış atı gibi sürüklenmektedir. Çocuğun istek ve tercihleri, ilgi alanları, kişisel ve bedensel gelişim ihtiyaçları dikkate alınmamakta, sportif, sanatsal ve kültürel yetenek ve başarıları önemsenip teşvik edilmemekte, varsa yoksa sınav sonuçlarına odaklanılmaktadır. Dinsel ve toplumsal taassup ve cinsiyet ayrımcılığı özellikle 12-18 yaş gurubunu çok fazla olumsuz etkileyebilmektedir. Bazı okulların ve dersliklerin kız-erkek ayrımı, bazen aynı okul ve sınıf içerisinde bile bilinçsizce birbirinden uzaklaştırılması, iki ayrı cinsin “belli sınırlar içinde” birbirini en iyi tanıması ve kaynaşması gereken dönemde bunu engellemekte, başarıyı azaltmakta ve uzun vadede de binlerce mutsuz ve yanlış evlilikler yapılmasına yol açabilmektedir. Ağaca tırmanmak isteyen bir kız çocuğuna kimse “Aman çıkma düşersin!” dememeli, öfkeden ya da acısından göz yaşlarına boğulan bir erkek çocuğuna da kimse “erkekler ağlamaz” cümlesini kullanmamalıdır. Öğretmenler genelde mutsuz, tatminsizdir. Mesleki gelişme programları yetersizdir ve öğretmenlik özde asal bir meslek olarak içselleştirilmemiştir. Mutsuz ve yetersiz bir öğretmenin iyi bir öğrenci yetiştirmesini beklemek hayalperestlikten öte bir şey değildir. Böyle olunca da öğretmen son dersten çıkar çıkmaz okulda kalmak istememekte, öğretmenini arayan öğrenciye cevap verememektedir. Toplumdaki genel algı hala öğretmenliğin bayanlar için ideal bir meslek olduğu fikrine sahiptir. Böylece geleneksel kadın rolü mesleki yaşamla da bağdaşmakta, çalışan kadın aynı zamanda evini ihmal etmemektedir. Oysa çok profesyonel bir çıtada ifa edilmek durumunda olan öğretmenlik; ülkemizde uzun tatil zamanlarına sahip öğretmenlerin aşırı atıl alışkanlıklarına terkedilmiş ve eğitim biliminin yeni anlayışlarından uzak eski ezberci geleneksel eğitim yöntemini savunan hantal bir yarı zamanlı meşgaleye dönüşmüştür. Tüm bu hususlar çocukların okula gitme arzularını kırmaktadır. Okulundan mutlu, okulunu seven çocuk yok denecek kadar azdır. Bu olumsuz şartlar altında hangi çocuk isteyerek ve severek okula gider ki? Sevmeden, istemeden yapılan işin öğretici ve kalıcı olma olasılığı yoktur. İdeal Eğitim sisteminin; farklılıklara saygı duyarak, din, dil, ırk, cinsiyet ayrımı gözetmeksizin özgür bireyler yetiştirmeyi amaçladığını fakat uygulamada bunun böyle olmadığını biliyoruz. Eğitim sisteminin; çok konulu, çok kapsamlı değil, temel bilinmesi gerekli konu ve bilgilere dayalı, daha basit ama daha akılda kalıcı, sadece akademik değil diğer alanlarda da çocukları geliştirici, yeteneklerini ortaya çıkarabilecek şekilde sıfırdan başlayarak düzenlenmesi, eğitim ortamlarının kalite ve sayısal olarak arttırılması, LGS, YSK gibi sınavları tamamen ortadan kaldırıcı hale getirilmesi zorunludur. Çağdaş, Özerk, siyasetin ve dinin gölgesinden uzak, liberal, akıl ve bilime dayalı, yukarıdaki hata ve aksaklıklardan kurtarılmış bir eğitim ile 80 milyonluk Türkiye’nin, G-20 değil, dünyanın en saygın ilk 5 ülke arasına girmesi çok olasıdır. Çünkü gerekli potansiyel hem bu milletin genlerinde hem de sahip olduğu coğrafyanın dikte ettiği jeostratejik ve jeopolitik konumun içerisinde mevcuttur. Milletimizin yürümekte olduğu ilerleme ve uygarlık yolunda, elinde ve kafasında tuttuğu meşale pozitif bilim olmalı, bir an önce öğretmenlik mesleğinin profesyonel çıtası oluşturulmalı, saygın mesleki kimlik özde kazandırılmalı, eğiticinin eğitimi en önemli planlamalarımızdan biri olmalıdır. Okulların bünyesinde ebeveyn yetiştirme programları oluşturulmalı ve ebeveynlerin bu programa devam etmeleri zorunlu kılınmalıdır.

  • Okulda Örnek Eğitim

    Standart ve tek düze Eğitim Metodları yerine Öğretmenlerimiz yeni öğretme metodları geliştirebilirler. Bunlardan çarpıcı bir örnek aşağıdadır. Lütfen dikkatle izleyin.

  • ALTIN BOYNUZ’DAN GÖKYÜZÜNE

    BU HİKAYEYİ 14 YAŞINDA ENKA OKULLARINDA ÖĞRENCİ İKEN YAZDIM İstanbul’u dinliyorum gözlerim kapalı. Haliç Köprüsünün üzerindeyim. Mevsim sonbahar, ancak beklenenden erken solmuş bu yıl yapraklar. Hava ılık. Esen hafif lodos rüzgârı dalgalandırıyor saçlarımı, lodosla beraber buram buram deniz kokusu geliyor burnuma. Martılar uçuşuyor etrafımda, seslerini duyuyorum. Nefes almaya başlıyorum. Sonra tutabildiğim kadar tutmaya çalışıyorum nefesimi. Yavaşça bırakıyorum ardından, sanki o anı kaybetmekten korkarcasına. Her nefes alışım, zaman kavramımı alt üst ediyor. Bulanıklaşmaya başlıyor etraf birden. Her şey bir girdaptaymışım gibi etrafımda dönmeye başlıyor. “Altın boynuzun” ufkunda ben de siluetlere karışıyorum. Önce bir çocuk oluyorum, annesiyle babasının elini tutan. Elma şekeri diye mızmızlanıyorum. Henüz dışarıdaki dünya ile yüzleşmemiş saf bir çocuk oluyorum. Sonra bir genç oluveriyorum. Dedikodu yapmaktan hoşlanan, sınavlardan bunalan. Küçük risklerden memnun bir genç. Büyümeye devam ediyorum. Olgunlaşıyorum, artık bir yetişkin oluyorum. Ailem var. Farklı bir dünyam var. Enerjim yavaş yavaş azalıyor. İçimdeki ışık azalıyor, eskisi gibi ısıtmıyor artık beni güneş. Sık sık geçmişin hayallerini görüyorum. Belki de geçmişin tekrarının olmayacağını anladığım için, dünyadaki son günlerimin tadını çıkarmaya çalışıyorum. Doğum ile ölüm arasında geçirdiğim sürede Beatrice’ine kavuşmayı bekleyen Dante gibiyim. Bir anda birinin dokunduğunu hissediyorum. Adeta içimi eritiyor bu dokunuş. Gözlerimi açıyorum, etrafıma bakınıyorum ama hiç kimseyi göremiyorum. Etrafta kimse olmayınca o kadar büyük görünüyor ki Haliç Köprüsü, ister istemez ürküyorum. Yavaşça yerden yükselmeye başladığımı fark ediyorum. Kalbim hızla çarpıyor, çok heyecanlıyım. Büyüleyici şehir İstanbul ayaklarımın altında artık. Her şey, bir karınca kadar küçük gözüküyor gözüme.” Öldüm mü?” diye düşünüyorum kendi kendime, ama her şey o kadar gerçek gibi görünüyor ki gözüme, bir başka gerçek olsa bile o gerçeği bilmek istemiyorum. Eğer bu bir rüya ise, bu rüyadan ayılmak istemiyorum. Hazır biraz uzaklaşma şansını bulmuşken, sürekli bir değişime ayak uydurmaya çalışan ülkemin insanları arasına dönmek istemiyorum. Uyanıncaya kadar, ayılıncaya değin, gidebildiğim yere kadar gitmek ve keşfetmek istiyorum. Zaman kavramı olmaksızın, tek başıma bu uygunsuz gerçeğin pençelerinde oyalanmak istiyorum. İstanbul’u kanatlarımın altına almış uçuyorum gökyüzünde. Dikilitaşın üzerinden geçiyorum. Sanki eğilip yol veriyor bana. Karşımda dev Yerebatan Sarnıcı. Karanlığa süzülüyorum. Kim bilir altında hangi hazineler saklı. Sarnıca dalıyorum. Taş merdivenleri ağır ağır iniyorum. Devasa mermer sütunların arasındayım, sesler duyuyorum. Korkudan hemen yandaki bir sütunun arkasına gizlenip merakla bakıyorum etrafa. Siyah gözlü, siyah saçlı güzel bir kadın görüyorum. Bu kadının yanında onu ne kadar kıskandığını ve bu yüzden cezalandırılması gerektiğini söyleyen, kızıl saçlı bir ikinci kadın duruyor. Siyah saçlı güzel kadın “Athena, yapma!” diye bağırıyor. Athena bir anda kollarını havaya doğru açıyor ve hiç bilmediğim bir dilde cümleler kurmaya başlıyor. O anda güçlü bir şimşek çakıyor. Ben ne olduğunu daha tam olarak anlayamadan, Gorgones’in üç kızından biri olan Medusa taşa dönüşüyor. Kime baksa anında taş eden Medusa artık kendisi taş oluyor. Saklandığım sütunun ardından çıkarak taşa dönüşmüş Medusa’ya bakmak istiyorum. Sarnıcın içinde, karanlığın arasında yeni gölgeler görüyorum. Siluetler beliriyor, korkuyorum! Kendimi yeniden merdivenlerde buluyorum. Hızla fırlayıp dışarı çıkıyorum. Artık dışarıdayım. Bir anda şiddetli bir yağmur başlıyor, anlıyorum ki sonbahar kendini gösteriyor. Yağmur biraz yağdıktan sonra aniden kesiliyor, gökyüzünden toprağa doğru kahverengi ve kızıl tonlarda yapraklar dökülmeye başlıyor. Kızılyapraklar, tıpkı Athena’nın saçları gibi. Yağan yağmur da Medusa’nın taşlaşmış, artık akamayacak gözyaşlarını simgeler gibi. Kısa süren bir uçuştan sonra Üsküdar’dayım bu kez. Kız Kulesi’ne gelen teknelerin yanaştığı taş duvarın yanına doğru yavaşça iniyorum. Kız Kulesi’nin merdivenlerini tırmanmaya başlıyorum. Tam içeri girdiğimde bir kadın görüyorum. Eski elbiseler giymiş, biraz yaşlıca bir kadın. Görünmemek için, yanımda duran oymalı dolabın arkasına saklanıyorum. Az sonra odaya genç bir kız giriyor. Çok güzel giyinmiş, tam bir asil gibi. Prenses ile hizmetçi konuşmaya başlıyorlar: —Çok sıkıldım burada, artık Kostantinopol’e dönmek istiyorum. —Prensesim biliyorsunuz, babanız sizi korumak için buraya getirdi. Bir rüya anlatılmıştı kendisine, hani bir yılan sokarak öldürüyordu sizi. Bunların hepsi o kötü kaderden korumak için. —Yine de burada sonsuza kadar kalacağımı bilmek çok üzüyor beni. Hizmetçi, prensesin moralini biraz düzeltmek için konuyu değiştiriyor. Prensese dönerek babasının bugün çok sevdiği siyah üzümlerden gönderdiğini söylüyor. Sepeti ona getirmeyi teklif ediyor. Prensesin yüzünde bir tebessüm oluştuğunu görüyorum gizlendiğim yerden. Hizmetçi hızla aşağı gidiyor ve dönüşünde sepeti prensesin yanına bırakıyor. Prenses eline bir salkım üzüm alıp, yemeğe başlıyor. Bu sırada sepette bir titreme görüyorum, korktuğum şey oluyor diye düşünüyorum. Prensesi uyarmalıyım, ama sesim çıkmıyor. Sanki içimdeki gizli bir güç, onu uyarmamı ve yılandan korumamı istemiyor, sadece izlememi söylüyor bana. Yılan prensese yaklaşıyor ve keskin bir hareketle zehrini boşaltıyor gencecik bedenine. Prensesin gözlerinden bir damla yaş düşüyor yere, yüzü bembeyaz kesilmiş. Aniden önüme doğru yığılıveriyor. Yılan, beni fark ediyor o anda. Geride tanık bırakmak istemezcesine bir hamle yapıyor. Kalbim yerinden fırlayacakmış gibiyken kendimi biranda dışarıda buluyorum. Dışarıda lapa lapa kar yağıyor. Artık havalanmak istiyorum, kaçmak istiyorum bu uğursuz kuleden. Bunu nasıl yapacağımı bilemiyorum. Çaresiz olduğumu sandığım bir anda, sanki gizli bir el havalandırıyor beni. Kış nasıl bu kadar erken geliverdi? Belki de bu dünyada mevsimler çok çabuk değişiyor. Yoksa bu kar, kaderinden kaçamamış prensesin saflığı ve masumluğunu mu simgeliyor? Nedense uçmak istemiyorum artık. Gökyüzünü hissettiğim kadar toprağı da hissetmek istiyorum. Yürüyorum ancak niye o kadar hızlı yürüdüğümü, hele her yer böylesine karla kaplıyken, bir türlü anlayamıyorum. Birden karşıma Rumeli Hisarı çıkıyor. Rumeli Hisarı’nın dev taşlar arasına gizlenmiş ağır tahta kapılarından içeri giriyorum. Bir anda etrafımda yüzlerce Yeniçeri olduğunu görerek bedenen ve zihnen kilitlenip kalıyorum. Kimi askerler durmaksızın bağırıp koşuşturuyor, kimileri büyük toplar taşıyor sağa, sola. Kimileri ellerinde kılıç hazır bekliyorlar. Dört ayda yapmışlar bu dev hisarları. Biri gözüme çarpıyor bu kargaşada, ipekten bir kaftan giymiş, çok heybetli, genç bir adam, yirmili yaşlarda. Bu adam diğerlerinden farklı görünüyor, görkemli ve kartal gibi keskin bakışlara sahip. Herkes ona itaat ediyor. Yüzünü çeviriyor bana doğru, tanıdık geliyor bu yüz bana, “Aman Allah’ım, yoksa İstanbul mu fethediliyor?” Kulakları sağır edebilecek yükseklikte top ve kılıç sesleri duyuluyor, uzaktan. Surların önündeyim şimdi. Birden arkadan gelen Balyemez Topunun güllesinin rüzgârı beni alıp surların içine götürüyor. Gülle hızla gökyüzüne doğru ilerliyor. Etraf aniden hiç olmadığı kadar aydınlık oluyor. Bütün karlar bir anda eriyor ve rengârenk laleler açıyor her yerde. Yüzlerce, binlerce lale. Kelebekler, kuşlar sarıyor tüm gökyüzünü. İlkbahar gelmiş olmalı. Zafer çığlıkları duyuluyor, anlıyorum ki İstanbul artık bizim. Ayasofya’da buluyorum kendimi. İlginç efsanesi geliyor aklıma hemen. Ayasofya bir adam boyu yükseldiği zaman, ustalar malzemelerin başında bir çocuğu bırakarak yemek yemeğe gitmişler. O sırada bir melek gelip, çocuğa ustaların nerede olduklarını, neden hızlı çalışmadıklarını sormuş ve gidip onları çağırmasını söylemiş. Çocuk takımların başından ayrılamayacağı cevabını verince de ona, “sen git, ben burada sen dönünceye kadar beklerim” diye söz vermiş. Kurnaz ustalar bunları kendilerine anlatan çocuğu bir daha geri göndermedikleri için de sözünden dönemeyen melek, o gün bugündür dilek taşının bulunduğu sütunun içinde bekler, Ayasofya’ya gelenlerin dileklerini yerine getirirmiş. Mehmet Sultan bütün haşmetiyle Ayasofya’ya giriyor. İçeride bir sürü korkulu göz ona bakıyor. Haklarında vereceği hükmü titreyerek bekliyorlar. “Korkmayınız, bundan sonra da ibadetlerinize eskisi gibi devam ediniz” diyor. Ardından namaza duruyor. Merak ediyorum, melekten bir şey diledi mi acaba? Hiç bitmemesini umuyorum bu gezimin, Ayasofya’dan gökyüzüne doğru yükselirken. Eşi benzeri olmayan bir deneyim bu. Aşağıda bir şeyler görmeye çalışıyorum sisler arasında. Birden Topkapı Sarayı’nın yüksek duvarları beliriveriyor önümde. “Bakalım burada beni ne bekliyor?” diye geçiriyorum içimden. Bahar, Topkapı Sarayı’nı etkisi altına almış. Hareme doğru ilerliyorum. Her yer ağır bir çiçek kokusuyla kaplı. Etrafta çok sayıda insan var. Bunlar padişah, sadrazamlar, şehzadeler, cariyeler ve diğer saray görevlileri olmalı. Bir kenarda ut eşliğinde saz dersleri veriliyor. Diğer yanda kadınlar küçük çeşmelerin etrafında dedikodu yapıyorlar. Kızlar ağaçların etrafında kovalamaca oynuyor. Yine tanıdık bir yüz çarpıyor gözüme. Herkes önünde yerlere eğiliyor bu haşmetli insanın. Padişah olmalı bu. Birbirinden güzel cariyeler ve iç oğlanları ile çevrili etrafı. Heyecanlı, telaşlı oldukları yüzlerinden okunuyor. Sıranın sonlarına doğru, kızıl ve gür saçlı güzel bir kadın duruyor. Bu kadına dikiyor bakışlarını. Belli ki çok hoşlanmış ondan. Yanına yaklaşıp ismini soruyor: “Roxelanne, efendimiz” diyor güzeller güzeli kızıl saçlı kadın. Sultan gözlerinin içine bakarak; “Bundan sonra senin adın, Hürrem olsun” diyor. Topkapı Sarayının kapısına dayanmış tahta bir bisiklet duruyor. Önce çok tereddüt ediyorum bisikleti alıp almamak konusunda. Birden bir ses “al ve bin” diyor. O sesi dinliyorum ve binerek pedal çevirmeye başlıyorum. Bisiklet sanki motorlu bir taşıt kadar hızlı gidiyor. Hava oldukça ısınmış. Yüzüme çarpan sıcak havadan anlıyorum. Demek ki yaz gelmiş. Galata Kulesinin yanından geçerken Cenevizlileri görüyorum gemilerinin yelkenleri ile uğraşan. Burada muhteşem kuleye çıkmaya karar veriyorum. Eğer Galata Kulesini ziyaret etmesem sanki bir şeyler eksik kalacak. Bugün her istediğimi yapmalıyım gönlümce. Bisikletim yükselerek Galata Kulesi’nin tam üzerine geliyor. Tüm İstanbul’a hâkim kuleden, bakarken bir ses duyuyorum yakınımda. Büyük bir kanat çırpma sesi bu. Bir adam yaklaşıyor, kanatlı bir adam. Selam verip tanıtıyor kendini. “Üsküdar’a uçacağım, bana eşlik eder misin?” diyor. Hayretle açılmış gözlerimle konuşamıyor, sadece başımla onaylıyorum onu. Artık onun kanatlarının altındayım. Yol boyunca İstanbul’u tanıtıyor bana. Kendi zamanının, 17. yüzyılın İstanbul’unu. Bana gösterdiği sağ yanıma bakıyorum Beyazıt kulesini, Süleymaniye’yi görüyorum. Bu dünya şehrinin değerini ve eşsiz güzelliğini bir kez daha anlıyorum. Günden güne betonlaşan İstanbul keşke hep böyle kalabilseydi diyorum. Acaba bu mümkün müydü? Bunun cevabını bilmiyorum. Beni Dolmabahçe Sarayı’na getiriyor. Kapıya doğru alçalıyoruz. Teşekkür etme fırsatını vermeden, ait olduğu yere, gökyüzüne doğru uçmaya başlıyor. Sadece bir an için arkasını dönüp el sallıyor bana. Dolmabahçe Sarayı’nın bahçesinde kalakalıyorum öylece. Bir anda gözümü parlak bir ışık alıyor, önümü göremiyorum. Işık huzmesinin içinden keskin bakışlı sarışın bir adamın bana doğru yaklaştığını görüyorum. Bu adamın çakmak çakmak masmavi gözleri var. Kendinden çok emin bakıyor bana. Güvende hissediyorum kendimi birdenbire, bugüne değin hiç olmadığım kadar güvende. Gözlerim onun mavi gözleriyle kenetleniyor. Birbirimizi anlamamız için sözlere, kelimelere ihtiyaç yok. Gözlerimizle konuşuyoruz kendisiyle. Yavaşça bana doğru eğiliyor ve başımı öpüyor. Elimi tutuyor ve ağır adımlarla yürümeye başlıyoruz. Bir anda bir rüzgâr esiyor, gözlerime tozlar doluyor. Bir elim bu muhteşem insanın elinde diğer elimle gözlerimi ovalıyorum. Gözümü açtığımda, ilk uçmaya başladığım yer olan Haliç Köprüsü’nde buluyorum kendimi. Elimde bir sıcaklık hissediyorum, hala elimi tutuyor sımsıcak. Bana bir yeri işaret ediyor. Arkama bakıyorum, işaret ettiği yere doğru. Gördüklerime inanamıyorum. Gün boyu gördüğüm padişahlar, yeniçeriler, cariyeler, kanatlı adam, prenses ve tarihi yapımızın temellerini atmış herkes umut dolu gözlerle bana bakıyor. Onlar geçmişti, ben ise geleceğim. Sarışın mavi gözlü adam, yavaşça elimi bırakıyor. “Siz gençlere güveniyorum” diye fısıldıyor kulağıma. Yazın bitimi, sonbaharın başlangıcını andıran bir havada, yavaşça yanımdan uzaklaşıp doğuya, Ankara’ya doğru yükseliyor semada. Gitmesin istiyorum ama onunla mucizevî ışığı da uzaklaşıyor benden. Bir anda nefes alamıyorum. Etraf yeniden bulanıklaşıyor. Derin bir uykudan sarsılarak kaldırılıyormuş gibi hissediyorum kendimi. Sesler duyuyorum, insan sesleri! Nefes almaya korkuyorum. Hala umudum var, belki bir daha uçabilirim diye. Ama artık gözlerim açık. Yaşamam gerekenleri yaşadım kendimce. Belki bir rüya, belki bir hayal, belki asla tanımlanamayacak bir gerçekti yaşadıklarım. Biz insanların mutlu olmak için sadece gerçeklere dayanmasına gerek yok. Bazen ilk bakışta imkânsız gibi görünen bir şeyi kovalamak ve onun için uğraşı vermek, daha da güçlü kılar insanı. Ben buna inandım ve bakın neler yaşadım. Artık ne zaman kaybolduğumu hissetsem, içimde açılan boşluğu doldurmak istesem, Boğaz’a gidip Orhan Veli Kanık ile buluşacağım. Beraber Pierre Loti’ye çıkacağız. Orhan Veli’nin de anlattığı gibi “İstanbul’u dinleyeceğim gözlerim kapalı”. Arsal ASAL

  • KABUS DEPREM GERÇEĞİ... Bir Kurgu Hikaye

    KÂBUS… Bir Asal hikayesi… Ocak ayı akşamüstü saatleriydi. Günler yavaş yavaş uzamaya başlamış olsa da hava saat altıya doğru kararıyordu. Ataköy’ deki evinde akşam yemeği hazırlıyordu. 16 katlı apartmanın 9’uncu katındaki daireleri apartmanın arka cephesine bakıyor ve oradan Yeşilköy Atatürk Havalimanı uzaktan da olsa görebiliyordu. Yirmi yıldan beri aynı yerde oturmasına ve binlerce uçağı inip kalkarken görmesine rağmen, uçaklar hala fazlasıyla ilgisini çekiyordu. Çok keyifli olduğu zamanlarda onlara el bile sallardı. 2018 yılında Havaalanı Arnavutköy bölgesindeki yeni mevkiine taşındığından beri artık havada kargo ve özel uçaklar dışında çok az uçak görüyorlardı. Eskiden küçük Alican ile “Uçak bilme” oyunu oynarlardı en çok. Kalkan ya da inen uçağın nereye gideceği ya da nereden geldiği üzerine tahminlere dayanırdı bu oyun. Biri bir yer tutar diğeri de onu bilmeye çalışırdı. Mutfak penceresinden, üstlerinden geçip yükselen uçağa baktı. Yanıp sönen ışıklarından büyük bir uçak olduğu belliydi. “Nereye gidiyor acaba?” diye geçirdi içinden. Bir anda kendisini bu uçakta yapayalnız ve oynadığı oyunlardaki gibi Japonya’ya doğru giderken hayal etti. Önce hoşuna gitse de sonra yalnızlığı sevmedi, çocuklarının kendisi ile olmadığını düşünüp hayalini kısa kesti. Ayaklarına sürünen kedileri Zorba’nın mırıltısı onu gerçeğe döndürdü. Zorba her zamankinden farklı şekilde hızlı hareketlerle ve huzursuz bir şekilde dolaşıyordu. Aslında içinde de bir sıkıntı vardı bu akşam. - “Çok mu acıkmış benim oğlum?” diye seslendi kediye. Zorba bu soruyu cevaplarcasına bir ayağının arasından girip ötekisinden çıkıyordu. Hareketleri her zamankinden farklı ve sürekliydi. Onu bir yıl önce apartman kapısında bulmuşlardı. Biraz sevip okşadıklarında peşlerini bırakmamış, 9’uncu kata kadar merdivenlerden çıkarak adeta asansörü takip etmiş ve tam kapıyı anahtarla açtıklarında onlardan evvel içeri dalarak bir daha da evden çıkmamıştı. Aslında bu zoraki ve davetsiz misafire, biraz da cüretinden ve kendinden emin tavırlarından ötürü, komiklik olsun diye Zorba adını koymuşlardı. Zorba tekir cinsi ve türünün özelliklerini taşıyan zeki bir kedi idi. Neyi, ne zaman ve nasıl isteyeceğini çok iyi bilir, et pişirildiğinde ona verilinceye kadar mutfağı terk etmezdi. 10 kilodan fazla olduğunu düşündükleri iri bir kedi idi. En çok da Alican ile anlaşıyordu. Son 6-7 aydır Alican’ın yatağı dışında bir yerde yatmaz olmuştu. Zaman zaman boynuna papyon ya da kravat görünümlü tasmalar takıp fotoğrafını çekiyorlar, Zorba’ da her defasında anlıyormuş gibi onlara güzel pozlar veriyordu. - “Alican” diye selendi içeriye. “Gel de Zorba’ ya mama ver.” - “Okuldan geldiğimde fazlasıyla verdim anne.” dedi Alican. - “O zaman Zorba niye böyle hareketli ve huzursuz? Anlayamadım doğrusu. Galiba bir şey anlatmak istiyor.” Demet, Pazartesi günlerini çocukluğundan beri hiç sevmez, sürekli bir sıkıntı içinde olur, kalbi o günlerde daha da hızlı atardı. Bu akşam yine o sıkıntılı hal içerisindeydi. İlkokul 5’inci sınıfa giden oğlu Alican ve o yıl ilkokula başlamış olan kızı Zeynep okullarından gelmişler, kendi odalarında çalışmaktaydılar. Demet’in iç sıkıntısı giderek artmaktaydı. Son birkaç aydan beri İstanbul ikliminin değiştiğini düşünüyordu. Zira ocak ayı ortasında olunmasına rağmen doğru dürüst kar yağmadığı gibi yağmur da hasis davranıyordu bu güzel şehre. Bir ambulans sesi duydu. İrkildi birden. Evleri ana caddeye oldukça yakın olduğundan aslında bu seslere alışıktı. Ama yine de ürkmüştü. Huzursuz oldu. Pencere yanındaki duvara asılı büyük yuvarlak mutfak saatine baktı. Saat 18.45’i gösteriyordu. Kocası Semih’in gelmesine en az 45 dakika vardı. Semih Taksim’de bir reklâm firmasında çalışıyor ve eve akşam 19.30’dan önce varamıyordu. * * * * Mutfak saati aniden yere düştü. Kulağında tarif etmesi zor bir uğultu ile, koskoca apartman beşik gibi sallanmaya başladı. Sanki alt kattan yukarı doğru çok güçlü dev bir el onları silkeliyordu. Sarsıntının ikinci vuruşunda yere sağ yana fırladı. Korkunç bir gürültü idi bu. Altındaki zeminin adeta yarıldığını tüm vücudunun zangır zangır titrediğini hissetti. Önce kıyametin koptuğunu düşündü. Ama hayır! bu kıyamet değildi. Gökyüzü kıpkırmızı olmuştu birden… Hava tekrar karardı. Ayağa kalkmaya çalıştı. Çocuklara “deprem” demeye fırsat bulamadan bu uğultu ve gürültü içerisinde kendini tekrar yerde buldu. Seslenmek istedi ama başaramadı. Sesi çıkmıyordu. Sanki bir kâbus görüyordu, tam yardım isteyecek iken insanın sesinin çıkmaması gibi konuşamıyordu. Kelimeler diline dolanıyor, cümleye dönüşemiyordu. Sarsıntı bütün şiddetiyle sürüyor, ışıklar bir yanıp bir sönüyordu. Her yeri korkunç bir uğultu sarmıştı. Tezgâha tutunmak istedi, ama sarsıntı o kadar şiddetli ve gürültü o kadar fazlaydı ki yerinden doğrulamadı bile. Mutfak dolaplarındaki her şey dökülmeye ve kırılmaya başlamıştı. Elektrik de tamamen kesilmişti. Dışarıdan patlamalar duyuluyor ve sarsıntı sürüyordu. Öleceğine emindi. Tüm yaşamı bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçiyordu. İçerden çocukların çığlıkları geliyor ama onlara seslenemiyordu bile. Ne olurdu şimdi yanlarında olsaydı. Dışarıda çok büyük bir patlama oldu. Mutfak ve salon camları bu patlamanın şiddetinden kırıldı. Salondan devrilme ve kırılma sesleri geliyordu. Önce sırtına sonra da başına sert bir cisim düştü. Adeta donup kalmıştı, yaşadıklarına inanamıyordu. Patlamalar birbirini takip etmeye başladı. Neredeyse aradan 45 saniye geçmişti. Kendisine 45 dakika gibi gelmişti bu süre. Deprem bitmişti, ama dışarıdan korkunç çığlıklar geliyor ve patlamalar ardı arkası kesilmeden devam ediyordu. El yordamı ile ayağa kalktı, içeriden hala çocukların ağlama sesleri geliyordu. Dışarıdaki patlamaların yarattığı anlık aydınlanmalardan istifade ederek mutfaktan çıkıp koridora geçti. Bir şeylerin üzerine basıyordu. Canının yandığını hissetti. Düştüğü sırada terlikleri çıkmış olmalıydı. Ayakları kesilmişti muhtemelen. Zorlukla seslendi: - “Zeyneeep, Alicaaan geldim yavrularım, korkmayın sakın, şimdi yanınızdayım, iyisiniz değil mi? Çocuklar sadece hıçkırıyor ama konuşamıyorlardı. Hızla bir adım attığı anda ayağı bir şeye takıldı ve boylu boyunca yere kapaklandı. Çenesini yere vurmuştu ve çok ağrıyordu. Ağzında bir şey hissetti. Bu dişleriydi. Yere düşerken iki dişi kırılmıştı. Güçlükle doğruldu. Kırık iki dişi eline alarak cebine koydu. Artık o dişleri ne yapacaksa? Dudağı da kanıyordu. Duvara tutunarak çocukların odasının kapısına ulaştı. - “Zeyneeep, Alicaaan geldim. Neredesiniz yavrucuklarım? Geldim kuzucuklarım, anne yanınızda, korkmayın.” dedi. Aslında kendisi de tir tir titriyordu. Birinin ayaklarına sarıldığını hissetti. Saçlarından tanıdı. Bu Zeynep’ti. - “Alican neredesin yavrum?” dediğinde ayağını ikinci bir el tuttu. Bu da Alican olmalıydı. - “Tanrım, sana şükürler olsun.” diyebildi ve onlara sıkı sıkı sarıldı. O kadar sıkmıştı ki Alican’ın “Anneee sıkma artık.” diyen sesiyle kendine geldi. O ana kadar kendisine öğretilen hiçbir tedbiri uygulayamadığını düşündü. Hani deprem olunca buzdolabı gibi beyaz bir eşyanın, bir aletin önüne çökülecekti de kafa korunacaktı da… Şimdi yapmaları gereken kısa zamanda apartmanı terk etmekti. Zira bir şeyler yıkılmıştı ve muhtemelen artçı sarsıntılar da yakında devam edecekti. Ama nasıl? Bu karanlıkta, yıkıntıların içinde, 9ncu kattan aşağıya, caddeye kadar nasıl ineceklerdi? Asansör zaten çalışmıyor, çalışsa bile kullanılmaması tembihleniyordu. Ya merdivenler. Sağlam mıydı acaba? Ah keşke Semih evde olsaydı diye geçirirken aklına kocası geldi. Muhtemelen yolda yakalanmıştı depreme. Dua etti içinden. “Tanrım onu koru” dedi kendi kendine. Deprem çantasını hatırladı birden. Semih bir çanta hazırlamış ve yıllar önce kapı kenarındaki ayakkabılığın içine koymuştu. Orada bir fener ve piller de olmalıydı. Dışarıda hava da soğuktu muhtemelen. Arabaya gireriz ya da açık bir alan bulup bekleriz diye düşündü. Ayağı kanıyor ve tüm çenesi sızlıyordu. Ama umursamıyordu bunları. En azından çocuklar ve kendisi hayatta idiler. Alican ve Zeynep bir miktar sakinleşmişler, en azından titremeleri geçmişti. Dışarıda halen ara sıra patlama sesleri devam ediyordu. - “Zeynep belime sarıl, Alican sende Zeynep’in arkasına geç ve ona tutun.” dedi. Böylelikle onları koruyabileceğini düşünüyordu. Birden cep telefonu geldi aklına. Mutlaka yanına almalıydı onu, yoksa nasıl haberleşecekti Semih ve diğer yakınlarıyla. Ayağı giderek artan şekilde sızlamaya başlamış, çenesi de zonkluyordu. Güçlükle ve el yordamı ile koridoru geçtiler. Birden bir ışık çarptı gözüne. Bu merdiven boşluğundaki acil durum lambasının ışığıydı. Daire kapısının yerinden koptuğunu o zaman anladı. Kapı sarsıntı ve patlamaların şiddetiyle yerinden çıkmış ve giriş holüne doğru düşmüştü. Etraf kesif bir toz içindeydi. Kırılan camlardan içeriye toz giriyordu. Merdiven ışığını göremiyor ama kapı boşluğundaki toz bulutuna çarpıp kırılan huzmeleri görebiliyordu. “Sakin olmalıyım!” diye geçirdi içinden. Tüm duyduklarını, okuduklarını ve kendisine anlatılanları aklına getirmeye çalıştı. Ama olmuyordu işte. Bir türlü kendini toparlayamıyordu. Dişlerinin acısı giderek daha da artıyordu. - “Alican, Zeynep söylediklerimi aklınızda tutun” dedi ve başladı saymaya. “Telefon, araba anahtarı, fener, pilli radyo, battaniye. Bir de en kalın kabanlarınızı alın yanınıza. Kapının girişinde portmantoda asılı.” - “Anne hepsi bu kadar mı?” diyen Alican’ın sesiyle irkildi. - “Evet bu, başka ne olabilir ki?” - “Anne su alalım, bisküvi alalım, oyun alalım ne bileyim bir daha eve gelebilecek miyiz ki” dedi Zeynep. Alican seslendi: - “Zorba’ ya bir şey olmamıştır değil mi anne, nasıl buluruz onu?” Haklıydı Alican, ama bu karanlıkta ve hengâme de nasıl bulacaktı tüm bunları. - “Siz kapının yanında bekleyin” dedi çocuklara. Bu arada Alican sürekli olarak “pisi pisi” diyerek Zorba’yı bulmaya çalışıyordu. Yatak odasından çantasını almalıydı önce. Ev ve araba anahtarları, cüzdanı oradaydı, peki ya cep telefonu. Birden hatırladı, depremden yarım saat önce kız kardeşi Sevgi ile görüşmüştü. Telefon mutfak tezgâhı yanında olmalıydı herhalde. Ama önce ışık, bir ışık bulmalıydı. Evet, mumlar vardı mutfak çekmecesinde. Koridor duvarından sürünerek mutfağa doğru ilerledi. Aslında mutfağa bir daha girmeyi hiç istemiyordu. Burnuna doğalgaz kokusu geldi. Mutfaktan geliyordu bu koku. Bu durumda mum da yakamazdı. Tekrar giriş kapısına doğru döndü. Semih’in hazırladığı deprem çantasını bulmalıydı mutlaka. Portmantoya yanaştı, çantayı bulmuştu. El yordamıyla içini aramaya başladı. Eline bir şey geldi. Bu manyetolu el feneri olmalıydı. Birden çok sevindi. Fenerin kolunu sıktı ve bir ışık gördü. Tekrar tekrar sıkıp bıraktıkça ışık veriyordu fener. Bu perişanlıkta hiçbir şey onu bu kadar mutlu edemezdi. - “Tamam çocuklar” dedi. “Artık ışığımız da var. Bekleyin.” Manyetoya basa basa önce mutfağa sonra yatak odasına geçti. Telefonunu yerde bulmuştu. Yatak odası ise perişan durumdaydı. Gardırop yatağın üzerine devrilmişti. Ya uyurlarken olsaydı deprem. Belki de gardırobun altında kalıp öleceklerdi. Oysa Semih’e kaç defa bu dolabı arkadan ve üstten duvara sabitlemeleri gerektiğini hatırlatmıştı. Şans eseri çantası da kapıya yakındı. Çantasını kaptığı gibi kapıya döndü. Çocuklar sabırsızlanıyordu. Onlara birer kaban ayarladı, ayakkabılarını giydirdi, kontrol etti. Kendisine de bir şey bakındı gardıroptan. Devetüyü mantosu çarptı birden gözüne. Aslında hiç kıyamazdı bu mantoyu uluorta giymeye ama nedense şimdi giymezse onu bir daha giyemeyebileceği geldi aklına. Hırsla çekerek aldı mantoyu yerinden. Bu esnada mantonun asma halkası koptu. Aceleyle giydi. Elindeki manyetoyu da sürekli basıp bırakıyordu. Parmakları yorulmuştu. Lastik ayakkabılarını buldu. Sol ayağına giyerken ayak parmakları çok acımıştı. Kesikler bayağı canını acıtıyordu. Bir an evvel apartmanı terk etmeliydiler artık. - “Çocuklar birbirinizin elini tutun ve arkamdan gelin” diye seslendi. Bu esnada merdivenlerden koşuşturma ve bağırış sesleri geliyordu. - “Anne Zorba nerede? Onu gördün mü hiç?” diye tekrar sordu Alican. Şu anda kediyi düşünecek durumda değillerdi, çocuklar üzülmesin diye. - “Merak etmeyin o bir yolunu bulur ve kurtulur, muhtemelen şimdi sokağa bile çıkmıştır” dedi. Aslında buna kendi de inanmıyordu ama... * * * * Demet İstanbul’un eski ve köklü ailelerinden birinin kızıydı. Anne ve babası doğma büyüme Samatya- İstanbul’lu idiler. Liseyi Üsküdar Amerikan Kolejinde, üniversiteyi de Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünde okumuş ama nedense hiç çalışmamıştı. Hem maddi durumunun iyi olması hem de kendisini çocuklarına adamak istemesi nedeniyle tercihi bu yönde olmuştu. Semih de çalışıp çalışmamak konusunda kendisini serbest bırakmıştı. Çocuklar civardaki kolejlerde okuyordu. Servis aracı ile yolda çok zaman kaybetmemeleri için daha iyi okullara verebilecek imkânları olsa da onlar böyle bir işe girişmemişti. Babası, Semih ile evlendikten iki yıl sonra Halk arasında “dokunma bana” veya “incitme beni” olarak da bilinen pankreas Kanserine yenik düşmüştü. Annesi, Demet onu yanında çok istemesine rağmen kendi evinde ve hatıraları ile yalnız yaşamayı seçmişti. Evi Samatya demiryolu hattı üzerinde, denize bakan üç katlı ahşap, eski bir İstanbul evi idi. Yıldız hanım evin orta katını kullanır, en üst kata sadece yatacağı zaman çıkardı. Alt kat ise mutfak ve kilerdi. Küçük bir bahçeye açılırdı. Demet ve Sevgi her hafta birkaç defa anneleri Yıldız Hanımı telefonla ararlar, birer hafta ara ile mutlaka uğrayıp hatırını sorarlar, sağlığı ile yakinen ilgilenirlerdi. Demet, hayvanları da çok sevmesine rağmen çocukluğundan kalan bir korku nedeniyle dokunamıyordu. Zorba’ ya gelince çocuklarının çok istemesi, Tanrı misafiri gibi eve kendisini zorla atması, hem de çocuk psikoloğu bir arkadaşlarının tavsiyesi üzerine Zorba’yı sahiplenmişlerdi. Artık o da evin fertlerinden biri olmuştu. Hem de ne fert. O doymadan kimse yemeğe bile başlayamıyordu. * * * * Merdiven boşluğu toz içerisindeydi. Aşağıdan sesler ve bağırışlar yükseliyordu. Kendini en öne attı. Bir eliyle manyetolu el fenerini kullanıyor ve basamakları seçmeye çalışıyor diğer yandan da çocuklarının arkasında olduğundan emin olmak istiyordu. Nefes almak çok zorlaşmıştı. Genzi toz içerisindeydi. Bir kat aşağı indiler. Daire kapıları hep kırık ve genellikle evlerin içerisine doğru yıkılmıştı. 7nci kata geldiklerinde, yeni evli komşularıyla karşılaştılar. Birbirlerini tanımakta zorlandılar. Kız hıçkırarak ağlıyor eşi ise “Yok bir şey, ha gayret” gibi ifadelerle ona moral vermeye çalışıyordu. - “Bizde ışık yok, siz önden gidin biz çocukların peşinden geliriz” dediler. Beraberce iki kat daha aşağı indiler. Birileri asansörde ve tam 3ncü kat ile 4’üncü kat arasında kalmış bağırıp yardım istiyordu. - “Kimsiniz siz?” diye seslendi Demet. - “Onuncu kata misafir gelmiştik yukarı çıkıyorduk ama depreme yakalanıp kaldık, ne olur yardım edin, çıkarın bizi buradan, 2 kişiyiz” diye cevapladılar. Asansör iki kat arasında kalmıştı ve yapabilecekleri çok da bir şey yoktu. - “Biz aşağı inelim, size yardım göndeririz.” diye seslendi. Asansördeki; - “8-10 dakikadır buradayız, çok korkuyoruz, ne olur yardım edin diye” ısrar etti. Yapacağı bir şey olmadığı gibi bir an önce apartmanı terk etmeliydiler. Çaresizliğin getirdiği bencillikle duymazdan gelerek 3’üncü kata kadar indiler. Yaptığının ne derece doğru olup olmayacağı daha sonraki dönemde hep Demet’in beynini meşgul edecekti. Elleri manyetoyu çalıştırmaktan iyice yorulmuştu. Birkaç dakika dinlenmesi gerekiyordu. Çocuklar ise umduğundan daha sessiz ve uyumluydu. Anneleri ne derlerse yapıyorlardı. 7nci kattan beri kendilerini izlemekte olan komşularının da sesi çıkmıyordu. Depremin üzerinden neredeyse 15 dakika geçmişti. “Acaba apartmanı terk etmekle doğru mu yapıyoruz?” diye geçirdi içinden. Oldukça zaman geçmişti zaten. Artçı deprem olur muydu bu gece? Birden aşağı taraftan kulağına bir ses geldi. - “Yukarıdan inenler, 2nci katta 3 basamak birden kopmuş dikkat edin aşağı düşmeyin!”. Feneri biraz uzağa tuttu. Evet, gerçekten bir boşluk vardı orada. Yüreğinin daha hızla çaptığını hissetti o anda. Hiç çıkamayacaklardı bu apartmandan. Semih’i gelse onları kurtarırdı bu durumdan ama kim bilir o nerede ve ne durumdaydı? Kendisini takip eden genç adama dönerek: - “Burada kırık bir yer var, nasıl aşabiliriz? Dedi. Adam biraz öne doğru geldi ve elinden feneri alarak boşluğa doğru yanaştı. Tam 3 basamak kırıktı ve farkında olmasalar ya da aşağıdakiler kendilerini daha önce uyarmamış olsa o boşluktan alt kata düşmeleri işten bile değildi. Adam: - “Bir üst katın kırık kapısını boşluğun üzerine taşıyalım, üstüne basıp alt kata inebiliriz belki” dedi. Diğer komşular nasıl inmişlerdi acaba. Yoksa merdiven daha sonra mı kırılmıştı. Önce çocukları bir üst katın sahanlığına çıkardı, sonra yedinci katta oturan bu komşu ve eşi ile kapıyı 3 kişi taşıyarak merdiven boşluğuna gelecek şekilde oturttular. Bu esnada asansörde kalanların sürekli yardım isteklerini ve bağırışlarını duyuyorlardı. 9 dakika sonra sokak kapısına ulaştıklarında saatler 19.04 olmuştu. Kapı girişindeki güvenlik görevlisi şaşkınlıkla evden çıkanlara bakıyor, şoke olmuş ve kendisine ezberletilmiş bir papağan gibi herkese: - “Geçmiş olsun.” diyordu. * * * * Caddedeki durum tahmininden de kötü idi. Hanımeli Çiçeği Sokağında karşı taraflarında bulunan ilk blok tamamen yıkılmış ve caddeyi kapamıştı. İnsanlar acı ve çaresizlik içerisinde bağrışıyor, anlamsız bir şekilde sağa sola koşuşturup duruyorlardı. Bazı elektrik direkleri yıkılmış ve yol kenarına park etmiş araçların üzerine devrilmişti. Mehtap olmasına rağmen hava zifiri karanlık gibi görünüyordu. Toz bulutundan dolayı ay ve yıldızlar görülemiyordu. Tüm etrafı şimdiden pis bir koku sarmıştı. O kadar keskin ve kötü bir kokuydu ki tarifi mümkün değildi... İki defa üst üste kustu. Sanki mahşer yeri gibi kimse kimseyi görmüyordu. Bakırköy İlçesinde yaklaşık üç yüz kilometreye yakın kanalizasyon ve doğalgaz hattı vardı. En az bunların yarısının, 7-8 bin kadar doğalgaz kutusunun hasar görmüş olduğunu elbette henüz tahmin bile edemiyordu. İnsanlar panikle oradan oraya koşturuyor, birilerine yardım etmeye ya da yakınlarını yığıntıların arasından bulup çıkarmaya çalışıyordu. 2–3 dakikada bir önce gökyüzü kızarıyor ve yer yer alevleniyor ve ardından da patlama sesleri duyuluyordu. Doğal gaz patlamaları olmalıydı bunlar. Hani vanalar deprem anında otomatik olarak gazları kesiyordu? Belki de ana hatlar gazı kesmiş, patlayanlar ara hatlardaki gazdı. Kim bilir hangi nedenle neler vuku buluyordu? Çocuklar ayaklarına sıkı sıkı sarılmış vaziyette, apartmanın hemen beş altı metre ilerisinde, caddede öylece ne yapmaları gerektiğine karar veremeden bekliyorlardı. Cadde su içerisindeydi. Patlayan temiz ve pis su devreleri birbirine karışmış ve yolları kaplamıştı bile. Çizme giymiş olmalıydık belki de diye geçirdi içinden. O esnada ayaklarında bir ayakkabı veya terlik bile bulamadan evlerini terk etmek zorunda kalan komşularına takıldı gözü. Çıplak ayaklarla çıkmışlardı sokağa, can havliyle kendilerini dışarı atmışlardı. Bunları fark edince ayakkabı bulduğuna bile şükretti. Aklına asansörde sıkışıp kalanlar geldi birden. Onlara yardım göndereceğine söz vermişti hani. Gözleri tanıdık birilerini aradı tozlar içinde. Birtakım yüzler gördü, aslında tanıyor gibiydi pek çoğunu ama bu İstanbul’da komşuluk diye bir şey mi kalmıştı ki? Kime gidip de “asansörde birileri kalmış yardım edin lütfen” diyebilirdi. Herkes kendi telaşına düşmüştü. Kaldırım kenarında oturan bir yüz çarptı gözüne. Bu iki yıl önceki Apartman Yöneticileriydi. Neydi adı? diye düşündü ama bir türlü gelmedi aklına. Alican’a sordu. Alican bir iki defa aynı yaştaki oğullarıyla oynamaya gitmişti ne de olsa. İsmini hatırladı. Yavaş adımlarla yaklaştı adama. O da ne. Bir çocuk hareketsiz yatıyordu kollarında, başında çok miktarda kan vardı. Adamın gözleri ağlamaktan şişmiş ve mosmor olmuştu. Bu Alican’ın oynadığı arkadaşıydı, hemen tanımıştı yaklaşınca. Sadece “Başınız sağ olsun” diyebildi. Yaşlar doldurdu gözünü, boğazı düğümlendi. Adam boş gözlerle ona baktı, cevap bile vermedi. O an, durum vahametinin bir tokat gibi yüzüne çarptığı andı. Herkese bir deprem sonrası evlerini terk ettiklerinde toplanma alanlarına gitmeleri öneriliyordu. Hatta büyükşehirlerde toplanma alanlarının çok azaldığı, rant uğruna yok edildiği bile söyleniyordu. Yani en doğru şey ilk anda toplanma alanına gitmekti. Ya da hep öyle öğretilmişti. Ama neresiydi toplanma alanları? Bugüne kadar ciddi olarak hiç ilgilenmemiş kimse de kendisine söylememişti. Bilse bilse Güvenlikçi bilirdi. Dış kapıdaki güvenlik görevlisine yaklaştı: - “Affedersiniz! Bizim apartmanın toplanma bölgesi neresi acaba?”. Güvenlik görevlisi kendisine sanki “atom nasıl parçalanır?” sorusu sorulmuş gibi baktı. - “Hanımefendi. Akşamın bu vakti toplanma alanını bulsanız ne yapacaksınız? Neyi toplayacaksınız? Görmüyor musunuz koca apartmanlar yıkılmış, herkes can derdinde, yakınını kurtarmaya çalışıyor, birbirine yardım ediyor. Toplanma yerine gidip ne yapsınlar.” dedi. Demet biraz sinirlenir gibi olmuştu. “Herhalde bilmiyor ya da hiç duymamış şimdi de saçmalıyor” diye düşündü. Belki de Güvenlik Görevlisi fazlasıyla haklıydı. Toplanma alanları ilk panik ve tedirginlik atlatılıp acil kurtarma işlemleri bitip durum biraz daha sakinleştikten sonra insanların birbirini bulacağı veya artçılardan korunacağı yerler olabilirdi ama ilk anda değil. - “Toplanma yerini bilmiyorum ama bence arabanız varsa gidip içinde bekleyin, daha iyi değil mi? Dedi. Demet düşündü. Haklıydı Güvenlik Görevlisi. Toplanma alanında çadır mı vardı? Masa sandalye mi vardı? Yemek ve su mu vardı? Hiç tanımadığı bir sürü insanla tıkış tıkış orada olsa ne olacaktı olmasa ne olacaktı? Hem zaten herkes yıkıntılar arasından yakınlarını ya da birilerini kurtarmaya çalışmıyor muydu o esnada? Artçılar nedeniyle bir an önce binadan uzaklaşmalıydılar ama nereye? Aklına park geldi. Apartmanlarının arka tarafındaki park binalardan uzak ve nispeten emniyetli idi. Bu esnada siren sesleri, patlamalar ve toz bulutu devam ediyordu. Altındaki zeminin tekrar sallandığını hissetti. Yine bir deprem oluyordu. Koşun çocuklar, binadan uzaklaşın dedi ama adım atmasıyla birlikte yere kapaklanması bir oldu. Binanın üzerine yıkılıp altında kalacağını düşündü bir an. - “Alican Zeynep’in elinden tut ve parka koşun.” diye bağırdı. Alican’ın annesini bırakmaya niyeti yoktu. Oğlunun uzanan elini kavradı ve doğruldu. Sarsıntı sürüyordu. Bu arada iki blok ötedeki on iki katlı apartmanın ortalardan kırılarak devrildiğini, üst katlardan kopan blok parçalarının çevreye gelişi güzel düştüğünü gördü. Kulakları sağır eden gürültü, karanlıkta yoğun toz bulutu ardına gizlenmiş siluet gibi bir görüntü ve canhıraş bağırtılar duydu. Ani bir hamle ile tekrar çocukların elini tutup yürümeye çalıştı. Kırılan bina büyük bir gürültü ile caddeyi enine keserek yola yıkılmıştı. Yeni toz bulutu içinden gelen çığlıklar artık normal seslerden oluşuyordu. Önünü net olarak görmeden, parka doğru ilerledi. Hava çok soğuktu ama buna rağmen adeta alev alev yanıyordu. Yaşadıklarına hala inanamıyordu. Elini cebine attığında her defasında iki kırık diş eline geliyor ve sızısını daha arttırıyordu. Her şeye rağmen çocuklarının sağ oluşuna yine de şükretti. Semih’in de sağ salim gelmesi şimdi en büyük arzusuydu. Park Kalabalık sayılırdı. Bağırtılar ve iniltiler hıçkırıklara karışmış sürüyordu. Kimseyi tam olarak seçemiyordu. Çocuklarına sıkı sıkı sarıldı ve bir ağacın kenarına çöktü. Sakin olmalıyım diye geçirdi içinden. En azından çocuklarım için. Aslında ummadığı kadar da iyi idare etmişti o ana kadar. Semih’e ulaşmalıydı. Titreyen ellerle cep telefonunu açtı. Semih’in kayıtlı numarasını çevirdi. Ama telefondan ne çalma ne de bir başka ses gelmiyordu. Ağacın arkasından bir kadın sesi duydu. - “Demet Hanım boşuna arama piline yazık. Telefonu kapa biz yarım saattir hiçbir yere ulaşamadık.” Bu geçen ay iki defa evine temizliğe aldığı kadının sesine benziyordu. - “Fatma Hanım, sen misin o.” diye seslendi. - “He benim. Sizin apartmanda sekiz numaradan temizlikten çıktım tam yolda yürüyordum ki, zelzele oldu.” dedi. Temizliğini beğenmeyerek işine son verdiği Fatma’yı görmek bile onu biraz rahatlatmıştı. Ne olup bittiğine dair Fatma’ya sorular sordu. Fatma olayı dışarıdan izlemiş, onlar gibi heyecan ve korku yaşamamış biri olarak abarta abarta anlatıyordu infilakları ve evlerin yıkılışını. Bu arada bağırtılar, patlamalar ve uzaktan ara ara siren sesleri sürüp gidiyordu. Acaba havadaki uçaklara ne olmuştu deprem sırasında. Ataköy’de bu kadar yıkıntı ve hasar olduğuna göre muhtemelen havaalanı da büyük zarar görmüş ve havadaki uçaklar da inememişti alana. Bakırköy İlçesindeki binaların %53’ü 1-4 katlı, %45’i 5-8 katlı, %2 si de daha fazla katlı idi ki kendi apartmanları da bunlardan biriydi. Bakırköy’de 7,5 büyüklüğündeki bir deprem olduğu takdirde 2000 kadar çok ağır ve ağır hasarlı, 3500 kadar da orta hasarlı bina olacağı öngörülüyordu ki kendi apartmanları da bu orta hasarlılardan biri idi. Deprem de apartmanları yıkılmamıştı. Semih bu konuda haklı çıkmıştı. 99 Gölcük depreminden sonra pek çok yakınları ve özellikle İstanbul’un Karadeniz’e yakın Kuzey kesimlerinde oturan dostları, evlerini satıp başka bölgelere taşınmalarını tavsiye etmesine rağmen Semih binalarının tünel kalıp sistemi ile yapıldığını, sağlam olduğunu, tespit yaptırdıklarını ve bu nedenle Ataköy’de oturacaklarını söyleyip durmuştu. Semih haklı mı çıkmıştı? Acaba gerçek böyle miydi? * * * * Semih 36 yaşında idi. Anne ve babasını bebeklik çağında bir trafik kazasında kaybettiği, kendisine bakacak başka da bir akrabası da bulunamadığı için çocuğu olmayan bir Doktor ailenin yanında evlatlık olarak büyütülmüş, onları gerçek anne ve babası gibi sevmişti. Onu evlatlık edinen Nazif babası ve Elif annesi Kemerburgaz, Kemer Country’de emekli hayatlarını sürdürüyorlardı. Semih’i Lise çağında özel okullarda okutmuş sonra da İngiltere’de “London School of Economics” e göndermişlerdi. Semih dönüşte Nazif Babanın da maddi ve manevi desteği ile bir reklam firması kurmuş, Taksim Gümüşsuyu’nda da mükemmel bir ofis açmıştı. Yanında yirmi kadar çalışanı vardı. Semih o gün bir firmayla reklâm çekimi anlaşması yapmak için Kartal’a geçmişti. Bir ara görüşmeler kilitlenip sona erecek gibi olmuşsa da sonradan iş tatlıya bağlanmış, anlaşma taslağı hazırlanmış ve hatta ilk ödemenin banka transferi bile yapılmıştı. Son dönemde ekonomik kriz reklam sektörünü de vurduğundan yapılan her anlaşma Semih için ilave bir soluk ve gelir demekti. Akşam eve dönerken İncirli’de Görgülü’ den Alican’ın çok sevdiği fıstıklı havuç Dilimi ile Zeynep’in bayıldığı Şöbiyet tatlısı almayı planlıyordu. Kartal’dan ayrıldığında saat akşamüstü 18.00 idi. Biraz geç saate kaldığını düşündü. İşyerine telefon açıp çalışanlara anlaşma ile ilgili müjdeyi verdi, ofise uğramadan doğrudan evine gideceğini onların da evlerine gidebileceğini söyledi. Mercedes aracına bindi ve sürmeye başladı. Trafik umduğundan karmaşıktı. 2nci köprü yolu ile TEM üzerinden Ataköy’e gitmeyi planlıyordu ama saat 18.45 olduğunda ancak Kavacık’a ulaşabilmişti. Köprüye gelmişti neredeyse. Birdenbire aracın bir sağa bir sola doğru gitmeye başladığını hissetti. Büyük bir uğultu ve gürültü takip etti bunu. Yanında bulunan Land Rover cip sağ tarafından arabasına çarptı. Aynı anda kendisi de önde duran arabaya vurdu. İlk anda ne olduğunu anlayamamıştı. Yoldaki bütün araçlar birbirine çarpıp duruyordu. Kimi yan dönmüş, kimi devrilmişti. Sarsıntı sürüyordu. Arabadan inse bir başka araç tarafından ezilebilirdi. Bu arada büyük bir uğultu ve gürültüyle birlikte gökyüzünün kıpkırmızı olduğunu gördü. Tüm İstanbul karanlığa gömülmüştü. Sadece arabaların farları ve Avrupa yakasında gördüğü ardı arkası kesilmeyen patlamalar havayı aydınlatıyordu. Deprem bittiğinde saatlerce sallanmış gibi hissetti kendini. Çocuklarını ve eşi Demet’i düşündü. Evde olmaları gerekiyordu. İki sene evvel yaptırdıkları testlerde apartmanları 7 şiddetinde bir depreme dayanıklı bulunmuştu ama fazlasına değil. Bu tetkikin doğru olmasını ve depremin 7’den küçük olmasını diledi. “Tanrım onlara yardımcı ol” diye dua etti içinden. Nazif Baba ve Elif anne muhtemelen iyi olmalıydılar. Bu esnada 50 metre kadar önünde büyük bir patlama oldu. Bir araba alev topu şeklinde 4–5 metre yükselerek yere düştü. Bazı arabaların alarmları da sürekli çalıyor ve korkunç bir uğultu oluşuyordu. Önce insanların kendi tarafına koşuştuğunu gördü. Bu 30–40 kişi giderek artmaya başladı. Bu arada ikinci bir alev topu ile bir arabanın daha havaya fırladığını gördü. Sesleri daha iyi duymak ve anlamak için camlarını açtı. İnsanlar araçlarını bırakıp Kavacık Yönüne, geriye doğru bağırarak çılgın gibi koşuyordu. “Köprü çöküyor kaçın, kaçın” diyen sesler duydu. Koşanlar sel gibi arabaların arasından geçmeye çalışıyorlar, bu esnada ara sıra birbirlerini de eziyorlardı. Aslında köprünün çöktüğü falan yoktu ama salıncak gibi sallanıyordu. İnsanlar hem bu sallantı hem de patlamalar nedeniyle panik olmuştu. 3ncü arabanın ardından da 4’üncü arabanın patlamalarını da gördü. Kendisi de kaçmalıydı. Arabasının kapısını açmak istedi ama kapı ancak 15 santimetre kadar açıldı. Çünkü sol tarafındaki kamyonetin lastiği kapıyı engelliyordu. Sağ ön kapıdan çıkarım diye düşündü. Ama orayı da bir Jeep kapamıştı. Araba anahtarını cebine koydu. Siperlikten araç ruhsatını aldı ve arka tarafa geçmeye çalıştı. Çok zordu geçmek. Oysa Alican ve Zeynep ne kolay geçiyorlardı arkaya. Ne yapsa olmadı. Aklına koltuğunu geriye yatırmak geldi. Böylece sağ ön koltuğun üzerine basarak aracın arkasına geçebildi. Sol arka kapıyı açtı ve Kamyonetin kasasının tam yanından dışarı çıktı. Gözünü arkasındaki araçların farları alıyordu. Geriye doğru koşmaya başladı. Birkaç kişiyle çarpıştı. Birden aklına pardösüsü geldi. Pardösüyü hep bagajında taşırdı. Geri dönmek istedi ama bu mümkün değildi artık. Çünkü herkes üzerine doğru koşarak geliyordu. Vazgeçerek o da koşmaya başladı. Neyse ki evrak çantası yanındaydı. Bu arada geriden yetişenler bazı araçların köprüden denize uçtuğunu ve muhtemelen köprünün yıkılmış olduğunu haykırıyorlardı. Biraz ileride büyükçe bir bekleme alanı vardı. Zamanın nasıl geçtiğini anlamadan park yerine vardı. Yere oturdu. Terlemişti. Cep telefonunu çıkardı Demet’in numarasına bastı ama hiçbir ses yoktu. Saatine baktı. Saat 19.04’ü gösteriyordu. Öncelikle Ataköy’e ulaşmalıydı, ama nasıl? Aynı anda Demet ve çocuklar da kendilerini apartmandan dışarı atıyorlardı. * * * * Ataköy’de tam bir panik ve çaresizlik hâkimdi. Patlamalar azalmış, ama bazı binalarda yangınlar sürüyordu. Yeşilköy, Şenlikköy, Kartaltepe ve Zuhuratbaba en çok hasar gören ve ölüsü olan mahallelerdi. Bütün caddeler enkaz kalıntılarıyla kapalı olduğundan gelen giden hiçbir araç görülmüyordu ortalıkta. Toz bulutu azalmakla beraber devam ediyordu. Martılar çığlık çığlığa dolaşıyordu ortalıkta. Demet ne yapacağını bilemez bir halde dalıp gitmişti. Ev eşyaları, beyaz eşyalar etrafa dağılmış, her yerde kitap, tabak çanak, onlarca eşya... Bu arada yanmakta olan binalar göze çarpıyordu. Samatya’da oturan annesini, Yenimahalle’de oturan kardeşi Sevgi’yi evi düşündü. Annesinin evi ahşap olduğundan yıkılma ihtimali pek yoktu. Bir yolunu bulup eve yıllar önce doğalgaz bağlatmıştı. Acaba bu deprem sonrasında yangın çıkıp da ev yanmış mıydı? Annesi ne yapıyordu kim bilir? Belki de hayatta değildi artık. Ya Sevgi, onların bölgesi çok riskliydi, apartmanları da 80 öncesi yapılanlardan. Birden Zeynep’in: - “Anne çişim geldi.” sözüyle kendine geldi. Dişleri hala zonkluyordu. Elini ağzına götürdü. Alt dudağı hafif şişmişti. Alican da susadığını ve acıktığını söylüyordu. Genellikle Semih eve gelmeden çocuklara yemeklerini yedirirdi. Şimdi de yemek saati gelmiş ve geçiyordu. Zeynep’e: - “Ağacın arkasına geç de oraya yap çişini.” diye seslendi. Zeynep önce itiraz eder gibi olduysa da durumun olağanüstülüğünün farkındaydı. İstemeye istemeye ağacın arkasında işini halletti. Demet kendini düşündü. Hadi çocuklar işini halledebilirdi böyle ortada ama kendisi ne yapacaktı. Bu durum ne kadar sürebilir ve kendisi bu işe ne kadar dayanabilirdi? Acaba evi terk etmekle hata mı yapmıştı. Hayır diye geçirdi içinden. Çünkü artçı da olmuştu. O esnada evde olsalardı kim bilir neler yaşardı. Alican’a ve Zeynep’e dönerek: - “Çocuklar şu anda durum çok ciddi. Belki yarın sabaha kadar yiyecek bir şey bulamayabiliriz. Onun için biraz açlığa alışmalıyız.” dedi. Bu Zeynep’e oyun gibi gelmişti. Hem okullarında zaman zaman deprem tatbikatı da yapılıyordu ama Alican daha büyükçe ve daha aklı başında idi. - “Anne, açlıktan ölmeyiz, değil mi?” diye sordu. Demet hayır anlamında başını salladı ama “Gerçekten ölmeyiz değil mi?” diye düşünmekten de kendini alamadı. Hava giderek soğumaya başlamıştı. Aklına beğenmediği Güvenlik Görevlisinin yaptığı tavsiye geldi. - “Toparlanma yerini bilmiyorum ama bence arabanız varsa gidip içinde bekleyin, daha iyi değil mi? Haklıydı bu adamın sözleri. Arabaya gitsek ne iyi olur, kapıları kitler ve radyodan belki de bir şeyler duyarız diye geçirdi içinden. Sitenin açık otoparkındaki tahsisli yere Semih’in aracını park ederlerdi. Demet’in aracı ise apartmanın 35–40 metre kadar uzağında cadde üzerindeydi. Çocukların elini tutarak arabaya doğru yürümeye başladı. Hiç ışık yanmamasına ve her tarafı toz bulutu kaplamasına rağmen yine de 10 metreye kadar ilerisini görebiliyorlardı. İki dakika sonra arabanın yanına ulaştı. “Aaaa olamaz” diye bir çığlık attı. Arabanın arka kısmı enkaz altında kalmıştı. Manyetolu Feneri tuttu içeri doğru. Arabanın bagaj kısmı tamamen çökmüştü. Arka koltuk tarafında ise tavan hafifçe ezilmişti. Arka cam kırılmış olmasına rağmen arabanın içi oturulabilir gibiydi. Etrafa baktı. Arabaya en yakın konumdaki apartman tamamen kat kat üstüne yıkılmış durumda idi. Yani artık arabanın üzerine düşebilecek bir yükselti yoktu yakında. Araba anahtarını çıkararak açma düğmesine bastı. Hiçbir şey olmadı. Kapı otomatikleri bozulmuştu. Anahtarı soktu sağ ön kapıya ve dua ederek çevirdi. Kapı açıldı. - “Çocuklar geçin içeri, Alican sen arkaya Zeynep sen de yanıma gel” diye seslendi. Arka kapılar çöküntü nedeniyle açılmıyordu. Sağ ön kapıdan içeri girdiler. Alican arka tarafa maymun gibi geçiverdi bir çırpıda. Kendisi de biraz zorlanarak sürücü koltuğuna oturdu. Kapı kilidine bastı ve kapıları kilitledi. - “Alican kırık camın orasını bir şeyle kapamalıyız. Bir düşün bakalım ne olabilir?” - “Anne burada eski gazeteler var.” dedi Alican. “Onlarla kapayabilirim belki.” Aslında gündüz olsa ne iyi olurdu diye geçirdi içinden. Ama yine de haline şükretti. Hiç olmazsa bu geceyi açıkta geçirmeyecekler, araba içerisinde olabileceklerdi. Ama ya su ve yiyecek? Daha fazla kendini tutamadı, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Zeynep kendinden beklenmeyecek bir olgunlukla boynuna sarıldı. - “Anne ağlama ne olur, bizi de korkutuyorsun. Babam birazdan gelir ve bizi bulur nasıl olsa değil mi?” diye sordu. Bu söz onu kendine getirdi. Yalnız değildi ve moralinin bozuk olduğunu çocuklara asla belli etmemeliydi. Eli arabanın radyosuna gitti. Arabada 8 ayrı FM Kanalı otomatik olarak ayarlıydı. Düğmeyi çevirdi ve bir hışırtı duydu. Radyo çalışıyordu ama yayın yoktu. İkinci kanala, üçüncü kanala…. Sırayla tüm kanallara bastı. Yedinci kanalda bir erkek sesi duydu. Deprem haberleri veriyordu ama anlaşıldığı kadarıyla onun da detaylı bir bilgisi yoktu. Spiker gördüklerinden fazla bir şey söylemiyordu. Farklı olan şey, tüm trafiğin kilitlenmiş olduğu, insanların araçlarını caddelerde bırakarak koşup etrafa dağıldıkları ve bazı arabaların alevler içinde yanmakta olduğuydu. Bu nedenle ne cankurtaran ne itfaiye ne de polis araçları hiçbir yere ulaşamıyordu. Gelen giden bir araç da yoktu. Hangi araç nereye ulaşabilirdi? Kaldı ki o araçları kullanacak insanlar, onların evleri ve aileleri kim bilir ne durumdaydı? Koca İstanbul felç olmuş ve kimse bir şey yapamıyordu. Arabadan dışarıyı görmeğe çalıştı. İnsanlar sefil ve perişan bir halde, ağlaya ağlaya, hıçkıra hıçkıra sağa sola koşuşturuyordu. Telefonu ile Semih’e ulaşmayı denedi ama yine bir sonuç alamadı. Radyodaki spiker anlamsız ve boş sözlerle sadece hissiyatını aktarıyor ve görebildiklerini ileterek yayını sürdürüyordu. Spiker, radyo istasyonlarının Ayazağa’da olduğunu söylüyor, Maslak civarında görebildiklerini aktarıyordu. Bu arada yayın için elektriğin olmadığı, radyo yayınlarının da Jeneratör yardımıyla sürdürüldüğü, pek çok radyo çalışanının görevlerini bırakarak yakınlarının yardıma koştuğunu, 16 kişilik vardiya da sadece 2 kişinin kalmış olduğunu duyuruyordu. Semih’e ne kadar çok ihtiyaç duyuyordu. “Herhalde yolda yakalanmıştır. Birkaç saate kadar bizi bulur” diye geçirerek içinden Tanrı’ya dua etti. Hem Semih de Mercedes araba vardı. O sağlamsa onun içinde daha rahat birkaç gün geçirebilir ya da belki Kemerburgaz’ da ki Kayınvalide ve kayınpederinin evine ulaşabilirlerdi. Bilmiyordu ki araç o sırada Fatih Köprüsü girişinde kaderine terk edilmiş durumdaydı. * * * * Semih iyice üşümeye başlamıştı. Pardösüsünü almamakla ne büyük hata etmişti. Şimdi ne yapıp edip karşı tarafa geçmeliydi. Ondan sonra bir şekilde Ataköy’e ulaşabilirim diye geçiriyordu aklından. Telefonunu bir kere daha denedi ama ses yoktu yine. Sunturlu bir küfür salladı. Park yerindeki insanların ve araçların sayısı giderek artmış, hemen herkes arabalarını köprü üzeri ve yollarda bırakarak kaçışmıştı. Birkaç farklı bölgede 15–20 kadar araç yanmaya devam ediyordu. Uzaktan alevleri ve halen koşuşturmakta olan insanları görüyordu. Nerdeyse kazaya karışmamış araç yok gibiydi. En güvenli yol deniz yoluydu ama önce en yakın sahil olan Anadolu Hisarı kıyısına ulaşması ve sonra bir tekne bularak karşıya geçmesi gerekiyordu. Bu hengâme de onu kim karşıya taşırdı ki. Cüzdanında 750 TL bir para ve kredi kartları vardı. Genelde üzerinde fazla nakit taşımaz, nasıl olsa kredi kartı her şeyi çözer diye düşünürdü. Öyle olmadığını çok kısa bir sürede anlayacaktı. Bir adama yaklaştı: - “Anadolu Hisarına en kolay nasıl inilir, biliyor musunuz?” diye sordu. Adam heyecanla: - “Karşıya geçmek için mi?” Dedi. Kendisi de karşıya geçip evine ulaşmak isteyen biriydi. Başını evet anlamında sallayınca adam ona kırk yıllık dost edasıyla sarıldı. Bu beraber geçelim anlamındaydı. Adam; - “Ben buralarda 3 yıl oturdum, iyi bilirim ama şimdi Sultanahmet’e gitmeliyim. Evim orada ve evde beni bekleyen dört kişi var.” dedi. Hızlı adımlarla yürümeye başladılar Hava karanlık olmasına rağmen farlarını hatta motorlarını çalışır durumda bırakarak araçlarını terk edenler nedeniyle etraf rahat seçilebiliyordu. Yaklaşık yarım saat kadar fazlaca bir şey konuşmadan yürüdüler. Bütün yollar hareket edemeyen araçlarla dolu idi. Nihayet sahile ulaştıklarında birkaç araç ve jeneratör yardımıyla aydınlanmış bazı evler gördüler. Sanki çölde su bulan insan gibi bu onlara bir ümit verdi. Sahile oldukça yaklaşmıştılar... Tüm tekneler sahipsiz ve bağlı idi. Birkaçında hareket vardı ama onlardan ikisi daha yanlarına yaklaşmadan hareket ettiler. Bir umutla son tekneye seslendiler. Yarı sarhoş sakallı bir adam çıktı küçük kamarasından. Ne istediklerini sordu. Karşıya geçmek istediklerini belirttiler. Adam depremden habersiz gibiydi. - “Saat başı motorlar var karşıya geçen, onlarla gidin” dedi. Ortalıkta motor filan görünmüyordu. Muhtemelen herkes yakınlarına yardıma koşturmuştu. Bu arada çoğu erkek 8–10 kadar kişi daha geldi yanlarına. Gelenler de karşıya geçmek istiyorlar ve bu konuda oldukça kararlı gibiydiler. - “Bak ihtiyar ya bizi götürürsün ya da götürürsün.” diye seslendi içlerinden biri. İhtiyar kayıkçı pabucun pahalı olduğunu anlamıştı ama fırsattan da istifade etmek istiyordu. - “Sizi ancak Balta Limanına bırakırım ama 3000 liranızı alırım.” dedi. Çok kızmalarına rağmen çaresizce tekneye binerek kendilerini bu sarhoş kayıkçıya teslim ettiler. Tekne hareket ettiğinde saat 19.39’u gösteriyordu. * * * * Gün ağarmaya başlamıştı. Üşümelerine rağmen tüm geceyi arabanın içinde çocuklarıyla birlikte geçirdiğinden yine de haline şükrediyordu Demet. Evden aldıkları iki ince fiber yorganı üstlerine örterek ısınmaya çalışmışlardı. Apartmanlarına doğru baktı. Güvenlik görevlisi yerinde yoktu. Oysa bilmiyordu ki güvenlik görevlisi orada 20-25 dakika çaresiz ve anlamsız olarak bekledikten sonra telefon ile ailesine de ulaşamayınca “Başlarım böyle işe ve göreve” diyerek üniformasını çıkarıp atmış, evine doğru hızlı adımlarla koşmaya başlamıştı. Takip eden günlerde de artık gelen giden bir güvenlikçi olmayacağını henüz bilmiyordu. Ağır koku her tarafı sarmıştı, feryat ve bağırışlar azalmış, yer yer ambulans sesleri duyulmaya başlamıştı. Semih’ten hala haber yoktu. Telefonuna baktı, telefon çalışmıyordu. Semih gelirse onları bulabileceği en uygun yer araba idi. Hem burada kendisini ve çocukları daha güvende hissediyordu. Tam toparlanıyor gibi olurken bu defa aklına kedileri Zorba geldi. Yanlarına mırıl mırıl geldiği anları hatırladı. Bu kez yine içini bir sıkıntı kapladı. Enkaz altındaki onca hayvanı düşündü. Enkazın altındakiler bir yana bir de kapıların ardında kilitli kalmış, aç susuz olanları da vardı... Bir an gerçekten delirecek gibi oldu. Ağızları dilleri yok, küçücük daracık bir yerde; ufacık bedenleriyle ne yaparlar bu canlılar? Ne hissederler? Bir ağlama tuttu, başladı hüngür hüngür ağlamaya. Bu kez de annesinin sesi kulağında çınladı: - “Her şeyi çok fazla içselleştiriyorsun. Canına yazık..." Haklıydı annesi ama yıllardır söylendiği ve uyarıldığı halde hiçbir şey yapmayan, yapılmayan ülkesinin güzel insanlarına yazık değil miydi? Nasıl üzülmezdi o enkazın altında yitip giden insanlara, hayvanlara, yakınlarını kaybedenlere, bu acı ölüme mahkûm edilen insanlara... Kendileri de bölgelerinin 1nci derecede Deprem kuşağında ve alüvyon bir ova üzerinde yapıldığını bile bile hala oturmaya devam etmemişler miydi? Dönüşüm görmesi gereken binalarda oturmaya devam etmemişler miydi? Bu aklı, bilimi inkâr eden zavallı bir kadercilik anlayışı değil miydi?.. Kendi tuvalet ihtiyacı da gelmişti. Parkın içindeki umumi tuvaleti kullanabileceğini düşündü. Son anda aklına su ve kâğıt olmayacağı geldi. Deprem çantasından bir miktar kâğıt kopardı. Çocuklar arabada birbirlerine sokulmuş uyuyorlardı. Sessizce arabadan çıkıp parktaki tuvalete doğru yöneldi. * * * * Depremin üzerinden 12 saate yakın süre geçmişti. Depremden sonra ilk defa gündüz gözüyle görecekti ortalığı. Bakırköy ve Ataköy’deki binaların büyük çoğunluğu 1-4 katlı idi. Ama onların oturduğu 9ncu kısım çok katlı yapılmıştı. Binaların %85 ten fazlası 2000 yılından önce yapılmış riskli binalardı. Kendi bloklarının Radye Jeneral ve tünel kalıp sistemi ile yapılmış olması yıllarca en büyük tesellileri olmuştu. Görünen oydu ki her 2-3 Bloktan biri adeta ortadan kesilmiş gibi kırılmış ve yola doğru yıkılmıştı. Bazı bloklar da yıkılmamış ama yan yatıyordu. Neredeyse yarısı sağlam gibi duruyordu uzaktan. Her yer toz ve kül içinde idi. “Secondary Wave” de denen ikinci sinüzoidal dalgalarının denk geldiği yerlerdeki binalar ya kırılmış ya da yan yatmıştı. Depremden hemen sonra gelen yüksek dalgalar tüm sahile bakan caddeleri ve evleri vurmuş, sular sahile yakın alışveriş merkezlerinin en alt iki-üç otopark katını doldurmuştu. Marmaray tren hattının açıktan geçen raylarında kaymalar ve kırılmalar olmuş, bu yüzden deprem esnasında hareket halinde olan 16 vagonlu bir tren raydan çıkarak devrilmişti. Etraflarında insanlar çaresizlik içinde hala yakınlarını arıyor ve gelebilecek bir yardım bekliyorlardı. Enkazdan artık daha kısık da olsa inleme ve ağlama sesleri zaman zaman da önceden kurulmuş telefon ve saat alarm çalmaları duyuluyordu. Deprem sırasında ölen ve enkazdan çıkarılan cesetler yol kenarındaki nispeten kuru alanlardaki dizilmişti. Üzerlerine gazete ve gazeteler de uçmasın diye taşlar konmuştu. Yaralı kurtarılanlar, enkazdan çıkarılmış ya da bulunabilmiş yatakların, örtülerin üzerinde ilk yardım bekliyordu. Ama ne gelen giden bir ambulans ne de sıhhi yardım yoktu. İnsanlar birbirlerine bakmıyorlar, perişan bir görüntü içerisinde adeta bir mucize bekliyorlardı. Çukur yerler patlayan borulardan sızan lağım ve içme suları ile dolmuş son derece pis kokuyordu. Artık doğalgaz kokusu kalmamıştı. Yıkıntıların altında çok sayıda araç vardı. Yol tamamen trafiğe kapanmıştı. Sağlam ya da yarı sağlam araçların içinde insanlar, genellikle de çocuklar görülüyordu. Bazı araçların motoru çalışıyor, bu suretle içerdekiler ısınmaya çalışıyorlardı. Gece gördüğü manzaranın aksine yangınların çoğu kendiliğinden sönmüştü. Halen yanan birkaç yer kalmıştı. Denize yakın bir bölge olmasına rağmen havada tek bir kuş bile kalmamıştı. Birkaç köpek çaresizlik içinde sağa sola giderek enkaz altından yiyecek bir şeyler bulmaya çalışıyordu. Yerde bir miktarı içilmiş 1,5 litrelik bir Pet şişe duruyordu. Etrafa baktı. Kendisine bakan kimse yoktu. Suyu eline aldı. Temiz görünüyordu. Sevindi. Tuvalete gittiğinde tüm çevrenin pislik içinde olduğunu gördü. Hiç erkek yoktu. Sadece kendisi gibi 4 kadın gözleri kan çanağı gibi ağlamaklı ve şiş, sıra bekliyordu. Kısık bir sesle “geçmiş olsun” diyebildi. Ama bir cevap alamadı. Arabaya doğru geri dönerken hala kimsenin yardıma gelmediğini herkesin kendi başının çaresine bakmaya çalıştığını gördü. Telefonunu şarjı bitmesin diye kapatmıştı. Semih kendilerini aradığında ulaşabilsin düşüncesiyle iki saat Demet iki saat de oğlu Alican telefonlarını açık tutuyorlar, her yarım saatte bir de Semih’i arayıp ulaşmaya çalışıyorlardı. Aradan 12 saatten fazla zaman geçtiği halde hala telefonlar çalışmıyordu. Arabaya girdi. Hava iyice soğumuştu. Motoru çalıştırarak ısıtıcıyı açtı. Çocuklar biraz ısınsın istiyordu. Eli arabanın radyosuna gitti. Önceden ayarlanmış kanallara tek tek dokundu. Sadece parazit vardı. Hiçbir FM istasyonu hala çalışmıyordu. Orta dalgaya geçti. Orta Dalga istasyondan bir spikerin sesini duydu. Dikkat kesildi. Radyodaki bilgilere göre, 7,6 büyüklüğünde ve 52 saniye süren bir deprem olmuştu. Silivri açıkları ile Yeşilköy açıklarına uzanan 65 kilometrelik fayın Adalar'ın güneyinden geçen fay ile aynı anda kırılması nedeniyle beklenen en yüksek deprem meydana gelmişti. Deprem başta İstanbul olmak üzere tüm Marmara Bölgesini vurmuştu. İlk tahminlere göre İstanbul’da ve özellikle Sirkeci – Silivri hattında binaların %10’undan fazlası yıkılmış, %20 civarında da ağır hasarlı bina vardı. İstanbul için ölü sayısının 120 000 civarında tahmin ediliyordu. 1,5 milyon kadar insanın evsiz kalmış olduğu değerlendiriliyordu. O anda sadece Bakırköy için 30 000 adet barınma çadırına ihtiyaç vardı. Hem 15 Temmuz hem de Fatih Köprüleri güvenlik nedeniyle, sağlamlık durumları tespit edilinceye kadar geçişlere kapatılmıştı. Aslında deprem esnasında köprülerin her iki girişi de meydana gelen araç kazaları ve panik nedeniyle zaten kilitlenmiş, pek çok sürücü aracını köprü üzerinde bırakarak kaçışmıştı. Beş-altı araç sürücüsünün köprüden denize atladığı düşünülüyordu. Tek açık yol ve köprü Kuzey Marmara Otoyolu ve Yavuz Sultan Selim Köprüsü idi. Yeşilköy’deki Atatürk Havalimanı pistleri yarılmış, kule ve binalarının yarıdan çoğu yıkılmıştı. Yeni yapılan İstanbul Havaalanı’nın bir pisti açıktı ve sadece yardım için gelecek uçakları kabul ediyordu. Ancak hem havaalanı üzerinden hem de Kuzey Marmara Otoyolundan gelen araçlar TEM ve E-5 üzerindeki yığılmalar ve tıkanıklık nedeniyle şehre giremiyordu. Vatandaşlardan araçlarını ana arterlerden çekmeleri aksi takdirde araçlarının yol kenarına süpürülerek yolların acil durum geçişi için açılacağı duyuruluyordu. Beylikdüzü’nde Ziya Gökalp ve Hasan Tahsin Caddeleri tamamen denize kaymış ve buradaki evler yıkılmıştı. Tüm hastaneler ve bahçeleri ve buralara giden yollar 2-3 kilometre mesafeye kadar yaralılarla dolup taşmıştı. Anadolu’dan çok sayıda Askeri birlik İstanbul’a sevk edilmişti. Her ilçe için 1-2 tabur asker görevlendirileceği belirtiliyordu. Kızılay ve AFAD görevlileri Türkiye’nin her yanından yola çıkmıştı. Öğle saatlerinde İstanbul’a gelip asayişin sağlanması, arama ve kurtarma çalışmalarının başlatılacağı duyuruluyordu. İstanbul’da bulunan yerleşik askeri birlikler ve AFAD çalışanları ise ancak kendi aileleri ile ilgilenebildiğinden henüz ciddi bir yardım faaliyetlerine başlayamamıştı. Büyükşehir Belediyeleri de seferberlik başlatmıştı. Tüm Türkiye İstanbul depreminin yaralarını sarmak için seferber olmuştu. İstanbul da bina sayısı 1,2 milyon civarında ve nüfusun da 16,5 milyon olması gelecek yardımın miktarı ve kabiliyeti ne olursa olsun tüm İstanbul’a yetmeyeceğinin en açık kanıtı idi. Hasar İstanbul’un I.nci ve II.nci deprem bölgesine giren hemen her yerinde idi. Güvenlik ve yardım güçlerinin nerelere nasıl yetişeceği meçhuldü. Yıkılan bina sayısının fazlalığı nedeniyle enkazın temizlenmesinin ilk tahminlere göre aylar, hatta yıllar alabileceği öngörülüyordu… * * * * Her iki köprü de kapandığına göre kocası Semih nasıl gelebilecekti yanlarına. Semih’in o gün Kartal tarafına geçeceğini ve işinin akşam saatlerine kadar süreceğini biliyordu. O sırada üzerlerinden bir helikopter geçti. Ardından bir helikopter daha. Bütün başlar bir umutla göğe kalktı. Helikopterler hasar tespiti yapmaya çalışan AFAD araçlarıydı. Demet her zaman sık sık duyduğu ambulans seslerini de hiç duymuyordu bugün. Bunu da çok garipsemişti. Çünkü tüm yol kenarları yaralı ve ölülerle doluydu. Nasıl olurda bu kadar kaybın ve yaralının olduğu yere yardıma ve kurtarmaya gelinmezdi? Ama bilmiyordu ki tüm ara yollar bloke vaziyette ve tüm hastaneler tıka basa doluydu. Bu esnada şiddetli bir artçı daha oldu. Alican korkuyla uyandı. Bir an aracın devrileceğini sandı. Neyse ki kısa sürmüştü. Zeynep de çok korkmuş ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamıştı. Sürekli olarak, babasının da depremde ölmüş olduğunu ve bir daha onu hiç göremeyeceğini düşünüyordu. * * * * - “Çocuklar acıktınız mı? Yiyecek bir şeyler ister misiniz?” dedi. Oysa çok iyi biliyordu ki iki paket bisküviden başka yiyecek bir şeyleri, deprem çantasındaki üç adet 500 cc su ve yoldan bulduğu pet şişe dışında suları yoktu. Ama ümidi vardı Demet’in. Burası İstanbul Ataköy’dü. Nasıl olsa Kızılay ya da belediyeler çorba- ekmek dağıtırdı. Oysa yanılıyordu. Belediye binalarının da birçoğu yıkıldığı gibi Belediye çalışanları da bu deprem nedeniyle ciddi kayıplara uğramıştı. Kendi yaralarını bile sarabilecekleri şüpheliydi değil başkalarına yardım edebilmek. Tek yardım, o da gelebilirse, Anadolu’dan gelecek yardım olacaktı ki o da ne zaman ve nasıl gelecek ve kime yetecek ti? Küçücük araba içinde itişe kakışa bir gece geçirmişlerdi ama Semih geldikten sonra, “Gelebilecek miydi acaba? Sağ mıydı?” geceyi nasıl geçireceklerdi. Dün işe giderken Semih’in altında arabası vardı ama o arabayı geri getirebilir miydi? Getirse de bu cadde ve sokaklara nasıl sokacaktı, nereye park edecekti bu kadar enkaz ve moloz varken. Belki arabayı yakında bir yere park eder ve gelip bizi yürüyerek alır diye düşündü. Bir artçı daha oluyordu. Ama bir önceki kadar şiddetli değildi. Hem artık sarsıntılara da giderek alışıyorlardı. - “Anne ben Zorba’yı bulup arabaya getireceğim.” dedi Alican. - “Nasıl ve nereden bulacaksın? Eve giremezsin, merdivenler yıkık. O mutlaka bir yolunu bulup dışarı çıkmıştır. Nasıl olsa apartman civarını terk etmez. Hele baban bir gelsin gerekirse birlikte bakarsınız” dedi. Aslında ne Semih’in ne de Zorba’nın bir daha gelip gelemeyeceği bilmiyordu. Ama nasıl o esnada nasıl söyleyebilirdi? * * * * Kendilerinden 3000 lira alan tekne Baltalimanı’na ulaşmıştı. Sahil karanlıktı. Ara sıra uzaktan bir ambulans ya da polis aracı lambası görünüyordu. Saatine baktı. 20.15 idi. Sahil Yolu tamamen tıkalıydı. Özellikle arabasını kaldırıma dayayan herkes aracı terk edip başının çaresine bakmaya çalışmıştı. İskelede sarhoş bir ihtiyar ve Anadolu tarafına geçmek için tekne arayıp sağa sola koşuşturan üç beş kişiden başkası yoktu. Kendilerini getiren tekne kazancı kolay ve güzel görünce şimdi de bu kişileri Anadolu Kavağı’na götürmek üzere onlarla pazarlık ediyordu. Semih ve diğer inenler bu kişilere yanaşıp genel vaziyeti sordular. Sahil üzerinde bazı yol kesimleri boğaza kaydığı için yol kilitlenmişti. Az sayıda da olsa yıkılan ve hem yola hem de denize kayan evler de mevcuttu. İstinye yokuşu terk edilmiş araçlarla doluydu ama Maslak ya da Taksim tarafına gidilecekse yine de en iyi yol İstinye yokuşu, Katar caddesi gibi görünüyordu. Yürüyerek de olsa, saatler de alsa bu yolu tercih etmek daha uygundu. Hem teknedekilerden biri de Bakırköy’de oturduğu için onunla daha güçlü bir dayanışma içinde beraberce yol bulabilirlerdi. Adı Levent' ti. 35 yaşlarındaydı. İki sene önce eşini kanserden kaybetmiş tek kızı ile Bakırköy'de dönüşüm geçirmiş bir apartmanın çatı dairesinde oturuyordu. Tesadüfe bakın ki onun kızının adı da Zeynep’ti ve 9 yaşındaydı. Kızına, bir alt katlarında oturan anne ve babası bakıyordu. Levent de o gün bir iş nedeniyle Beykoz'a geçmiş ve oradan eve dönmekte iken depreme yakalanmıştı. Levent ile yakın semtlerde oturdukları ve aynı yöne doğru gitmeleri gerektiği için içi biraz rahatlamışlardı ama ikisi de evlerinden henüz iyi bir haber alamadıkları için yine de endişeli idiler. Yaptıkları kaba hesaplamaya göre hiçbir araç bulamasalar bile en çok on beş saat içerisinde Bakırköy'e ulaşabilirlerdi. Bu arada eğer denk gelir de herhangi bir araç bulurlarsa bu süre daha da kısalırdı. Ama araçlar ilerleyemiyordu bile. Herkesin elinde cep telefonu bir yerleri aramaya çalışıyordu. Ama nafile… Birlikte yola koyuldular. İstinye bayırına doğru yürümeye başladılar. Yolun her iki tarafı terkedilmiş arabalarla doluydu. Sadece orta sıradaki araçlarda sürücüler vardı ama onlar da ancak yürüyüş hızında ilerleyebiliyordu. Baltalimanı Kemik ve İstinye Devlet Hastanelerine doğru her iki yönde de yaralı taşıyan insanlar vardı. İstinye bayırına geldiklerinde yokuşun durumu da aşağı yukarı aynıydı. Kendilerini alacak araç görülmediği gibi alsa da ilerleyecek bir trafik de yoktu. Neredeyse tüm cadde gelişigüzel bırakılmış araçlarla doluydu. Diğer arabalar ise trafikte tek şerit üzerinden gitmeye çalışıyorlar ama ilerleyemiyorlardı. Semih Levent ile İstinye yokuşundan yukarı doğru çıkmaya başladı arada tek tük yıkılmış ya da yan yatmış evler görülüyordu. Maslak'a kadar ulaşmaları kırk dakikalarını aldı nihayet Maslak’a geldiklerinde ana caddede çok ağır da olsa arabaların ilerleyebildiğini gördüler. Hava karanlıktı. Büyükdere ve Katar Caddelerinin kesiştiği köşedeki BP Benzincisi pompaları kilitlemiş, istasyonu kapatmış ve güvenlik için iki adam bırakmıştı. Ortalıkta mehtap ve deprem sonrası çıkan yangınların alevlerinin yaydıkları dışında bir ışık görülmüyordu. Sadece araçların farlarıydı ortalığı aydınlatan. Zaman zaman çalışan jeneratör ve siren seslerini duyuyorlardı. Bir müddet bekleyip araç bulamayacakları anladıktan sonra Zincirlikuyu istikametine yürümeye karar verdiler. Aradan bir buçuk saat geçmişti hiçbir araç ilerleyemiyordu. Yolda bir büfede su ve meşrubat satıldığını gördüler üç katı kadar fazla para ödeyerek ikişer adet su satın aldılar. Semih yanındaki paranın 400 TL kısmını kendilerini Anadolu Hisarından Baltalimanı'na getiren tekneye ödediğinden üzerinde fazla parası da kalmamıştı. Telefonlar ise hala çalışmıyordu. Titrediğini hissetti, içini bir ürperti sardı. Pardösüsünü arabada unuttuğu için kendine bir daha kızdı. Oysa muflonlu bir “London Fog” du. Üç sene evvel Londra’ya gittiğinde “Selfridges” mağazasında indirimden almıştı. Çok sevdiği bu pardösü şimdi onu ne kadar da sıcak tutardı. Semih ve Levent Halaskargazi Caddesi üzerinden konuşa konuşa Taksim’e kadar geldiklerinde saat 23.45 olmuştu. Bu esnada hep ana caddeleri takip etmişler ve olabildiğince her yerde enkazdan uzak geçmeye çalışmışlardı. Yol boyunca yardım için üç yerde yürümeye ara vermişler, beş kere de araç iteklemişlerdi. Aslında böyle zamanlar için en kullanılabilir araç bir motosiklet olabilirdi. Şimdi bir motorları olsa en geç bir saat içinde Bakırköy’e ulaşabilirlerdi. Hem Levent motosiklet kullanan biriydi ve evlerinde Yuki marka bir Motosikleti vardı. Her yer zifiri karanlıktı. Hastanelere giden yollarda kaplumbağa misali ilerleyen bir trafik vardı. İnsanlar Memorial, Florence Nightingale ve Şişli Etfal Hastanelerine doğru yaralılarını götürmeye çalışıyordu. Acaba hastaneler sağlam ve ayakta mı idi? Ne de olsa Şişli Etfal 1899 yılında açılmış ve binaların yarıya yakını yüz yaşından fazlaydı. Diğer binalar ise 1930, 1960 ve 1970’li yıllarda yapılmıştı. Trafik hiç ilerleyemediğinden, çoğu insan yaralısını aracından indirmiş, yürüyebilecek durumda olanları hastanelere doğru yürütmeye çalışıyordu. Şişli’den Taksim’e kadar giden yol üzerinde binaların beşte birine yakını yıkılmış ya da hasar görmüştü. Onlar da çoğunlukla 2000 yılı öncesi yapılmış binalar gibi göründü gözüne. Ortalıkta güvenlik görevlisi ya da polis görülmüyordu. Kurtarma faaliyetleri de hep bireysel bazda idi. Bazen kaldırımdan yürümek bile güç oluyordu. Cadde üzerindeki büfe ve marketlerden kapalı olanlar yağmalanmış bazılarında da yağmalanmaması için sahipleri bekliyordu. Herkes tam bir çaresizlik ve perişanlık içinde idi. Yer yer patlamış su boruları ve kanalizasyon suları caddeleri kaplamış ve her taraf son derece ağır kokuyordu. Hem çok yorulmuş hem de çok acıkmış ve susamışlardı. Semih Levent’e dönerek: - “Benim ofisim çok yakında. Eğer önemli bir hasar yoksa bir uğrayalım. Orada su ve buzdolabında yiyecek vardır nasıl olsa. Hem görülüyor ki Bakırköy’e kadar yürüyeceğiz eninde sonunda. Biraz dinleniriz. Bu arada telefonlar da çalışırsa ailelerimiz ile görüşürüz.”. Bu fikir Levent’in de hoşuna gitmişti. Çünkü hem üşümüşlerdi hem de oldukça yorgundular. Gezi Parkının içinden geçip Semih’in Gümüşsuyu’ndaki ofisine doğru ilerlemeye devam ettiler. Hava hala karanlıktı, elektrik verilememişti. Ofise yaklaştılar. Bina sağlam görünüyordu. - “Fazla hasar yok galiba.” dedi Semih. - “Evet. Anahtarın yanında mı?” diye sordu Levent. - “Bazen sabahları işe en erken ben geldiğim için hep yedek anahtarım olmuştur” dedi Semih, kendinden emin bir şekilde. Ofisin içine girdiler. Acil durum floresan lambası sönük de olsa hala yanıyordu. Ortalık biraz karışıktı. Kitap rafları duvara sabitlenmediği için devrilmiş, kitaplar ve dergiler ortalığa saçılmıştı. Buzdolabının kapısı da depremde açılmış ve o şekilde kalmıştı. Semih’in en çok hoşuna giden şey ise orada kışlık bir kabanının askıda duruyor olmasıydı. Yere düşmüş kitapların arasından güçlükle geçerek kabanını aldı ve hemen üzerine giydi. Çalışanlar muhtemelen depremden önce ayrılmışlardı. Zaten Semih’te ofise gelmeyeceğini söylediğinden tahminine göre saat 18.00 itibarı ile personel ofisten ayrılmıştı. Sebilden, az da olsa hala soğukluğunu koruyan sudan üçer dörder bardak içtiler. Buzdolabından aldıkları ekmeğin arasına da peynir ve domates koyup sandviç hazırlayıp ikişer adet yediler. Telefonlar hala çalışmıyordu. Yaptıkları hesaplamaya göre Taksim’den Bakırköy’e beş ya da altı saatte yürüyebilirlerdi. Gün aydınlanır aydınlanmaz ailelerinin yanında olmak istediklerinden iki saat kadar dinlenebilirlerdi burada. Bu arada bir artçı sarsıntı daha oldu. 8-9 saniye kadar süren sarsıntı çok şiddetli değildi. Karınları doymuş, biraz da dinlenmişlerdi. Artık çocuklarına ve ailelerine sağ olarak kavuşacaklarına olan inançları da artmıştı. Sohbeti yürüyüşe bırakıp cep telefonu saatini 02.00’da çalacak şekilde ayarlayıp iki ayrı kanepe de iki saatlik uykuya daldılar. * * * * Saat sabah 9.30 civarıydı. Alican annesine dönerek: - “Anne, tuvaletim geldi.” dedi. Oysa aklı kedileri Zorba’ da idi. Onun evde bir yerlerde sıkışıp kaldığını düşünüyor ve mutlaka kurtarılması gerektiğine inanıyordu. Bu maksatla annesinin eve gitmesine müsaade etmeyeceğini de bildiğinden bir çırpıda dairelerine gidip Zorba’yı bulmayı planlıyordu. - “Amma sık geliyor seninki de. Sen erkek çocuğusun. Git şu ağacın arkasına işe. Etrafa da çok belli etmemeye çalış.” dedi, Demet. Aslında amacına erişmişti Alican, Zeynep’in koltuğu üzerinden arabanın ön tarafına geçti. Oradan da sağ ön kapıyı açıp dışarı çıktı. Önce ağacın arkasına geçiyormuş gibi yaptı. Oradan da hızlıca koşarak terk ettikleri apartmana yöneldi. Merdiven kısmındaki aydınlatma boşlukları camlarından gelen ışık biraz olsun ortamı aydınlatıyordu. Merdivenleri ikişer üçer tırmanmaya başladı. Üç basamağın birden çöktüğü ve inerken üzerine kapı koydukları bölgeye geldiğinde o kapının yerinde olmadığını gördü. Bu Alican'ı yıldırmadı. Bir tırmanışta üç basamağın birden üzerinden atlayarak kırık tırabzana tutunup üst kata çıkmayı başardı. Sekizinci kata geldiğinde başladı kedisine seslenmeye. - “Zorba, oğluuumm. Neredesin? Gel pisi pisi.” Biraz sustu ve dinlemeye başladı. Bir miyavlama duydu. Zorba’nın sesine benzeyen bu miyavlama 32 numaralı daireden geliyordu. Kapıya yöneldi. Miyavlama sesinin yanı sıra kısık bir inleme sesi geldi kulağına. Merak edip zaten yıkılıp açılmış olan kapıdan içeri girdi. Zorba miyavlıyor, onun sesini duyuyor ama kedisi yanına gelmiyordu. Onun bir yerde sıkışıp kaldığını düşündü önce. Ama durum öyle değildi. İniltili insan sesi devam ediyordu. - “Merhaba, kimse var mı?” diye içeri doğru seslendi. Bitkin ve kısık bir ses duydu: - “Lütfen yardım edin bana.” Bu alt kartlarındaki komşuları hanımın sesine benziyordu. Hemen sesin geldiği odaya yöneldi içeri girdiğinde kadıncağızın yatak odasında, yıkılmış olan gardırobun altında sıkışıp kaldığını gördü. Zorba’ da kadının başucunda durmuş ona sürünüp yalıyordu. Alican Zorba’yı bulduğuna ve kaçak olarak yaptığı bu apartman ziyaretine çok mutlu olmuştu. Amacı hasıl olmuştu. Komşuları kadıncağızı nasıl kurtaracaktı gardırobun altından. Önce ne yapacağını bilemedi. Tek başına gardırobu kaldırması mümkün değildi. O an gardırobun içindeki askı taşıma borusunu gördü. Boru ona yardımcı olabilirdi. - “Merak etmeyin. Şimdi ben gardırobu biraz havaya kaldıracağım. Siz de o esnada kendinizi altından çekmeye çalışın.” Dedi. Dediği gibi de yaptı. Askı borusunu alıp ucunu kadının ayağının sıkıştığı yerin yanına, gardırobun köşesinin altına koydu ve var gücüyle bastırdı. Gardırop beş santimetre kadar yükselmişti. Aynı esnada komşu kadın da ayağını yavaş yavaş çekerek kendini kurtardı. Kurtulacağından ümidi kesmiş bir insanın mucizevi kurtuluşuna sahip bir insan edasıyla Alican'a sarıldı. Zorba’ da Alican’a sokulmuş adeta bu kurtuluşu her üçü beraberce kutluyorlardı. - “Hayatımı kurtardın evladım. Çok teşekkür ederim. Sen olmasaydın burada ölüp gidecektim. Bu kedi de beni sıkıştığım andan beri yalnız bırakmadı. Gelip gidip yüzümü yaladı, bir şeyler yapmak ve anlatmak ister gibiydi ama yapamıyordu. Bu bana moral oldu ve dayanma gücümü arttırdı. Bu kedi kimin biliyor musun?” dedi. Alican çok sevinmiş ve biraz da duygulanmıştı. Büyük bir iş başarmanın mutluluğu ve onuru ile. - “Zorba o. Benim kedim.” dedi. Kedisini muzaffer bir komutan edasıyla kucağına aldı. Zorba’ da bu anı bekliyor gibiydi. Alican’ı yalamaya başlamıştı. Alican: - “Eğer siz iyiyseniz ve tamam derseniz ben de evimize çıkıp yiyecek ve içecek bir şeyler almak istiyorum. Annem ve Zeynep dün geceden beri açlar.” dedi. Komşu kadın olumlu anlamda başını salladı. - “Ben bundan sonra başımın çaresine bakarım evladım. Yavaş yavaş aşağı inerim.” dedi. - “Orada çökmüş üç adet basamak var inerken dikkat etmelisiniz” diye uyardı Alican. Alican çok mutluydu. Hem Zorba’yı bulmuş hem de bir can kurtarmış olmanın verdiği sevinçle, dönerken de annesine ve kardeşine su ve yiyecek götürebilmek ümidiyle kendi dairelerine girdi. O esnada bir artçı daha başlamıştı. Alican korku içinde, kucağında kedisiyle sarsıntının bitmesini bekledi. Oldukça heyecanlanmış ve korkmuştu. Mutfaktaki buzdolabına yöneldi. Kapağı açtı. Elektrik kesilip, buzdolabının kapısı kapalı kalıp aradan epeyce zaman geçtiğinden hafif de olsa bir koku oluşmuştu ama yine de yenemeyecek gibi değildi yiyecekler. Duvarda asılı büyük bez Pazar torbasını aldı. Omuzunda Zorba olduğu ve tek eliyle onu kavradığı için ancak tek elini kullanabiliyordu. Zorba’yı da kaçıp gider korkusu ile bırakmak istemiyordu. Ama bilmiyordu ki kedi onun omuzunda çok mutluydu ve onu bırakmaya da hiç niyeti yoktu. Tek eliyle torbayı mutfak kapı koluna astı, ağzını açtı ve yine aynı eliyle doldurmaya başladı. Bir kalıp peynir bir kalıp tereyağı, buzdolabında sakladıkları bir tam ekmeği, üç elmayı torbaya koydu. İki şişe de cam su vardı. Onu da tek eliyle torbaya sıkıştırıp merdivenlere yöneldi. Omuzunda Zorba, bir eliyle onu tutuyor diğer elinde de yiyecek torbası geldiği gibi merdivenlerden inmeye başladı. Basamakların kırık olduğu yerde yavaşlayıp cam şişeleri kırmamaya çalışarak dikkatlice aşağıya doğru atladı. Hızla aşağıya inmeyi sürdürüp dış kapıya yöneldi. Apartmandan dışarı çıktı. Bu işler yaklaşık on beş dakikasını almıştı. Bu süre zarfında annesi Demet, Alican'ın gelmediğini görünce bir şeyler olduğunu anlamıştı. Zeynep'i arabada bırakarak dışarı çıkmış Alican'ı arıyordu. Aslında Alican’ın kedilerini aramak için eve dönmüş olabileceği aklını da gelmemiş değildi. Bu arada bir de artçı olunca ciddi biçimde endişelenmiş ve Alican’a öfkelenmişti. Alican'ı apartmanın kapısında ve üstelik de omuzunda Zorba ile görünce bir anda kızgınlığı geçti. Zorba’dan pek ümidi yoktu. Üstelik Alican’ın komşularının hayatını kurtardığını daha bilmiyordu. Ya Alican hiç gelemeseydi diye düşününce Tanrı’ya şükretti Alican hem bir can kurtarmış hem kedilerini almış hem de elinde su ve yiyeceklerle dönmüştü. Arabaya doğru yürürlerken Zorba’yı nasıl bulduğunu ve komşularını nasıl kurtardığını anlattı. Demet, Alican'ın 11 yaşında bu işleri başarmış olabilmesinden anne olarak büyük gurur duymuştu. Yine de biraz kızmış gibi numara yaptı. Babası geldiğinde, eğer gelebilirse, bunu iftiharla anlatacaktı... * * * * Demet gece doğru dürüst uyuyamamıştı. Hem araba dar hem de hava soğuktu. Buna Semih’ten ve annesinden haber alamaması da eklenince hemen hemen gözüne hiç uyku girmemişti. İçebilecekleri tek su, yağmur yağarken arabanın üzerine koydukları plastik bulaşık kabının içine dolacak sulardı. O da şayet yağmur yağarsa. Zira deprem çantasındaki birer su ile Alican’ın evden gelirken getirdiği iki cam şişe aradan yarım saat geçmeden tükenmişti. Yani yağmur yağıp suyunu içebilecek olsalar da yiyecek hiçbir şey yoktu. Ama Alican getirdiği ekmek, peynir ve tereyağı ile moral olmuştu. Alican’ın kedilerini bulması ve açlığını bastırmış olmanın verdiği rahatlama ile hafif bir uykuya dalmıştı. Saat 10.30 sıralarıydı. Arabanın ön camında bir tıkırtı duyuldu. Gözünü araladı. Gördüğüne inanamadı. Bu Semih idi. - “Tanrım sana şükürler olsun.” diyebildi. Aynı anda Semih de hem eşini hem çocuklarını tekrar bir arada görebildiği için dua ediyordu. Demet arabadan indi ve Semih’e sarıldı. Bu sarılma sanki birbirini yıllardır göremeyen iki sevgilinin buluşması gibiydi. Aynı anda çocuklar da babalarını fark etmiş ve çığlıklar atarak arabadan inip babalarına sarılmışlardı. Bu sevgi yumağı birkaç dakika sürdü. Semih çocuklarını koklayıp koklayıp öpüyordu. Aynı esnada Zorba da sanki olanları anlıyormuş ve ailenin bir parçasıymış gibi arabanın iç camından hayranlıkla onlara, bu güzel aileye bakıyordu. Semih’e neler yaşadıklarını, neler olduğunu, Alican’ın komşuyu dolabın altından kurtarmasını, Zorba’yı bulup getirmesini anlattılar. Sevgi elini cebine atarak kırık iki dişini gösterdi Semih’e. Sevgi’nin alt dudağı hala şişti. Semih fark etmesine rağmen dikkatini çekmemiş gibi yaptı. “Geçmiş olsun. En güzelinden iki adet implant yaptırırız sana. Önemli değil, sizler sağsınız ya o yeter.” dedi. Sıra Semih’e gelmişti. Semih de kendi tüm hikâyesini ve Ataköy’e nasıl geldiğini anlattı. Biraz sohbetten sonra Semih Demet’e sordu: - “Ben gelemesem ve depremde bir yerlerde ölüp kalsam ne yapmayı düşünüyordun? - “Aklıma bile getirmek istemedim ama şayet öyle bir şey olsaydı herhalde Samatya’ya annemin yanına giderdik. Ne de olsa onun evi ahşap ve büyük olasılıkla sağlamdır.” - “Nazif babam ve Elif annem de sizleri bırakmazdı bence. Neyse şimdi halimize şükredelim. Zaten gidebilirsek ortalık yatışıncaya kadar en uygun yer Nazif Babamın bölgesi, Kemerburgaz.” - “Sevgilerden ve Annenden bir haber var mı?” Diye sordu Semih. - “Telefonlar hala çalışmıyor. Ne annemden ne de Sevgi’lerden haber alamadım. Şimdi sen geldiğine göre ben gidip öncelikle Sevgi’lere bakmak istiyorum. Hem bir iki saat içerisinde bakıp dönerim.” Dedi Demet. - “Senin gitmen olmaz. Ben gider bakarım. Sen çocuklarla kal. Hem sonrasında neler yapacağımıza karar verelim” dedi Semih. Akabinde de tüm gece yürüyüp gelmiş ve çok yorgun olmasına rağmen Yenimahalle’de oturan baldızı Sevgi ve bacanağı Nevzat’ın evine bakmak üzere ayrıldı. * * * * Ataköy Bulvarı ve Rio De Janerio Caddesi üzerinden Bakırköy’e gelince gördüğü manzara hiç hoşuna gitmedi. Fişekhane caddesi üzerinde Capacity ve Carousel’in karşı tarafında yer alan ve 1980 yılından önce yapılmış binaların neredeyse tamamı ya yıkılmış ya da çökmüştü. Acıbadem Hastanesine girebilmek ise mümkün değildi. Çünkü yüksek dalgaların getirdiği deniz suları burayı da vurmuştu. Bir iş makinası ana yol üzerindeki enkazı kenara sürükleyerek yolu açmaya çalışıyordu. Yakınlarını kaybeden ya da üst katlarda oturdukları için nispeten hafif yaralarla kurtulanlar enkazın üzerinde ve civarında çaresizlik içinde bekliyorlar, ağlaşıyorlar, bulabildikleri küreklerle ve elleri ile enkazı kazmaya çalışıyorlardı. Bu felaket ortamında tek olumlu olay havanın yağışsız ve bir ocak ayı için nispeten ılık oluşuydu. Ara sokaklardaki evlerin de büyük kısmı ya yıkılmış ya yan yatmış durumda idi. Semih yürümeye devam etti. İstanbul caddesi boyunca da durum aynı idi. General Kani Elitzer caddesinden Yenimahalle tarafına döndü. Ümidi çok zayıftı. Baldız-Bacanağının evine doğru yanaştıkça yıkıntıların daha da arttığı görülüyordu. Sevgi ve Nevzat’ın evleri beş katlı, 1970 yapımı bir binaydı. Hem çimento hem de demir olarak bina kifayetsizdi. Çimento yapımında deniz kumu kullanılan binalardan biri idi. Zaten 99 Gölcük depreminde de kolonlarda bazı çatlaklar oluşmuş ve sözde takviye yaptırmışlardı. Yaklaştıkça gördü ki Apartman tamamen çökmüş adeta tek kat olmuştu. Önceden tanıdıkları apartman kapıcısı elinde sigara, enkazın önünde bir ileri bir geri gidip geliyordu. Yanına yaklaştı. - “Geçmiş olsun Mustafa. Durum nasıl? Mustafa Semih’i tanımıştı ve severdi. Gözleri şiş ve kan çanağı gibi olmuştu. - “Nasıl olsun be Semih abi. Benim hanım ve 2 çocuk bodrum katta enkaz altında.” Bu arada hıçkırarak ağlamasını sürdürüyordu. - “Bizim Nevzat ve Sevgi’ler de mi enkaz altında o zaman?” diye endişe ile sordu Semih. - “Onlar son anda kurtuldular. Kızı gündüz dershaneye bırakmışlar, akşam dershaneden alıp eve gelirlerken yolda depreme yakalanmışlar.” - “Sen nasıl oldu da kurtuldun Mustafa?” Diye sordu Semih. - “Abi ben akşam servisine çıkmış, ekmekleri almış dönüyordum. Dışardaydım. O sırada oldu. Keşke ben de evde olsaydım da onlarla ölseydim.” dedi Mustafa. “Önceleri bazı yardım isteme sesleri geliyordu ama 1 saat önce tüm sesler kesildi.” Bunları söylerken arada sürekli hıçkırıyordu. - “Öyle deme be Mustafa. Tanrı’dan umut kesilmez. Bakarsın bir boşluk olmuştur, hayatta kalmışlardır ve sağlam çıkarlar”. - “Yok be abi. Kim gelecek de bu kadar enkazı kaldıracak? Bak zaten dümdüz olmuş. Hem o süre içinde ve bu kış günü bu insanlar bu betonun molozun altında nasıl dayansın? Hepsi ölmüştür. Sağ olanlar da ölüp gidecek. Benim korkum cesetlerini bile alamadan çürümeye başlamaları.” Semih’in de boğazı düğümlendi. Gözyaşlarını zor tutuyordu. - “Peki Mustafa bizimkiler nereye gitti? Biliyor musun? - “Abi, Sevgi ablanın kafasına apartmandan bir kiremit mi tuğla mı ne düşmüş, başı kanıyordu sanırım pansuman için bir yer arıyorlardı. Sonra da size bakmaktan söz ettiler ama emin değilim.” Çok kere hem kendi hem de Nazif Babası onları daha sağlam bir eve hiç olmazsa daha güvenli bir eve kiraya çıkmaları konusunda uyardı ise de pek dikkate alınmamış, onun tuzu kuru, Kemer Country de Kütük Villasına keyif çatıyor diyerek dalga geçmişlerdi. Semih burada kalıp da yapabileceği bir şey olmadığına kanaat getirmişti. Mustafa’ya tekrar başsağlığı dileyip telefon numarasını verdikten sonra, çaresizlik içinde eşinin ve çocuklarının yanına dönmeye başladı. Demet’e ve çocuklara ne söyleyecekti. Nazif, Sevgi ve kızlarını aramalıydı ama telefon olmadan nasıl ulaşabilirdi onlara. Yol boyunca düşündü durdu. Aslında bulabileceğine dair bir ümit verse Demet’in kalkıp Yenimahalle’ye geleceğini ve kız kardeşini etrafta aramak için anlamsız bir çaba içine gireceğini biliyordu. En doğrusu bu kiremit ile yaralanma olayından hiç bahsetmeden, Sevgi’nin Samatya’ya annesine bakmaya ve evleri yıkıldığı için onun evi sağlamdır düşüncesi ile yanında kalmaya gitmiş olabileceklerini söylemekti. * * * * Aslında gerçek durum da çok farklı değildi. Nevzat ve Sevgi, deprem sonrasında Semih ve Demet’e ulaşmaya çalışmışlar ama telefon hatları açık olmadığı için bunu başaramamışlardı. Nevzat depremden yarım saat kadar sonra Sevgi ve kızını nispeten emniyetli bir park alanda oturtmuş, Ataköy 9ncu Kısma kadar gelmiş ama Semih’e veya Demet’e rastlamamıştı. Zaten o sırada Semih de çok uzaklarda ve başının çaresine bakıyordu. Nevzat, Apartmanın yıkılmamış olduğunu görünce bacanağı ve ailesinin hayatta olduklarına hükmederek bu bilgiyi Sevgi ile paylaşmaya ve sonrasında da bir yolunu bulup onları, Samatya’ya, kayınvalidesinin evine götürmeye karar vermişti. O günü, her türlü sıkıntıya rağmen hem tekrar aile olarak bir arada olmanın hem de Annelerinin ve Sevgilerin sağ oluşu nedeniyle mutlu geçirdiler. * * * * Hala yiyecek ve içecek bir şeyleri yoktu. Yemek ya da bir tas sıcak çorba dağıtacak bir organizasyon da yoktu. Neredeyse 24 saat dolmak üzere idi. Semih eve girerek mutfakta kalan bozulmamış şeyler varsa onlardan almayı istiyor ama Demet sürekli engelliyordu. Esasında, evlerinde de bozulmamış sağlam bir şey kalma ihtimali pek yoktu. Belki biraz pirinç, mercimek ve fasulye gibi kuru bakliyat bulabilirlerdi ama onları nasıl ve neyle pişirip yiyebilirlerdi ki. Semih her şeye rağmen bir ara eve çıkarak buzdolabından bir şeyler almayı düşündü ise de bu defa Alican onu bu işten vaz geçirdi. Dolapta olan ve yenilebilir bazı yiyecekleri Zorba’yı bulmaya gittiğinde zaten alıp getirdiğini söylüyordu Alican. Tek tesellileri hala havanın beklenmedik derecede ılık oluşuydu. Gerçi yağmur yağsa belki toz toprak azalır ve insanlar yağmur suyu biriktirip içebilirlerdi. Tuvalet konusuna gelince; erkekler için tuvalet o kadar önemli bir sorun olmasa da Demet ve Zeynep her defasında park içindeki o pis ve giderek daha da kirlenen, su ve kâğıdı bulunmayan tuvalete gitmek zorundaydılar. Semih en geç 2-3 gün içinde bir şekilde buradan gidebileceklerini değerlendiriyordu ama telefonların çalışmıyor olmasından ve biri kendilerini ararsa bulacağı tek yerin apartman yakınları olmasından dolayı şimdilik bu bölgeyi terk edemiyorlardı. Apartman giriş kapısı camına bir not iliştirdiler. Notta “Biz şu anda Hanımeli Sokak’ta, 34 HCU 45 Plakalı Kırmızı aracın içindeyiz.” yazıyordu. Semih; Demet ve Alican’a rağmen evlerine gidip bulabildiği her türlü yiyecek ve suyu alıp gelmek istiyor ama Demet bir artçı olup apartman yıkılır endişesi ile sürekli olarak buna karşı çıkıyordu. Durumlarında olumlu bir gelişme de yoktu. Bölgeye ulaşabilen herhangi bir yiyecek ve içecek yardımı olmadığı gibi hava da bir saat sonra kararacaktı. Semih kararlıydı. Bu geceyi de arabanın içinde itiş kakış geçirecekleri belliydi. Arabanın arka camı kırık olduğu için hem oranın kapatılması hem de üstlerine kendilerini, sıcak tutacak ilave bir şeyler almalıydılar. Ortalık hazır aydınlık iken tuvalet bahanesi ile yanlarından ayrılıp apartmana yöneldi. Alican kendisine üç basamağın yerinde olmadığını söylediğinden yanında da bir metre uzunluğunda bir su dolabı kapağı vardı. Dokuz kat merdiven çıkması gerekiyordu. Acele etmeden ağır ağır çıkmaya başladı. Kırık basamakların olduğu yere elindeki dolap kapağını koydu. Aşması kolay olmuştu. Yavaş yavaş çıkarken sekizinci kata kadar geldi. Evlerinin olduğu bir üst kattan darbe sesleri duydu. Huylanmıştı. Sessizce çıkmaya devam etti. Sesler kendi dairesinden geliyordu, arada bir konuşan iki de erkek sesi duyuluyordu. Bunlar evlerinde para ve kıymetli şeyler arayan iki hırsızdı. Semih’in bunlara pabuç bırakacak hali yoktu elbette. Sonuçta 1.80 boyunda biraz da iri yapılı ve atletik biri idi. Yan dairenin kapısı da zaten deprem sırasında kırılıp açık kalmıştı. Önce oraya girip silah olarak kullanabileceği bir şeyler bulmalıydı. Dairelerin planı hep birbirinin aynı olduğundan yanlarındaki daireye girip mutfağa yöneldi. Tezgâh üzerinde bir ekmek bıçağı duruyordu. Bıçağı sağ eline aldı. Hala bir şeyler arıyordu. Onu da çok geçmeden buldu. Bu bir hamur açma merdanesi idi. Şansı yaver gidiyordu. Merdaneyi de sol eline aldı. Fazla ses çıkarmamaya çalışarak komşunun dairesinden çıkıp kendi dairesinin kapısına yaklaştı. Aslında Semih’in planı hırsızlara saldırmak değil korkutup kaçırtmaktı. Yatak odalarında bir kasa ve kasada da Demet’in kıymetli mücevherleri, bilezikleri, pasaportları, her an kullanmadıkları banka kartları, hesap cüzdanları ve 10 000 $ kara gün parası vardı. Salon kapısında durup adamlara seslenecek silahlı olduğunu gösterecek ve evden bir şey çalmadan, kendisine fazla bulaşmadan kaçmalarını sağlayacaktı. Planı buydu. O sırada kasayı keşfetmiş, açamasalar da alıp götürmeyi planlayan hırsızların Semih’in korkutması ile kolayca vazgeçecek bir durumları yok tu. Ama elbette Semih bunu bilemezdi. Koridoru geçip salonun bir metre kadar içine girdi Semih. Sağ elinde ekmek bıçağı sol elinde merdane aniden bağırdı. - “Şerefsizleeeeeerrr! Ne yapıyorsunuz ulan! Defolup gidin sizi öldürmeden.” Bir taraftan da elindekileri havada sallıyordu. Hırsızlar önceden hiç fark etmemişti onu. Biri panik içinde kendini dışarı atarak hızla merdivenlere yöneldi. Ama diğer hırsızın üzerinde silah vardı. Silah kurusıkıydı ama adama cesaret karşısındakine korku verecek bir görüntüye sahipti. İkinci hırsız tabancayı eline aldı ve sesin geldiği salon kapısına doğru tutarak: - “Hayatına susamadı isen kıpırdama. Depremde Tanrı seni öldürmemiş olabilir ama ben senin canına ederim…” dedi. Aslında 1,65-1.70 boylarında kara-kuru, çirkin bir adamdı ama elinde silah vardı ne de olsa. Semih bir an duraksadı. Bıçak tutan elini, hırsızı onaylarcasına aşağı indirdi. Hırsız tabancayı suratına doğru doğrultulmuş şekilde tutarak kapıya yanaşıp sıvışmak üzereyken Semih biraz da bilinçsiz şekilde ve panikle diğer elindeki merdaneyi hızla hırsızın silah tutan koluna indirdi. Önce bir patlama ardından da “Aaaaahh!” diyen bir feryat yükseldi. Hırsız kurusıkıyı ateşlerken aynı anda koluna inen merdane ile silah tutan kol kemiği kırılmış, onun acısıyla bağırmıştı. Semih silahın kurusıkı olduğunu bilmediğinden yaralandığını düşünürken hırsız da büyük bir acı ile kendini merdivenlerden aşağı attı. Bu arada elindeki silah da düşmüştü. Aslında hırsız Semih’ten daha fazla bir panik ve korku halinde idi. Ama Semih o anda bunu nasıl bilecekti? Ne olur ne olmaz düşüncesiyle hırsızın düşürdüğü tabancayı alıp beline soktu. Bu beklenmedik karşılaşmanın şokunu atlatmak için biraz soluklanmalı ama hava tamamen kararmadan önce de evden alacaklarını almalıydı. Hırsızlık olayını görmesi ve yaşaması önceliklerini değiştirmişti. Yatak odasına girdi. Hırsızlar evdeki iki Notebook ve iki I-Pad’i bir torbada, giderken götürmek üzere yatağın üzerinde koymuş kasayı da duvardaki monte edildiği yerden sökmeye çalışmışlar ama başaramamışlardı. Semih Demet’i dinleyip eve çıkmasa, bu riski almasa kasa ve bilgisayarlar sökülüp götürülecekti. Ama yine de buna değer miydi? Semih daha sonra bu konuyu uzun uzun düşünecekti. Şifreyi uygulayıp kasayı açtı. İçindekileri, hırsızların bıraktığı torbaya boşalttı. Bir daha gelirlerse boşuna açmaya ya da çalmaya uğraşmasınlar diye de kasa kapağını açık bıraktı. Birazdan çocukların yanına inecekti. Acaba bu olanları ve yaşadıklarını anlatmalı mı yoksa anlatmamalı mıydı? Anlatmamaya karar verdi. Bu gelişini ve zaferini bir de yiyecek ve içecek ile taçlandırmalı idi. Hava artık tamamen kararmak üzereydi. Buzdolabına yöneldi. Demetin iki gün önce pişirdiği yarım tencere kadar pirinç pilavı vardı. Onu plastik kapaklı bir kaba aldı. Mutfak çekmecesinden aldığı dört kaşığı da üstüne koyup kapağını sıkıştırdı. Bir de sulu bir şeyler olsaydı. Dolapta gözüne iki Adet Ton Balığı konservesi, bir adet mısır konservesi çarptı. Buzdolabında yer olduğunda demet bu tip küçük konserve kutularını da dolaba koyardı. Hava tamamen kararmıştı. Muzaffer bir komutan edası ve sırtında içinde paradan konserveye, I-Pad’den bileziğe kadar dolu bir çuvalla arabaya, ailesinin yanına döndü. Üzerini örtecek ve onları sıcak tutabilecek bir şey alamamıştı. Ne yeri ne de zamanı kalmamıştı buna. Yarın bir kere daha çıkar ve alınabilecek son şeyleri de alabilirdi nasıl olsa. Hem artık silahı da vardı. Mısır konservesini, ton balıklarını İki günlük pilavı birbirine karıştırıp afiyetle yediler. Tek eksikleri son sularını da içmiş olmaları nedeniyle yarın için gerekli içecek idi. O geceyi de mecburen aracın içinde geçirdiler. Zeynep’te arka koltuğa geçmiş, Alican’ın yanına sokulmuş iki kardeş, kucaklarında Zorba olduğu halde elyaf yorgana sarılmış ve o şekilde uyumuşlardı. Semih araba arka cam kırık kısımlarını ilave eski gazetelerle kapadığı ve bu gece araç içinde üç değil de dört kişi olduklarından mı yoksa tüm aile bir araya gelmekten dolayı mı bilinmez ama bu gece dün geceye oranla daha az soğukta uyuyacaklardı… * * * * Depremin üzerinden 36 saat geçmişti. İlk geceyi Semih olmadan ama ikinci geceyi hep beraber araçta geçirmişlerdi. Sabah saat 5 sularında Semih ve Demet uyanmış, bir daha uyuyamamış, çocuklar ise nispeten daha az sıkıntıyla uyumuştu. Semih gece bir ara kalkıp küçük tuvalet ihtiyacını görmüş ama Demet sabaha kadar kendini tutmuştu. Demet ve Semih araçtan inip kaldırımın kenarına oturdular. Üzerlerinde kabanları olmasına rağmen evden aldıkları elyaf yorganı da sırtlarına almışlar, oturdukları yere de buldukları kalın bir mukavvayı sermişlerdi. Demet çok endişeli idi, sordu: - “Semih ne yapacağız? Bundan sonrası için ne düşünüyorsun? Fikrini almak istiyorum.” Diyerek Semih’e sordu: - “Çok net ve açık cevabımı istiyor musun? Ama bu seni korkutabilir. Aşırı gelebilir diye endişe ediyorum.” Semih her ne kadar hırsızlarla karşılaştığında çok akıllıca ve tedbirli davranmamış olsa da genelde mantıklı, muhakeme gücü yüksek ve sonuç odaklı çalışan biri olarak bilinirdi. Bu yönüyle de çalıştığı Reklam Sektöründe önemli bir konuma gelebilmişti. Sorunlarına çözüm arayan aile yakınları ve dostları sıkça ona danışırlardı. Semih devam etti: - “Bence bu olayın üç farklı boyutu var, hayatım. Birincisi bizim bundan sonraki yaşamımız, ailemiz ve buradaki evimiz, ikincisi benim iş hayatım, çocukların okulu, üçüncüsü de bundan sonra İstanbul’da kalsak bile bu şehirde yaşamın nasıl olacağı. Apartmanımız orta ya da en iyi ihtimalle hafif hasarlı. Tekrar oturulabilir, yaşanılabilir durumda olması için önce hasar tespiti ve deprem dayanıklılık tespiti yapılmalı ki iş bu ortamda en az bir-iki ay alır. Sonrasında eğer yıkılmamasına karar verilse bile tekrar oturabilmemiz için sağlamlaştırılması ya da takviyesi gerekir ki bu da 2-3 ayı bulur. Bu esnada apartman merdivenlerimizin, daire kapılarımızın da değişmesi gerekecektir. Bence en iyi ihtimalle apartmanımız 4-5 aydan önce eski haline getirilemez. Bu da 5 ay için zorunlu bir başka ikamet yeri, çocuklarımız için yeni okullar demek.” - “O kadar vahim bir durum” diye onayladı Demet. - “Ben sana iyimser tahmin yaptım. Bu işler için her kat malikinden çok ciddi paralar toplanmalı. Eğer DASK’a güvenir de beklersek DASK nereye nasıl yetişecek de bize de sıra gelecek. Bu nedenle hala bu apartmanda oturulması düşünülüyorsa her kat malikine ciddi masraflar düşeceği aşikâr. Oturanların yarıdan çoğu kiracı. Ev sahipleri de yenileme konusunda o kadar aceleci olmayacaktır. Kim bilir onların da başka ne can ve mal kayıpları vardır bilmediğimiz. Hadi hepsini unutalım. Her şey rast gitsin. Sence evimizin önündeki cadde ne zaman eskisi gibi çift yönlü trafiğe açılabilir? Asfaltlanabilir? Sadece bizim caddemizde yıkılmış altı blok, yıkılması gerekli ve ağır hasarlı on bir blok var. Dün Bacanağın evine giderken saydım. Bunların tamamen yıkılıp temizlenmesi en azında altı ay alır. İstanbul’da bunlar gibi yıkılmış ve yıkılacak 300 000’e yakın ev var.” Demet gözleri faltaşı gibi açılmış dinliyordu. Semih anlatmayı sürdürdü: - “Hadi diyelim ki tüm ülke seferber oldu ve bunlar altı ayda halledildi. Sadece Bakırköy ilçesinde üç yüz kilometre içme suyu, üç yüz kilometre uzunluğunda da doğal gaz hattı var, kanalizasyon hatları var. Bunlar ne kadar zamanda yenilenir de bizim bloğa doğal gaz ve su verilebilir. Daha elektriği saymadım bile. En az 6 ay da onlara ekle. Çünkü enkaz kalkmadan o işler başlayamaz. Yani 12-18 aydan önce bir daha apartmanımızda yaşam olamaz. Bu da çok iyimser tahminim.” Demet şoke olmuştu. Böyle bir tablo olabileceği aklına hiç gelmemişti. - “Şimdi kış ayında olduğumuz ve havalar da soğuk olduğundan salgın hastalıklar konusunda şanslı sayılırız. Eğer bu bölgedeki insanlar tahliye edilmezlerse iki hafta sonra salgın hastalıklar başlar.” - “Nasıl yanı, evleri sağlam olan insanlar da mı tahliye edilmeli?” diye sordu Demet. - “Elbette. Sen beni iyi dinlemedin galiba. Bu demektir ki 1,5 -2 sene elektrik yok, su yok, tuvalet yok, ısınma yok. Eğer soba kurarsan o başka. Ayrıca düşün ki altı ay da tüm civar yollar kapalı, etrafta bu koku ve salgın hastalık riski. Evi sağlam olsa bile insan böyle ortamda yaşayabilir mi? İşe gidip gelebilir mi? Çocuğunu okula göndere bilir mi? Gönderirse nereye? Nasıl?” - “Yani evine son defa bak mı diyorsun sen?” diye üzgün bir ifade ile sordu Demet. - “Demet, bugün bundan sonraki hayatımızın ve yaşantımızın ilk günü olmalı. Hızlı ve doğru kararlar almalıyız. Ama ilk yapmamız gereken de bu coğrafi bölgeyi bir an önce terk edip, malı ve mal varlığını unutup hayatta olduğumuza şükretmek olmalı. Bundan sonra da hayata farklı bir gözle bakmalıyız. Hırslarımızı bastırmak, standartlarımızı daha mütevazi ve küçük hale getirmek, gerekiyorsa bir başka şehir de yaşamayı seçmek zorundayız. Aslında belki de bu tercihleri deprem olmadan da düşünüp gerçekleştirebilirdik ama biraz geç kaldık. Ama biz her şeye rağmen yine de şanslı ailelerden biriyiz. Şu ana kadar can kaybı vermedik. Ama biliyoruz ki ‘Bir musibet bin nasihatten yeğdir.” Demet bu kadar derin ve kapsamlı düşünmemişti. Semih kadar da karamsar değildi. Daha doğru bir ifade ile Semih kadar vahametin farkında değildi. * * * * Bölgelerinde bazı arama kurtarma çalışmaları yapıyor gibi görülse de bunlar çoğunlukla bireysel ve organize edilmemiş faaliyetlerdi. Şu ara en çok ihtiyaç duyulan şey enkaz altında hala canlı olarak kurtarılmayı bekleyen insanlara ulaşmaktı, ama nasıl? Yeterli insan gücü yoktu. Yeterli ekipman yoktu. Ara cadde ve sokaklar tamamen bloke durumda idi. Elektrik enerjisi yoktu. Telefon hatları kullanılamıyordu. Ortada güvenlik güçleri veya kurtarma için gönderilmiş askeri birlikler de halen yoktu. Olağanüstü hâl ülke çapında ilan edilmiş olmasına rağmen uygulandığının hiçbir belirtisi yoktu. 2016 yılında Sıkıyönetim Anayasadan çıkarılmış olduğundan bu durumla valiliklerin mücadele etmesi gerekiyordu. Büyükşehir ve İlçe Belediyeleri yetersiz kalıyordu. Depremden nispeten az etkilenmiş bir avuç belediye canla başla çalışmasına rağmen 16,5 milyonluk bu metropol’e nasıl yetebilirdi? * * * * Alican ve Zeynep uyanmış, anne ve babalarını arabanın içinde görememekten dolayı bir an için endişelenmişler ancak daha sonra kaldırım kenarında oturuyor görünce rahatlamışlardı. Şimdi aile için yiyecek ve içecek bir şeyler bulmak ve telefonların açılmasını beklemekten başka yapılacak pek de bir işleri yoktu. Tuvalet ihtiyacı için parkta bir erkek bir de kadın tuvaleti olmasına rağmen artık kullanılamıyordu. Suyun olmayışı ve temizlenememesi nedeniyle girebilmek mümkün değildi. Her türlü artçı riskini göze alıp apartmanlarının bodrum katındaki kapıcı dairesinin tuvaletini kullanıyorlar, ara sıra da yol kenarlarındaki atık sulardan bir tenekeye doldurup tuvalete dökerek tıkanmasını önlemeye çalışıyorlardı. Aslında kanalizasyonlar da kırılmış ya da tıkanmış olduğundan atıklar bir şekilde ya geri tepiyor ya da tekrar sokak ve caddelere çıkıyordu. Açık bir market, yiyecek ya da içecek alınabilecek bir yer yoktu. Cebinizde dolar olması da bir işe yaramıyordu. Tabii bazı fırsatçılar hariç. Semih de kasadan aldığı 10000 $ cebinde olmasına rağmen ne yiyecek ne de su bulacağından emin değildi. - “Yiyecek içecek bir şeyler bakıp da geleyim.” dedi. En azından bu konuda kendisine güven duymasını sağlayacak şekilde cebinde para ve belinde silahı vardı. Bunlar yeterli olur muydu? Karanfil Sokak boyunca ilerledi. İnsanlar çoğunlukla çaresiz ve pejmürde haldeydi. Manolya sokağın köşesine geldiğinde ilkokulun önünde küçük bir kalabalığın su alışverişi yaptığını gördü. At hırsızı kılıklı bir adam 500 cc suları, on iki adet birden alınmak şart ile 100 liraya satıyordu. Tarzı hiç benimseme se de çaresiz bir yüz lira verip 12 adet suyu aldı. Çok geçmeden aldığına da pişman olacaktı. Yol boyunca geriye arabasının yanına giderken kendisini gören hemen herkes suyu nereden aldığını? Kendilerine parası karşılığı satıp satamayacağını soruyordu. Çok bitkin görünümlü iki yaşlı insana birer şişe su verdi ama bunun sonu yoktu. Suyu verdiğini gören 7-8 kişi üzerine gelip onlar da su istemeye ve Semih’e çıkışmaya, saldırmaya başladı. Derken su dağıtıldığını sanan diğerleri geldi. Bir anda etrafı insan dolmaya başladı. Onun karaborsacı olup fahiş fiyatla su satmak istediğini ileri sürenler de oluyordu. Neredeyse linç bile edilebilirdi. Semih bu insanlara silah çekemezdi. Zaten yaptığı iş de hiç içine sinmemiş, tüm insanlığa karşı kendisini suç işlemiş gibi hissetmişti. Suları elinden bıraktı ve suçlu edasıyla başladı arabasına doğru kaçmaya. * * * * Hala yiyecek bir şeyleri yoktu. Kendilerine bir gün yetecek içme suyunu 100 liraya da olsa alabilmiş ama koruyamamıştı. Hiç olmazsa içmek için su bulabilseydi hem Demet hem de çocukları mutlu edebilirdi. Aklına bir fikir geldi. Arabanın üzerine koydukları, yağmur yağarsa içine su dolmasını umdukları plastik kabı aldı. Kimseye bir şey söylemeden apartmanlarına yöneldi. Merdivenleri hızla çıkıp dairelerine ulaştı. Önce tüm evi gezdi. Salon dahil her şey ayaktaydı. Büfe duvara sabitlenmediği için yemek masasının üzerine doğru devrilmiş, tüm biblolar bardaklar yan yatmış, dökülmüş ya da kırılmıştı. Bir gün önce hırsızlarla karşılaştığında hava kararmış olduğundan bu kadar detaylı bakamamıştı salonlarına. Yakın zaman önce aldığı büyük ekranlı, ev sinema sistemli TV seti olduğu gibi yerdeydi. Duvarlarını süsleyen 2 tablo ile Venedik’ten bin bir özenle taşıyıp getirdikleri ve büyük para ödedikleri “kapito monte” biblo da yerde, dört parça halinde idi. İçi cız etti. Demet bu tip eşyaya çok değer verir ve gözü gibi bakardı. Herhalde evin bu halini görmemişti ya da algılayamamıştı deprem anında. Zira deprem olduğunda hava karanlıktı. - “İnşallah Demet eve hiç çıkmaz ve bu halini de görmez.” diye geçirdi içinden. Mutfağa geçti. Mutfak çekmecelerinin birinde olduğunu hatırladığı kahve cezvesini arıyordu. Aradığı orta boy cezveyi buldu. Elinde şöyle bir tarttı. “Tamamdır” dedi kendi kendine. Şimdi tek dileği deprem sonrası evi terk ederken Demet ya da çocukların tuvalet sifonuna basmamış olmaları idi. Elinde plastik kap ve cezve tuvalete girdi. Tuvalet loştu. Kapıyı sonuna kadar itip rezervuarın üzerindeki mermer kapağı kaldırdı. Düğmesine basılmamış ve içi su doluydu. Plastik kabı klozet kapağı üstüne koyup başladı cezveyi doldurup doldurup plastik kaba boşaltmaya. İki dakika içinde neredeyse dört litreye yakın suyu olmuştu. Plastik kabı aldı ve tekrar mutfak tarafına yöneldi. Su da hafif sarımtırak bir renk vardı. O da rezervuar içindeki metal parçaların paslanmasından oluşuyordu herhalde. Kendi kendine, “Bu tam olarak olmadı, hem bunu merdivenlerden taşıyıp da nasıl dökmeden arabaya kadar götürebilirim” diye düşündü. Aslında açık bir kap yerine plastik bir kapaklı bidon olsa daha iyi olmaz mıydı? Akına eve bir ay kadar önce Migros’tan aldıkları 5 litrelik Kolonya bidonu geldi. Evde sürekli limon kolonyası kullanır ve bu iş için de plastik 5 litrelik bidonlardan alırlardı. Banyo alt dolabını açtı. Yarısına kadar kolonya dolu bidonun içindeki limon kolonyasını acımadan tuvalete boşalttı. Limon ve alkol kokusu pis kokuyu nispeten bastırmıştı. Çekmecedeki pamuk paketini de alıp elindeki boş bidon ve su dolu kap ile mutfağa geçti. Mutfak çekmecesinden aldığı çay süzgecinin içine pamuğu yerleştirip kolonya bidonunun ağzına yaklaştırdı. Cezveyle plastik kaptan aldığı suyu süzgeç üzerinden dökerek ağır ağır bidona doldurmaya başladı. İki defa kirlenen pamuğu değiştirerek bu işleme devam etti. Beş dakika kadar sonra su süzülmüş ve plastik kolonya bidonuna dolmuştu. Yaklaşık dört litre kadar suları olmuştu. Bu onları bir gün de olsa idare ederdi. Yarın gelip aynı işlemi diğer tuvalet rezervuarından da yapıp yine dört-beş litre nispeten temiz suya sahip olabilirdi. Bir elinde plastik kap diğerinde içinde su olan kolonya bidonu ve evden aldığı birkaç öteberi ile neşe içinde aşağıya indi. * * * * Evlerinin bulunduğu cadde olsun yan sokak ve caddeler olsun yıkıntılar nedeniyle tamamen tıkalı idi ve hala hiçbir yol açma faaliyeti yapılamıyordu. Herkes kendi enkazının başında el yordamı ile bir şeyler yapmaya çalışıyor ama yıkıntıların altından kimseye ulaşılamıyordu. Enkaz arasından az da olsa görülebilen kol ve bacaklar, hala çıkarılamayan cesetler vardı. Çaresizlik içinde yardım gelmesi bekleniyordu ama nasıl? Son 18 saat içerisinde çadırı olanlar ya da bir şekilde evlerine ulaşıp alabilenler, buldukları en uygun alana çadırlarını kurmaya başlamıştı. Semih eşya taşırken araç koltukların üzerine serdikleri bezi bir çakı yardımıyla kesip parçalayarak, uçlarını da ense kısmından bağlayacak şekilde ağız ve burunlarını kapsayan maskeler yaptı her birine. Bu bir nebze de olsa kokuyu almalarına yardımcı oluyordu ama bu bölge de bir ya da iki gün daha kalırlarsa dayanmaları mümkün değildi. Tüm Marmara Bölgesinde Olağanüstü Hal ilan edilmişti. Askeri Birlikler Anadolu’nun muhtelif yerlerinden İstanbul’a sevk edilmekte idi. Bu askeri birliklere asayiş ve gerektiğinde silah kullanma konusunda tam yetki verilmişti. Birçok ilçeye elektrik verilemiyordu. Ataköy’e elektriğin en erken 40 gün sonra verilebileceği, içme suyu sisteminin onarılamayacağı ve ancak yeni sistem çekilebileceği, bunun da 2-3 ayı bulabileceği, bu sürede arozöz ile her mahalleye su taşınabileceği, doğal gazın ise bir yıldan önce tekrar eski haline getirilemeyeceğine dair görüşler ileri sürülüyordu. İşin en ilginç yanlarından biri de bir deprem durumunda su dağıtmak, çadır kurmak, yemek pişirmek, enkaz kaldırmak gibi işlerle görevli kamu ve sivil çalışanların neredeyse tamamının kendileri olmasa da bir yakınları depremde ölmüş veya halen enkaz altında idi. Bu insanların kendi yakınlarının canlarını bırakıp da gelip başka canları kurtarmaları ancak kendi yakınlarından tamamen ümidi kesip cesetlerini çıkardıktan sonra mümkün olabilirdi ki bu da haftalar alabilirdi. İstanbul’da yaşayan ve bir İstanbul Depreminde felaketzedelere yardım etmek üzere planlanmış ve görevlendirilmiş herkes zaten kendisi felaketzede durumunda idi. Bunun tek istisnası İstanbul 3’üncü derece deprem bölgesine denk gelen birkaç ilçe idi ki onlar zaten ellerinden geleni yapmaya çalışıyor ama çok yetersiz kalıyorlardı. Diğer illerden yardım için gelenler ise hem İstanbul’u bilmediklerinden hem de cadde ve sokaklar enkaz ve araçlar nedeniyle tıkalı olduğundan nerede ne yapmaları gerektiğini bilemiyordu. Diğer illerden gelen bu yardımların dağıtımı da koordine edilemiyor, gelişigüzel dağıtılıyor ya da kapışılıyordu. En çok korkulan şey, içme sularının olmayışı ve mevcut sulara da koli basili bulaşması idi. İlerleyen günlerde şehir içinde dayanılmaz koku, salgın hastalıklar, açlık ve susuzluk olabileceğinden ana yollar açıldıktan sonra aracı halen çalışıyor olan ve gidebilecek yeri olanların başka şehirlerdeki yakınlarının yanına gitmesi en uygun hal olarak görünüyordu, tabii yakıt bulabilirlerse. Şehrin özellikle depremden zarar gören Yeşilköy, Yeşilyurt, Ataköy, Bostancı gibi nispeten varlıklı insanlarının oturduğu semtlere gelen bazı yabancıların terkedilen evlerde ve enkaz altında para ve mücevher aradığı, bu nedenle cinayetler bile işlendiği söyleniyordu. Askeri Birliklerin güvenlik ve asayişi sağlamaya çalışacağı ve bu nedenle gerekli görürlerse silah kullanabilecekleri duyuruluyordu. Civardaki Migros, A-101, BIM gibi tüm marketler yağmalanmıştı. Yani bu depremde işini en iyi bilip yapanlar, ölü soyguncuları ve yağmacı şerefsizlerdi. Morglar dolup taşmıştı. Hastaneler hasta ve yaralı kabul edemiyordu. Zaten hastane çalışanı, doktor ve hemşirelerin neredeyse yarıdan çoğu kendi yakınları ile ilgilenebilmek zorunda olduğundan hastanelere gelemiyor ya da yolların bloke ve kapalı olması nedeniyle ulaşamıyordu. Başakşehir’in biraz kuzeyinde çok büyük bir Devlet Arazisi üzerine deprem de hayatını kaybedenler için cesetlerin onar onar topluca gömüleceği mezarlar kazılmıştı. Hayatta kalanlar için en uygun çözüm Bakırköy, Fatih, Zeytinburnu, Küçükçekmece, Büyükçekmece, Avcılar, Kadıköy, Moda, Bostancı, Adalar gibi semtleri en azından 12-18 ay arasında terk etmek olacaktı. Aynı gün öğleden sonra ilk askeri birlik cadde başında görüldü. Yaklaşık yüz kadar asker ellerinde bazı paketlerle cadde boyunca enkaz üzerinden, yanından ilerliyor, başlarındaki kıdemli kişi de her iki bloğun önüne silahlı bir asker görevlendiriyordu. Amaç asayişi sağlamak, bir yağma veya soyguna engel olmaktı. Birliğin sayısı kendilerine doğru yaklaştıkça görevlendirmeler nedeniyle giderek azalıyordu. Başlarında bir yüzbaşı ve yüzbaşının elinde de bir pilli megafon vardı. Biraz sonra ses daha duyulur ve anlaşılır hale gelmişti. Yüzbaşı şöyle söylüyordu: - “Geçmiş olsun. Ben Tank Yüzbaşı Mert. Bu bölgenin güvenliğini ve sizlerin ihtiyaçlarını koordine için Ankara’dan bölgeye intikal etmiş bulunuyoruz. Biraz sonra parkın yanına kuracağımız koordinasyon ve yardım çadırı ile sizlere destek vermeye çalışacağız. Bizlerin de şimdilik yeteneklerimiz kısıtlı. Özellikle hırsızlık ve yağmanın önlenmesi konusunda bizlere yardımcı olmanızı bekliyoruz. Bir yanlış anlama durumunda size karşı da silah kullanılabileceğini unutmayın. Akşam üstü buraya gelecek aş ve su aracımız ile yetiştirebildiğimiz oranda size sıcak çorba, ekmek ve aile başına beş-on litrelik bidonlarda su dağıtılacaktır. Ancak şimdi bu caddenin tek şeritle de olsa araç geçişi için açılması gerektiğinden biraz sonra gelecek olan iş makinası gelmeden lütfen cadde üzerinde aracınız varsa kenara ve mümkünse kaldırıma çekin. Yoksa aracının cebren sürüklenip yol açılacaktır.” Aslında araçlar ya da sahipleri enkaz altında idi ve araçları çekecek durumları da elbette pek yoktu. Sadece birkaç araba da hareketlilik görüldü ama i bu hareketlenme de yolların açılabilmesi için çok yetersizdi. İnsanlar askerini yardımda görmekten mutlu olmuş, acılar biraz da olsun hafiflemişti. Pek çok kişi Yüzbaşının etrafını çevirmiş, özellikle de enkaz altındaki yakınları için yardım istiyor ve çalışma bekliyordu. Ama küçük bir birlik ve asıl amacı da asayiş olan asker istese bile nereye ve nasıl yetişebilirdi? Bir saat kadar geçmişti ki iş makinası sesleri gelmeye başladı. Biri askeri diğeri belediyeye ait bir dozer ve bir paletli ekskavatör, Uğur Mumcu Bulvarından geçip Hanımeli Çiçeği Sokağın girişine gelmişti. Araçların yanında bir gurup belediye çalışanı, bir gurup da polis vardı. Bu esnada şöyle bir kargaşa yaşanıyordu: Yıkılıp da caddeyi ve sokağı kapayan enkaz bu iki iş makinası ile cadde kenarına doğru sürüklenerek yol girişi açılmaya çalışırken enkaz altında yakınlarının kurtarılmasını bekleyenler enkaza makine sokulmasına karşı çıkıp makinaların önüne yatıyorlardı. Aslında Makine Operatörlerinin ve Güvenlik Güçlerinin de yapabileceği başka bir şey yoktu. Enkaz altında hala sağ olan insanlar olabilir düşüncesiyle 6-7 güne kadar bekleyecek olsalar, bu esnada açıkta kalan ve depremden kurtulanlar açlık, susuzluk ve salgın hastalık riski ile karşılaşacaktı. Çoğunluğun yaşamı ve güvenliği için enkaz altındaki hala sağ birkaç kişi feda edilip tüm mahalleliye yardım götürülmesi daha doğru gibi görünüyordu. Çünkü önümüzdeki 3-4 gün içinde enkazda arama yapılabilmesi, yıkılan bina sayısı fazlalığı nedeniyle mümkün değildi. Yani ümit yoktu enkaz altındakiler için. Yaşanan arbedeye rağmen iş makinaları yolu açmaya devam ediyordu. Bu arada yolda bırakılmış ya da kalmış arabalar da enkaz muamelesi görüyor ve yol ortasından çekiliyordu. Ne yazık ki nadir de olsa arada insan ölülerine de rastlanıyor, öyle anlarda biran için makinalar duruyor, ceset belediye çalışanlarınca önce her yönden fotoğraflanıyor, torbaya konuyor ve arkadan gelen kamyonetin kasasına yükleniyordu. Kamyonetin içinde bir de görev yapan bir İmam vardı. Makinalar bu şekilde çalışmayı sürdürerek ağır ağır ilerliyorlar ama her dakika bir bağırış, feryat ya da tartışma mutlaka oluyordu. Havadaki koku her geçen saat daha da ağırlaşıyordu. Aylardan Ocak ve mevsimin kış olması nedeniyle enkaz altlarındaki insan ve evcil hayvan cesetleri yeni yeni kokmaya başlıyordu ama kanalizasyonların kokusu ilk andan itibaren dayanılmaz idi. Bir saat kadar sonra çalışma Demet’in arabasının yanına kadar gelmişti. Semih’in ricasıyla arabanın arka kısmına dökülmüş enkaz molozu da alınıp yolun boş kenarına itildi. Makinalar sadece yolu tek şerit açıyor ama enkaz ve toprak kamyonlar tarafından alınamıyordu. Hem ortalıkta kamyon olmadığı gibi olsa da bu yollara giremez, enkaz tamamen kaldırılmaya çalışılsa bu yol daha bir ay araç geçişine açılamazdı. Uzunluğu 800 metreyi bulmayan caddenin temizlenip bir kamyonetin geçebileceği kadar açılması üç saat sürmüştü. Üstelik moloz sadece kenara alınmıştı. Açma işlemi bittiğinde kamyonete konulmuş ceset sayısı yedi idi. Belki bunlardan bazıları iş makinası çalışırken hala hayattaydı. O akşam yiyecek ve su dağıtılacak, evlerinin hırsız ve yağmaya karşı korunması sağlanacak yarın da aile başına aile nüfusuna uygun büyüklükte bir çadır ve kişi başı birer battaniye verilecekti. Saat 17.30’da nihayet yemek dağıtım kamyoneti geldi. İnsanlar kuyruk oluşturmuştu. Semtte yaşayanlar genellikle kültürlü ve tahsilli kişiler olmasına rağmen kuyrukta yer yer sıra kavgaları çıkıyor, görevli askerler gerektiğinde sert şekilde müdahale ederek ortamı yatıştırıyordu. Sıradakilere, Mert Yüzbaşı tarafından, bölgeye gelmeden önce hazırlandığı anlaşılan aile karneleri tahsis ediliyor, üzerine aile fertlerinin isimleri ve yaşları yazılıyor, her iki kişiye 5 litre plastik bidon içinde su, yarım ekmek ve kişi başı bir plastik tabak mercimek çorbası ve bir plastik kaşık veriliyordu. Bunlar bile pek çok kişi için oldukça mükemmel ve depremden 48 saat sonra midelerine giren ilk yiyecekti. Semih’te Alican’ı yanına alarak sıraya girmişti. Tam 1,5 saat sonra karne çıkma, su alma ve çorba teminini tamamlayıp arabalarına döndüler. Sıcak bir çorba hepsine iyi gelmişti… * * * * Depremin üzerinden geçen üçüncü güne gelinmişti. Bölgeye gelen yüz kadar asker dışında başka arama kurtarma ekibi gelememişti. Gelenlerin de asıl amacı zaten arama – kurtarma değildi. Kurtarma umutları bu nedenle giderek tamamen tükeniyordu. Zira o kadar çok enkaz vardı ki kim? Nereye? Nasıl yetişecek ti? Koku dayanılmaz seviyeye çıkmıştı. Elektrik İstanbul’un 1nci Derece Deprem Bölgesine giren hiçbir yerine verilememişti ve daha haftalarca verilme umudu yoktu. Su ise askerin günlük olarak verdiği kişi başı 1,25 litre dışında bulunamıyordu. Salgın hastalıklar kapıdaydı. Askeri birlikler İstanbul’a sevk edildikleri halde ne asayişe ne de kurtarma faaliyetlerine tam olarak yetemiyordu. Tüm ara sokak ve caddeler enkaz nedeniyle kapalıydı. Yavaş yavaş açılmasına çalışılıyordu. Ortada fareler cirit atmaya başlamıştı. Radyo anonsları da evlerin güvenli olduğu bildirilmedikçe hasar gören yerlere girilmemesini istiyordu, Apartmanları yıkılmasa bile civarda pek çok yıkık bina vardı. Hem onların apartmanında da merdivenler de çökme olmuş, daire kapıları da yerlerinden çıkmıştı. Semih’in aklına gelen tek şey, Nazif babaya ulaşmak ve onun kendilerini almasını sağlamaktı. Ancak telefonlar çalışmadığı, ana yollar bile halen açılamadığı için nasıl haberleşecek ve Nazif Baba ile buluşacaklardı. Üstelik telefonlarının şarjı da bir kere bitmiş, arabanın kontak anahtarını açıp araç aküsünden Demet’in ve Semih’in telefonunu 4 saat kadar şarj etmişlerdi. Şimdi saat başlarında telefonların çalışıp çalışmadığını kontrol edip sonra tekrar bataryaları boşalmasın diyerek kapatıyorlardı. Evin önünü ve arabanın civarını da terk edemiyorlardı. Zira Nazif baba veya bir başka tanıdık kendilerini ararsa bakabileceği tek yer apartmanın civarıydı. Arabanın aküsü dayandığı sürece saat başlarında radyoyu açıp duyuruları dinlemeye çalışıyorlardı ama durum çok iç karartıcı idi. Belediyelerin inşaat araçları, ana caddeler üzerinde terk edilen araçları gerektiğinde ezerek ve sürükleyerek acil geçişler ve askeri birliklerin intikali için açmaya çalışıyordu. * * * * Demet, yakınından gelen bir ses ile irkildi. Cep telefonunun ziliydi bu. Neredeyse 3 gündür duyduğu ilk telefon sesi idi. Elini cebine attı ve telefona baktı. Arayan annesiydi. Acaba o muydu yoksa onun telefonundan kendisini arayan bir başkası mı? Bir an “inşallah annemdir.” dedi. Telefonu açtı. - “Yavruuuum. Kızım benim. Kuzum benim. Telefonu açamayacaksın diye öyle korktum ki. Nasılsın kızım? Zeynep, Alican, Semih nasıllar? Sizin oralarda çok kayıp varmış. İyiler mi kızım. Hemen söyle.” Soruları birbirinin peşi sıra motor gibi sıralıyordu. - “Anneciğim öncelikle sana şunu söyleyeyim ki biz iyiyiz. Semih iki gün öncesine kadar yanımızda değildi ama şükür ki o da sağ salim geldi. Zeynep’te çok iyi Alican’da. Sen nasılsın benim güzel anacığım. Bir şeyin yok ya?” Aslında çok iyi bir konumda ve durumda olmasalar da sağ olduklarına şükrediyordu Demet. - “Ben iyiyim kızım. Zaten ben ölsem ne olacak ki gelmişim yetmişime. Hem Sevgi’ler de bizde. - “Tahmin etmiştik anacığım. Bizde evlerini yıkık gördük ama Allahtan kapıcı Mustafa kurtulduklarını görmüş, Semih’e söylemiş. Sana gelmiş olduklarını düşünmüştük ki doğru çıktı. Onların da iyi olduğuna ve beraber olduğunuza çok sevindim.” Demet telefonda Sevgi ile konuştu. Böylesine kötü anında bile annesi ve kız kardeşinin bir arada oluşu onu fazlasıyla mutlu etmişti. Annesi onların da yanına gelmesini ve hep beraber bu sıkıntılı günleri atlatabileceklerini söylüyordu. Eğer çok çaresiz olsalar elbette bu yapılabilirdi. Ancak annesinin Samatya’daki evi üç katlı olmasına rağmen oldukça küçüktü. Değil üç aileyi iki aileyi bile zor barındırırdı. Hem telefonlar da artık çalışmaya başladığına göre nasılsa Nazif baba ile irtibat kurabilirlerdi artık. Bir yolunu bulup bu hengameden bir an önce uzaklaşmaları gerekiyordu. Bunun da onlar için en emin tek yolu vardı. Semih’in babası ve annesinin Kemerburgaz’daki evine ulaşmak. * * * * Aradan yarım saat bile geçmemişti. Bir motosiklet, üzerinde bir adam ve arkasında bir kız kendilerine doğru geliyordu. Semih dikkatlice bakınca kask takmış olmasına rağmen bunun Levent’in kendisine bahsettiği Yuki Motosikleti ve arkasındaki kızın da Levent’in kızı Zeynep olduğunu gördü. Telefonlar çalışmaya başlar başlamaz Levent, Semih’i arayarak durumlarını ve o anda nerede olduklarını sormuştu. Demek bir sürpriz yapmak istemişti. Levent ile kızı Zeynep’in arasındaki sele üzerindeki bölgede de iki büyük poşet vardı. Motorunu tam arabanın yanında durdurup askıya aldıktan sonra önce Zeynep’i indirdi motordan. Ardından da: - “Merhaba Semih.” diyerek sevgiyle Semih’i kucakladı. Levent’i; Demet, Alican ve kızı Zeynep ile tanıştırdı. Sanki kırk yıllık dostlar gibi kucaklaştılar. Özellikle iki Zeynep’in ilk defa birbirini görmelerine rağmen içtenlikle sarılmaları unutulmaz bir görüntü oluşturuyordu. Levent evlerinde olan yiyeceklerden ve özellikle de kendisine bir hafta önce Mersin’den gönderildiğini söylediği portakallardan 3-4 kilo getirmişti. Bunun hem su hem de vitamin ihtiyaçlarını karşılayacağını düşünüyordu. Ayrıca Levent’in onlar için bir de planı vardı. - “Evimiz nispeten sağlam. Dönüşüm gördüğü için çok hafif sıva çatlakları dışında sıkıntımız yok. En az bir hafta yetecek kadar yiyecek ve iki damacana da suyumuz var. Sizin artık sağlamlaştırılıp onarılıncaya kadar 8-10 ay bu evde oturma şansınız pek yok. Annemle de görüştüm. Ortalık yatışıncaya kadar sizi bizim evde misafir edeceğiz. Hem adaş Zeynep’ler de bu arada birbiri ile arkadaşlık eder.” dedi. Sesinde hiçbir yapmacıklık olmadığı gibi böyle bir formülün gerçekleşmesinin onu çok da mutlu edeceği gözlerinden okunuyordu. Demet; “Bu zamanda daha bir gün önce tanıştığı kişiye ve ailesine evini açacak insanlarımız da var” diye içinden geçirerek duygulandı. - “Ben şimdi her iki Zeynep’i motorla götürüp bizim eve bırakırım. Sonra da gelip önce Alican, sonra Demet ve sonra da seni alırım. Siz de bu arada son hazırlıklarınızı yaparsınız Semih.” dedi. Bu esnada Alican ve Zeynep hem portakallarını soyup yiyorlar hem de bu hiç beklenmedik teklifi kafalarında ölçüp biçiyorlardı. Semih: + - “Levent’ciğim, teklifin çok cömert ve güzel ama ben biraz önce Nazif babamla nihayet konuşabildim. Bize ulaşmaya çalışıyor. Sana da Taksim’den Bakırköy’e doğru gelirken yolda anlattığım gibi evleri oldukça büyük ve müsait. Biz ilk fırsatta oraya gideceğiz. Bakarsın ilerleyen günlerde bir fırsat çıkar da belki biz seni, anneni ve Zeynep’i de oraya alırız”. Dedi. * * * * Semih Nazif Babayı aradığında Nazif’in de onları merak edip altı saat önce yola çıktığını ve ancak Yeşilköy Atatürk Havaalanı kavşağına ulaşabildiğini öğrendi. Babasının onların bulunduğu cadde ve sokaklara girebilme imkânı yoktu. En iyi ihtimalle, E-5 üzerindeki Ataköy metrobüs durağına mümkün olduğunca yanaşabileceğini, oraya gelmelerini ve kendilerini oradan alabileceğini, ancak oraya bile bir saatten önce ulaşmasının mümkün olamayacağını söylüyordu. Demetle konuştu. - “Evden acil almamız gereken şeyler varsa alayım. Çünkü artık eve bir daha geri dönemeyebiliriz.” dedi. Gerçekten de bir daha Ataköy’ün eski haline gelebilmesi yıllar alabilirdi. Öncelikle Nazif Baba ve Elif Annenin yanına yerleşip daha sonra hem iş hem de çocuklar konusunda sağlıklı karar vermeleri gerekecekti. Belki de 3-4 sene İstanbul’a uğramadan bir başka şehirde yeni bir hayat kurmalıydılar. Çocuklara belli etmeden Semih eve gidecek, bulabildiği şarj cihazlarını, Demet’in çantasındaki ehliyetini herkes için ikişer takım iç çamaşırı, salonda bulunan ve onlar için çok özel anlam ifade eden evlilik fotoğrafları ile banyo dolabındaki Zorba’nın taşıma kabını alacaktı. Fazla oyalanmayacak, bunları mümkün olduğunca taşıma kabının içine koyacak ve bir defada dairelerine çıkıp inecekti. Planlandığı gibi de yaptı. Demet çocukları meşgul edip oyalarken eve gitti. Ancak geri dönmesi 25 dakikayı bulmuş ve bu arada bir de artçı sarsıntı olmuştu. Kedileri Zorba taşıma kabında, Zeynep Demetin elini, Ali Semih’in elini tutmuş, diğer ellerinde bilgisayarları ve sırt çantası ile Nazif babanın onları almak üzere geldiği Jeep’ini bulmak üzere E-5’e doğru yöneldiler, Kolejinin önüne geldiklerinde; üzgün, yorgun ve çaresiz gözlerle apartmanlarına ve enkaz altında kalan arabalarına son bir kez baktılar… SON YAZAN : Mehmet ASAL – Arsal ASAL · Her türlü telif hakkı Yazarlara aittir. İzinsiz olarak yayınlanamaz, neşredilemez. · Bu öyküde kullanılan sayısal verilerde B.Ü. Kandilli Rasathanesi Deprem Araştırma Mrk. ve İstanbul Büyükşehir Belediyesinin bu konudaki çalışmalarından yararlanılmıştır.

  • BAROMETRE - TERMOMETRE

    Ben düşüp sen yükselsen LODOS gelir peşimden. LODOS Beraberce yükselsek YILDIZ’a döner esen. KUZEY Çabucak ben düşersem artar o anda esen, FIRTINA Çabucak yükselirsem KUZEY’den KAR gelir peşimden. KAR Hızlı insem GÜNEY’den LODOS biner sırtıma, LODOS Ben yükselirken sen sabit kalsan biraz da YAĞMUR olur ama, YILDIZ YAĞMUR Ben düşersem iyi değil, LODOS tutar ardımı, LODOS Beraberce düşersek LODOS akıtır YAĞMUR’u, YAĞMUR Sen düşüp ben yükselirken KARAYEL’e bağlar sema. KARAYEL BATI iken çabuk düşsem, yine KARAYEL olur hava. KARAYEL Veya YILDIZ’dan esenlerle kuvvetlenerek vurur sana YAĞMUR durunca yükselirsem güzelleşir birden hava. GÜZEL HAVA GÜNDOĞUSU ve POYRAZ’dan yüksek olursam eğer, Genellikle KAR olurmuş, bazen de YAĞMUR’lu meğer, KAR - YAĞMUR YAĞMUR yağarken yüksekten düşüversem birden, Uzun sürer yağışlar kolayca dinmez hemen. YAĞIŞIN DEVAMI Ağır ağır yükselsem güzel hava devam eder, GÜZEL HAVA Yavaş yavaş düşersem yağan YAĞMUR sürüp gider. SÜREKLİ YAĞIŞ Birden ben düşüversem hiçte iyi değilim, Ani çıkar FIRTINA fakat uzun sürer bunu bilin. FIRTINA Yavaş yavaş düşersem devamlı olur kuvvetle esen, KUVVETLİ RÜZGAR Sen kendine liman ara havayı toptan kesen. Düşüpte yükselirsem ne güzelleşir bir bilsen, GÜZEL HAVA Yükselir de düşersem FIRTINA’yı seyret sen. FIRTINA Onaltı sabit kalsa güzelliğe doyum olmaz, GÜZEL HAVA Gemiciyim sizlere danışmadan gözümü uyku tutmaz. BAROMETRE- TERMOMETRE İLİŞKİLERİ l. Barometrenin düşmesi,Termometrenin yükselmesi Lodos, Kıble, Keşişleme gibi Güney Rüzgarlarının esmesine isaret eder. 2. Barometrenin çok yükselişi ve Termometrenin düşüşü Poyraz, Yıldız, Karayel gibi Kuzey Rüzgarlarıyla sonuçlanır. 3. Normal atmosfer basıncı olan 1013 milibar'a nazaran barometrenin yavaş yükselişi veya alçalışı devamlı ve sakin havaya işaret eder. 4. Barometrenin birden düşüşünden sonra süratle yükselmesi fırtına geleceğini gösterir. 5. Hava Kuzey'den eserken Barometre süratle yükselirse fırtına gelecektir. 6. Hava Kuzey'den eserken Termometre sabit kalır, Barometre yükselirse yağmur yağacaktır . 7. Hava Güney'den eserken Barometre süratle yükselirse Kuzey rüzgarları ve fırtınanın geldiğini gösterir. 8. Barometre yükselir, Termometre sabit kalırsa, bu esnada gökyüzü bulutlarla kapalı ise yağmurla karışık Kuzey rüzgarları getirir. 9. Herhangi bir rüzgar eserken Barometre düşer, Termometre yükselirse rüzgar güneyden beklenir. 10. Barometre ve Termometre beraber düşer ise Lodos ile beraber yağmur beklenir. ll. Kışın Gündogusu ve Poyraz rüzgarları eserken barometre pek fazla yükselirse soguk hava, kar bazen de yagmur getirir. I2. Yagmur kesildikten sonra barometre yükselirse havanın soğuyacağı anlaşılır.

  • Türkiye kıyılarında Yunanistan'ın işgal ettiği Türk Adaları

    Lozan, Montrö ve Paris Antlaşmalarında isimleri yer almayan ancak Türkiye kıyılarının 3 mili içinde olan tüm ada ve adacıklar, Lozan antlaşması ile Türkiye'nin hükümranlığına bırakmıştır. Buna rağmen Yunanistan, Türkiye'nin her zamanki ihmali ve dikkatsizliği somucu bu kapsama giren birçok adamızı/adacığımızı işgal etmiştir. Aşağıda çok bariz örnekleri sunulmaktadır.

  • 2020 itibarıyla TÜRKİYE’nin Genel Eğitim Seviyesi

    YAZAN : Mehmet ASAL 0-6 yaş gurubunda olanlar hariç tutulursa, 6 yaş ve üstü için Türkiye’de 2019 Yılı itibarıyla eğitim durum tablosu aşağıdadır. [Bu oranlar TÜİK Resmi Internet Sitesinden bizzat tarafımdan alınmıştır. Toplam 74 Milyon nüfusa oranla (8 Milyon 6 yaş altı nüfustur) gösterilmiştir.] 2019 yılında Türkiye nüfusunun yaklaşık 82.000.000 kişi olduğu kabul edilerek ve TÜİK resmi internet sitesinde yer alan 01 Eylül 2020 tarihindeki bilgiler esas alınarak yapılan hesaplamaya göre; Tabloda 1.nci ara toplam olarak görülen, 47 052 447 nüfusa 6 yaşa kadar olan kesimi de (8 milyon) eklersek, 55 Milyon insanımız eğitimsiz denilecek seviyededir. Diğer bir ifade ile; nüfusumuzun %67 si eğitimsizdir ya da çok düşük eğitim düzeyindedir. Toplam 82 Milyonun Sadece 27 Milyonu ki o da toplam nüfusun %33’ü etmektedir, lise ve üstü eğitim seviyesindedir. Hiç okul bitirmemiş 6 yaş üstü insan sayımız 9 milyon 807 bin 582 dir. Bunun çoğunluğunu, (6 milyon 185 bin 858) kadınlar oluşturmaktadır. Nüfus sayımı kayıtlarından anlaşıldığı gibi, eğitim durumuna göre Türkiye’de en çok ilkokul mezunu bulunmaktadır. (17 milyon 580 bin) Bizi kim mi yönetiyor? %63’ü cahil denebilecek düzeydeki halkın belirlediği iktidarlar. Kalan %37’sinin ne yaptığı ise maalesef sonucu değiştirmemektedir. Bu %63’lük cahil sayılabilecek kesime hitap edebilen, sadaka kültürü ve tevekkül aşılayıp dini siyasi amaçla kullanan partiler bizi yönetmeye devam edecektir. Bunun adı nedir? Kalitesiz, çoğulcu sözde demokratik sistem. Bir zamanlar bir sanatçımız seçimdeki oyunun değerinin cahil biri ile aynı değerde olduğundan şikâyet ettiğinde kendisini kolaylıkla ANTİDEMOKRAT olarak damgalamadık mı? Demokrasi bu mu? Demokrat olmak ve demokrasi ile yönetmek ve yönetilmek istiyorsak önce ASGARİ EĞİTİM DÜZEYİNDE herkesi bir seviyeye taşımak zorundayız. Ülkesinin Başkentini dahi bilmeyen, hala Kenan Evren’i Cumhurbaşkanı sanan, Kıbrıs’ın Karadeniz’de olduğunu söyleyebilecek kadar cahil bir güruhla demokrasi ancak bu kadar olur. Bu %63’ün (47,5 milyon) en az %30’u (14 milyon kişi daha) diğerlerinin seviyesine gelmedikçe bu ülkede KATILIMCI DEMOKRASİ VE SONUÇLARI’ ndan ümit yoktur. Nüfus artış oranları ve nüfus artışına paralel olarak öncelikle bu %63 lük kesiminden diğer kesime oranla fazla çoğalacağı dikkate alındığında, sonuç gelecek için de ümitsiz görünmektedir… 2002’den beri yapılan seçimler, oy değişim oranları, yaşanan onlarca skandal, kumpas ve yolsuzluğa rağmen iktidarın bir türlü değişmediği dikkate alındığında ve yukarıdaki tabloya bakıldığında ne yazık ki gelecekten umutlu olunabilecek bir durum göze çarpmamaktadır. Ben burada sadece sayılardan hareket ettim. Eğitim kalite ve içeriğine hiç girmedim. Üniversitelerimizin özerk olmaması, olamaması, Rektörlerinin seçimle değil de atamayla göreve gelmesi, Dünyaya sundukları tez, makale ve araştırma azlığı, konu, kalite ve sayfa yetersizliği, tezlerin uluslararası dergi ve platformlarda yayınlanmaması, ARGE kifayetsizliği, Uluslararası ödül ya da madalya kazanmış mezun sayısının üniversitenin mezun sayısına oranının yetersizliği, dünyadaki önemli firmaların CEO pozisyonlarında bulunan üniversite mezunlarının toplam mezun sayısına oranının azlığı, Uluslararası yarışmalarda aldığımız neticeler, Lise ve Üniversite giriş sonuçlarımız, eğitimin sürekli olarak din eksenine kayması, son yıllarda sayıları süratle artan İmam Hatip Okulları... Bu konuda bir çarpıcı örnek te Urfa'nın Harran ilçesidir. Bu ilçede yaşayanlardan Üniversite Yüksek Okul Mezunu oranı % 3 tür. Yani geri kalan % 97 içinde Üniversite mezunu yoktur. Son seçimde AKP'nin bu ilçede aldığı oy oranı da % 97 dir. Türkiye'de en fazla üniversite diplomasına sahip il ise T% 97 ile Tuncelidir. Bu il de AKP'nin aldığı oy oranı % 3 tür. Yukarıdaki tabloda bazı sayısal sonuçlar değişse de aslında bu vurdumduymazlıkla eğitimde bir yere varamayacağımızın en bariz örneklerini teşkil etmektedir. Tüm Sanayi Devrimlerini ıskalamış, üretimde, ilimde ve bilimde kopyacılığı esas almış, Çin’den sonra dünya da en fazla taklit üreten ülke olma sıfatıyla nereye kadar... Mehmet Asal, K12 Okulları Yönetim ve İşletme Danışmanı

  • Okul Güvenliği: Kadrolu mu? Taşeron mu olmalı?

    Okul güvenliği dendiğinde elbette ilk akla gelecek şey, öğrencilerin güvenlik içinde okula gelmeleri, eğitim almaları ve yine güvenlik içinde okuldan ayrılmalarıdır. Ancak öğrenci kış sabahı okula geldiğinde ısınmamış bir okul, suları akmayan lavabo ve tuvaletler ya da elektrik sistemleri çalışmayan bir okul da tüm öğrenciler ve çalışanlar için YETERSİZ ve GÜVENSİZ dir. Ya da kapısı önünde Uyuşturucu hapların satıldığı ya da öğrencileri arasında ya da dışarıdan gelebilecek guruplarca her zaman potansiyel çatışmaların/kavgaların çıkabileceği bir okul da son derece güvensizdir. Dolayısıyla Okul Güvenliği dendiği zaman konu o kadar geniş kapsamlı, hayal gücünü zorlayacak kadar çeşitlidir ki, iyi bir okul yönetimi tüm bu durumları önceden görüp daha olay meydana gelmeden önleyici tedbirleri alabilmeli, yine de olay meydana geldi ise en kısa zamanda ve asgari zararla atlatabilmelidir. Aslında Okullarda hayat sadece derslerin görüldüğü sabah 08:00 ila akşam saatleri arasında değil, hafta sonu, yılbaşı ve bayram tatillerini de kapsayan 365 gün 24 saatlik bir süreçtir. Bu 365 günlük sürecin içerisinde 365x24 saat okulda bulunan, sürekli olarak görev yapan tek unsur ise GÜVENLİK PERSONELİ’ dir. Bu nedene okullarda güvenlik denildiğinde ilk akla gelecek şey, GÜVENLİK PERSONELİ olmaktadır. Okullar bu hizmeti iki yolla sağlayabilirler. 1. Kendi kadrolarına alıp yetiştirecekleri yeterli sayıda Güvenlik Elemanı ile, 2. Taşeron bir Firmadan alacakları Güvenlik Hizmeti ile. Bu 2 yöntemin kendilerine göre birtakım avantajları ve dezavantajları olsa da tecrübeler göstermiştir ki en sağlıklı çözüm, Standartları ve referansları yüksek bir firmadan Taşeron Hizmeti şeklinde alınması ve kapsamlı bir Hizmet ve Tazminat Sözleşmesi yapılmasıdır. Zira Okulun amacı Öğrenci Yetiştirmektir. Güvenlik personeli veya aşçı yetiştirmek değildir. Biraz incelersek; OKUL DEDİĞİMİZ ZAMAN 5 GURUP PERSONELDEN BAHSEDİLİR: 1. Öğrenciler, 2. Okul Personeli (Öğretmenler dahil), 3. Veliler, 4. Okulla İlişkili Hizmet Sağlayıcıları (Güvenlik, Temizlik, Yemek, Servis), 5. Çevrenin Okul ile iletişiminde koordine edilen/iş birliği yapılan birimler. OKUL GÜVENLİĞİ DENİLDİĞİNDE İSE; 1. Fiziki Personel Güvenliği a. Öğrenciler b. Öğretmenler c. Veliler d. Okul çalışanları/Okulda çalışanlar 2. Tesis ve Bina Güvenliği A. Öğrenciler Okulda iken a. Fiziki Güvenlik, ( 1) Okul bina, sınıf, laboratuvar vs., (2) Giriş kapıları, (3) Bahçe ve oyun alanları, parmaklık ve duvarlar. b. Acil durum uygulamaları (1) Yangın, deprem, sel vs. durumlarında güvenlik, (2) Okulda çatışmalar, kavgalar konusunda güvenlik, (3) Isıtma, su, kanalizasyon, elektrik vs.sıkıntılarında uygulama ve güvenlik, B. Öğrenciler Okulda değil iken a. Hırsızlık, b. Yangın, c. Açık bırakılan elektrik, elektronik cihazlar ve su sistemleri Akla gelmelidir. 2022 yılı itibarıyla ülkemizde 18 Milyon öğrenci eğitim görmektedir. Öğrencilerden 15 milyon 194 bin 574'i resmi, 1 milyon 310 bin 605'i özel ve 1 milyon 580 bin 764'ü ise açık öğretim kurumlarında okumaktadır. Eğitimde güvenliğin neden önemli olduğu ve ülkemiz için ne kadar büyük bir güvenlik ihtiyacı olduğu son derece açıktır. Hem Okul ve Okul Yönetimi için hem de öğrenci ve veliler için Eğitim alıp/vermek kadar o eğitimin güvenli ve huzurlu bir ortamda veriliyor/yapılıyor olması da çok önemlidir. Yukarıda okullarda güvenlik hizmetinin iki yolla sağlanabileceğini belirtmiş ve bu maksatla okullar için biri kendi kadrolarına alıp yetiştirecekleri yeterli sayıda Güvenlik Elemanı ile diğeri Taşeron bir Firmadan alacakları Güvenlik Hizmeti ile diye iki şık belirlemiştim. Bu yazıda bu iki hususu mukayese ederek Özel Okullar için Güvenlik Sistemi kurulurken hangisinin daha avantajlı olduğunu ortaya koymaya çalışacağım. KENDİ GÜVENLİK SİSTEMİNİ KURMANIN AVANTAJLARI: 1. Personeli seçebilme şansı daha yüksek olur, 2. Personelin kuruma bağlılık ve sadakati yüksek olur, 3. Personelin Öğrenci, Veli ve Okul çalışanlarını tanıma ve yabancıları ayırt etme şansı yüksek olur, 4. KDV ödemesi yapmak zorunda kalmazsınız, 5. Firmaya ödenecek kâr payı kuruma kalır. KENDİ GÜVENLİK SİSTEMİNİ KURMANIN DEZAVANTAJLARI: 1. Personeli yetiştirme ve eğitme zorluğu, 2. Memnun olunmayan personelin değiştirilmesi veya işten çıkarılması zorluğu, 3. Personel yedekleme veya izin/mazeret durumunda açığı kapatabilme sıkıntısı ve eksik personelin boşluğunu kapatma zafiyeti, 4. Maliyet Yüksekliği, 5. İdari işler ve Personel Özlük Dosyası tutma zorunluluğu. GÜVENLİK SİSTEMİNİ TAŞERON FİRMADAN ALMANIN AVANTAJLARI: 1. Eğitim ve yetiştirme kolaylığı, 2. Personel eksikliği yaşanmaması, 3. Hizmetin profesyonel olarak alınması nedeniyle kalite yüksekliği (Firma ile doğru orantılı) 4. İdari işlerin daha kolay yürütülmesi, 5. İstenmeyen veya beğenilmeyen bir personelin daha kolaylıkla değiştirilebilmesi, 6. Teminat mektubu alınabilmesi ve sigorta avantajları, GÜVENLİK SİSTEMİNİ TAŞERON FİRMADAN ALMANIN DEZAVANTAJLARI: 1. Fazla işe giriş çıkış olabilmesi ve her giriş/çıkışta adaptasyon zorluğu, 2. Maliyetin yüksek olması (ücretler + KDV), 3. Güvenlik Personelinin adaptasyon ve öğrenci, veli, çalışanı tanıma süresi zafiyeti, 4. Okul çalışanları ile Güvenlik Personeli arasında meydana gelebilecek gruplaşma. SONUÇ: Avantaj ve dezavantajlar bir bütün olarak düşünüldüğünde ve okulun asli görevinin öğrenci eğitimi olduğu dikkate alındığında; Güvenlik Hizmetlerinin özel bir okul için KALİTELİ, STANDARTLARI VE REFERANSLARI YÜKSEK, TEMİNATLARINA GÜVENİLİR Taşeron bir firmadan alınmasının daha iyi sonuçlar vereceği anlaşılmakta, Okul İşletme Müdürlüğü yapanlarla yapılan görüşmelerden de aynı sonuca ulaşılmaktadır.

  • Çok arada kaldık biz çok...

    "Ah Müjgan ah” ... Çok arada kaldık biz çok… Kendimiz olamadık bir hiçbir zaman, Tespih parmağımıza, Malboro yakışmadı ağzımıza. Fes kafada, Lewis 501 kot pantolon kalçada, O İngiliz kızdaki gibi hiç yakışmadı kıçımıza. Western filmlerinde, Ezilen Kızıl deriliye ağlayıp, Mavi ceketlilerden yana olduk. Ne tam solcu olabildik ne de sağcı. Çok arada kaldık biz çok… Das kapital, okumak için oldukça uzundu, Zaten okumayı da hiç sevmedik doğrusu. Devrim türkülerinin ezgisini tutturamadık bir türlü, Bıyık bırakmakla olamadık sağcı solcu, mafya üşüştü. Dinimizi, helali haramı bir türlü anlamadık, Dualarımızı Arapça okuduk, ayetleri kavramadık. Anlamadığımız dualar söyledik, Medet umduk onlardan. Yabancı dilde dua edip anlayan millet var mı bunlardan? Çok arada kaldık biz çok. Teknoloji çağına yetişemedik, kitabı, gazeteyi kenara attık,, Bilgisayarın tuşuna bile, yirmi yaşımızla aynı gün bastık. Kravatı kemere Cep telefonunu boynumuza astık, Paramız yokken ayfon alıp bir de hava attık. Kazağı pantolona, pantolonu çorabın içine soktuk. Hadi direnelim biraz deyince hiçbirimiz yoktuk. Askerimizi hapsettik, diplomatımızı aşağıladık, Sesini çıkaranı sende mi onlardansın deyip taşladık. Çok aralarda kaldık biz çok. Milliyetimizi Türklüğümüzü Araplaştırdık... Toprak ağasını demokrat, Kapitalisti yatırımcı sandık. Sahip çıkamadık ecdadımıza yüce atamıza, En büyük yalanı söyleyene daha çok inandık, Camide ‘’Uydum hafız olan imama’’ dedik, O imama da inanmayıp her haltı yedik. Laikliğin ne demek olduğunu anlamadık, Okulun, eğitimin yerini kopyanın tutacağını sandık. Çok aralarda kaldık biz çok. Para kazanmayı kolay sandık, Bankere, Fadıl’a bitcoine kandık. Sanal hayvan alıp sevindik, Çiftlik banka soyulup yerindik... Kural koyduk, kendimiz bozduk, Anayasa yaptık, bir seçim dozluk. Üniversiteyi haşat, Liyakati ettik madara, Dinimizi, Bakara’yı ettik makara. Çok arada kaldık biz çok. Hatipoğlu’nu YÖK’e, güreşçiyi bankaya atadık, Okul yaptık, içine eğitimi sokamadık, Yol yaptık çöktü, Köprü yaptık geçmedik, Olsun vardı ya yine de parasını ödedik. Barajları, Fabrikaları, Kaz dağlarını bir bir sattık. Hiç üretmeden sattıklarımızın üstüne bir de güzel yattık. Devletin malı denizdi, Dezenfektan satmayan kerizdi, Bir sürü geçilemeyen yol açtık, önü tamamen denizdi. Çok arada kaldık biz çok. Çulsuz kalmıştık, bir kanalımız eksikti arada, Projesi hazırdı Arapla birlikte yüzeceğiz o kanalda. Suları tarlaları kuruttuk her yeri yaptık beton, Uyan artık kardeşim ne zaman düşecek sende jeton. Küçükken Sapanla avlanan arkadaşımıza dur’ diyemedik, O arkadaş Devlet gücünü kulllandı, önüne geçemedik, Paranın tadını, Yandaşın hırsını, Cahilin gönlünü, Eline avucuna almışken biz rızkımızı yiyemedik. Çok arada kaldık biz çok. Bence uyan artık, yoksa geç kalacaksın, Kimse arama, seni yine, sen kurtaracaksın...

  • AFGANİSTAN SAVAŞINDA ABD

    EURONEWS ten alınmıştır. DERLEYEN : Mehmet ASAL ABD'NİN AFGANİSTAN'DAKİ SAVAŞI NASIL BAŞLADI - GELİŞTİ Amerika Birleşik Devletleri, Afganistan'daki güçlerini ve diplomatik personelini tamamen çekmeyi sürdürürken Taliban, başkent Kabil dahil ülkenin kontrolünü ele geçirdi. Eski Cumhurbaşkanı Eşref Gani ülkeyi terk etti. Nisan ayında, Başkan Joe Biden, tüm ABD birliklerinin 11 Eylül 2021'e kadar ülkeyi terk edeceğini duyurdu. ABD'nin yabancı bir ülke toprağında başlattığı 20 yıl süren savaş boyunca 4 başkan değişti. Savaş boyunca 2 bin 500 civarında Amerikan askeri hayatını kaybetti. Binlerce asker yaralandı ve bazıları sakat kaldı. Biden, ABD tarihinin yabancı ülke topraklarındaki en uzun süreli savaşının ardından 'ABD ordusunun Afganistan'ı modern, istikrarlı bir demokrasiye dönüştüremeyeceğinin açık olduğunu' dile getirdi. Ani geri çekilmeyi eleştirenlere yanıt veren Başkan Biden, temmuz ayında yaptığı bir konuşmada, “Kalmamızı isteyenlere, daha kaç bin Amerikalı askerin hayatını riske atmaya hazırsınız? diye sormak istiyorum." ifadesini kullandı. Biden, "Afganistan'da Amerikan güçlerinin varlığı süresince başkanlık yapan dördüncü kişiyim. İki Cumhuriyetçi, iki Demokrat başkan oldu. Bu sorumluluğu beşinci kişiye devretmeyeceğim." dedi. Washington, Kabil'deki ABD Büyükelçiliğini korumak için geride yaklaşık 650 askerini bırakacak. Bazıları ise havalimanının güvenliğini sağlamayı kabul eden Türk birlikleriyle birlikte başkentteki uluslararası havalimanında konuşlanacak. ABD, Afganistan'ı neden işgal etti? El Kaide'nin 11 Eylül 2001'de ABD'ye saldırmasından günler sonra, Başkan George W. Bush, 'Amerikan güçlerinin Afganistan'da konuşlu terörist gruba ve Taliban hedeflerine yönelik saldırılar başlattığını' duyurdu. Başkan Bush operasyonu, "Dikkatlice hedeflenen bu saldırılar, Afganistan'ın terör operasyonlarının üssü olarak kullanılmasını engellemek ve Taliban rejiminin askeri kapasitesine saldırmak için tasarlandı." diye tanımladı. Bush, Afganistan'ın büyük kısmını yöneten Taliban'ın, Afganistan içindeki üslerden saldırı planlayan el Kaide liderlerini teslim etme talebini reddettiğini söyledi. El Kaide liderlerini adalete teslim etmeyi amaçladığını belirten Bush, "Şimdi Taliban bir bedel ödeyecek." açıklamasında bulundu. Operasyonun henüz başında Bush, "Kalıcı Özgürlük Operasyonu"nun (Operation Enduring Freedom) daha önceki hiçbir operasyona benzemeyeceğini belirterek, bunun uzun süreceği uyarısında bulundu. New York Times'ın haberine göre, Aralık 2001 itibarıyla, el Kaide lideri Usame bin Ladin ve diğer üst düzey liderler, sözde ABD müttefiki olan Pakistan'da güvenli yerlere kaçtı. ABD güçleri kaçan kişileri takip etmedi ve Pakistan, ilerleyen yıllarda ABD ve Afgan güçlerine saldırmak isteyen Taliban savaşçıları için güvenli bir sığınak haline geldi. ABD birlikleri, 2001 yılı sona ererken, Afganistan'ın içindeki Taliban hükümetini hızlı bir şekilde devirdi ve savaş güçlerini yok etti. Aralık 2001'de, Taliban sözcüsü koşulsuz teslim olmayı teklif etti, ancak bu ABD tarafından reddedildi. 20 yıl sonra bu defa ABD, Taliban'a ateşkesi kabul etmesi ve Washington destekli Afgan hükümetiyle siyasi bir anlaşmayı müzakere etmesi için yalvarır konuma geldi. Mayıs 2003'te dönemin ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld, ülkedeki büyük operasyonların sona erdiğini duyurdu. Afganistan'daki misyon nasıl gelişti? ABD liderliğindeki NATO, Taliban'ı bozguna uğrattıktan sonra, başarısız bir devleti yeniden inşa etmeye ve Batı tarzı bir demokrasi kurmaya yöneldi. Öncelikli olarak 1980'lerdeki Sovyet işgali ve ardından patlak veren 1990'larki iç savaşların harap ettiği son derece fakir ülkeyi yeniden inşa etmek için milyarlarca dolar para harcadılar. Kısmi başarılar sağlandı. Batı yanlısı hükümet kuruldu. Yeni okullar, hastaneler ve kamu tesisleri inşa edildi. Taliban yönetimi altında eğitim görmeleri engellenen binlerce kız çocuğu okula gitti. Taliban tarafından evlerine kapatılan kadınlar üniversite eğitimi almaya başladı. İş gücüne katılımları sağlandı ve parlamento ve hükümette görev yaptılar. Güçlü ve bağımsız medya ortaya çıktı. Ancak, yolsuzluk ayyuka çıktı. Yeniden yapılanma ve yatırım için gönderilen üz milyonlarca dolarlık para ya çalındı ya da zimmete geçirildi. Hükümetin, vatandaşların en temel ihtiyaçlarını karşılayamadığını ortaya çıktı. Ayrıca yetkisi başkent Kabil'in ve diğer büyük şehirlerin ötesine ulaşamadı. ABD, 2003 yılında 8 bin kişiden oluşan muharip gücünün bir kısmını Irak'a kaydırmaya başladı. Taliban nasıl yeniden güç kazandı? Taliban, yeni okullar, hükümet binaları, yollar ve köprüler inşa ederek Afgan halkını kazanmaya çalışan ABD ve NATO'nun faaliyetlerine rağmen süreç içerisinde toparlanarak savaş yeteneklerini yeniden kazandı. Örgütün daha güçlü bir askeri tehdit oluşturmaya başlamasıyla birlikte Başkan Barack Obama, 2010 yılı ortasına kadar yaklaşık 100 bine ulaşan sayıda Afganistan'a binlerce asker daha konuşlandırdı. Ancak Taliban daha da güçlendi ve ABD'nin askeri üstünlüğüne ve hava saldırılarına rağmen Afgan güvenlik güçlerine ağır kayıplar verdirdi. Mayıs 2011'de ABD Donanmasından (SEAL) bir tim, Üsame bin Ladin'i, Pakistan'ın Abbottabad kentinde yıllardır askeri eğitim akademisinin yakınında yaşadığı bir yerleşkede öldürdü. Aynı yılın haziran ayında Başkan Obama, ABD güçlerinin eve dönmeye başlayacağını ve güvenlikle ilgili sorumluluğun 2014 yılına kadar Afganlara devredileceğini açıkladı. Pentagon savaşın askeri olarak kazanılamayacağı ve yalnızca müzakere edilmiş bir çözümün çatışmayı sona erdirebileceği sonucuna vardı. Bu kanı, son 3 asır içerisinde üçüncü bir dünya gücünü, yani ABD'yi de kapsıyordu. Afgan savaşçılar 19'uncu yüzyılda İngiliz ordusunu, 20'inci yüzyılda ise Rus ordusunu yenmişti. Savaşın çıkmaza girmesiyle Obama, 31 Aralık 2014'te büyük muharebe operasyonlarını sonlandırarak bundan sonraki misyonun Afgan güvenlik güçlerine eğitim ve danışmanlık hizmeti verilmesi olduğunu dile getirdi. Yaklaşık 3 yıl sonra, Başkan Donald Trump, ilk hedefinin tüm birlikleri geri çekmek olmasına rağmen, yine de savaşı izlemeye devam edeceğini söyledi. Olası bir geri çekilmenin önceden belirlenmiş zaman çizelgesine değil, savaş koşullarına bağlı olacağını vurguladı. Bununla birlikte Trump yönetimi 2018'den itibaren Taliban ile görüşmeye başladı. Bu, Cumhurbaşkanı Eşref Gani liderliğindeki Afgan hükümetini devre dışı bırakan resmi müzakereleri beraberinde getirdi. Afgan güvenlik güçleri neden Taliban'ı durduramadı? Savaşın başından bu yana ABD, Afgan ordusuna 70 milyar doların üzerinde bir harcama yaptı. Biden yönetimine sunulan istihbarat raporlarında, Afganistan'ın uluslararası güçlerin ayrılmasından iki ile üç yıl sonra büyük ölçüde Taliban kontrolüne girebileceği değerlendirmesinde bulunuluyordu. Ancak bu çok daha kısa bir süre içinde gerçekleşti. Ancak Afgan ordusu ile polis birimlerinin içi firarlar, düşük istihdam oranları, düşük moral ve liderliğin yanı sıra komutanlar tarafından maaş ve malzeme hırsızlığı nedeniyle boşaltıldı. ABD'li askeri yetkililer bu durumun sürdürülebilir olmadığını belirtiyordu. Güvenlik güçlerinin Taliban'a karşı saldırılarında bir elin parmaklarını geçmeyecek sayıda üs ve bölge geri alınabildi. Taliban saldırılarına yanıt olarak eski Afgan savaş ağaları kendilerine bağlı özel milis güçlerini harekete geçirirken, diğer bir kısım Afgan da çoğu silahlı ve hükümet tarafından finanse edilen gönüllü milislere katıldı. Bu durum, rakip milis güçlerin binlerce sivili öldürdüğü ve Kabil'in bazı semtlerini harabeye çevirdiği 1990'lara dönüş korkusunu yeniden akıllara getirdi. Güvenlik güçleri ayrıca ana yollardaki birçok kontrol noktasını terk ederek, Taliban'ın bu yollara barikat kurmasına, kamyonculara ve sürücülere geçiş ücreti ve vergi uygulamasına yol verdi. Amerika Birleşik Devletleri Ulusal Güvenlik Danışmanı Jake Sullivan, Afganistan hükümetinin beklenenden daha kısa sürede düştüğünü söyledi. Sullivan, "Taliban'ın kazandığı hızlı zafer" nedeniyle Afganları suçladı ve ABD Başkanı Joe Biden'in yakın zamanda açıklama yapacağını bildirdi. Ulusal Güvenlik Danışmanı Sullivan pazartesi günü NBC'ye verdiği demeçte, "Vilayetler herkesin öngördüğünden çok daha büyük bir hızda düştü" ifadelerini kullandı. ABD'nin Afgan Güvenlik Güçleri'ne Taliban'a karşı demokrasiyi savunmak üzere savaşmak için gerekli "isteği" veremeyeceğini belirten Sullivan, "Günün sonunda, 20 yılda Afgan Ordusu'na gerekli ekipmanları, eğitimi ve kapasiteyi kazandırmak için milyarlarca dolar harcamamıza rağmen onlara gerekli iradeyi veremedik ve onlar sonuçta Kabil ve ülke için savaşmamaya karar verdi" şeklinde konuştu.

  • RUSYA MI? AMERİKA (ABD)MI?

    YAZAN: Mehmet ASAL Türkiye – Rusya ilişkilerinde dikkatimi çeken hususlardan biri, konu dış siyasete ya da hegemon güçlere geldiğinde: - Sen Amerikan yanlısı mısın? Rus yanlısı mısın? sorusu olmaktadır. Bu insanlara ya SİYAH’ı seç ya da BEYAZ’ı gibi bir dayatmadır ve çok anlamsızdır. Aslında bu bir bakıma son 25 yıl içerisinde içine düşürüldüğümüz, “BİTARAF OLURSAN BERTARAF OLURSUN” dayatmasının da çok açık ve seçik bir sonucudur bu. 1960’lı yılların sonları 70’li yılların başlarında ülkücüler ve devrimciler olarak iki ayrı kutup ve gurup oluşmuştu. Solcular “Moskova” yanlıları, sağcılar “Washington” yanlıları olarak adlandırılırdı. Sanki ikisinden birinin yanında olmak zorunda imiş gibi. Bu dönemde "ironik" bir olay da vardı, sağcılar solcuları protesto ederken Taksim Atatürk Anıtı önüne giderler, anıtın üzerinde yer alan figürlerin önemli bir kısmının Rus olduğunu bilmeden, anıta çelenk sunarlardı. Rasyonalistler ise çok azınlıkta olmakla birlikte şöyle slogan seçmişlerdi. “NE AMERİKA NE RUSYA, TAM BAĞIMSIZ TÜRKİYE” Bu aslında Ulu Önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün bize çizdiği vizyon ve verdiği misyonun tek cümle ile ifadesidir. Aşağıda 6 madde, Atatürk'ün Dış Politika çizgisinin temel eksenidir. Mustafa Kemal Atatürk, cumhurbaşkanlığı yaptığı yıllarda diğer devletlerle diplomatik ilişkiler kurmuştur. Bunun en temel hedefi, Türk Devletini milletlerarası tanıtmak, uluslararası meşruiyet kazandırmaktır. Atatürk, dış güçlerle olan ilişkilerde her zaman ülkenin kendi çıkarlarını ön planda tutmuştur. Atatürk'ün dış politika ilkeleri şu şekildedir: v GERÇEKÇİLİK: Mustafa Kemal Atatürk'ün dış politikaları gerçekçidir. Daima doğruyu arar, boş hayaller peşinde koşmaz. Gerçekçi hedefler koyar, milli çıkarları gerçekleştirme konusunda kararlı olmayı amaçlar. v BAĞIMSIZLIK: Atatürk, Türk Devletinin gerçek bağımsızlığını daima ön planda tutmayı amaçlamıştır. Bu bağımsızlık siyasi, mali, iktisadi, kültürel ve askeri her konudadır. Bu ilke, milli mücadele sürecinde her türlü bağımsızlık ilkelerine gölge düşürecek hususları ortadan kaldırmayı amaçlamıştır. v BARIŞÇILIK: Atatürk dönemindeki dış politika ilkelerinin bir diğer özelliği barışçıl olmasıdır. Özellikle Millî Mücadele döneminde ki savaş ortamında bile görüşmeler yoluyla barışın sağlanması amaçlanmıştır. Bu doğrultuda Mustafa Kemal Atatürk, "Yurtta Sulh, Cihanda Sulh" sözüyle dış politika ilkelerinin temel yaklaşımını vurgulamıştır. v GÜVENLİK: Ülkenin güvenliği en önemli hedeflerinden biri olmuştur. Mustafa Kemal Atatürk, Cumhuriyeti'nin kendisini koruması için güvenlik önlemlerinin almasının gerekliliğine inanmıştır. Böylece halkın kendi gücüne dayalı ekonomik ve askeri yapılanmayı sağlam temellere oturtmak için çalışmalarda bulunmuştur. Ülkenin salt kendi gücünün yetersiz kaldığı alanlarda, bölgesel barışın korunması için ittifaklar yaparak barışçıl bir yol izlemiştir. Böylece ülke güvenliğinin sağlanabileceği durumlarda gerekli görüldüğü zamanlar ittifak kurulabileceği öngörülmüştür. v BATICILIK: Türkiye'nin çağdaşlaşma ilkeleri doğrultusunda Batı'ya yakınlaşmasını, modernleşmesini, uygarlaşmasını amaç edinmiştir. Atatürk, ülkenin çağdaş uygarlık düzeyine çıkarılmasıı konusunda Batılılaşma ilkesini benimser. Bu sebeple dış ilişkilerde batıya öncelik tanır. O dönemlerde uygarlığın ilerlemesi, batılılaşmayla eşdeğerdi. Atatürk batılı bir anlayış kazandırmanın bir güvenlik görevi olduğu inancıyla hareket etmiştir. Onun Batıcılığı Siyaseten değil Kültürel ve Medenileşme anlamında Batıcılıktır. v AKILCILIK: Atatürk'ün Türk dış politika anlayışı, aklı ve bilimi esas almıştır. Uluslararası ilişkilerde, karşılıklı yarar ilkesi esastır. Bu ilkeyle beraber yeni devlet uluslararası hukuka bağlı kalmıştır. Muhafazakârların ve milliyetçilerin “Komünistler Moskova’ya” söylemi bir yana bizde hemen her tarihte sol kesimlerin Rusya ilişkilerine daha sıcak bakması söz konusu olmuştur. Ancak son yıllarda Batı ile yaşanan sorunların ardından muhafazakâr kesimde de Rusya’ya teveccühünün arttığını söyleyebiliriz. Yine de bu bakış açısının ne kadar uzun ömürlü olacağını zaman gösterecektir. Türkiye’nin NATO’ya girme sebebinin Stalin’in boğazları ve Kars ile Ardahan’ı istemesi olduğu söylenir her zaman. Öyle bir şey vardır evet ama bu kısa süren ve çok büyütülen bir krizdir aslında. 1946 Sovyet notasında Stalin, 1936 Montrö sözleşmesinin revizyonunu ve boğazların denetimini Türkiye ile birlikte yapmayı talep eder. Bu olayı çok iyi değerlendiren Batı adeta anında Türkiye’ye kucak açar, ama elbette ki bizim karakaşımız gözümüz için değil kendi emperyalist amaçları için. Sovyetlerin bu çıkışının ve isteğinin ardında Sovyet Dışişlerine sızmış ABD yanlısı Sovyet istihbarat elemanlarının da Stalin’i tahriki söz konusudur. Bunun en bariz kanıtı, bir İngiliz Büyükelçisinin bu isteği daha basına düşmeden tüm Batı başkentlerine iletmiş olması, olayın kasten abartılarak Türkiye’nin de gözünün korkutulmaya çalışmış olmasıdır. (Bu konuda bir belgeyi 1995 yılında Diplomatik Görevle Washington’da görevde iken ABD Kongre Kütüphanesinde bulmuştum) Türkiye bu NOTA’yı elbette anında reddetmiştir ancak bu olay, Batı yanlılarının ve Sovyetlere sıcak bakmayanların ekmeğine de yağ sürmüştür. SSCB de, Moskova’da fazlasıyla tartışılan ve tereddütler içeren bu isteği, Türkiye NATO’ya alınıncaya kadar geçen 7 yıl süre içerisinde eyleme dökmemiştir. 1945’te çıkarılan söylentiler arasında; Stalin’in 1921 Ankara anlaşması ile Türkiye’ye bırakılan Kars ve Ardahan’ı geri istediği iddiaları vardır, ama bunlar daha çok kulaktan kulağa dedikodu ve gazete yazılarından ibarettir. Aslında Ermeni’lerin Megalo İdeası olan bu tutum da o dönemde fazla soruşturulup araştırılmadan gerçek gibi kabul görmüştür. Zira o tarihte bir Sovyet Cumhuriyeti olan Ermenistan’ın bu iddialarının 23 senedir sürdüğü bilinmektedir. Aslında Stalin 1935'te olduğu bir kez daha faka bastırılmış ve Türkiye Sovyetler ilişkileri 60 yıl süreyle donuk kalmıştır. Bir kere daha dememin sebebi ise 1935 yılında, M. Kemal Atatürk Cumhurbaşkanı iken yaşanan bir olaydır. Gelin bu vesile ile hep birlikte olayı hatırlayalım: Stalin'in Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'nin başkanı olduğu dönemde (1929-1953) bu ülkenin Ankara Büyükelçisi ünlü bir diplomat olan Lev Mihayloviç Karahan'dı. Sovyet devriminin yıldönümlerinden 1935 yılında Stalin Türkiye için onur kırıcı bir demeç vermiş ve şunları söylemişti: "Herkes bilsin ki, Rus milleti; Boğazlar ve Ardahan'ı ele geçirme arzusundan vazgeçmeyecektir. Çok yakın bir zamanda bu davamızı halletmiş olacağımızı müjdeliyorum." Aynı gece Ankara'daki Sovyet Birliği Büyükelçiliği'nde Rusya'da yaşanan 1917 Devrimi'nin yıldönümü kutlanıyordu. Atatürk, gece yarısına doğru Stalin'in bu tehditkâr demecinden rahatsız olmuş ve emretmişti: - Arabayı hazırlayın gidiyoruz. - Paşamız bu saatte nereye gidecekler? -Sovyet Elçiliği'ne... Ekibin etekleri tutuşur. Çünkü olayı kavrarlar. İçlerinden birisi Gazi'ye: -Paşa Hazretleri nasıl olur? Protokolsüz mü? Siz Türkiye Cumhuriyeti Devlet Başkanısınız, protokolsüz nasıl gidersiniz? -Ben protokol falan dinlemiyorum çocuk. Stalin vatanımın topraklarına göz dikmiş, sen bana protokolden söz ediyorsun. Hazırlayın arabaları! Gazi Mustafa Kemal ve ekibi Sovyetler Birliği Ankara Büyükelçiliğinin kapısına dayanır, yüzü asık bir şekilde yukarı çıkar. O sırada içeride büyük bir balo vardır. Gazi kendisini karşılayan Rusya Büyükelçisi Karahan'ı görünce, -Merhaba Karahan! der ve sert bir şekilde söze devam eder: -Ajanstan öğrendiğime göre Başkanınız Stalin, Ardahan ile Boğazları istemiş... Yakın bir gelecekte bu kararını uygulayacakmış. Tam böyle söyleyip söylemediğini bilemem ama buna benzer şeyler söylemiş. Bu konuşmanın bir kopyası sende vardır. Getir bakalım şunu da işin aslını da anlayalım. Gazi Mustafa Kemal Paşa metnin o kısmını tercüme ettirir. Konuşma ajanstan geçen metin ile aynıdır. Gazi Rusya Büyükelçisi Karahan'a: -Elçiliğiniz telsizinden Başkan Stalin ile temasa geçeceksin. Başkanın söylediği sözleri geri alacak! Yapamazsa ben yapacağımı bilirim. Bu cevap bu gece gelecek, çünkü benim senin Başkanınkinden daha önemli bir kararım var. İstediğim cevabı almadan elçiliğinizden çıkmam. Eğer cevap istemediğim şekilde gelirse buradan çıkıp doğru Rus sınırına gideceğim. Lev Mihayloviç Karahan çaresizlik içinde telsizin başına geçer ve Gazi'nin söylediklerini Moskova'ya aynen ulaştırır. Rusya'dan gelen cevap Atatürk'ü tatmin eder. Cevap aynen şöyledir: -Başkan Stalin'in Boğazlar ile Ardahan'ı almak gibi bir arzuları kesinlikle yoktur. Gazi Paşa bu cevabı okuduktan sonra Rus Büyükelçisi Lev Mihayloviç Karahan'a hitaben: - Lev Mihayloviç Karahan seni geri çağırırlar ve yaşatmazlar. Uzun süredir tanışıyoruz, istersen bize iltica et! Bu teklifi kabul etmez büyükelçi Mihayloviç Karahan. Gazi fazla ısrar etmez ve Cumhurbaşkanlığı köşküne geri döner. Karahan cevabi telgraftan hemen sonra geri çağırılır. Bu olaydan on gün sonra şöyle bir haber gelir: "Sovyetler Birliği'nin eski Ankara Büyükelçisi Lev Mihayloviç Karahan idam edilmiştir". Stalin biliyordu ki: Amansız şekilde 3 yıl süren Kurtuluş Savaşı’nda yedi düveli dize getiren bir başkomutan ve devlet adamının şakası olmaz. (Kaynak: Arıburnu, Kemal Atatürk'ten Anılar, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara,1976, s. 205). Aslında Stalin yine gizli bir emelini, adım adım yaklaşan 2.nci Dünya savaşı arifesinde muhtemelen “gaza gelerek” açıklamıştır. 1946 yılında da bu defa tekrar gaza gelerek değil de "gaza getirilerek” benzer açıklamayı yaptığında Türkiye’yi Batı’nın kucağına itmiştir. Stalin’in ölümünden kısa bir süre sonra, 30 Mayıs 1953’te, Sovyet Dışişleri Bakanı Molotov, Türk Büyükelçisine sözlü bir açıklama yaptıktan sonra, bir de yazılı bir metin verir. Bu metinde, “Sovyet Hükümeti’nin eski bakış açısını gözden geçirdiğini’’ belirttikten sonra, “Sovyet Hükümeti’nin Türkiye’ye karşı hiçbir toprak iddiası olmadığı ve Boğazları savunma isteğinden vazgeçtiği” belirtilir. İşte o kargaşada ve Stalin’in ölümünden bir yıl önce, 1952 yılında Türkiye NATO’ya üye olur. Türkiye artık soğuk savaşın Batı kapitalizmi tarafındadır. Türkiye’nin Batılı Devletlerle olan ilişkileri arttıkça Sovyetler Birliği’nin Türkiye’ye karşı olumsuz bakış açısı da paralel olarak artmıştır. Ama acaba kırılma tarihi 1952 midir? Dikkatli olarak incelendiğinde, Türkiye’nin 10 Kasım 1938 sonrası gıdım gıdım Batı ittifakına yönlendirildiğini görürüz. Eğer M. Kemal Atatürk hala hayatta olsa Türkiye NATO’ya girer miydi? ASLA!.. Bu noktada dikkatinize sunmak istediğim bir husus ta şudur: ABD ve Batılı bazı ülkeler ne kadar Emperyalist ise aslında Sovyetler de aynı şekilde Emperyalisttir. Latince "imperium" kelimesinden türeyen emperyalizm, aslen ekonomik amaç güden yayılmacı bir politikadır. Emperyalizm 20. yüzyılın başından itibaren tüm dünyada etkisini göstermektedir. Güçlü devletlerin, zayıf devletleri ekonomik açıdan kendilerine bağlamalarını esas alan emperyalizm hakkında sorulan birçok soru bulunmaktadır. Emperyalizm, 20. yüzyılın başından beri dünyada görülen bir politikadır. Lakin emperyalizmin tarihi bundan çok daha önceye dayanmaktadır. Zira emperyalizmin 18. yüzyıl sömürgeciliğinin gelişmiş halidir. Emperyalizm, genel olarak ekonomik ve siyasi açıdan yayılmacı bir politikadır. Lakin emperyalizmde asıl olan ekonomik yayılmadır, siyasi açıdan egemenlik amaç değildir. Zira emperyalizm genellikle ülkelerin siyasal bağımsızlıklarına zarar vermeden yapılmaktadır. Bunun tek istisnası Sovyetler Birliği’dir. Emperyalist olmasına rağmen Siyaseten de egemen olmayı güden politikalar izlemiştir ve halen Rusya olarak bu çizgisini fazla değiştirmiş görünmemektedir. Emperyalizm ile ilgili bilinmesi gereken bir diğer kavram ise "küresel emperyalizm"dir. Peki küresel emperyalizm nedir? Kısaca değinmek gerekirse; küresel emperyalizm, emperyalizmin en üst seviyesi olarak kabul edilen ve küreselleşme kavramı ile benzeyen günümüz çağının bir olgusudur. Emperyalizmin ortaya çıkışı aslında 18. yüzyılda Sanayi Devrimi ile birlikte olmuştur. Amacı ise şu şekilde sıralanabilmektedir; Ticareti arttırmak ve kolaylaştırmak, Ticaret yollarının kullanımını arttırmak ve bunların güvenliğini sağlamak, Yeni hammadde kaynakları bulmak, Yeni pazarlar edinmek, Ekonomik açıdan güçlenmek. İLK EMPERYALİST ÜLKE HANGİSİDİR? Tarihte emperyalist politika izleyen ilk ülke İngiltere'dir. Zaten emperyalizm de ilk olarak 1870'li yıllarda İngiltere'de uygulanmaya başlanmıştır. İngiltere'de başlayan emperyalizm hareketi zamanla, başta kapitalist ülkeler olmak üzere tüm dünyaya yayılmıştır. Ekonomik bir sistem olarak emperyalizmin analizini yapan ilk kişi Vladimir Lenin'dir. 'Kapitalizmin En Yüksek Aşaması Emperyalizm' isimli bu eser, en önemli kaynaklar arasında yerini almaktadır. EMPERYALİST NEDİR? Emperyalist politikayı izleyen ülkelere emperyalist denmektedir. Yani emperyalizmi uygulayan ülkeler emperyalist olarak adlandırılmaktadır. Günümüzde halen emperyalist ülkelere rastlanmaktadır. Zira yukarıda da belirtildiği üzere kapitalizm ve emperyalizm birbirinin yol arkadaşlarıdır. Emperyalist ülkelerin başında Amerika ve İngiltere yer almaktadır. Bu ülkeler haricinde ise Çin, Kuzey Kore ve Rusya da emperyalist ülkeler arasında yer almaktadır. Emperyalist kelimesi sadece ülkeler için değil, insanlar içinde kullanılabilen bir kelimedir. Rusya, eski Sovyetler Birliği’nin en büyük ekonomisi, dünyanın yüzölçümü olarak en geniş ülkesidir. Buna karşın ABD, Çin hatta gelecek potansiyeli düşünülürse Hindistan ile boy ölçüşecek “büyük güç” potansiyeline sahip değildir. Avrupa ölçeğinde ise açık ara en büyük devlettir. Sürekli bu arada kalmışlığın sıkıntılarını yaşamaktadır. Halen süren Ukrayna Savaşı da bunun en önemli göstergesidir. Rusya’yı emperyalist diye niteleyerek, ABD-AB-Japonya’nın başını çektiği kolektif emperyalizmle aynı kefeye koymak doğru olmasa da Rusya’nın da Emperyalist hedefler ve çıkarlar güden bir ülke olduğu açıktır. Rusya’nın ve Putin’in son yıllarda ülkemiz ile nispeten dostane görülen ilişkileri bizleri asla kandırmamalıdır. Rusya’nın Megalo İdeası, Boğazları ele geçirmektir. Böylece Akdeniz’e iniş, dünyaya açılma yolları da kolaylaşacak ve engel kalmayacaktır. Türk Amerikan ilişkileri son 150 yıllık süreçte ve yoğunlukla 100 yıl içinde ortaya çıkan ve yukarıda da belirttiğimiz nedenlerle genellikle Rusya’yı dışlayan bir çizgi de gelişmiştir. Sizlere aşağıda özet olarak vereceğim 600 yıllık Türk-Rus ilişkilerine bakarsak, Rusya’nın en büyük düşman olduğu ve gelecekte de olacağı kolaylıkla görülecektir. Son 50-60 yıl içerisind, Küba Krizi dışında doğrudan ve önemli bir Rus tehlikesi yaşanmadı ise de bunun bir sebebi önemli bir kriz yaşanmamış olması ve SSCB'nin 80'lerin sonunda dağılmasıdır. Yoksa “Ne Amerika’nın ne de Rusya’nın aslında Türkiye üzerindeki emelleri açısından aralarında bir farkı yoktur. Tek fark Rusların sınır komşumuz olması nedeniyle tıpkı bugün Ukrayna’yı nasıl işgale başladıysa bir gün bizi de işgale başlayabileceğidir. Amerika ve Batı şu anda fiili bir işgale gerek kalmadan, Küresel Ekonomi safsatasıyla zaten işgal etmiş durumdadır. Türkiye’nin Kuzey komşusu Rusya ile ilişkileri, Moskova Dükalığının bir elçilik heyetini Kırım Hanı’nın aracılığı ile 1492 tarihinde İstanbul’a göndermesiyle başlamıştır. Osmanlı Devleti ile Çarlık Rusya’sı arasında başlayan söz konusu ilişki, giderek elçi görevlendirmeleri ile ilerlemiş ve bugün itibarı ile 530 yıllık bir tarihi geride bırakmıştır. Bu süreç, uluslararası ilişkilerin doğası gereği tek düze olmayıp, savaşların, ittifakların, yardımların, yer yer dostlukların veya mesafeli duruşların sergilendiği çalkantılı bir süreçtir. Ağustos 2008’de Rusya Federasyonu’nun Gürcistan’a saldırıda bulunması, Abhazya ve Güney Osetya’nın bağımsızlığını tanıması, ABD’nin Gürcistan’a yardım amacıyla, Montreux (Montrö) Sözleşmesi’nin sınırlarını zorlayarak gemilerini Karadeniz’e sokması, yine ilginç bir zamanlama ile aynı günlerde NATO tatbikatı kapsamında savaş gemilerinin Karadeniz sularına girmesi, şimdilerde Türk-Rus ilişkilerinin yeniden gerilimli bir sürece girmesine yol açmıştır. 2015 yılı Kasım ayındaki 'Uçak Krizi' yaşanmış, Rusya gibi nükleer bir güce karşı gereksiz ve düşüncesiz bir adım atılması onları bence haklı olarak son derece kızdırmıştır. Vladimir Putin’in “arkamızdan bıçaklandık” ifadesi yaşanan hayal kırıklığını özetliyordu. Aslında tıpkı NATO’ya itilişimiz/çekilişimiz öncesinde olduğu gibi bunda da bir ABD/Batı parmağı olduğu son derece açıktır. Rusya ile ilişkilerin Batı’nın alternatifi görülecek bir ilişki gibi değil Batı'yla ilişkilerimizden bağımsız, ama kimi dengeler gözetilerek ve daha da geliştirilmesi ve bu yönde ele alınması gerekir. TARİHTE TÜRK – RUS İLİŞKİLERİ VE RUSLAR NEDENİYLE KAYBETTİKLERİMİZ: Daha önceki pek çok makalemde ABD, Fransa ve İngiltere’yi irdeleyip neden güvenmemek gerektiğini, onlarca yaşanmış olayla örnek vererek açıkladığım için burada sadece Rusya’yı ele aldım. (Bu konulardaki diğer makaleleri bu siteden okuyabilirsiniz. https://mehmetasal.wixsite.com/asal) Osmanlı imparatorluğu, tarihi içerisinde çeşitli nedenlerle Rusya ile pek çok kere savaşmıştır. Bu savaşlar içerisinde Kırım, Kars, Ardahan, Batum gibi çeşitli topraklar iki ülke arasında el değiştirmiştir. Osmanlı imparatorluğu, tarihi içinde 1677- 1918 yılları arasında Rusya ile on üç defa savaşmak durumunda kalmıştır. Bu on üç savaşın yapılmış olduğu yıllar sırası ile şu şekildedir: 1) 1677- 1681; 2) 1686- 1699; 3) 1711; 4) 1712; 5) 1713; 6) 1736- 1739; 7) 1768- 1774; 8) 1787- 1792; 9) 1807- 1812; 10) 1828- 1829; 11) 1853- 1855; 12) 1877- 1878; 13) 1914- 1918. Rusya 1677'den 1918 senesine, kadar geçen 241 yıldan 57 yılını Osmanlı ile savaşmakla geçirmiştir. Ortalama olarak on sekiz yılda bir Osmanlı ile Rusya arasında savaş açılmıştır. Osmanlı donanması, tarihte yapmış olduğu dört büyük felaketli muharebeden üçünü Ruslarla yapmıştır. Bunlar şu şekildedir: 1) Çeşme (1770) İngilizlerin elbirliği ile 2) Navarin (1827) Ruslarla birlikte İngiliz ve Fransız donanmalar; 3) Sinop (1853); 4) İnebahtı (1870) Birleşik Hıristiyan filosu ile On üç savaşın kısa bir şekilde neden ve sonuçlarını şu şekilde sıralayabiliriz: 1677- 1681 savaşı: Rusya 1677’den 1681 yılına kadar imparatorlukla Polonya'dan (Lehistan dedikleri ülke) ayrı olarak savaş yaptı. Sonunda Rusya ile yirmi yıllık bir anlaşmaya imza atıldı ve Ruslara Polonya'dan almış oldukları Ukrayna toprakları bırakıldı. 1686- 1699 savaşı: Avusturya, Polonya, Venedik ve Malta ile Osmanlı İmparatorluğu arasında 1684 ten beri devam eden savaşa Rusya da dahil oldu. 1700'de İstanbul'da imzalanan barış antlaşması ile Azak kalesi Ruslara geçmiş oldu. 1711 savaşı: Prut savaşı diye de bilinmektedir. Rusya'nın, Osmanlı Devleti'nin Kırım topraklarında kaleler yaptırması neticesinde imparatorluk 20 Kasım 1710 tarihinde savaş açtı. Askeri hareket ertesi yıl başladı. Baltacı Mehmet Paşa Çar Petro'yu Prut Irmağı'nda Falci'de kuşattı. Bütün ordusu ile imha ya da esir edeceği esnada karısı Katerina bir taraftan Petro'yu sulh görüşmelerine girmeğe teşvik etti, bir taraftan da Baltacı'ya altın ve elmaslar gönderdi. Bunun neticesinde Petro ve ordusu kurtulmuş oldu. Prut Antlaşması ile Azak kalesi sağlam olarak imparatorluğa verilecek; sınırlarımızda bazı Rus kaleleri yıkılacak, Çar, Polonya ve Kazakların işine karışmayacak; Çar İstanbul'da bir elçi bulundurma hakkından da vazgeçecekti. 1712 savaşı: Rusya Prut antlaşması gereklerini yerine getirmediğinden ötürü imparatorluk 28 Aralık 1711 tarihinde Rusya'ya yeniden savaş açtı. Askerî harekât başlamadan Çevikler Rusya'da iktidara geçince savaşa son verildi. Brest- Litovsk Barış Antlaşması ile Batum, Kars ve Ardahan 1712 İstanbul Barış Antlaşması ile Prut şartları yenilendi. 1713 savaşı: Rusya 1712 Antlaşmasını da yerine getirmemesinden ötürü 12 Kasım 1712 tarihinde bir kere daha savaş açılmış oldu. 24 Haziran 1713 tarihinde Edirne'de imzalanan barış antlaşması İstanbul Antlaşması'nı Ruslar için biraz daha ağırlaştırmış oldu. 1736- 1730 savaşı: Ruslar Kırım'ı istila ederek her tarafı yıkıp yaktılar. Fransa'nın arabulucuğu sonucunda Belgrat Barış Antlaşması imzalandı. Bu antlaşma içerisinde Ruslar Azak Kalesi'ni yakmayı, Karadeniz'de savaş ve ticaret gemileri bulundurmamayı taahhüt etmiş oldu. 1768- 1774 savaşı: Bu savaş İkinci Katerina'nın Polonya'nın işlerine karışmasından ötürü çıkmıştır. Osmanlı ordusu karada yenildiği gibi Avrupa'yı dolaşarak Akdeniz'e gelen donanması da Çeşme sahillerinde Osmanlı donanmasını gafil avlayarak yaktı (1770). 1774 tarihinde Küçük Kaynarca Barış Antlaşması ile Kırım imparatorluğa tabii olmaktan çıktı ve özgürlüğünü elde etti. Ruslar Karadeniz ve Akdeniz topraklarında donanma bulundurmak ve Boğazlardan da savaş gemileri geçirme haklarını elde etti. 1787- 1792 savaşı: İkinci Katerina'nın düşmanca gösterileri üzerine Osmanlı devleti 1787 yılında Rusya'ya savaş açtı. 1792 tarihinde Rusya ile Yaş Antlaşması imzalandı bu antlaşmaya göre Kırım Rusya'ya kalmakla birlikte, Besarabya, Bender, Akkerman, Kilia ve İsmail kaleleri de Osmanlı Devleti'ne geçiyordu. 1807- 1812 savaşı: Rusya, 1806 tarihinde bazı Osmanlı kalelerine saldırdı ve 27 Aralık 1806'da da Bükreş'e girdi. 7 Ocak 1807 tarihinde Babıali Rusya'ya savaş açtı. İmparatorluk orduları Romanya topraklarında yenildi ve barış yapma durumunda kaldı. 1812 Bükreş Antlaşması ile Türk- Rus sınırı Prut'a gerilemiş oldu; Sırbistan'da umumi af ilan edildi. 1828- 1829 savaşı: Yunanistan'ın İmparatorluğa tabi muhtar bir devlet ilan edilmesini Babıâli kabul etmeyince Rusya 1828 tarihinde imparatorluğa savaş açtı. İmparatorluk orduları Anadolu ve Rumeli topraklarında gerilemiş olduklarından 1829 Edirne Barış Antlaşması imzalandı. Bu antlaşma ile Yunanistan bağımsız oldu; Romanya muhtariyeti genişletildi, Sırbistan da muhtar bir prenslik olarak kabul edildi. 1853- 1866 savaşı: Rusya'nın Osmanlı toprakları içerisinde Ortodoks Osmanlı tebaasının koruyucusu olarak tanınmasını istemesi üzerine, Babıali tarafından red yedi. Rus orduları Eflak ve Buğdan'ı istila etmeye başlayınca imparatorluk 1853 tarihinde Rusya'ya savaş açtı. Ruslar Sinop topraklarında Türk donanmasını yaktılar (1853). İngiltere- Fransa 1854 yılında Türkiye ile ittifak olduklarını ilan ettiler. Sivastopol’ü kuşattılar. Ruslar Eflak ve Buğdan'dan çekilmek durumunda kaldı. 1855'in Eylül ayının sonlarında Sivastopol düştü ve barış talep edildi. 1856 yılında imzalanan Paris Antlaşması ile Osmanlı devletinin mülki tamamlığı ve istiklali İngiltere, Fransa, Avusturya Prusya ve Rusya'nın müşterek kefaleti altına girdi. 1877- 1878 savaşı: Halk dilinde 93 Harbi diye bilinmektedir. Ruslar 1877 yılında savaş ilan etmeden saldırdılar. Bu savaşta Gazi Osman Paşa Plevne, Kafkasya'daki diğer kuvvetler de Zivrim ve Erzurum destanları olarak da bilinen mucizevi savunmaları yaşadılar. Ne yazık ki nihayetinde savaş talihi Ruslara güldü. Ruslar Ayastefanosa kadar dayandılar. Ayastefanos Antlaşması ile büyük Bulgaristan kuruluyor; Sırbistan ve Karadağ genişliyor, Romanya müstakil bir prenslik elde ediyordu. 1914- 1918 savaşı: Birinci Dünya Savaşı'nda Türk orduları Ruslara karşı, tek başlarına olarak Kafkasya cephesinde; Almanlar, Avusturyalılar ve Macarlarla birlikte Galiçya cephesinde; Bulgar ve Almanlarla birlikte Romanya cephesinde çarpışmışlardır. Kafkasya'da Enver Paşa'nın girişmiş olduğu Sarıkamış taarruzu bir bozguna uğradı, dokuz ilimiz Rus işgali altında kaldı. Ruslar Türk Kurtuluş Savaşına kadar geçen 500 yıllık süreçte sürekli olarak Osmanlı’yı vurmaya, topraklarını ele geçirmeye, azınlıklarını ayaklandırmaya ve desteklemeye devam etmişlerdir. Ruslar; Yunan Bağımsızlık Savaşında, Ermeni Ayaklanmalarında, Kürt İsyanlarında kısacası Türklerin sıkışıp zaafa düştüğü her dönemde ve olayda Türkiye üzerindeki emellerini ve hayallerini gerçekleştirmeye çalışmışlar, arkadan vurmaktan da çekinmemişlerdir. Bunların bir kısmında başarılı olabilmişlerse de önemli bir kısmında da sonuca tam olarak ulaşamamışlardır. Sonuca ulaşamadıkları olaylar hep; PASTANIN PAYLAŞIMINDA, YA DA TÜM PASTANIN TEK KİŞİYE YEDİRİLMEK İSTENMEMESİNDE Kendisini göstermiştir. Türkiye öyle bir Jeopolitik konumdadır ki bunun yarattığı jeostratejik önem nedeniyle; ne Batı ne de Doğu bizi bir diğerine yedirmek istememektedir. Bu konuda elbette ki kendi irade, azim ve dirayetimizin de katkısı olmuştur. Bunun sonucunda ülkemiz ve topraklarımız bugüne kadar bir büyümüş bir küçülmüş ama sonuçta ne İstanbul’u ne de Boğazları kimseye kaptırmamış ve şimdiki Misak-ı Milli çizgileri içinde kalabilmişizdir. Kanal İstanbul Projesi de ABD ve Batının yeni bir paylaşım isteği olmakla beraber, tarihte birçok kez örneğini gördüğümüz gibi bu defa da Rusya Kanal İstanbul Pastasını Batı’ya yedirtmeyecek görünmektedir. SONUÇ: Tarihsel süreç içerisindeki Türk- Rus ilişkilerini salt komşuluk açısından değil, aynı zamanda “hegemon güç” dengeleri açısından da değerlendirmek gerekir. 1991’de Sovyet Rusya’nın dağılmasından sonra, Rusya'nın bir sarsıntı geçirdiği, eski gücünü yitirdiği, dünyanın ABD merkezli “tek kutuplu” bir eksene oturduğu bilinen bir olgudur. Ancak Vladimir Putin önderliğindeki Rusya Federasyonu, eski Sovyet coğrafyası üzerinde bulunan enerji kaynaklarını yeniden denetimi altına almış, Doğu Avrupa, Balkanlar ve Orta Asya’da yaşama geçirdiği akılcı politik ve diplomatik açılımlar sonucu bugün, Avrasya politikası olarak adlandırılan yaklaşımın lokomotifi konumuna gelmiştir. Yine, 1996 yılında Çin Halk Cumhuriyeti’nin öncülüğünde Rusya, Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan’ın katılımı ile oluşturulan ve Şanghay beşlisi olarak anılan örgüt, Rusya’nın büyük güçler arasındaki yerini pekiştirmiştir. Çin’in yanında, izleyen yıllarda söz konusu örgütte gözlemci statüsü kazanan Hindistan ve İran’ın destek vereceği bir Rusya, kuşkusuz Doğu Akdeniz’de de etkin bir güç olacaktır. İstiklal Savaşımız süresince gördüğümüz Rus desteği aslında bu coğrafyayı Batıya kaptırmak istemeyen Rusya’nın (Eski Sovyetler) zekasının bir sonucudur. Uluslararası ilişkilerde sürekli düşmanlıklar olmadığı gibi, sürekli dostluklar da yoktur. Karşılıklı çıkarlar söz konusudur. Bunlar dikkate alındığında; Türkiye, çok yönlü politikalar geliştirmeli ve Kuzey komşusu ile olan ilişkilerini yukarıda anılan boyutları ötelemeden sürdürmelidir. Yine Türkiye, bulunduğu coğrafya nedeniyle jeostratejik ve jeopolitik önemini koruduğunu ve her zaman koruyacağını unutmamalı, bağımlılıktan kurtulup, gücünün de farkında, daha bağımsız bir dış politika izlemelidir. Hatta 1930’lu yıllarda, Atatürk döneminde olduğu gibi, bölgesindeki politikaları kendisi kurgulamalı ve yönlendirmeli, öncülük edebileceği ittifaklar oluşturmalıdır. Tıpkı 9 Şubat 1934 tarihinde imzalanan “Balkan Paktı” ile Balkanların, 8 Temmuz 1937 tarihinde Tahran’da imza altına alman “Sâd-Âbad Paktı” ile de Ortadoğu’nun biçimlendirildiği ve buna Türkiye’nin önderlik ettiği gibi. Önemle vurgulamak gerekirse; Türkiye’nin milli, uzun soluklu, akılcı ve barışcı bir dış politikası olmalıdır. Aslında böylesi bir politikası vardır ve Cumhuriyet’in kuruluşu ile birlikte oluşturulmuştur. Milli bağımsızlık, Milli Misâk ve “yurtta barış, dünyada barış” ilkelerine dayalıdır. Günümüzde, güç dengeleri değişmekte ve çok kutuplu bir yörüngeye oturmaktadır. Türkiye, yukarıda sözü edilen dinamiklerinden sapmaksızın, bu süreci iyi okumalı ve jeostratejik konumundan kaynaklanan avantajını da kullanarak kendisi bir güç olmalıdır. Hem Batı hem de Rusya Türkiye üzerinde BÜYÜK BİR SATRANÇ OYUNUNU sürdürmektedir. Rusya yeniçağın başlaması ile, ABD ise kurulduğundan bugüne. Türkiye mevcut coğrafyada var olduğu sürece, hem Rusya hem de Batılı Devletler Türkiye’yi Satranç tahtası gibi gördükleri bu öldürücü oyunu oynamaya devam edeceklerdir. Türkiye’nin tek bir çıkarı, tek bir yolu vardır. BÖLGESİNDE BAĞIMSIZ, GÜÇLÜ, TARAFSIZ VE TAM DEMOKRAT. İnsan haklarına saygılı, eğitim ve kültür düzeyi yüksek, LAİK bir ülke olmak. Ne Rusya ne de ABD veya BATI. Esen kalın. Mehmet ASAL

bottom of page