top of page

Search Results

Boş arama ile 110 sonuç bulundu

  • Unutulmayacak bir gece ve çıkarılacak dersler..

    YAZAN : Mehmet ASAL 20 Ocak 2021 Bundan tam 36 sene önceydi…. 21 Ocak 1985 tarihinde Gölcük’ten başlayan Türk Deniz Kuvvetlerinin en büyük planlı tatbikatı “Denizkurdu I/85”in İzmir’e kadar olan bölümünde, filoların harbe hazırlık durumları denenmiş, suüstü, denizaltı savunma ve hava savunma eğitimleri gerçekleştirilmiş, Marmara Denizinde torpito, Saroz Körfezinde kara bombardımanı ve uçaksavar atışları yapılmıştı. Muhrip, hücumbot, denizaltı, mayın dökme, tarama gemileri ve lojistik destek unsurlarından oluşan 70 üzerinde gemi, 27 Ocak sabahı tam 08.00 da İzmir Limanına demirlemişti. Tatbikatın IV.ncü safhası için 29 Ocak 1985 günü önce kırmızı ardından da mavi roldeki birlikler İzmir Limanından ayrıldı. Dördüncü safha, iki bölümden oluşuyordu. Birinci bölümde, Ege’nin uluslararası sularında kırmızı ve mavi birlikler olarak muharebe taktikleri denenecek, ikinci bölümde Doğanbey Bölgesine çıkarma harekâtı yapılacaktı. Fırtına takviminde 25-28 Ocak olarak görülen Ayandon fırtınası gecikmiş, 29 Ocak günü deniz ve hava şartları giderek ağırlaşmaya başlamıştı. Her zaman olduğu gibi Yunan Savaş gemileri ve Rus istihbarat gemisi tatbikatı yakından izliyordu. Gece yarısı Ayandon fırtınasının hızı artmış deniz iyice kabarmaya başlamıştı. Zaman zaman 45-50 knots’ı bulan Ayandon Fırtınası denizi birbirine katıyordu. Hava buz gibiydi. İçinde bulunduğum Yücetepe Muhribi dalgalar nedeniyle bir sağa bir sola yatıyordu. O tarihte Harekât Subayı idim. Gemi zaman zaman 30-35 derece yatmaya başlamıştı. Özellikle dönüşler esnasında bu daha da artıyordu. Hava iyice ayaza döndü. Tatbikat kapsamında Donanma Komutanlığı unsurları hava savunma, suüstü savunma ve denizaltı savunma harbi eğitimleri icra ederken, Güney Deniz Saha Komutanlığı unsurları 30 Ocak sabahı Doğanbey Körfezi’ne amfibi harekât icra edecekti. Hava iyice bindirmeye başlamıştı. Serdümen ve makine telgrafçısını bellerindeki kayıştan dümen evindeki güvenlik teline bağlamıştık. O gece gemide yemek çıkarılamamış, yemek salonlarına bol miktarda haşlanmış patates, köfte ve kızartılmış ekmek servis edilmişti. 30 Ocak sabah 05.20’de acı haber ulaştı. Deniz Kuvvetlerimize ait bir tank çıkarma gemisi, fırtına nedeniyle batmıştı. Suüstü radarı ekranına bakıldığında çıkarma gemileri denizde, tespih taneleri gibi dizilmişler, çıkarma bölgesine intikal etmeye çalışıyorlardı. Yağmur gibi mesajlar yağmaya başladı. TCG Ç-136; içerisindeki 50 personel ve araçlarla birlikte batmıştı. TCG Yücetepe’nin de aralarında bulunduğu 6 muhripten oluşan bir arama kurtarma birliği oluşturuldu. Geminin 300 ün üzerindeki tüm personeli ayakta, endişeli ve üzgündü. Tüm subaylar ve gözcüler, porsun astsubayları ellerinde dürbün, azgın dalgaları gözetliyor, canlı olarak kurtarılabilecek askerleri arıyordu. Herkes tek vücut olmuştu. Denizdeki ufacık bir görüntü, karaltı üzerine gidiliyor, deniz ışıldaklarla sürekli taranıyor, radar da görülen en küçük temaslar bile değerlendirmeye alınıyordu. Ellerde can simitleri, can yelekleri, kancalar, denizden gelecek karaltılar bekleniyordu. Deniz o anda kimseyi tutmuyordu. Dalga yükseklikleri artıyor, gemiler bir sancağa bir iskeleye yatıyor ama kimse aldırmıyordu. Ege’nin meşhur “Ayandon”u artık hiçbirimizi korkutmuyordu. Herkes suskundu. 39 asker kaybolmuştu. O esnada deniz ışıldaklarla taranıyor, günün ağarmasından itibaren de uçak ve helikopterler aramalara katılıyordu. Helikopterler havadan gördükleri her karaltı için, deniz üzerinde yanan işaret fişekleri/sis kutularını bırakıyor, yakınındaki ilk muhrip o bölgeyi tarıyordu. Aslında hava şartları uçar deniz vasıtaları için de riskli idi. Tüm arama ve kurtarma çalışmaları sonucunda batan LCT Ç-136’da bulunan 50 personelden 11 kişi kurtarılabilmiş, 2’sinin cesedi çıkarılmıştı. 37'sinin kayıp olduğu anlaşılıyordu. Ancak deniz ve hava şartları onların canlı kurtarılabileceğine ihtimal vermiyordu. Daha sonra Çanakkale Boğaz komutanlığı sahasında bu 39 şehidimiz için bir şehitlik yapılacaktı. Denizde arama ve kurtarma çalışmaları sürerken, 210 Borda numaralı Yunan Muhribi Temistokles bölgeden biraz uzaklaşmış, ne olup bittiğini anlamaya çalışıyordu. Geminin battığı yerden itibaren rüzgâr ve akıntı hızı hesaplanarak askerlerin bedenlerinin sürüklenebileceği bölgede, azgın dalgalar arasında arama çalışmaları yapılıyordu. Bu esnada balıkçı teknesini andıran bir diğer gemi ortaya çıktı. Üzerinde kalpaklı 3-5 kişi bulunan ve elektronik cihaz donanımlı gemi, yakından izlemedeydi. Bordasında “KYPC” yazısı yer alan, köprü üstünde yıldızı, kıç üstünde de korsan bayrağını andıran siyah bayrağı bulunan gemi tüm aramalar sırasında, gece gündüz bölgede dolaştı. Zaman zaman yakın seyreden ufak Sovyet gemisi azgın dalgalar arasında bata çıka ilerlerken, köprü üstündekiler, ellerinde fotoğraf makineleri ve dürbünle görünüyordu. Tatbikat bu elim kaza nedeniyle sona erdirildi. O gün tatbikata katılan, görev yapan birçok subay, o ağustos ve ilerdeki yıllarda rütbeler aldı. Kış ayında ve önceden bilinen fırtınalı bir dönemde, bu tarzdaki rüzgar ve denize dayanıklılığı nispeten az olan çıkarma gemileriyle bir tatbikat planlanmasının hata olduğu ya da en azından o bölümün iptal edilmesi gerektiği ve can yeleklerinin yeterince su üstünde tutamadığı gibisinden iddialar konuşuldu, yazıldı. Özellikle can yeleklerine ilişkin ciddi bir çalışma da başlatıldı. Bu olayı yakından yaşamış, hissetmiş biri olarak ne düşündüm? Burada bizlerin de hatası var mıydı? Elbette ki vardı. Olmasa 39 can yok olur muydu? Her ne kadar bu çaplı büyük tatbikatlarda bazı kazaların oluşmasını engellemek çok zor olsa da muharebe/tatbikat zayiatı gibi kavramlar ortaya atılsa da konu insan hayatı olunca iş değişiyor. Ne gibi? 1. Kış ayında ve önceden bilinen fırtınalı bir dönemde, bu tip fırtınalı denize dayanıklılığı az olan çıkarma gemileri ile bir tatbikat planlanması acaba bir hata mıydı? 2. Hava şartlarının çok kötü olduğu bilindiği ve görüldüğü halde (Fırtına hızı zaman zaman saatte 45-50 Knot) tatbikatın ya da en azından amfibi çıkarma harekatının iptal edilmesi gerekmez miydi? Burada da ayrıca en önemli eksiklikler olarak; a. İnisiyatif kullanılmadığı düşünülebilir mi? b. Terfi beklentileri nedeniyle tatbikatın iptali konusunda sessiz kalınmış olunması bir ihtimal midir? 3. Su alarak batan gemideki 50 kişiden 39’unın şehit verilmesine gelince; a. LCT tahliye tulumbaları tam olarak işlevini yapabilmiş miydi? b. Can salları yeterli, sağlam ve kolay kullanılabilir durumda mıydı? c. Can yelekleri askerleri yeterince su üstünde tutabilme özelliğine sahip miydi? d. Gemideki askerlerin tamamı yüzme bilmekte miydi? /yeterli eğitime sahip miydi? Bu elim olayın 36.ncı yıl dönümünde kaybettiğimiz şehitlerimizi rahmetle anarken bu olaydan gerekli dersleri çıkartmış olmamız umuduyla… Mehmet ASAL

  • ABD Ege'de Yunan karasularını 12 mil kabul ediyor...

    YAZAN : Mehmet ASAL 60 YILDAN BU YANA AYNI ITTIFAK ICINDE OLDUGUMUZ ABD, CIA TESKILATININ HAZIRLADIGI DUNYA ULKELERI KITABINDA YUNANISTAN KARASULARININ 12 MIL OLARAK YER ALDIĞINI BİLİYOR MUYDUNUZ? Kuzey Atlantik Antlaşması, 17 Ekim 1951 tarihinde Londra'da düzenlenen bir Protokol ile Türkiye ve Yunanistan'ın da katılımlarını onaylamıştır. ABD Merkezi İstihbarat Teşkilatı CIA büyük ve çok hassas bir çalışma gurubu ile tüm dünya ülkelerine ait bilgileri derler ve “WORLD FACT BOOK” adı altında yayınlar. İşte dost ve müttefikimiz, 15 Temmuz Darbesinin düzenleyicisi, PKK ve PYD’yi silahlandıran, Askerimizin kafasına çuval geçiren, HER VESİLE İLE TÜRKİYE DÜŞMANLIĞI YAPAN ABD. https://www.cia.gov/library/publications/resources/the-world-factbook/geos/print_gr.html SİTEDEN ALINAN BİLGİLER: Europe :: Greece Introduction :: Greece Background: Greece achieved independence from the Ottoman Empire in 1830. During the second half of the 19th century and the first half of the 20th century, it gradually added neighboring islands and territories, most with Greek-speaking populations. In World War II, Greece was first invaded by Italy (1940) and subsequently occupied by Germany (1941-44); fighting endured in a protracted civil war between supporters of the king and other anti-communist and communist rebels. Following the latter's defeat in 1949, Greece joined NATO in 1952. In 1967, a group of military officers seized power, establishing a military dictatorship that suspended many political liberties and forced the king to flee the country. In 1974 following the collapse of the dictatorship, democratic elections and a referendum created a parliamentary republic and abolished the monarchy. In 1981, Greece joined the EC (now the EU); it became the 12th member of the European Economic and Monetary Union (EMU) in 2001. Greece has suffered a severe economic crisis since late 2009, due to nearly a decade of chronic overspending and structural rigidities. Beginning in 2010, Greece entered three bailout agreements - with the European Commission, the European Central Bank (ECB), the IMF, and the third in 2015 with the European Stability Mechanism (ESM) - worth in total about $300 billion. The Greek Government formally exited the third bailout in August 2018. Geography :: Greece Location: Southern Europe, bordering the Aegean Sea, Ionian Sea, and the Mediterranean Sea, between Albania and Turkey Geographic coordinates: 39 00 N, 22 00 E Map references: Europe Area: total: 131,957 sq km land: 130,647 sq km water: 1,310 sq km country comparison to the world: 98 Area - comparative: slightly smaller than Alabama Land boundaries: total: 1,110 km border countries (4): Albania 212 km, Bulgaria 472 km, Macedonia 234 km, Turkey 192 km Coastline: 13,676 km Maritime claims: territorial sea: 12 nm continental shelf: 200-m depth or to the depth of exploitation. OYSA AYNI MADDE BAŞLIĞI TÜRKİYE İÇİN ŞU ŞEKİLDE VERİLMEKTEDİR. Maritime claims: territorial sea: 6 nm in the Aegean Sea exclusive economic zone: in Black Sea only: to the maritime boundary agreed upon with the former USSR 12 nm in Black Sea and in Mediterranean Sea Peki bu bilgilere Dış İşlerimiz Ulaşamamaş mıdır? Haberleri olmamış mıdır? Birşeyler yapıyorlar mıdır? Sizce???

  • Girit Adasının 3/4'ü Türkiye'nin.

    YAZAN : Mehmet ASAL Sevgili Dostlar, daha önce duymamış olanlar ile bilmeyenler için ilginç gelecek, benim de yıllar önce öğrendiğim bir bilgiyi sizlerle paylaşmak istiyorum. Halen Ege ve Akdeniz’in birleştiği noktada yer alan, Akdeniz’in en büyük 5.nci, Doğu Akdeniz de Kıbrıs’tan sonraki de en büyük 2.nci adası olan, yüzölçümü 8,336 km²'lik Girit adasının dörtte üçü aslında halen Türkiye’ye aittir. Adanın uzunluğu 260 km olup, genişliği ise Diyon burnu ile Litinon burnu arasındaki 60 km'lik en geniş mesafeden, doğu ucundaki Yerapetre kıstağında sadece 12 km'lik bir mesafe arasında değişmektedir. Girintili çıkıntılı sahil şeridinin toplam uzunluğu 1,000 km'ye ulaşmaktadır. Yakın tarihimizde, Girit Adasının Hukuki statüsünü belirleyen 4 antlaşma vardır. Bunlar; 30 Mayıs 1913 Londra Antlaşması, 10 Ağustos 1913 Bükreş Antlaşması, 14 Kasım 1913 Atina Antlaşması ve 24 Temmuz 1923 Lozan Antlaşmasıdır. Bahse konu bu antlaşmalara göre Girit Adası’nın yalnız dörtte biri Yunanistan’a aittir. Nedenine gelince; 30 Mayıs 1913 Londra Antlaşması ile Yunanistan’a Girit Adası’nın dörtte biri verilmiştir. Bu antlaşmada; Girit Adası’nın etrafındaki 14 adet ada, adacık ve kayalıklar Osmanlı Devleti’nin egemenliğinde bırakılmıştır. Birinci Balkan Savaşı’ndan sonra 30 Mayıs 1913 ‘te Osmanlı Devleti ile Yunanistan, Bulgaristan, Karadağ ve Sırbistan arasında imzalanan Londra Antlaşmasının 4. maddesi ile ada toprakları müttefik devletlere (Yunanistan, Bulgaristan, Karadağ, Sırbistan) verilmiştir. Yani diğer bir ifade ile; Londra Antlaşmasına göre Girit Adası üzerinde dört devletin paylı mülkiyeti vardır. Yunanistan’a Girit Adası üzerinde tek başına ferdi mülkiyet tanınmamıştır. 30 Mayıs 1913 Londra Antlaşması’nın hiçbir yerinde, Girit Adası’nın Yunanistan’a verildiği veya terkedildiği veya bağlandığına dair bir ifade yoktur. 10 Ağustos 1913 Bükreş Antlaşması ile Bulgaristan, Girit adası üzerindeki dörtte birlik hakkından feragat etmiştir. 1913 Bükreş Antlaşması da Yunanistan’ın Girit adası üzerinde tek başına ferdi mülkiyetinin olmadığını, başka devletlerle paylaşıldığını gösteren somut bir belgedir. İkinci Balkan Savaşı’ndan sonra 10 Ağustos 1913’te Yunanistan, Romanya, Karadağ, Sırbistan ve Bulgaristan arasında Bükreş Antlaşması imzalanmıştır. Bulgaristan, 1913 Bükreş Antlaşması ile Girit Adası üzerindeki dörtte birlik hakkından feragat etmiştir. Bu da göstermektedir ki Yunanistan’ın Girit Adası üzerinde tek başına ferdi mülkiyeti yoktur, başka devletlerin de payı vardır, antlaşma onun bir kere daha somut belgesi mahiyetindedir. Zira Bulgaristan hakkından vazgeçerken herhangi diğer bir ülke lehine feragat ta bulunmamıştır. Üstelik bu antlaşma Yunan Başbakanı Venizelos tarafından da bizzat imzalanmıştır. Yunanistan lehine feragat (vazgeçme) yapılmadığı için Bulgaristan’ın Girit Adası üzerindeki dörtte birlik payı aslına rücu olmuştur. Yani anılan pay Osmanlı Devleti’ne geri dönmüştür. Bu benim söylediğim husus, tüm hukukçuların da tereddütsüz onaylayacağı hukukun temel kuralıdır. 14 Kasım 1913 tarihinde imzalanan Atina Antlaşması ile 1913 Londra Antlaşması hükümlerinin uygulanacağı kayıt altına alınmıştır. Yani böylelikle, Atina Antlaşması ile Girit adasının dörtte birinin Yunanistan’a ait olduğu bir kez daha doğrulanmaktadır. Bükreş Antlaşması’ndan sonra Osmanlı Devleti ile Yunanistan arasında 14 Kasım 1913’te Atina Antlaşması imzalanmıştır. 1913 Atina Antlaşması’nın 15. maddesi ile Osmanlı Devleti ve Yunanistan, 30 Mayıs 1913 Londra Antlaşması hükümlerini, 5.Maddesi de dâhil olmak üzere uygulayacakları konusunda anlaşmıştır. Bu antlaşma ile Girit Adası’nın dörtte birinin Yunanistan’a ait olduğu üçüncü defa teyit edilmiştir. 14 Kasım 1913 Atina Antlaşması’nın hiçbir yerinde, Girit Adası’nın Yunanistan’a verildiği veya terkedildiği veya bağlandığına dair bir ifade yoktur. Gelelim 1923’e; 24 Temmuz 1923 Lozan Antlaşması ile Girit adasının sadece dörtte birinin Yunanistan’a ait olduğu bir kez daha teyit edilmiştir. Bilindiği gibi; Kurtuluş Savaşının kazanılmasından sonra Türkiye Cumhuriyeti ile İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya, Yunanistan, Romanya ve Sırp – Hırvat-Sloven Devleti arasında 24 Temmuz 1923’te Lozan Antlaşması imzalanmıştır. Bu Antlaşması’nın 12. maddesi ile antlaşmaya taraf olan toplam sekiz ülke tarafından, 1-14 Kasım 1913 Atina Antlaşması’nın 15. maddesinin uygulanacağı teyit edilmiştir. Bahse konu bu teyit ile 30 Mayıs 1913 Londra Antlaşmasının uygulanacağı da kayıt altına alınmış olmaktadır. Yani dördüncü defa ve sefer de Lozan ile; 1913 Londra Antlaşması ile Yunanistan’a Girit adasının dörtte birinin verildiği doğrulanmıştır. Bu kadar açıklama ve dört kere aynı şeylerin vurgulanmasından sonra sonuca gelirsek; 1923 tarihli Lozan Antlaşması’nın 12. maddesi ile başta Türkiye, Yunanistan ve İngiltere olmak üzere toplam sekiz devlet tarafından, Girit adasının yalnızca dörtte birinin Yunanistan’a ait olduğu teyit edilmiştir. Girit adası üzerinde Sırbistan, Karadağ, Bulgaristan ve Yunanistan, olmak üzere toplam dört devletin paylı mülkiyet hakkının olduğu bir kez daha kayıt altına alınmıştır. 1923 tarihli Lozan Antlaşması’nın 46. maddesi ile Osmanlı genel borçları paylaştırılmış ve antlaşmanın 12. ve 15. maddelerinde sözü edilen adaların payına düşen borçlarında, adaların katıldığı devletler tarafından ödenmesi kararlaştırılmıştır. Anılan 46. madde ile Yunanistan, Kuzey Ege Denizi’nde Taşoz – İkerya arasında bulunan toplam 9 ada ile Girit Adası’nın dörtte birinin payına düşen borcu ödemekle sorumlu tutulmuştur. Yunanistan anılan borçları ödememiştir. Borçlarla ilgili 46. madde de Yunanistan’ın Girit Adası üzerinde sadece dörtte birlik mülkiyet hakkına sahip olduğunu açıkça görülmektedir. Lozan Antlaşması’ndan Sonraki Dönem: Sırbistan, Lozan Antlaşmasından sonraki süreçte Girit Adası üzerindeki dörtte birlik hakkından fiili olarak feragat etmiştir. Karadağ da Lozan Antlaşmasından sonraki süreçte Girit Adası üzerindeki dörtte birlik hakkından fiili olarak feragat etmiştir. Bulgaristan, Lozan Antlaşması’na taraf değildir. Ancak, 10 Ağustos 1913 Bükreş Antlaşması ile Girit Adası üzerindeki dörtte birlik hakkından yazılı olarak feragat eden Bulgaristan, Lozan Antlaşması sonrasında da Girit Adası üzerindeki hakkından fiili olarak feragat etmiştir. Buraya kadar ki açıklamaları özetleyecek olursak; Girit Adası’nın hukuki statüsünü belirleyen, 30 Mayıs 1913 Londra Antlaşması, 10 Ağustos 1913 Bükreş Antlaşması, 14 Kasım 1913 Atina Antlaşması ve 24 Temmuz 1923 Lozan Antlaşması’na göre Girit Adası’nın sadece dörtte biri Yunanistan’a aittir. Bulgaristan, Girit Adası üzerindeki dörtte birlik payından yazılı ve fiili olarak; Sırbistan, Girit Adası üzerindeki dörtte birlik payından fiili olarak; Karadağ da Girit Adası üzerindeki dörtte birlik payından fiili olarak feragat etmiştir. Bulgaristan, Sırbistan ve Karadağ tarafından yapılan feragat (vazgeçme), Yunanistan lehine yapılmamıştır. Yunanistan lehine feragat (vazgeçme) yapılmadığı için Bulgaristan, Sırbistan ve Karadağ’ın Girit Adası üzerindeki toplam dörtte üçlük payı aslına rücu olmuştur. Yani anılan dörtte üçlük pay Osmanlı Devleti’ne geri dönmüştür. Osmanlı Devleti’nin hak ve borçları küllî halefi yet yoluyla Türkiye Cumhuriyeti’ne geçmiştir. Girit Adasının hukuki statüsünü belirleyen uluslararası antlaşmalar ve uluslararası hukuka göre Girit Adası’nın dörtte üçü ve adanın etrafındaki ada, adacık ve kayalıklar, Osmanlı Devleti’nin küllî halefi olarak Türkiye Cumhuriyeti’ne aittir. (Külli halefler, miras bırakanın borçlarından dolayı kendi mal varlıkları ile sınırsız sorumludurlar. Cüzi halefler ise borçlardan sorumlu değildirler. Külli intikal asıl olduğu için hukukumuzda en az bir külli halef vardır.) Yunanistan, 1999 yılında adaya, Türkiye’ye karşı kullanılmak üzere S-300 hava savunma Füze bataryası konuşlandırmıştır. Bu durumda yapılması gereken hukuki işlem şudur; Yunanistan, Girit adasının dörtte üçü ile hâlihazırda adanın etrafında işgal altında tuttuğu Gavdos, Dionisades, Gaidhouronisi, Dhia, ve Koufonisi olmak üzere toplam 5 Türk Adasını boşaltarak Türkiye’ye teslim etmeli, Girit Adası’nın Türk bölgesinde kalan Heraklion Hava Üssü dahil olmak üzere bütün askeri birliklerini ve hava savunma füze bataryalarını tahliye etmelidir.

  • YUNAN ADALARININ KARASUYU YOKTUR

    YAZAN : Mehmet ASAL 28 Haziran 2020 YUNANISTAN’A BIRAKILAN ADALARIN KARASUYU YOKTUR, DİĞER EGE KARASULARI İSE 3 MİLDİR. 50 yıldan bu yana bu konular ve sorunlarla iç içeyim. Deniz Kuvvetlerimizde Antlaşmalar Şube Müdürü olarak 3 yıl ve Washington’da da Deniz Ataşesi olarak 3 yıl görev yaptım. Deniz Kuvvetleri üniformasını 30 yıl taşıdım. Uluslararası 30’ dan fazla Konferans ve Antlaşma görüşmelerine, kimine Türkiye’yi kimine de Deniz Kuvvetleri Komutanlığımızı temsilen katıldım. En son kendi isteğim ile istifa ederek ayrıldığım 28 Şubat 1997 tarihinde ise Deniz Kuvvetleri komutanlığı Genel Sekreteri idim. Burada sizlere genel incelemenin veya etüdün bölümleri olan; Mesele, Meseleyi Etkileyen Olaylar, İnceleme, Netice ve Teklifler gibi bir sıra takip edip sizleri sıkmayacağım. Doğrudan girerek, konuyu Öz ve Anlaşılır biçimde ele alacak, daha derine girmek isteyenler için ise sonrasında bazı detaylı bilgiler vereceğim. Çünkü bir özdeyiş vardır. “Arif’e tarif gerekmez” Ege Denizinde yer alan adaların hukuk statüsü esas olarak, 30 Mayıs 1913 Londra, 14 Kasım 1913 Atina, 24 Temmuz 1923 Lozan, 1936 Montrö Sözleşmesi, 1947 Paris Antlaşması ile belirlenmiştir. 1912-1947 yılları arasında çeşitli Antlaşmalarla Yunanistan’a bırakılan; Boğaz Önü Adaları, (Taşoz, Limni, Semadirek) Doğu Ege Adaları, (Midilli, Sakız, Sisam ve İkarya) 12 Adanın tamamı [ Batnos (Patnos), Rodos (Rhodes) , Kerupe (Karpatos , İstanköy (Kos), Kaşot (Kasos), İstanbali Stampalea, Hereke (Kalkiya), Sömbeki (Simos), Leryos (Leros), Kilimli (Kalimnos), İncirliada (Nisiros), Tilos (Tilostos) adalarından oluşur] GAYRİ ASKERİ STATÜ KOŞULU ile bırakılmıştır. Gayri Askeri Statü demek, EGEMENLİĞİN TANINMAMIŞ olması demektir. Egemenliğin olmaması da bir Egemenlik alanı olan KARASUYUNUN OLMAMASI anlamına gelir. Gelelim Egemenlik tariflerine; Egemenlik ya da hâkimiyet, bir toprak parçası ya da mekân üzerindeki kural koyma gücü ve hukuk yaratma kudretidir. Bu güç siyasi erkin dayattığı yasallaşmış bir üst iradeyi ifade etmektedir. Egemenlik, Merriam-Webster Ansiklopedisin'de Egemenlik her türlü dış kontrolden uzak, otonom (freedom from external control : autonomy) ve kontrol edebilme erki olarak tarif edilir. (controlling influence) (Bknz https://www.merriam-webster.com/dictionary/sovereignty) Egemenlik aynı zamanda bir devletin ülkesi ve uyrukları üzerindeki yetkilerinin tümünü ifade eder. Bir başka deyimle egemenlik, devleti başka tüzel kişiliklerden ve örgütlenme biçimlerinden—örneğin şirketlerden, derneklerden, kulüplerden, çetelerden, din ve mezhep birliklerinden, feodal bağlılık ve yönetim birimlerinden—ayıran özelliktir. Egemen olmayan devlet olmaz; kaynağını Devlet'ten almayan egemenlik de olmaz. (Bknz. Wikipedia) Egemenlik ya da hâkimiyet, bir toprak parçası ya da mekân üzerindeki kural koyma gücü ve hukuk yaratma kudretidir. Bu güç siyasi erkin dayattığı yasallaşmış bir üst iradeyi ifade etmektedir. Bir devletin egemenliği, devletin münhasır yargı yetkisine tabi olan ve olan tanımlanmış bir toprak parçası ile sınırlıdır. The sovereignty of a state is confined to a defined piece of territory, which is subject to the exclusive jurisdiction of the state and is. (Britannica Encylopedia) Fazla uzatmaya ya da örnekleri arttırmaya gerek yoktur. Bir ülkenin sahip olduğunu iddia ettiği bir alanı Gayri Askeri Statüde idamesi demek, o alan içine egemenlik hakkı olmaması demektir. Şimdi gelelim Karasularının tarifine. Yine aynı kaynaklara bakalım. Kara Suları, karasularını devletin ayrılmaz bir parçası, ülkenin su altında kalmış toprakları olarak ifade eder. İkinci görüşte karasuların açık denizin devamı olduğunu, devletlerin ancak sahil kenarında faaliyet yapabileceğini kabul eder. Günümüzde devletler birinci görüşü kabul etmektedir. (Bknz. Wikipedia) Devletler kara topraklarında sahip olduğu haklara; karasularında, karasuların üzerindeki hava sahasında, deniz tabanında, tabanın altında da sahiptir. Kara Suları, uluslararası hukukta, denizin kıyılarına bitişik olan ve o devletin bölgesel yargı yetkisine tabi olan deniz bölgesidir. Böylece bölgesel sular, bir yandan tüm ülkeler için ortak olan açık denizlerden, diğer yandan da tamamen ulusal bölge veya belirli koylar veya haliçlerle çevrili göller gibi iç veya iç sulardan ayırt edilir. Devletin münhasır yargı yetkisine tabi olan ve. (Territorial waters, in international law, that area of the sea immediately adjacent to the shores of a state and subject to the territorial jurisdiction of that state. Territorial waters are thus to be distinguished on the one hand from the high seas, which are common to all countries, and on the other from internal or inland waters, such as lakes wholly surrounded by the national territory or certain bays or estuaries.) (Britannica Encylopedia) Görülmektedir ki karasuları ülkelerin mutlak egemenlik hakkına sahip olduğu karalara ait kıyılarının hemen bitişiğindeki sulardır. Tanımlardan da rahatlıkla görüleceği gibi, Gayri Askeri Statü tanınarak Egemenlik hakkı verilmemiş olan adaların karasuları da olamaz. Bu durumda; Londra Antlaşması: (30 Mayıs 1913), Atina Antlaşması (14 Kasım 1913), Lozan Antlaşması (Lozan, 24 Temmuz 1923), 1947 Paris Barış Anlaşmaları ile Yunanistan’a Gayri Askeri Statüde olması koşulu ile bırakılan/bırakıldığı tekrarlanan adalar üzerinde Yunanistan Egemenliği yoktur ve dolayısıyla bu adaların Karasuları da yoktur. 13-14 Şubat 1914 tarihli Altı Büyük Devlet Kararı ile Yunanistan'a Kuzey Ege Adalarının sadece kullanma hakkı verilmiş, egemenliği devredilmemiştir. Altı Büyük Devlet Kararı’na göre Gökçeada, Bozcaada ve Meis Adası Osmanlı Devleti’ne geri verilmiş, Yunanistan’a, işgali altında bulundurduğu Taşoz, Semadirek, Limni, Midilli, Sakız, Sisam, Ahikerya, İpsara ve Bozbaba olmak üzere toplam 9 adanın sadece KULLANMA HAKKI yani ZİLYETLİK (POSSESION) hakkı verilmiştir. Adaların egemenliği Osmanlı Devleti’nde kalmıştır. Ayrıca, Yunanistan’ın zilyetliğine / kullanımına verilen toplam 9 ada da Yunan Hükümetince tahkimat yapılmayacağı ve adaların Gayri Askeri Statüde olacağı belirtilmiştir. Altı Büyük Devlet bu Kararı 1923 Lozan Antlaşması'nın 12. Maddesi ile de teyit edilmiştir. Ege Denizi'nde, egemenliği antlaşmalarla Yunanistan'a devredilmeyen ada, adacık ve kayalık sayısı 200 civarındadır. Diğer Adalara ve Ana kıtalara geldiğimizde ise durum oldukça açıktır. Londra Antlaşması, Atina Antlaşması ya da Lozan Antlaşmasında Karasuyu diye bir tabir asla geçmemektedir. Lozan’ın 16 maddesinde “Anadolu sahillerine üç milden az uzaklıkta bulunan adalar ve adacıklar” Türkiye’ye verilmiştir ifadesi yer alır. Bu anlaşmalarda geçen tek uzunluk/mesafe kavramı da budur. Yani 1936 yılına gelinceye kadar Osmanlı ve Türk Arşivlerinde bir Karasuyu tabiri kullanılmamıştır. Sadece bazı tarihçiler, İngiliz Kraliyet Donanması takibinden kaçan Alman İmparatorluk Donanması Zırhlıları SMS Goeben ve SMS Breslau'ın Türk Karasularına girerek İngiliz takibinden kaçtıklarını yazmaktadır. Yunanistan 1936 yılında tek taraflı olarak karasularının 6 mil olduğunu ilan etmiştir. O tarihe kadar karasuları ile ilgili hiçbir konu gündeme gelmemiş ve hiçbir önemli sorun yaşanmamışken Yunanistan’ın bu tek yanlı kararına Türkiye nedense o dönemde İtalya’nın Akdeniz’de bir tehlike olarak belirmesi, düzelmekte olan Türk-Yunan ilişkileri nedeniyle veya ileriyi görememek nedeniyle itiraz etmemiş veya tanıyıp tanımadığını söylememiştir. Aynı Yunanistan, 1931 yılında uluslararası uçuş kontrolü için hava sahasını 10 deniz mili olarak deklare etmiştir. Aslında o dönemde sivil havacılık kontrol ve güvenliği için yapılan çalışmalarda Türkiye fazla etkin olmak istemeyip sorumluluk almaktan da kaçındığı ve bazı “aklı evvel görevlilerimiz” bu yükü Yunanistan’a yıktık gibisinden dar görüşlülük gösterdiği için, aslında Yunanistan’a gün doğmuş ve bugün yaşadığımız birçok sorunun temeli; böylece dikkatsizliğimiz, bilgisizliğimiz ve ihmalimiz ile bu günün problemlerinin tamamı tarafımızdan atılmıştır.. Şimdi size bundan daha da önemli, Karasuyunun ne demek olduğunu, ülkelerin neden karasuyu ilan ettiklerini tarihi geçmişi ve bugüne gelişi şekliyle ve özet olarak anlatacağım; Tarihi gelişimi ve ortaya çıkışını esas aldığımızda görmekteyiz ki; Karasuları tabiri, bir kıyı ülkesinin denizden kendisine gelebilecek tehditlere karşı kıyılarını korumak üzere yerleştireceği topların, denizde ulaşabileceği menzil olarak tanımlanmış ve belirlenmiştir. Şöyle ki; gerek korsanlara gerek istilacılara karşı denizde böyle bir sınır belirlenip bu sınırı aşacak olanların egemenlik alanını çiğnediği varsayılarak ateş altına alınabilmesine olanak sağlayan sınırdır karasuyu. 19.ncu yüzyıl ile 20.nci yüzyıl başlarında topların menzili azami 3 mil olduğundan, 3 millik karasuyu esası benimsenmiştir. Hollandalı bir hukukçu olan Cornelius Van Bynker Shock (1673- 1743), 1703'te yayınlanan De Dominium Maris Desertatio adlı eserinde, Kara egemenliği silah gücünün sona erdiği yerde biter biçimindeki deyişle özetlemiştir ki uygulamada bu, top menzili esası olarak ifade edilecektir. 1782 de yayınlanan eserinde İtalyan Galiani top menzilinin en çok 3 mil olabileceği görüşünden hareket ederek top menzili esası ile 3 mil esasının eşdeğerde olduğunu ileri sürmüş ve bu iki esasın birleştirilmesi yolunu açmıştır. Karasularının genişliğinin 3 mil olduğu görüşü farklı bazı uygulamalara rağmen 19. yüzyılda yerleşmiş ve20. Yüzyıl başlarına kadar ciddi bir biçimde tartışılmamıştır. Gayri Askeri Statüdeki Ege Adalarına geldiğimizde, bu 3 mil de söz konusu olamaz. Çünkü bu adalar silahsızlandırılmıştır. Kimseye ateş açması istenmemektedir. Özellikle de Türkiye’ye karşı bir tehdit oluşturmaması için Gayri Askeri Statüye alınmış, koruması gereken bir karasuyu da düşünülmemiştir. Yani, 3 mil içindeki bir hedefe de ateş açma şansı ve ihtimali ve bu nedenle zaten bir karasuyu gereksinimi de yoktur. Daha açık ve net bir ifade ile, GAYRİ ASKERİ STATÜDEKİ BİR ADANIN KARASUYU OLAMAZ. Aslında FIR (Flight Information Region) alanı ile Ulusal Hava Sahası aynı şey değildir ancak genel uygulamada ikisi aynı olarak ilan ve deklere edilmektedir. Oysa Hava Sahası ana kara ve karasularının üzerindeki hava sahası olmak zorundadır. Bu tanımın bizzat kendi gereğidir. Böyle olunca da Gayri Askeri Statü ile Yunanistan’a bırakılmış adaların karasuları olamayacağı gibi Hava Sahalarının da olmadığı anlaşılır. 1930 lara gelinceye kadar, ülkelerin Karasularını genişletme çabalarını görmemekteyiz. Özellikle ABD, Rusya, İngiltere gibi “emperyal güçler” o tarihlerde karasuları ne kadar küçük tutulursa Dünya Denizlerindeki Egemenliklerinin daha büyük olacağının bilincindedirler. Yunanistan’ın girişimi ve 6 mil karasuyu ilanı ise Yunanlılar adına çok önemli bir ileri görüşlülüktür ve Yunanistan böylelikle Ege Denizinin % 11-12 sinden bir anda % 25 ine sahip olabilmiştir. Oysa karasuları 3 mil olarak kaldığında ancak % 11-12 sine sahip olabilecekken. Ama bu durum; yine de Gayri Askeri Statüsü dolayısıyla Egemenliği olmayan Boğazönü adaları, Doğu Ege Adaları ve 12 Ada için Karasuyu öne sürülemeyeceği tezimi değiştirmemektedir. Türkiye bu aymazlığı umutmuş gibi ikinci ve çok daha büyük bir hata yaparak, 1964 yılında çıkardığı 476 Sayılı kanunla Türk karasularının genişliği 6 mil olarak saptanmış, ayrıca karşılıklılık esası kabul edilmiştir. Böylelikle Türkiye, ulusal karasuları sınırını 6 mil ilan eden ülkeleri bir bakıma onaylamış, 6 milden geniş olarak belirlemiş ülkelere karşı, bu ülkelerin kabul etmiş oldukları karasuları sınırını uygulayacaktır ifadesi ile de aslında 12 mile çanak tutmuştur. Uygulamada bu ilke, Karadeniz ve Akdeniz'de 12 mil olarak gerçekleşmiştir. Türkiye bu kararla “Ayağına kurşun sıkmış ve tam olarak çarşafa dolamıştır.” Böylelikle; Yunanistan, Ege'deki 3000 dolayındaki ada ve adacıklara sahip olmasından kaynaklanan bir avantajla yaklaşık % 35, Türkiye ise % 8,8 oranında bir paya sahip olmuşlardır. Hele bir de Ege de karasularının 12 mile çıkarılmasını düşünürsek; Yunan karasuları % 60,33, Türk karasuları ise, yaklaşık % 9 olacaktır ki Ege Denizi tamamen kaybedilmiş olacaktır. Bu dağılım içerisinde Ege'de uluslararası antlaşmalarla Yunanistan'a devredilmemiş ada, adacık ve kayalıkların karasuları % 10,65, uluslararası sular veya açık deniz olarak kalan bölgenin oranı ise % 20,02'dir. Buraya kadar anlatmaya çalıştıklarımızdan çıkan sonuç şudur; Yunanistan’a Türkiye’den alınarak verilen Limni, Semadirek, Midilli, Sakız, Sisam ve İkarya Adaları ile 12 Adanın Karasuyu ve hava sahası yoktur. Lozan Sonrası Yunanistan ile yapılan bir sınırlandırma ya da paylaşım anlaşması olmadığına göre, halen son anlaşma olan Lozan Hükümleri geçerlidir. Hak ve Nısfete göre paylaşım için, diğer anakaralar ve adalar için Ege’de 3 milden fazla karasuyu ileri sürülemez. Zaten Londra, Atina ve Lozan Antlaşmaları yapıldığında da 3 milden fazla bir karasuyu yoktur ve antlaşma bu şartlar altında yapılmıştır. Bu durum doğrultusunda; a.Türkiye yeni bir kanun çıkartarak Ege’de ki karasularını 3 mil olarak ilan etmeli ve bu denizde 3 milin üzerinde kıyıdaş devletlerin uygulamalarını kabul etmediğini açıklamalıdır, b.kanun da Yunanistan’a bırakılan bahse konu adaların karasuyu ve hava sahasının tanınmadığı yer almalıdır. (Türkiye bu esnada Yunanistan’a da NOTA vererek bunu belirtmeli ve yukarıda yazılı adaların derhal Silahtan arındırılmasını istemelidir. Bu arada bize Gökçeada ve Bozcaada’da bu anlaşmalar kapsamında Gayri Askeri Statüye alınsın denirse, Montrö ile sağlanan haklar ileri sürülmeden bu da kabul edilip bu 2 adanın da diğer Yunanistan’a bırakılan adalar gibi Gayri Askeri Statüde olması, Karasuyu ve Hava sahasının olmadığı tarafımızca kabul edilmelidir.) Gayri Askeri Statüdeki adaların Karasuyu olmadığı durumda; halen Türkiye ve Yunanistan’ın uyguladığı 6 millik karasuları esasına göre Ege Denizinin paylaşımı aşağıda yer alan haritada görülmektedir. Önerim, Ege’de Karasularının 3 Mile indirilmesidir. O takdirde bu harita hakkaniyete daha da uygun hale gelecektir.

  • Ege'de adil paylaşım hattı..

    Ege Denizinin bir barış denizi olabilmesi, Yunanistan ve Türkiye'nin az gelişmişlikten kurtulabilmesi için uygulanması gereken adil paylaşım karasuyu ve havasahası sınır hattı haritada görülmektedir. Bu tarz bir adalet sağlanmadıkça, Yunanistan ardı arkası kesilmez tek yönlü teleplerini sürdürdükçe BARIŞ MÜMKÜN DEĞİLDİR.

  • Kıta Sahanlığı ve D. Akdeniz...

    Yazan : Mehmet ASAL 5 Mayıs 2020 Kıta sahanlığı, denize kıyısı olan bir devletin ülkesinin su altında doğal olarak devam eden deniz yatağı ve onun toprak altına verilen isimdir. 1958 Cenevre toplantısında adaların da Kıta sahanlığı olduğu konusu ilk defa belirtilip kabul edilmiştir. Bu sözleşmede kıyıları karşı karşıya bulunan İki ya da daha çok devletin kıta sahanlığının saptanmasında, aralarında bir anlaşma yapılması önerilmiştir. Böyle bir anlaşmaya varılmadığı takdirde eşit uzaklık esasına göre orta çizgi çizilmelidir denmektedir. Kıta sahanlığı kavramı hukukta ilk olarak 28 Eylül 1945'te ABD Başkanı Truman'ın bir Bildirisi ile ortaya çıkmıştır. Bunu takiben 1958 Cenevre Kıta sahanlığı sözleşmesi ve 1982 tarihli 3.ncü Deniz hukuku sözleşmeleri bu konudaki hukuk kavramları ve tartışmaların ciddi biçimde ortaya çıktığı toplantılardır. 1858 ve 1982 toplantılarda hem kıta sahanlığı hem de kara suları konularında çok farklı görüşler ortaya atılmıştır. 1982 Sözleşmesini; ABD, İsrail, Venezuela ve Türkiye imzalamamışlardır. Ege'de Kıta sahanlığı sınırlandırılması konusunda Türkiye'nin öne sürdüğü görüşler şu şekildedir: 1. Kıta sahanlığı sınırlandırması bir anlaşma ile gerçekleştirilmelidir. 2. Kıta sahanlığı sınırlandırılmasında doğal uzantı esastır. 3. Bir kıta ülkesinin doğal uzantısında yer alan adaların kendi adlarına Kıta sahanlığı yoktur. 4. Andlaşma yapılmadığı zaman, sınırlandırma hakça ilkelere göre yapılmalıdır . 5. Adalar özel durum oluşturmaktadırlar. 6. Ege yarı kapalı Deniz olup burada Kıta Sahanlğı hakça ilkelere göre yapılır . 7. Ege'de Kıta sahanlığı sınırlandırılması öteki sorunlar gibi Lozan Antlaşması'nın kurduğu denge üzerine gerçekleştirilmelidir. Hiçbir hukuk ya da mantık kuralı kendisinden kat kat büyük bir kıta Ülkesi karşısındaki adalara aynı boyutlarda Kıta sahanlığı verilmesini doğrulamaya yetmemektedir. Uluslararası Adalet Divanı 1969 Kuzey Denizi Kıta sahanlığı davalarına ilişkin kararında bir deniz alanına sahip olmak başka şey, orada kullanacak yetkilere ilişkin sözleşme hükümleri ile sınırlandırma sorunlarının ayrı şeyler olduğunu söylemektedir. Kararın 85 paragrafında "her devletin Kıta sahanlığı onun ülkesinin doğal uzantısı olmalı ve başka bir devletin ülkesinin doğal uzantısına girmemelidir" denmektedir. Türye savlarında bu kararı örnek göstermektedir. Türkiye Yunanistan'a her vesile ile sorunların görüşmelerle çözülmesini önerdiği halde Yunanistan sorunu uluslararası forumlara ve Yargı yoluna çekmeye çalışmıştır. Bunun en iyi örneği 1978 yılında uluslararası Adalet divanınının verdiği yetkisizlik kararıdır. Yunanistan Kıta Sahanlığı konusunda Uluslararası Adalet Divanına gitmiş ancak Divan yetkisizlik kararı vermiştir. Konuya bir de Adaların Gayri Askeri Statüsü boyutuyla bakmakta fayda vardır. Gayri Askeri Statüdeki Ege Adaları üç grupta Mütalaa edilir. Birinc grup boğazönü Adaları dır.Bunlar Limni, Semadirek Bozcaada, İmroz ve Tavşan Adalarıdır. Doğu Sporad Adaları diye anılan adalar; Midilli, Sakız, Sisam Nikaris ve Güney Sporad Adaları Yani 12 Adalar, Trablusgarp Savaşı ve Balkan Savaşı esnasında elimizden çıkmıştır. 12 Adalar İtalya tarafından işgal edilmiş, 1947 Paris Andlaşması ile Gayri Askeri Statüde olmak kaydıyla Yunanistan'a bırakılmıştır. Balkan Savaşı sırasında elimizden çıkan Doğu ve Güney Sporad adalarının da 1923 Lozan Sözleşmesi ile Gayri Askeri Statü altına alınmıştır. Türkiye ve Yunanistan arasındaki deniz sınırının henüz bir anlaşmayla belirlenmemiş olmasına rağmen Yunanistan’ın Ege Denizi’nde bulunan 18 adayı uluslararası anlaşmalara aykırı olarak işgal etmiş ve askeri tahkimatta bulunmuştur. Yunanistan’ın tam Egemenliğine verilmeyen, tam egemenlik hertürlü tasarrufu ve savunmayı da kapsar, Yunanistan’ın andlaşmalara uymayıp sonradan çıkan genel hukuk kavramları üzerinden egemenliğinde bile olmayan bu adalar için karasuyu ve kıta sahanlığı talebi son derece saçma ve hukuka aykırıdır. Türkiye’nin ve Yunanistan’ın Ege Denizi’ndeki sahillerinin coğrafi konumu birbiri ile yan yana ve aynı zamanda karşı karşıyadır, bu da bir sınırlandırmayı gerekli kılmaktadır. Deniz alanlarının kesiştiği ya da bir noktada birleştiği yerlerdeki yakın ya da karşıt konumlar arasında bulunan deniz alanları sınırlarının anlaşmayla belirlenmesi gerekliliği uluslararası hukukun temel bir kuralıdır.” TÜRKİYE – LİBYA Türkiye’nin Libya ile imzaladığı Doğu Akdeniz’de iki ülke arasındaki deniz sınırlarını belirleyen harita Libya ile Türkiye arasında 18.6 millik (29.9 km) bir sınır çizgisiyle kıta sahanlığı (KS) ve münhasır ekonomik bölge (MEB) sınırları belirlendi. Libya mutabakatı, Türkiye’nin KKTC ile 2011’de yaptığı Kıta Sahanlığı Sınırlandırma Anlaşması’ndan sonra bölgede yaptığı ikinci deniz yetki sınırlandırma anlaşması. Ancak Türkiye, Akdeniz’de henüz MEB ilan etmedi. MEB sınırları balıkçılık sektörünü içerdiği için ilgili kurumlar arasında çalışmaların devam etmekte. Doğu Akdeniz’de şu an yaşanan kriz, 2003 yılında Güney Kıbrıs ve Mısır arasında imzalanan Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) Sınırlandırma Anlaşması ile başlamıştır. Bu anlaşmayı 2007 ve 2010 yıllarında Lübnan ve İsrail ile yapılan anlaşmalar takip etmiştir. Türkiye kendi hak ve menfaatlerini korumak için, Arap Baharı sonrasında Mısır ile hem askeri hem de politik alanda ilişkilerini en üst seviyeye çıkarmıştır. Doğu Akdeniz’de ikili askeri tatbikatlar yapılmıştır. Bu yakınlaşmadan maksat; Mısır ile yapılacak bir MEB (Münhasır Ekonomik Bölge) Sınırlandırma Anlaşması ile Doğu Akdeniz’de durum üstünlüğünü kazanmaktı. Ancak 2013 yılında Mısır’da yaşanan darbe ve sonrasında yaşanan iktidar değişikliği planın yarım kalmasına neden oldu. Yunanistan, Libya – Türkiye arasında yapılan anlaşmanın Girit Adasını yok saydığını, hukuki bir temeli olmadığını iddia etmektedir. Aslında Kıtanın doğal uzantısı üzerinde olan, ana kıtadan koptuğu bariz olan Adaların kendi kıta sahanlığı olamayacağı tezi, Türkiyenin yıllardan beri öne sürdüğü temel tez. Türkiye 1982 BM Deniz Hukuk Sözleşmesi'ni imzalamadı ve taraf da değil. Sözleşmenin düzenlediği uyuşmazlıkların çözümünde zorunlu yargı yetkisine başvurulmasını da hem imzalamadığı hem de uygun görmediği gerekçesiyle kabul etmemektedir. Türkiye sorunların zorunlu yargı yetkisi altında çözülmesi yerine, siyasi olarak tarafların eşitçe ve adilce hak paylaşımında bulunabileceği ikili ve çoklu müzakereler yoluyla sonuçlandırılması gerektiğini en başından bugüne kadar savunmuştur. Yunanistan’ın 1976 yılında Kıta Sahanlığı Konusunda Uluslararası Adalet Divanı (UAD)’na başvurmasına rağmen, Türkiye başvuru yapmayı kabul etmemiş ve Divan Sonuçta yetkisizlik kararı vermiştir. Libya, Doğu Akdeniz deniz jeopolitiğimizin önemli Devletlerinden biridir. Yunanistan 2014 yılında, Girit Adası ile Libya arasında kalan alanı ikiye bölen bir anlaşmayı Libya’ya dayatarak hem Türkiye’nin hem de Libya’nın haklarını gasp etmeye çalışmoştır. Şimdi ise, Türkiye belli riskleri alarak Libya ile bir anlaşma imzalamış bulunmaktadır. . Böylece Libya’ya da geleceğe yönelik önemli bir kazanç sağlamıştır. Bu anlaşmanın daha da geçerlik kazanabilmesi için bir şekilde Mısısr’ın da ikna edilmesi gereklidir. Ama şu sıralar bu mümkün değildir. Bu durumda önümüzdeki dönemde hem Doğu Akdeniz’de hem de Ege’de Türkiye-Yunanistan ve Doğu Akdeniz’de Türkiye-Mısır arasında bazı krizler kaçınılmaz olacak. Benim görüşüm, bu aşama da Suriye’nin ikna edilerek biran önce benzer bir anlaşmanın Suriye ile de yapılması ki bu durumda GKRY tam kuşatılmış olacak ve en azından Suriye’de, Kıbrıs Adasının MEB ve Kıta Sahanlığı olmadığını onaylamış olacaktır. Böylece Türk tezleri daha da güçlenebilecektir.

  • MAVİ VATAN...

    Yazan : Mehmet ASAL 26 Nisan 2020 Dünya da ki tüm Deniz Kuvvetlerinin amacı, ya da bir başka deyişle tüm Deniz Kuvvetlerinin asıl görevi “Ülkesinin Deniz hak ve menfaatlerinin korunmasıdır.” Mavi Vatan ismi her ne kadar son zamanlarda dillere pelesenk olmaya başlasa da; Karasuları ve hava Sahası gibi ülkelerin tam egemenliklerine terkedilen alanlar ile Kıta sahanlığı, Münhasır Ekonomik Bölge, Bitişik Bölge gibi kavramlar yaklaşık yüzyıla yakın zamandır bilinmekte ve ülkelerce bu konularda çeşitli haklar ileri sürülmektedir. Özellikle kıyıları karşılıklı olarak birbirine çok yakın ve adalarla girift olmuş Türkiye ve Yunanistan gibi ülkeler için bu sorunların Uluslararası Hukuk kuralları ile çözümü çok zordur. Bu nedenle akıl, mantık ve adalete dayalı ki biz buna Deniz hukukunda HAK VE NISFET diyoruz, çözümler gereklidir. Bu da ancak iki ülke arasında anlaşma ile mümkündür. Uluslararası Hukukta Mavi Vatan diye bir kavram yoktur. Ancak Deniz ve Denizcilik konularını yıllarca ihmal etmiş ve önemini kavrayamamış, bizim gibi Denize sırtını dönmüş, ülkesinin neredeyse tamamı denizlerle çevrili olmasına rağmen bir Deniz ya da Denizcilik Bakanlığı olmayan ülkeler için, motivasyon kazandırması açısından “MAVİ VATAN” tabiri, kulağa hoş geldiği gibi tüm deniz alaka ve menfaatlerini içeren uygun bir kısaltma olarak ta görülmektedir. Özellikle o zamanlar adı mavi vatan olmasa da 1970’lerden sonra BU KONUDA Türk Silahlı kuvvetleri ve özellikle Deniz Kuvvetlerimiz büyük yol kat etmiştir. 1976 yılında HORA Araştırma Gemimiz Marmara’dan yola çıkarak Ege’ye gittiğinde Hora’ya Destek Grubunun Muhabere subaylığı görevi yapıyordum. Hareket öncesi 2 haftaya yakın süre İstinye’ye bağlayan Hora’ya da giderek, Dz. Kurmay Albay Sadun Öztürk ve Dz. Teğmen Mehmet Gündöndü ile birlikte Muhabere sistemlerini kurmuş, Deniz de ne şekilde davranılacağı, karşılıklı bir çatışma durumunda neler yapılacağını organize etmiştik. Gemiye giriş çıkışlarımızda sürekli birileri tarafından gözetleniyorduk ya da bize öyle geliyordu. Geminin hareketinden 1 hafta kadar önce Telsiz Zabiti endişe duyarak görevden affını istediğinden Hora Çanakkale Boğazından çıkarken Telsiz Zabitliği görevini sivil kıyafetiyle Deniz Teğmen Mehmet Gündöndü yapıyordu. Ben de koruma ve izleme grubunun Muhabere Subayı ve Komodor İcra Subayı idim. 1978 yılında SSCB ile çok önemli bir Kıta Sahanlığı anlaşması yapılmış ve Karadeniz Romanya ve Bulgaristan’ın hakları saklı kalmak kaydı ile eşit şekilde bölüşülmüştü. Kıbrıs Barış Harekatından 4 yıl sonra yapılan bu anlaşma oldukça büyük bir başarıdır. Bundan 9 yıl sonra, 1987 de, henüz SSCB dağılmadan 2 yıl önce Sovyetler Birliği ile Karadeniz’de yapılan Ekonomik Bölge görüşmelerine Türk Deniz Kuvvetleri Komutanlığını temsilen katılıyordum. Heyet Başkanımız Büyükelçi Rahmetli Deniz Bölükbaşı idi. Sahil Güvenlik Komutanlığını temsilen Dz. Albay Kuntsav Süer ile birlikte 7 gün Moskova’da ve sonrasında Türkiye’de yapılan görüşmelerle, o zamanki Süper Güç SSCB ile tamamen hak ve nısfete uygun bir anlaşma hazırlayarak Karadeniz’i tam eşit şekilde paylaşacak bir Ekonomik Bölge anlaşması hazırladık, SSCB’ye de imzalamayı kabul ettirdik. Anlaşma başka nedenlerle o tarihte imzalanamadı. 1995 yılında Yunanistan’ın Meclisinde kabul ettiği bir yasa ile Karasularının genişletilmesi yetkisini Yunanistan Hükümetine vermesi krizi ve 1996 da ki Kardak Adası Krizleri süresince ABD’de Washington’da Deniz Ataşesi idim. O dönemde sıklıkla Pentagon’a davet ediliyor ve ABD İstihbaratı ile krizi aşmanın yolları üzerinde çalışıyorduk. Nitekim çok zekice ve olayı daha fazla büyütmeden, ancak gasp edilen hakkımızı da geri alacak şekilde yandaki adacığa Türk Bayrağının dikilmesi suretiyle “Yunanistan “tükürdüğünü yalamak zorunda bırakıldı.” Aslında Mavi Vatan üzerinde son 50 yıldır oldukça başarılı işler yapılmıştır. Bu işlerin önemli bir bölümüne de ben şahsen tanıklık ettim ve birçoğunun da bizzat içinde bulundum. Deniz Hukuku konularına olan ilgim nedeniyle de Harp akademilerinde okurken her yılında ayrı birer tez hazırlayarak Türk Yunan ilişkilerine derinliğine girme imkanı buldum. Bugün Doğu Akdeniz’de ki durum da, aslında o yıllarda yazdığım bir makalede de yer aldığı gibi “ardı arkası gelmez Rum isteklerinin kaçınılmaz bir sonucudur.” Kısa bir süre önce, Libya da ki Hükümet ile yapılan Sınırlandırma anlaşması aslında kaçan trenin son vagonunu yakalamaya çalışmak ile eş anlam ifade etmektedir. Yararlı mıdır? Elbette yararlıdır. Başarı mıdır? Son yıllarda gelmiş olduğumuz acıklı durum, nokta dikkate alınırsa evet. Ama bu noktaya nasıl geldik? Neden geldik? Türkiye’nin halen Akdeniz’de ilan edilmiş bir Münhasır Ekonomik Bölgesi yoktur. Libya ile yapılan anlaşma, Libya’nın çok küçük bir bölümünü temsil eden, geleceği meçhul, her an Libya’nın geri bir adım atarak iptal edebileceği İkili ve çok sınırlı bir anlaşmadır. Libya mutabakatı aynı zamanda Türkiye’nin güneyden kuşatılmasının da önlenmesi açısından bir ilk adım olmuştur. Ancak; Doğu Akdeniz’deki savaş, sadece doğalgaz ve petrol üzerine kurulu değildir. Bu anlaşma ile menfaati zedelenen Kıbrıs Rum kesimi ve Yunanistan, anlaşmayı tanımamaktadır. AB iptali için baskı yapmakta ve tanımamaktadır. Kıyıdaş Devletler Suriye, İsrail, Mısır karşımızdadırlar. Her ne kadar bu anlaşma da onların menfaatine doğrudan dokunan bir şey olmasa, hatta bazı gerçekler anlam yönünde onları uyarıcı olsa bile. Bu da Türkiye’nin Uluslararası alanda ve Mavi vatan konusunda aslında nasıl da yalnız olduğunun ve daha yapılacak o kadar çok şey olduğunun en basit kanıtıdır. 2002 yılından bu yana Türk hükümetleri Deniz Alaka ve Menfaatleri konularında parmağını oynatmamış, asıl mücadeleyi veren subaylar ise, Balyoz adı altında bir kurma senaryo ile etkisizleştirilmiştir. Tüm bu menfi gelişmelere rağmen geriye kalan, Atatürk ilkelerini benimsemiş Yılmaz bir avuç askerin gayreti ile gemi yüzdürülmeye çalışılmaktadır. Mavi vatan kavramı altında; Karadeniz’den başlayarak, Türk Boğazları, Ege Denizi ve Doğu Akdeniz’de ki menfaatlerimizin tamamını bir bütün olarak görmek zorundayız. Bu anlamda halen Karadeniz; 1978 ve 1987 yılında yapılan anlaşma ve görüşmeler ve kıyıdaş devletlerin 12 millik karasularını kabul etmeleri nedeniyle şimdilik durgundur. Ancak Karadeniz’in bu durgunluk ve sulh durumunun en önemli katalizörü “1936 tarihli Montrö Boğazlar Sözleşmesi” dir. Kanal İstanbul bu Denizin Sulh Denizi olmasını engelleyici ve Türkiye’nin intiharı anlamına gelen bir projedir. Montrö’nün tüm dengelerini yıkabilecek ve Karadeniz’i tam bir kargaşaya sürükleyecek potansiyele sahiptir. Bu konu apayrı bir etüd ve çalışma konusudur. Ege Denizine geldiğimizde; Mavi Vatan’ı tehdit eden en büyük sorunlar: Karasuları, Hava sahası, FIR hattı ve Arama Kurtarma Sahası, Kıta Sahanlığı, Ekonomik Bölge, Adaların Silahlandırılması, Adaların Sahiplenilmesi sorunlarıdır. Bu konular ve özellikle Karasuları ile ilgili olarak, Web Sitesinde yer alan, “Yunanistan karasularını Genişletebilir mi? İsimli 1982 yılında kaleme aldığım makalemi okumanızı öneririm. Doğu Akdeniz de ise; Türkiye’nin Güneyden Kuşatılması, Deniz dibi ve Deniz İçi kaynakların paylaşımı/kullanımı sorunları vardır. Elbette ki Kıbrıs Sorunu da tüm bunlardan ayrı düşünülemez. NETİCE OLARAK: Türkiye Kuzeyde, Batıda ve Güneyde çevrildiği Karadeniz, Ege denizi ve Akdeniz ile ve bu denizdeki hak ve menfaatleri ile bir bütündür. Tam Egemenlik hakkı karasuları sınırına kadar olsa da Münhasır Ekonomik Bölge ve Kıta Sahanlığı üzerindeki hakları ile Kara da, Deniz de ve Hava da Vatan bir bütündür ve bu şekilde düşünülmek zorundadır. Mavi Vatan kavramı tüm bunların ayrılmaz bir bütün olduğunu hafızalara nakşetmesi anlamında güzel ve yerinde bir tabirdir. Ancak halen bir Denizcilik Bakanlığı bile olmayan Türkiye’nin bu konulara hangi güzel ismi verirse versin, Denizi ve Denizciliği ülkenin bir numaralı meselesi olarak görmediği sürece olumlu hayallere kapılmamamız gerekir. ATATÜRK, 11-21 Eylül 1924 tarihleri arasında Cumhuriyet Donanmasının ilk seyir yapan gemisi HAMİDİYE Kruvazörü ile Karadeniz Seyahatine çıkmıştır. Bu seyahati esnasında gemi subaylarına en sık vurguladığı husus şudur: “Donanmasız Anadolu olmaz. Donanmadan yana kuvvetli olmak Türkiye’nin savunması için şarttır. Donanmamız izlediğimiz politikanın da en kuvvetli desteği olacaktır.”

  • Şener KIR Anısına yaşanmış bir hikaye

    YAZAN: Mehmet ASAL Çok sevdiğim bir meslektaşımı, Sevgili Şener KIR’ı kaybettik. Çok üzüntülüyüm. Onunla ilgili bir hikayemi de burada paylaşmak ve ona duyduğum sevgi ve saygıyı tekrarlamak istedim. Tarih : 23 Kasım 1990 Cuma sabahı, Yer : Gölcük Harp Filosu Komutanlığı Karargahı. Saat sabahın 08.15. Ben ilk Kurmay Yarbay rütbeli Harp Filosu Harekat Şube Müdürü, Şener Kır da Kurmay Ön Yüzbaşı, Harekat kısım Amiri. (O tarihe kadar Filo Harekat Şube Müdürleri hep binbaşı olurdu. Zaten Kadrosu da binbaşı idi) Doğum için İstanbul’da kayınpederimin evinde olan eşim, o gece saat 01.30’da acilen başlayan doğum nedeniyle Kasımpaşa Deniz Hastanesine kaldırılmış. Kayınpederim gece yarısı 02:00’da beni arayıp haber veriyor. Eşim sabah ameliyata alınacak. Durum biraz kritik. İmzam da gerekiyor. Tabii sabahı zor ettim. O zaman şimdiki gibi cep telefonları da yok. 07:30’da Filo Karagahına gittim. Amacım birinci amirim olan Kurmay Başkanı gelir gelmez izin alıp hemen Volkswagen tosbağam ile İstanbul’a, hastaneye gitmek. Şimdiki aklım olsa gece yarısı masasına bir not bırakıp çekip İstanbul’a giderdim. Acaba gider miydim? 08:15’te Kurmay Başkanı geldi. Durumu anlattım. Bu eşimin ilk doğumu idi ve 8 aylık gerçekleşiyor, büyük risk taşıyordu. Bana: - “Bugün saat 10:00’da D/K (Deniz Karakol) uçakları ile Görev Eğitimi Koordinasyon Toplantısı var, ona katıl sonra gidersin” dedi. Şoke olmuştum. Bir ileri bir geri Filo koridorunda dolaşırken, Şener mesaiye gelmişti. Beni daha önce hiç öyle görmemişti. Bunu daha sonra kendisi söyledi. - “Hayırdır efendim, ne var?” Dedi. Ona eşimin durumunu ve sabah Kurmay başkanı ile aramızdaki konuşmayı anlattım. Birden o iri adam sanki iki katında bir deve dönüştü. Ağzından adeta köpükler saçarcasına ileri, Kurmay Başkanının odasına doğru fırladı. - “Ben o D/K uçağını alır da onun bir tarafına……. Diyerek bağırmaya başladı. Bağırtıyı duyan diğer bazı subay ve astsubaylar da gelip Şener’i tutmaya ve sakinleştirmeye çalıştılar. Şener bana dönerek ve adeta Donanma Komutanı edasıyla emredercesine; - “Asal Yarbayım, şimdi derhal arabanıza biniyor ve İstanbul’a gidiyorsunuz. Kurmay başkanına falan da çıkmıyorsunuz. Ben toplantı mı ne zıkkım ise katılırım. Hadi güle güle. İyi haberlerinizi bekliyoruz” diye beni uğurladı. Sonra dan öğrendim ki her yarım saatte bir hastaneyi arayıp eşimi ve durumunu sormuş. Tek çocuğum, kızımın doğum günü ile ilgili unutamayacağım ve hayatım boyunca o güzel insanı, Şener’i anacağım sadece küçük bir anım. Daha neler var neler. O Dev adamla ilgili ne güzel hikayeler. İşte böylesine mert, cesur, yüreği sevgi dolu, bilgili, kültürlü kapı gibi bir adamdı. Çok erken ayrıldı aramızdan. Bence hepimize çok şeyler öğretti, anlattı. Ve daha da anlatacakları ve öğretecekleri vardı. Amansız hastalık çok erken aldı onu aramızdan. Gittiğin cennetinde ışıklar içinde ol sevgili Şener Kır. Seni hiç unutmayacağım…

  • Senin Gözlerin Yeşildi Teğmenim

    DENİZ ŞEHİTLERİ'MİZİN 68'İNCİ ANMA YILI.. "Dumlupınar Denizaltımız, 1953 yılında, 3 Nisan'ı 4 Nisan'a bağlayan gece su üstünde seyrederken, saat 2.10 sularında Çanakkale Boğazı'ndaki Nara Burnu açıklarında Naboland adlı bir İsveç yük gemisiyle çarpışır. Naboland, baş torpido dairesinin sancak tarafından Dumlupınar'a girer. Denizaltı öylesine hızlı batar ki içindeki 81 denizciden yalnızca 22'si kıç torpido dairesine sığınabilir. Bu 22 kişi "Battı" şamandırasını su yüzüne fırlattır. Güneşin doğmasıyla birlikte civarda dolaşan balıkçı tekneleri şamandırayı görür, bir gümrük motoru gelir. Gümrük motorunun çarkçısı Selim Yoludüz, şamandıradaki ahizeyi kaldırarak kablonun öbür ucuna bağlı telefona "Alo" diye seslenir.. Denizaltıdan cevap veren Astsubay Selami Özben; elektriğin kesik, geminin sancak tarafa 15 derece yatık olduğunu söyler. "Kıç torpido dairesinde 22 kişiyiz" der.. Selim Yoludüz, Kurtaran gemisinin geleceğini söyler. Saat 11.00 sularında Kurtaran olay yerine gelir. 72 saat boyunca çalışmalar durmaksızın sürer fakat boğazdaki şiddetli akıntı nedeniyle tüm çabalar sonuçsuz kalır. Artık denizaltıdakiler için umutlar kesilmiştir. Çünkü, o 22 denizcinin sığındıkları yerde sadece 72 saatlik oksijenleri vardır ve artık tükenmiştir. Son sözleri “vatan sağolsun” olur. Dumlupınar’da şehit olan 81 denizci her yılın 4 Nisan günü anılır. Bu tarih DENİZ ŞEHİTLERİ ANMA GÜNÜDÜR. O gün Deniz Kuvvetleri Komutanlığı bağlısı birlikler denize çelenk bırakır, tüm deniz şehitlerini rahmet ve minnetle anarlar. Uzun yıllardır dostum olan Gazeteci ve Televizyoncu, D-Smart Spor Kanalları Direktörü Aybars Hünalp’ın babası rahmetli Ayhan Hünalp o anları hatırlatmak ve şehitlerimizi ölümsüzleştirmek için aşağıdaki dizeleri yazar. Mehmet ASAL TEĞMENİM… Senin gözlerin yeşildi teğmenim Sen tutunca küpeşte demirleri erirdi. Dize gelirdi ufuklar sen bakınca. Seni düşünürdü rüyalarında kızlar. Namus denilince sen gelirdin aklıma Sen demirlerdin gönlümde teğmenim Hürriyet denilince... Yurdumun en güzel defnelerini takmıştım alnına. En beyaz kumaşları sana dokumuştuk. Sen vardiyadayken ben rahattım. Deniz seninle güzeldi teğmenim, Deniz seninle büyüktü.... Gemilerin de kardeşliği vardır teğmenim, Gemilerin de kaderi vardır. Şimdi biz omuz omuzayız, Birimiz Atılay, birimiz Dumlupınar. Biz siperde iki Mehmet gibiyiz. Ben Oflu Hasan'ım, Gerzeli Ali de olabilirim. Belki de Yeniköylü Haydar'ım. Köprüde buluşacaktık yarın. İnanmaz Sarı kız inanmaz, Ölecek adam mıydım ben teğmenim? Bilirim anacığım bilirim, Ellerin titrer şimdi. Gürül gürül yanar için. Ağrımı sen çektin geceler boyunca. Aylarca karnında taşıdın. Büyüttün sonra elimden tutup, Yürümesini bilmezdim yürüttün. Gülmesini de beceremezdim güldürdün... Üstümü örttün kurt ulutan soğuklarda. Almadan verdin yemeden yedirdin. Bir bayrak var gözlerimde teğmenim bir bayrak. Vatan onda, aşkım onda, süngüm onda. Bana böyle bakma teğmenim Kuran'a el basarım ki öldüğüme yanmam, Doyamadım Türklüğüme doyamadım. Kurusun mavileri denizlerin teğmenim, Beni bayrağa sar, yalnız bunu isterim. Sonra anama hakkımı helal et derim Vatan sağ olsun, Ellerinden öperim... Ayhan HÜNALP

  • Yunanistan'ın değişmeyen Türkiye Politikası

    Bu makale 1983 yılında kaleme alınmıştır. YAZAN : Mehmet ASAL Dz. Yzb. 1830’larda, Çarlık Rusya'sının büyük desteği ile Türklerden bağımsızlığını alan şimdiki Yunan ulusu, o zaman Grek, Slav, Sırp-Bulgar, Makedonya, Ulah, Macar vb. gibi birçok ulusların toplamı olan, 750.000 kişilik bir topluluktu. Bağımsızlık döneminden başlamak üzere 1897 Osmanlı-Yunan Savaşı, Balkan Savaşı, I.nci Dünya Savaşı, II.nci Dünya Savaşı, sonrası NATO ittifakına giriş ve 1983'e gelinceye kadar, başta Fransa, bilahare İngiltere, Rusya ve nihayet A.B.D.’nin en ziyade himaye ve desteğine mazhar olarak, bugünkü 10 milyon nüfuslu, Megalo Idea fikirleri ile dopdolu ve tam bir TÜRK DÜŞMANI devlet yaratılmıştır. Kendilerini, eski Hellen uygarlığının torunları ve varisleri olduğuna inandırmış ve bu yolda devamlı olarak Batılı Devletlerin kandırmalarıyla yoğurulmuşlardır. Bu noktada itiraf etmemiz gerekir ki, gelmiş geçmiş Türk hükümetlerinin ihmalkarlığı ve bazı devlet adamlarının düşünmeden ve bilmeden verdikleri beyanatlar ve uygulamaları, Yunan ulusunda bu duyguları daha da kuvvetlendirmiş ve Türklerin de bunu kabul ettiği izlenimini uyandırmıştır. Bunun en iyi örneği, 1953 yılında, İstanbul’un fethinin 500.ncü yılında Demokrat Parti döneminde yaşanmıştır.O dönemde iktidarda olan Demokrat Parti hükümeti, İstanbul’un fethinin 500.ncü yıldönümü nedeniyle, bütün dünya ya büyük törenler ve şenlikler yapılacağını duyurmuştu, fakat sonra birden vazgeçilerek törenler gayri resmi havaya sokulmuş ve halk hayal kırıklığına uğratılmıştır. Buna gerekçe olarak ta “Yunanistan’ı gücendirmemek” gösterilmiştir. Halbuki o Mayıs ayında Yunan Hükümeti, bu fethin 500.ncü yılı için 7 gün yas ilan etmiş, kiliselerinde matem dua ve ayinleri düzenlemiştir. Türk hükümeti bu yas ilanını protesto etmediği gibi, kendi törenlerini de iptal ederek Bizans’ın ’’Grek” olduğunu ve bu günkü Yunanistan ile büyük bağları bulunduğunu açıkça kabul etmiş oluyordu. Geçmiş dönemlerdeki Türk dış siyaseti incelenecek olursa, bunun benzeri daha pek çok örnekle karşılaşılacaktır. Batılı ülkelerin ve hatta zaman zaman Türkiye’nin hoşgörüsüne alışmış Yunanistan’ın dış politikasının temelinde, bu hoşgörüden istifade ederek, her sorunu uluslararası hale getirmek yatmaktadır. Bağımsızlığını bile iç Ayaklanmayı uluslararası bir sorun haline getirmek suretiyle kazanan Yunanistan, bu tutumuyla dünya kamuoyunun dikkat ve ilgisini üzerine topladığı gibi, uluslararası siyasal ve ekonomik örgütlerin de çıkarlarına ve ilgilerine hitap etmek, ayrıca dünyanın muhtelif yerlerindeki Yunan Lobilerinden ve zenginlerinden yardım görmek olanağını da sağlamaktadır. Yunanistan bu yolla, dünya kamuoyu ve siyasal örgütlerini hemen bir savaş tehdit ve tehlikesiyle karşı karşıya getirmekte ve savaşın çıkmaması için de ödün veriyor görünerek, karşı tarafa baskı yapılması yolunu tutmaktadır. Bu baskı, tarih boyunca Türkiye’ye yapılmıştır. Bunun en iyi ve yakın örneği, geçtiğimiz yıl yapılan NATO Bakanlar konseyi toplantılarında ortaya çıkmıştır. Yunan başbakanı Papandreu gösterdiği uzlaşmaz tavır ve suçlamalarıyla, tarihinde ilk defa bir NATO Bakanlar Konseyi toplantısının bildiri dahi yayınlanmadan sona erdirilmesine neden olmuştur. Papandreu bu toplantıda, devamlı olarak TÜRKİYE’ye karşı sınırlarının güvence altına alınmasını istemiş, Türkiye’yi her an Yunanistan’a saldıracak bir ülke olarak empoze etmeye çalışmış, yardım konusunda ki bir metinden de Türkiye’nin adının çıkarılmasını sağlamıştır. Yunanistan, bugün EGE Denizindeki adaların hemen tamamı denebilecek miktarına sahiptir. Gerçekte ise, askeri gücü ve ekonomisi bu kadar çok miktarda ve geniş yüzeye yaygın adalarını besleyecek ve koruyacak nitelikte değildir. Lozan ve Paris (15 Şubat 1947) antlaşmalarına aykırı olarak, adalara devamlı olarak yığınak yapmakta turistik maksatlı görünümü altında hava alanları inşa etmektedir. Batı Trakya Türklerine yaptığı baskı ve eziyetler her geçen gün artmakta, burada yaşayan Türkler göçe zorlanmaktadır. Kıbrıs'ta ise, neticesini düşünmeden, giriştiği bir oyunda mağlup olmuş, ama sonucunda fazla bir şey kaybetmemiştir. Halen, Kıbrıs Rum Kesimi toprak ve nüfus üstünlüğüne sahiptir ve Türkiye'nin Kıbrıs üzerinde bir emeli olmadığını, kabul etmiyor görünüyorsa da tüm dünya gayet iyi bilmektedir. Yunanistan; "Megalo Idea", karasularının 12 mile çıkarılması, Ege hava sahasının tam kontrolü, NATO'nun kendi saldırgan tutumuna rağmen sınırlarını garanti etmesi gibi, doyumsuz ve sonsuz emellere sahiptir. Devletlerin de insanlar gibi umut ettikleri sürece yaşadıklarını varsaysak bile eylemli olarak elde edemeyeceğini bile bile her fırsatta aynı konuları gündeme getirmesi, Yunan dış politikasının temel ve değişmez esaslarının açıklığa kavuşturulmasını gerektirmektedir. Bugün uluslararası gerginliklerde, hükümetlerin uyguladıkları başlıca üç- politika mevcuttur. Gerginliği azaltmak, muhafaza etmek veya arttırmak. Yunanistan halen Türkiye'ye karşı bu üçüncü tarzı uygulamaktadır. Bundan umduğu yararlar ise şöylece ifade edilebilir. Mevcut şartlar ve tarihi gelişim içinde Yunanistan Türkiye’den her fırsatta bir şeyler kapmış ve bugüne gelinmiştir. Bugün ise gerek uluslararası hukuk kurallarını gerekse ikili-çoklu anlaşmaları çiğnemektedir. Bu durumda yapacağı tek ve en tabii şeyi yapmakta, Türkiye'nin gerçekleri daha iyi algılaması ve çaldırdıklarını geri istemesine mâni olmak için, "Ev sahibini bastıran Yavuz hırsız" örneği; yine de istemeye, bağırmaya devam etmekte ve bunda da başarılı olmaktadır. Tarihi gelişim içinde Türk-Yunan ilişkilerine genel olarak bakılırsa görülecektir ki; 1. Türkler, kan dökerek elde ettikleri başarıların birçoğunu antlaşma masalarında kullanamamışlardır. 2. Yunanlar, tarih boyunca Türklerin zayıf bulunduğu zamanlarda taarruz etmişlerdir. 3. Yunan, taarruz hareketleri, daima batılı müttefiklerin desteğine erişmiştir. 4. Yunan stratejisinin esası, Türkleri müttefiksiz ve yardımdan yoksun şartlar altında harbe mecbur etmek olmuştur. Kendine özgü politik düzenlerle ve oldu bittiye getirerek, Türkiye’nin iyi niyet ve geçmiş dönemlerde, ki dış politikasının zayıflığından yararlanan ^Yunanistan, Türkiye’ye karşı devamlı aktif bir politika izleyerek istediklerini elde edebilmiştir. Özellikle 1974’den bu yana gelişmelere dikkat edilecek olursa, Türk- Yunan ilişkileri tam durulma görünümü alırken Yunanistan ortaya yeni bir sorun çıkarmış fakat sorunu sıcak bir çatışmaya dönüştürmemeye de özen göstererek, netice de Türkiye’ye ödün veriyor görünümüne girmiş ve böylece, dünya kamuoyunda hem yararına puan toplamış hem de Türkiye'yi alacaklarını ve haklarını unutturacak taze bir gerginlikle oyalayarak ’’Uyutma Politikası” uygulamıştır. Bu politika ile Yunan halkının dikkatini de başka noktalara kaydırarak, yönetimdeki hükümetlerin iç uygulamalarda ki başarısızlıklarını, kısmen de olsa perdelemeyi başarmıştır. Latince kökenli bir kelime olan POLİTİKA” Çok Oyun” anlamım, gelmekte olup, yıllardan beri Yunan hükümetleri bu oyunu dış alanlarda çok iyi oynamakta ve Türkiye’ye karşı devamlı ön almaktadırlar. Bu günkü aşamada, milli dış politika olarak aktif bir görünüm içine girme ve oyunu aynı kozlarla oymama zamanı gelmiş ve geçmektedir. Asıl gayesi Magalo Idea’yı gerçekleştirmek olan Yunanistan halihazır durumu buna uygun olmadığı halde, ilk fırsatta bu gayeye ulaşabilmek maksadıyla dış politikasını yıllardan beri değişmeyen bir rotadan sürdürmeye devam etmektedir. Bu dış politikanın temel ilkeleri şöylece sıralanabilir. 1. Her anlaşmazlığı ULUSLARARASI SORUN haline getirmek, 2. TÜRKİYE ile ilişkilerinde uzlaşmazlığı esas almak, 3. Yaygın propaganda faaliyetleri ve devamlı aktif politikayla TÜRKİYE’ yi sindirmek, 4. Her sorunda büyük bir devletim desteğini yanına almak, 5. Uluslararası örgütleri (B.M, NATO, AET, OECD, Avrupa Parlamentosu) Türkiye aleyhine çevirici faaliyetlerde bulunmak, 6. Kiliseyi davalarına destek olarak kullanmak, 7. Silahlanmada daima Türkiye’den üstün olmak ve bu yolla Türkiye’ yi tehdit ve Megalo Idea'yı gerçekleştirmek, 8. Kıbrıs'ta kaybettiklerini geri almak, 9. Her fırsatta Türk ekonomisini sabote etmek, 10. Film, Tiyatro, TV, gazete, mecmua gibi basın yayın vasıtaları ile Batı kamuoyunu Türkiye aleyhine tahrik etmektir. Yunan dış politikası daima Türkiye'nin zayıf zamanını kollar. Çoğunlukla bu zaman; Parlamento bunalımları, genel seçim önceleri, para çekişmeleri, ordunun sıkı yönetim ile meşgul olduğu dönemlerdir. Bu nedenle; Yunanistan'a karşı hiçbir zaman gerek ekonomik gerek politik gerekse askerî açıdan zayıf düşmemek gerekmektedir. Zira, ilkokuldaki alfabesine başladığı andan itibaren Türk düşmanlığıyla doldurulan her Yunanlı, en küçük fırsatta Türkiye'ye tekrar 15 Mayıs 1919’ları yaşatmayı hayal etmektedir, EGE Denizinin bir barış denizi olması ve dostça ilişkiler gerek her iki ülke gerekse dünya barışı için zorunludur. Ancak, Türkiye'nin tüm iyi niyetli yaklaşım ve barışçı girişimlerine rağmen, tek yönlü sonu gelmez Yunan istekleri devam ettikçe ve karşı tarafta iyi niyet yerine devamlı bir sorun yaratmak alışkanlığı sürdükçe KAOS devam edecek ve belki de sonunda tarih, bir zorlama ile yeni bir şekil ortaya çıkaracaktır. Bunun için, tüm milli gücümüzle ve her an savaşa hazır olmak zorundayız.

  • Kıta Sahanlığı ve Ege Denizi...

    YAZAN: Dz. Kd. Yzb. Mehmet ASAL Bu makale 1983 yılında yazılmıştır. Bu günkü uluslararası hukuk Egemen devletlerin ortaya çıktığı "XV özellikle XVI" Yüzyılların ürünüdür ve pek eski değildir ancak daha eski çağlarda da o zamanki siyasal topluluklar arasındaki ilişkileri az çok düzenleyen hukuk kurulları vardır. Devletin ülkesi, devlet yetkilerinin değerlendirilmesinde milletler arası hukukun başlıca hareket noktası olup coğrafi bakımdan üç kısımdan meydana gelir. Kara ülkesi, deniz ülkesi ve hava ülkesi bir devletin kara suları ve kıyı sularındaki hükümranlık hakkını doğurur. Buna bitişik olarak ta, milletler arası ilişkileri en çok etkileyen ve vazgeçilmeyecek menfaatlerin bulunduğu açık denizler gelmektedir. Açık deniz, bir devletin karasuları, ya da iç suları olmayan deniz alanlarıdır. Açık denizlerin hukuksal rejimi özgürlüktür. Açık deniz, hiçbir devletin egemenliği altında değildir. Ekonomik gelişmeler ve bu gelişmelerin sağladığı yeni olanaklar Açık denizlerin karaya (Yakın) olan kesimlerinde kıyı devleti yararına olmak üzere, bazı noktalarda Açık denizler rejiminden sapan, istisnai hukuki rejimlerin kabul edilmesine yol açmıştır. 1958 Tarihli Cenevre Konvansiyonlarında ifadesini bulan bu istisnai rejimler, iki tanedir. Bitişik bölge ve kıta sahanlığı. Üçüncü deniz hukuku konferansı, bu istisnai hukuki rejimlere ekonomik bölge kavramının katılması sonuncunu doğurmuştur. Özellikle II. Dünya Savaşından sonra ortaya çıkan KITA SAHANLIĞI (Continental Shelf, Plateau Continental) kavramı, coğrafyacılar tarafından eskiden de bilinmekteydi. Deniz dibi, kıyıdan başlayarak, Açık denize doğru giderken, genellikle 200 metre, ya da 100 kulaç derinliğe indikten sonra, birden keskin bir yamaç biçimini alarak büyük derinliklere doğru uzanır. Kıyı çizgisi ile bu yamacın başladığı yer arasında kalan deniz tabanı ve bunun toprak altı, kıta sahanlığını oluşturmaktadır. Kıta sahanlığının uluslararası politika sorunu olması nedenleri, bu sahanlıkta maden yumrularının sahanlığın toprak altında da petrol ve doğal gaz yataklarının bulunması ve bunların işletilmeye başlanmasıdır. Hukuki bir kavram olarak ilk kez tanımı, 1958 tarihli Cenevre kıta sahanlığı konvansiyonun da yapılmıştır. Ancak teknolojik gelişmeler anlaşmanın, akdinden, kısa bir süre sonra bu tanımın yetersiz kalmasına sebep olmuştur. Çünkü deniz hukuku konferansında yeniden yoğun tartışmalara yol açan bu konuda iki kriter ön görülmüştür. 200 metre derinlik kriteri ve doğal kaynakların işletilmesi olanağının bulunduğu derinlik kriteri. Kıta sahanlığı, jeolojik bakamdan, genellikle 200 metre derinlikte son bulur. Doğal kaynakların işletilmesi olanağının bulunduğu derinlik ise, teknolojik gelişmeler nedeniyle değişebilecek olan bir derinliktir. Bu iki kriterin birlikte kabulü ve bu nedenle, Kavramın coğrafi ve jeolojik anlamından sapılması, tartışmasız olmamıştır. Bu çözüm, bir yandan, geniş bir kıta sahanlığı bölgesi bulunmayan, deniz dibinin birdenbire büyük derinlikler ulaştığı kıyılara sahip devletlerle doğal olarak böyle bir bölgeye sahip olmayan devletler arasında eşitlik sağlanması için kabul edilmiştir. EGE Denizi Kuzey-güney doğrultusundaki uzunluğu 325 deniz mili, doğu-batı doğrultusundaki genişliği 162 deniz milinden fazla olan bir denizdir. Kıyıları çok girintili çıkıntılıdır. Bu girinti çıkıntılardan denize giren nehir ve ırmaklar denizi doldurmuş ve çok eskilerde liman oldukları anlaşılan bazı şehirler, bugün içerlerde kalmıştır. Küçük ve Büyük Menderes, Gediz, Bakırçayı, Meriç girişleri böyledir. Bu girinti çıkıntılar, yeni jeolojik devirlerde oluşan çöküntülerden İleri gelmektedir. Denizdeki bu oluşum nedeniyle ve Türkiye sahillerinden denize irili ufaklı 8-10 nehir ve ırmağın girmesi ile deniz altı uzantısı Fiziksel olarak kıtaya bağlı bir şekilde oluşmuştur. Yine nehirlerin denize bu girişleri, EGE Denizindeki deniz altı canlı ve cansız doğal zenginliklerinin, genel bir görünümle sahillere yakın, yani karasuları içinde teşekkül etmesi sonucunu doğurmuştur. Deniz altı madensel zenginlikleri de ayni şekilde oluşmuştur. Yunanistan’ın elinde bulunan adaların büyük parçalar halinde ve kıyılarımıza çok yakan bulunuşları jeolojik ve jeofizik denemeler sonucu bunların ülkemizin ayrılmış parçaları olduğunu kesinlikli ortaya koymaktadır. Denizin dip sahanlığının doğudan, yani Anadolu kıyılarından batıya doğru 200 metre ve daha az derinlikte uzun mesafelerce devam ederek Yunan yarımadası önlerinde derinleşmesi şeklindeki jeolojik yapı, sahanlığın Anadolu yarımadasının uzantısı olduğunu bilimsel açıdan kanıtlamaktadır. Yunanistan yarımadasında doğuya doğru deniz, hemen derinleşmektedir. Bu jeolojik yapı gösteriyor ki doğal uzantı Anadolu yarımadasına bağlı bir uzantıdır. Bu itibarla memleketimiz bakımından hem derinlik kriteri ve hem de doğal uzantı jeolojik yapının sonucu olarak ister birlikte ister ayrı ayrı değerlendirmeye tabi tutulsun, fark etmeyecektir. Her iki kriterde lehimizdedir. Kıtâ sahanlığı, zaruri olarak bu doğal uzantı içindedir. Bu kriter Ege Denizine uygulandığı taktirde, Anadolu yarımadasının sahanlığı Yunan yarımadası önlerine kadar gitmektedir. Aradaki adaların kıta sahanlığı teşkil edecek kadar doğal uzantı verdikleri bilimsel açıdan kabul edilmez. Dolayısıyla adaların da kıta sahanlığı olduğu ve bu adalara CENEVRE anlaşması uygulanması gerektiği iddiası ile EGE Denizinde Yunanistan’ın bir monopol teşkil etmesi ve Türkiye’nin EGE Denizi kıta sahanlığında deniz yatağı ve deniz dibi, içi araştırmaları yaparak, bu yerlerdeki doğal, canlı, cansız kaynakları, petrol ve maden yataklarını işletmesine engel olunması, Türk devlet ve milletinin asla kabul edemeyeceği bir girişimdir. Uluslararası temaslar konuya yaklaşımlar getirmiştir. Kıta sahanlığının bulunduğu denizin kıyı verdiği devletlerin başvuracağı en uygun yol, karşılıklı anlaşma yoludur. Türk ve Yunan devletleri bu denizden aynı ölçüde 'İstifade ettikleri taktirde, daha güçlü ve daha rahat bir yaşantı düzeyine ulaşabilirler. Bunu yapacaklara yerde, her gün anlaşmazlık çıkmasına yol açan girişimlerde bulunmaları, silahlanma yarışına çıkmaları hem bu denizin nimetlerinden yararlanamamalarına neden olur ve hem de gereği olmadan korkunç masraflara katlanmış, bölgeyi ve her iki ulusu sürekli bir şekildi soğuk ve sinirli bir savaş halinde tutmuş olurlar. Oysa bütün eylemi ve tutumu itibarı ile YUNANİSTAN, böyle bir anlaşma düzeyi yaratmak temayülü göstermemiş, aksine onların kıta sahanlığı iddiası, kara sularını 12 mile çıkarmak teşebbüsleri hep TÜRKİYE'yi karşısına alacak şekilde ve o maksat istikametinde olmuştur. Bunun her iki ülkeye de yarar değil zarar getireceği aşikardır. Ancak bu zararın çoğunluk itibarı ile Yunanistan’a ait olacağı hususu da kuşkusuzdur. Her ne kadar Cenevre’de adaların kıta sahanlığı olduğu yolunda, İngiliz delegasyonunun ağırlığını koyması sonucu bir prensip kabul edilmiş ise de bu bütün denizlerdeki her tür ve doğrultudaki adalara uygulanabilen bir kural olamaz. EGE denizinde yüzlerce adanın bulunması ve özellikle Anadolu kıyılarına çok yakın olan adaların Yunanistan’a bırakılmış oluşu, Türkiye’nin CENEVRE anlaşmasını imza etmemiş bulunması gibi nedenlerle adaların kıta sahanlığı olduğu yolundaki Kural, uygulama sahası ve etkisi bulunmayan bir kural olarak kalmaya mahkumdur. Hal böyle olunca, TÜRKİYE, EGE Denizinde hiç olmazsa şimdilik derinlik kuralına göre petrol araştırması yapacak, canlı ve cansız kaynakları arayıp bulmaya ve işletmeye teşebbüs edecektir. Denizlerin kıta sahanlıklarında yapılan araştırma ve incelemeler sonucu zengin, maden, petrol ve canlı kaynakların bulunduğu saptanmıştır. Yunanistan, TAŞOZ adası açıklarında petrol bulmuş ve diğer kesimlerde araştırmaya başlamıştır. TÜRK hükümeti, 1973 yılında, Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığına EGE denizindeki petrol arama imtiyazı vermiştir. YUNANİSTAN buna itiraz ederek EGE denizindeki YUNAN egemenliğinde bulunan adaların kıta sahanlığı bulunduğunu, Türkiye’nin bu kesimlerde araştırma yapamayacağını ileri sürmüştür. YUNANİSTAN' ın bu tutumuna rağmen TÜRK hükümeti iç hukuk bakımından, 1973 yılından beri kıta sahanlığında yapılacak araştırma ve incelemelere esas teşkil edecek yasal çalışmalarını sürdürmüş, 16 Mart 1954 tarih ve 6326 sayılı petrol kanununda birçok değişmeler yapmak suretiyle TÜRKİYE topraklarını teşkil eden arazi tanımlanmış, bu arazide yerden ve havadan yapılacak topografik, jeolojik, jeoşimik ve benzeri sondaj ve arama şekilleri belirtilmiştir. Türk Hükümeti, deniz dibinde sismik araştırmalar yapmak üzere gerekli her türlü modern aygıtlarla donatılmış MTA SİSMİK 1 (HORA) gemisine 13 Temmuz 1976 günü EGE denizine açılması ve orada gerekli sismik araştırmalar yapması görevini vermiştir. İşte bu olay, YUNANİSTAN' ı hızla harekete geçirmiş ve konuyu uluslararası bir sorun haline getirmek üzere haklı, haksız girişimlerde ve ithamlarda bulunmaya sevk etmiştir. YUNANİSTAN, bir yandan TÜRK hükümetine notalar yağdırmış, bir yandan da Uluslararası Adalet Divanına ve Birleşmiş Milletler Güvenlik konseyine başvurmuştur. 1958 CENEVRE anlaşmasını imzalaması ve bu anlaşmanın adalara kıta sahanlığı tanıması nedeniyle, EGE denizindeki kıta sahanlığının tamamen kendisine ait olduğunu ve Türkiye’nin burada hiç işlem yapamayacağını İddia etmiştir. YUNANİSTAN, Sismik 1’in kıta sahanlığına sahip ve YUNAN egemenliğinde bulunan adaların Türkiye’ye göre arka taraflarında, yani batısında araştırma yaptığını, bu kesimlerin Yunanistan’a ait kıta sahanlığı olduğunu iddia etmiştir, Oysa EGE Denizi özellikleri bulunan bir denizdir. Bu denizdeki kıta sahanlığı sorunu, 1958 CENEVRE anlaşmasında yer alan bir madde ile halledilmesi iki devletin, bu denizdeki kıta sahanlığını karşılıklı anlaşma, hak ve nısfet ilkelerine uygun olarak, her iki devletin karşılıklı ihtiyaçları ve çıkarları birlikte değerlendirilmek suretiyle saptanabilir. Her ne kadar 1958 CENEVRE anlaşmasının 8. inci maddesinin üçüncü fıkrasında, kıta sahanlıklarının saptanması için, herhangi bir Özel tebliğ ya da fiili işgal zorunluğu bulunmadığı ifade edilmiş ise de bu keyfiyet kıyısal devletin denizleri kendi egemenliği altına alabilecek şekilde tam anlamı ile keyfi tasarruflarda bulunabileceğinin kabulü demek de değildir. Özellikle EGE denizi gibi jeolojik, jeofizik, coğrafi, stratejik pek çok ayrıntıların bir arada değerlendirilmesi gereken bir bölgede TÜRKİYE ya da Yunanistan’ın tek yan ve yönlü olarak kıta sahanlığı iddiasında bulunmaları hukuki ve politik dayanaktan yoksun bir iddia olmaktan ileri gidemez. Esasen bu gibi durumlara mahal verilmemesi için ayni anlaşmanın 6 inci maddesinde bazı prensiplere yer verilmiştir. Bu madde kıyısal devletlere bazı alternatiflere baş vurma esnekliği önermektedir. Kıyısal devletlerin kendi aralarında anlaşarak sahanlığı sınırlandırmaları CENEVRE anlaşmasının ilk koşuludur. Normal, mantıklı ve kestirme yol budur. Anlaşma bulunmayan ya da sağlanamayan hallerde, sahanlığın saptanmasında, denizin, kıyıların, denizdeki ada ya da adalar topluluğunun özellikleri göz önüne alınmalıdır. Bu uyulması zorunlu bir koşuldur. Sahanlık sınırlandırılırken tüm hatlar belli bir tarihte mevcut olan haritalarla, coğrafi cisimlere göre çizilmeli ve kıyılarda, ya da iç kısımlarda bulunan sabit, sürekli ve belirli noktalara göre referanslar verilmelidir. Sanki Yunanistan bu ilkelerde gösterilen yolu izlemiş, belirtilen koşulları yerine getirmiş ve Türkiye’de bunlara aykırı tutumlar içinde bulunmuş gibi 1958 Antlaşmasının adaların da Kıt ’a sahanlığı olduğunu ifade eden 1.nci maddesinin 2.nci fıkrasına tutunmaya çalışmıştır. Oysa bu ikinci fıkra halen tartışmalı olan ve uygulamada ne ölçüde etkili olacağı kesin ölçüde saptanmamış bulunan bir maddenin ona benzer nitelikteki bir fıkrasıdır, Yunanistan aynı anlaşmanın 6.ncı maddesi hükümlerine aykırı tutum içine girmiştir. Hal böyle olunca Yunanistan, anlaşmanın kendi menfaatine olduğunu değerlendirdiği bir maddesini, onu imza bile etmemiş olan TÜRKİYE hakkında istemekle tam bir çelişki içine girmiştir. Türkiye’nin ege denizinin üstünde, içinde veya dip altında bulunan canlı, cansız kaynakları işletmesi, onları kendi ulusunun ve dolayısıyla insanlığın istifadesine sunması en tartışılmaz hakkıdır. Bu sadece ekonomik ve teknik nedenlerden ötürü değil, aynı zamanda askeri, stratejik, siyasi ve coğrafi nedenlerden ötürü de böyle olması zorunlu bir sonuçtur. FAYDALANILAN KAYNAKLAR Seha L. MERAY, Uluslararası Hukuk ve örgütler, Ankara 1974 Sevin TOLUNER, Milletlerarası Hukuk Dersleri, İstanbul,1979 M. Zeki AKIN, Karasuları, iç sular, Gemilerin bu sulardaki rejimi ve kıta sahanlığı, Ankara,1978

  • Yine bir 24 Nisan..

    (Efsaneye göre; Siraküza Kralı Dionysos, kral olmanın çok rahat ve güzel olduğunu savunan Demokles'e ders vermek için yemeğe davet eder. Onu ince bir sicimle tavana bağlanmış ağır bir kılıcın altındaki koltuğa oturtur ve ona iktidarın aslında ne kadar zor olduğunu gösterir.) Her yıl olduğu gibi yine 24 Nisan geldi. Sözde Türkiye dostlarına yine gün doğdu. Demoklesin Kılıcı bir kere daha Türkiye’nin üzerinde. Hepimiz merakla bekliyoruz. “24 Nisan sözde Ermeni soykırımını anma gününde ABD Başkanı yapacağı açıklamada ‘soykırım' terimini kullanacak mı?..” Türkiye, 1915 olaylarının “soykırım” olarak nitelenmesinin asıl ve esastan yoksun olduğunu, hukuki ve tarihi olarak aslında tüm dünyaya defalarca ispat etti. Ancak ABD gibi uluslararası emperyalist düzenin lideri konumundaki bir devletin başkanının dost ve müttefik ?? bir ülkeyi töhmet altında bırakacak böyle bir tabiri kullanmasının çok ciddi siyasi sonuçlar doğurması bekleneceğinden ABD başkanları bugüne kadar 24 Nisan bildirilerinde “soykırım” sözcüğünü tercih etmediler. “Biden Yönetiminin ve Başkanın soykırım” tabirini kullanacakları konusunda Ermeni seçmenlere verdikleri sözden dönmeyeceklerine dair sayısız açıklamaları var. Ayrıca Kongre'nin her iki kanadı da tam bir Türkiye düşmanlığı ve benzeri görülmemiş aşırı bir tutkuyla Ermeni iddialarını destekliyor. Türkiye'nin yeminli düşmanları ve Ermeni diasporasının fanatik destekçileri olan Temsilciler Meclisi Başkanı Nancy Pelosi, Senato Dışişleri Komisyonu Başkanı Robert Menendez ve Temsilciler Meclisi İstihbarat Komitesi Başkanı Adam Schiff, bu konuda başı çekerek Kongre'nin yönetim üzerindeki baskısını sürdürmek suretiyle Biden'a “soykırım” terimini kullandırmayı çalışıyorlar. Başkan bu tanımı kullanırsa ne olur? Demoklesin Kılıcı bir daha tehdit unsuru olarak kullanılamaz ve ABD en büyük kozunu kaybetmiş mi olur yoksa o kılıç başımıza inip büyük işler mi açar? Soykırım tabirinin “ABD Başkan tarafından tanınması, Ermeni kökenli Amerikan vatandaşlarının Türkiye'ye karşı tazminat ve mülkiyet davaları açmalarına ve bunların Türkiye aleyhine sonuçlanmalarına sebep olabilir. Bu davalar açılır ve kaybedilirse ki ABD Yürütmesinin başı bu açıklamayı yaparsa ABD Mahkemeleri de bu yönde kararlar alabilir, bu dava sonucu ortaya çıkabilecek tazminat bedellerinin Türkiye tarafından ödenmemesi durumunda da ABD Limanlarına giden Türk gemilerine ve ABD’de ki Türk para ve mallarına el konulması da dahil birçok sorunla karşılaşılması mümkündür. ABD’nin Ortadoğu’daki çıkarları, Türkiye’nin NATO içindeki rolü ve önemi, Ukrayna Krizinin Türkiye’nin Jeopolitik önemini ve konumunu bir kere daha ön plana çıkarması, Biden'ın “soykırım” terimini telaffuz etmemesi ve önceki Başkanların izlediği tutumu devam ettirmesi bakımından bazı önemli siyasi ve stratejik gerçeklerdir. Biden’ın “soykırım” tabirini kullanması, Türkiye’yi tamamen gözden çıkarmayı göze aldığı veya artık umursamadığı ya da ciddi bir karşılık veremeyeceğimizi düşündüğü anlamına gelir. Aslında yıllardır “Demoklesin Kılıcı” gibi Türkiye’nin başının üzerinde tuttuğu, her yıl Nisan ayı yaklaştığında önce Türkiye’yi tehdit edip sonunda onaylamayarak “Güya kıyak ağabeylik yaptığı” kozunu da kaybetmiş olur. Tıpkı bizimde karşılık olarak İncirlik ve Kürecik'i kapatarak son kozumuzu da kaybetme hatasına düşebileceğimiz gibi. Türkiye-ABD ilişkileri, stratejik ortaklık seviyesinde asla değildir ve olmamıştır. Müttefiklik düzeyinde de değildir. Biz, ABD’nin gözünde müttefikimsi bir ülke durumundayız. Bazılarımız için NATO’ya girmemiz stratejik bir hata olarak düşünülebilir. Ancak şu aşamada NATO’dan çıkılması bundan daha da büyük bir hata olur. Sonuçta ne olursa olsun Türkiye yüzünü Batıya çevirmeli ve Batı ittifakları içinde kalmayı amaçlamalıdır. Bu batının da yüksek sesle söylemese bile çıkarlarına uygundur. Zira Türkiye’nin NATO sistemi içerisinde bulunması Doğu-Batı arasında sıcak savaşı engelleyici bir faktördür. ABD’nin akıl ve menfaatleri düşünülmeden Biden tarafından “soykırım” kelimesinin kullanılması halinde ABD çok önemli bir kozunu harcamış ve Türk insanları nezdindeki Amerikan nefretini daha da arttırmış olacaktır. Buna mukabil ABD’li Ermenilerin oyu genelde hep Demokratlarda olduğundan, ayrıca kendisinin de bir daha başkanlığı ABD'liler tarafından pek düşünülmediğinden götürüsü getirisinden fazla olacaktır. Ama ABD küstah ve burnu büyük bir ülkedir. Cezalandırmayı da çok sever. Bu nedenle Hiroşima ve Nagazaki'de 350 000 sivil ve masum Japon'u acımasızca katledebilmiştir. Bu ve benzer ABD kaynaklı katliamlar düşünülünce Biden'ın Türkiye'ye karşı da aynı küstah tavrını sürdürmesi bizleri şaşırtmamalıdır. Soğukkanlılığımızı korumamız dileği ile,

bottom of page