top of page

Search Results

Boş arama ile 110 sonuç bulundu

  • OKUL SERVİS ARAÇLARINDA UNUTULAN ÇOCUKLAR

    YAZAN : Mehmet ASAL 30 Eylül 2017 Geçtiğimiz hafta İzmir’in Çiğli İlçesinde servis aracında unutulan 3 yaşındaki Alperen Sakin’in ölümü, gözleri okulların açılmasına kısa bir süre kala “Servis Araçlarına” çekti. Bu konuda basında doğru-yanlış birçok haber çıktı. Tutuklanan ve serbest bırakılanlar oldu. Gerçekte kim ya da kimler suçlu? Bu tarz olayların meydana gelmemesi için neler yapılmalıdır? Veliler nelere dikkat etmelidir? 17 yıl süreyle ENKA Okulları, Hisar Okulları, Saint Joseph Küçük Prens Okullarında İşletme Müdürlüğü yapmış, 17 defa Servis Sözleşmelerini düzenleyip altına imza atmış, ölümle sonuçlanmasa da benzer unutma olaylarına birkaç kez şahitlik etmiş biri olarak yapılması gerekenleri sizlerle paylaşmayı vicdani bir görev bilerek ve basında yer alan yanıltıcı haberleri düzelterek açıklamalarda bulunmak istiyorum. Öncelikle konuya tersten girmek, yapılması gerekeni açıkladıktan sonra neden yapılamadığına değinmek istiyorum. Araçta çocuk unutulma sorunları sadece sabah öğrenci evden alınıp okula gelindiğinde yaşanmakta akşamları yaşanmamaktadır. Çünkü akşam diğer günlere oranla çocuğu 10-15 dakika geç kaldığında veli okulu, sürücüyü ve rehber personeli aramakta ve nedenini sormaktadır. Halbuki sabah çocuğunu Rehber Personele teslim ettikten sonra artık eve dönüş saatine kadar velinin içi rahattır. Çocuk araçta neden unutulur? Bir çocuk araçta uyuyakalır ve okula varıldığında da Rehber Personel tüm çocuklarla eşit derecede ilgileneceğine sempati duyduğu veya daha ilgiye muhtaç gördüğü bir çocuğa odaklandığında diğer çocuklar unutulabilmektedir. Bu konuda bazı velilerin, çocuğu ile daha fazla ilgilensin diyerek el altından Rehber Personele de para ya da hediyeler vermesi de görülmüş durumlardandır. Servis aracı okula ulaşıp öğrenciler indirildikten sonra aracın içinin ve koltuk aralarının Rehber Personel tarafından mutlaka boş olduğunun görülmesi, Rehber Personel Sürücüye bildirmeden servis aracının okuldan ayrılmaması gerekir. Bu yıl danışmanlığını yaptığım bir okulun Haziran başında servis sözleşmesini hazırlarken aşağıdaki maddeyi özellikle koydum. “Madde 44- Servis araçlarına inilip binilirken rehber personel mutlaka araç kapısı yanında bulunarak öğrencilere yardımcı olacak ve aracın kapısının emniyetle kullanılması sağlanacaktır. Son öğrenci de indikten sonra Rehber ve Sürücü aracı kontrol ederek araçta uyuyakalan veya koltuk arkasında kalan öğrenci ya da öğrencilere ait malzeme kalmadığından emin olacaklardır.” Bu hususu tüm Okul Yöneticilerine ve OAB üyelerine hatırlatmak, sözleşmelerine koydurmalarını, takibi ve eğitimi konusunda da dikkatli olmalarını öneririm. Alperen Sakin’in servis aracında unutularak ölümüyle sonuçlanan olaydan 2 ay önce hazırlanan sözleşmeye koyduğum maddeye bakıldığında, bu konudaki birinci derecede sorumlunun kim ya da kimler olduğu çok açık bir şekilde görülecektir. Ancak bu maddenin yazılması, Okul İdaresini sorumluluktan kurtarmayacaktır. Okul Müdür Yardımcısı/Öğrenci İşleri Sorumlusu her sabah rehber Personelden ve sınıf öğretmenlerinden o gün okula gelmeyen (Velinin teslim etmediği) öğrenci bilgisini alıp, bunları birbiri ile karşılaştırıp en geç 60 dakika içerisinde veliyi arayarak okula gelmeme nedenini öğrenmek durumundadır. Bunun yapılması halinde Rehber Personel ve Sürücü dikkatsizlik etseler de, Okul İdaresi evinden çıktığı halde derste olmayan öğrenciyi tespit edip, araç sürücüsü derhal aratılıp en geç 90dakika içerisinde Alperen araçtan çıkarılabilecekti. Okulların Servis Araçları Sözleşmeleri her yıl yenilenen ve yenilenmesinde en büyük sorumluluk Okul Aile Birliklerinde olan, Okul adına ise sadece tek yetkilinin imzası yeterli görülen anlaşmalardır. Özel Öğretim Kurumları Yönetmeliği (Değişik:RG-21/7/2012-28360) 9/2/2012 tarihli ve 28199 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanan Millî Eğitim Bakanlığı Okul-Aile Birliği Yönetmeliği hükümlerine göre özel ilkokul, ortaokul ve ortaöğretim okullarında okul aile birliği kurulur. Okul öncesi eğitim kurumlarında ise velilerin veya okul yönetimlerinin istemesi halinde kurulur. Hükmünü amirdir. 28.08.2007/26627 tarihli resmi gazete ile yayınlanan Okul Servis Araçları Hizmet Yönetmeliğinde Rehber Personel: Okul öncesi çocukları ve/veya ilköğretim öğrencilerini taşıyan okul servis araçlarında, araç içi düzenini sağlayan, öğrencilerin araca iniş ve binişlerinde yardımcı olan şahıslar şeklinde tanımlanmaktadır. Rehber personel için 20 yaşını doldurmuş ve en az ilköğretim mezunu olmak, şartı vardır. (Danıştay 8. Dairesinin 12.02.2010 tarihli ve Esas No: 2009/10048 Sayılı Kararı uyarınca Rehber personel için 22 yaş ve en az lise mezunu olma şartı uygulanmaktadır.) Rehber Personeli genelde araç sürücüleri bulmakta ve bu kişilere maaş/ücret ödemeleri sürücü tarafından yapılmaktadır. Personel kısmi zamanlı çalıştığından (sabah öğrenci evinden alınıp okula getirilirken ve akşam evine geri bırakılırken)ücretleri çok düşüktür. Çoğunlukla araçların sahibi de olan sürücüler Rehber Personeli sigorta ettirmeden çalıştırmak istemektedirler. Lise Mezunu Rehber personel bulmak oldukça zordur. Durum böyle olunca da rehber personel konusunda bir devamlılık mümkün olamamaktadır. Rehber Personel maliyetinin artması, okul ücretlerine doğrudan yansıyacağından ne resmi tarifeler buna izin vermekte ne de veliler böyle bir artışı istememektedir. Hizmet Yönetmeliği Okul servis araçlarının kiralanması konusunda; MADDE 7 – (1) Okul servis araçlarının kiralanması; her yıl okul-aile birliği yönetim kurulu başkanının başkanlığında, okul-aile birliği yönetim kurulunca belirlenecek bir temsilci, okul-aile birliği yönetim kurulunca çocuğu servisle taşınan veliler arasından tespit edilecek dört veli, okul koruma derneği yönetim kurulunca belirlenecek bir temsilci ile varsa okul eğitim vakfı yönetim kurulunca belirlenecek bir temsilcinin katılımlarıyla oluşturulacak komisyon tarafından yapılır. Denmektedir. Dikkat edileceği gibi, Özel Öğretim kurumları Yönetmeliğinde Okulöncesi guruplarda Okul Aile Birliği oluşması zorunlu tutulmamış ama Servis Araçları Yönetmeliğinde OAB esas alınmıştır. Bu ciddi bir çelişkidir. Ancak sonuç ne olursa olsun benim kanım bu işte bir numaralı sorumluluğun Servis Firmasında, iki numaralı sorumluluğun ise Okul İdaresinde olduğudur. Taşımacıların yanında çalışanlar, hizmet akdine tabi olup, bunların sosyal güvenlik yönünden sigorta işlemlerinin yaptırılması zorunluluğu vardır. Servis sahipleri genelde bu rehber personeli kısmi süreli istihdam ile çalıştırmayı düşündükleri için ek/6 statüsünden sigortalı olarak çalıştırma hakkına sahip bulunuyorlar. Tüm yukarıda yazılı hususları bir araya getirdiğimizde şu sonuçlara ulaşmak mümkündür. Okullar için Servis Sözleşmeleri her yıl yenilenir. Yenilenmede başrol OAB (Okul Aile Birliği)dedir. Okul Öncesi Kurumlarda ise asıl sorumluluk Okul İdaresindedir. İlkokul ve Okul Öncesi araçlarda en az 22 yaşında rehber personel bulundurulması ve bunların kısmi zamanlı da olsa sigorta ettirilmesi gerekmektedir. Bu personele Hizmet öncesi eğitim servis Firması ve Okul İdaresi tarafından taşıma hizmeti başlamadan önce verilmelidir. Özellikle Okul öncesi öğrenciler sabah erken saatte evlerinden alındıklarından, araç içerisinde uyuyakalma ve koltuk arasına düşme ihtimalleri mevcuttur. Bunu kontrol etmesi gereken ilk kişi servis hostesi ve sonrasında servis sürücüsüdür. Yoklamaya devam edersek bundan sonraki kısımda da okul idaresinin ihmali ortaya çıkmaktadır. Okul darecisi bu öğrencinin okulda olmadığını tespit ederek veli ile iletişime geçmesi gerekirken bunu yapmamıştır. Rehber personel ve araç sürücüleri genellikle az eğitimlidirler. Sürücü trafik ve yol ile ilgilenirken Rehber personelin tek görevi araca aldığı öğrencileri aldığı sayıda ve emniyetle Okula getirmek ve öğretmenine teslim etmektir. Basında yer aldığı gibi olayın “Korsan firma olup olmaması”, “trafik denetim ve belgelerinin tam olması” ile doğrudan bir ilişkisi yoktur. Bu olayda hata insan hatasıdır. Rehber Personel hatasıdır. Sürücü dikkatsizliğidir. Okul İdaresi ihmalidir. İleride benzer olayların yaşanmaması için; Rehber Personel ve sürücüler devamlı eğitilmeli, Servis Firması ve Okul tarafından ayrı ayrı ve müşterek seminerlere alınmalı, okul idareleri veliler ile aralarında öğrenci devamı konusunda aktif bir haberleşme ağı kurmalı, her sabah okulda Eğitim başladıktan sonra, bir saat içerisinde öğrenci yoklamaları/veli geri dönüşleri yapılmalıdır. Mehmet Asal K12 Okulları Yönetim ve İşletme Danışmanı

  • Türkiye'ye Demokrasi kolay kolay gelemez. Neden mi?

    YAZAN : Mehmet ASAL Ocak 2017 Demokrasi, halkın egemenliğini bizzat ve doğrudan doğruya kullandığı yönetim türüdür. Halkın halk tarafından yönetilmesi anlamına gelir ki çoğunluğun mutlak hâkimiyetini reddeden, azınlıktakilerin siyasal ve kültürel haklarının kabul edilmesi gerektiğini savunan bir sistemdir. Burada sizleri uzun cümleler ve tanımlarla sıkmak yerine mümkün olduğunca kısa ve sonuca götürücü açıklamalar kullanacağım. Bana göre “Demokrasi için dikkate alınması gereken altı temel kıstas” vardır: Ülkenin Eğitim Seviyesinin yüksekliği, Ülkenin Jeopolitik Konumu ve komşularıyla ilişkilerinin dengesi, Laiklik anlayışı ve dinin tamamen siyaset dışına çıkarılması, Ülkenin gelenekleri ve Demokrasi Mücadelesinin geçmişi, Nüfus artışının kontrolü ve dengeli büyümeye geçilmesi, Kişi başına düşen milli gelirin fazlalığı ve bunun bölüşümündeki adalet. Yukarıdaki temel kıstaslara şöyle bir bakıp düşündüğünüzde, ülkemizde neden uzunca bir dönem daha Demokrasinin olamayacağı, herhangi bir detaya bile girmeden kolayca anlaşılabilir. Ancak daha ilk cümleden bir sonuca gitmek yerine bu kıstasları kısaca inceleyelim. Ülkenin Eğitim Seviyesi: Türkiye’de Eğitim Durumu. (DİE Sitesinden alınmıştır.) Dünya üzerinde, halkının değil % 75’i, % 30-40’ı bile eğitimsiz tek bir demokrasi yoktur. Ülkenin Jeopolitik Konumu ve komşularıyla ilişkilerinin dengesi: Türkiye’nin kuzeybatısında Yunanistan ve Bulgaristan; Güneydoğusunda Suriye ve Irak; doğusunda İran ve Azerbaycan; Kuzeydoğusunda ise Ermenistan ve Gürcistan komşu olarak yer almaktadır. Bu ülkelerden Azerbaycan’ı bir tarafa ayırdığımızda kalanların; Hepsinin ırkı farlıdır, Hepsinin dini/mezhebi farklıdır, Hepsinin dili ve bundan ötesi lfabesi bizden farklıdır, Hepsi Türkiye’den daha fakirdir, Hepsi Türkiye’den tarihsel çıkarlar peşindedir, Türkiye’nin NATO’da Yunanistan dışında hiçbiri ile bir ortaklık anlaşması yoktur. Kaldı ki Yunanistan ile NATO İşbirliğimiz ve ortaklığımızın ne kadar güvenilir olduğu da her Türk’ün malumudur. Siyasi Coğrafyacı ve jeopolitik uzmanları dünyanın kalbi olarak Kafkaslar ve Türkiye’nin bulunduğu coğrafyayı tanımlarlar. Nitekim Halford J. Mackinder ’in (1861-1947) Kara hâkimiyeti teorisi de, Nicholas J.Spykman, (1893-1943) Kenar Kuşak Teorileri de aynı coğrafyayı esas alır. 20.nci yüzyıl başlarında tartışılan ve kabul gören bu teoriler “Deniz Hâkimiyeti” (Alfred Thayer Mahan) ve” Hava hâkimiyeti” teorileri (Alb. Haevy Scitoklian )ile çürütülmeye çalışılmış ise de, bugün, 21nci yüzyılın başında, bu teorilere esas kalbin yerinde hiçbir değişme olmadığını ve hala dünyanın nabzının aynı coğrafyada attığını görmekteyiz. 1970’li yıllarda tüm teoriler tasnif edilerek iki başlık altında toplanmıştır: 1. Fiziki coğrafyaya dayalı teoriler: Kara Hâkimiyet Teorisi, Kenar Kuşak Teorisi. 2. Salt kuvvete dayalı teoriler: Deniz Hâkimiyet Teorisi, Hava Hâkimiyet Teorisi. Jeopolitiğin bir amacı, geleceğe ait hükümler çıkarmaktır. Jeopolitiğin asıl önemli özelliği ise uygulamaya yönelik oluşudur. Jeopolitik siyasi coğrafyayı siyasete bağlar. Bunları niye anlatıyorum? ABD Fiziki coğrafyaya egemen olamadığından, salt kuvvete dayalı sistemlerle fiziki coğrafyalar üzerinde etkin olmaya çalışmaktadır. Yani aslında güç olanı başarmaya çalışmaktadır. Oysa Türkiye, Dünyanın kalbi olan coğrafyada, politikalarını oluştururken dünyaya hâkim olabileceği bir siyaseti geliştirememekte ve Salt Güce sahip olan ülkenin suyuna gitmeye çalışmaktadır. Bunun en büyük nedenlerinden biri de, daha önceki yazılarımdan birinde de değindiğim gibi, bizleri yöneten ve özellikle dış politika esasları konusunda karar verici durumda olan siyasilerin, jeopolitik ve buna bağlı jeostratejiyi bilmiyor ve bu konuda araştırıp eğitilmiyor olmalarıdır. Biraz amiyane tabirle, “Sandal kürekçisine uçak gemisi komutasını emanet etmek” le eşdeğerdir bu durum. Bazı düşünürler jeopolitiği siyasi coğrafyanın içerisinde, siyasi coğrafyanın bir bölümü gibi görmek eğilimindedirler. Bu görüş, siyasi coğrafyayı olduğundan fazla, jeopolitiği de olduğundan daha dar bir alana yerleştirmek olur. Jeopolitik siyasi coğrafyanın bir devamıdır. Ancak daha geniş bir alanda ve daha çok sayıda konuyu içerir. Daha anlaşılır bir ifade ile çok iyi bir coğrafyaya sahip olmak tek başına yeterli değildir, önemli olan o coğrafi avantajı uluslararası politikaya ile ülke çıkar ve menfaatlerine dönüştürebilmektir. Aslında büyük önder Mustafa Kemal Atatürk’ün de yaptığı budur. Bu coğrafyada yer alan Rusya, İran gibi ülkeleri de yanına alarak, ya da en azından karşısına almayarak, batılı devletlere karşı büyük bir kurtuluş mücadelesi vermiş, ülkeyi ve milleti var etmiştir. Türkiye’nin jeopolitik konumu; coğrafi konumda sayılan bütün özelliklere ek olarak; Avrupa Birliği, Rusya Federasyonu ile komşu olması; Kafkasya, Ortadoğu, Balkanlar gibi duyarlı ve sıcak kesimlerin bileşkesinde bulunması; çok önemi bir sınırlar ülkesi oluşu (Doğu kültürü ile batı kültürünün, Hristiyanlıkla İslamiyet’in liberal ekonomi ile yarı kolektif sistemlerin, demokrasi ile totaliter sistemlerin... Sınırında) bütün evrensel politikaların ya hareket noktası, ya hedefi, ya da en azından güzergâh üzerinde bulunması... Gibi çok güçlü özellikler içerir. İşte Türkiye Atatürk’ten sonra bu önemi anlayamadığından, ülke her zaman Emperyalizmin hedefinde olmuştur ve bundan sonra da olacaktır. Komşularıyla ortak bir dil, din, kültür bağı ne yazık ki yoktur. Emperyalist ülkelerin yayılmacı politikalarını en zor uygulayabileceği ülkeler tam demokrat ülkelerdir. Bu nedenle onlar bizim Demokrasi ile yönetilmemizi istemezler ve bu 7 benzemez komşu ile her zaman ülkemizi ve demokrasimizi aşındırmak, kendilerine yakın ve çanak tutacak SÖZDE DEMOKRAT OLİGARŞİK YAPILAR tarafından yönetilmemizi isterler. Doğu Akdeniz’de aleyhimize petrol arar/aratır, PYD-PKK’yı kışkırtır, Ege Adacıklarının İşgaline sessiz kalır, Ermeni Soykırımı diye bir dayatmayı sürekli gündemde tutarlar. Buna karşı, Sosyal-Demokrat Hükümetlerin iş başında olması ve akıllı politikalar üretmesi gerekirken bizim gibi ülkeler, sağ ve muhafazakâr hatta din tandanslı parti ve liderlerince yönetilir, bu liderler BOP eş başkanlığı ile kandırılıp kafamıza çuvallar geçirilir, Seksen milyonluk ülke bir Twitter Mesajı ile aşağılanabilir. Laiklik anlayışı ve dinin tamamen siyaset dışına çıkarılması: Din kuruluşundan beri gerek Osmanlı Dönemi gerek genç Türkiye Döneminde, her zaman etkili olmuş ve Devlet İdaresinde İslami akımlar ve kayırmalar alenen yapılmış, laiklik ilkesi hemen hiçbir dönemde anlaşılamamış ve uygulanmamıştır. Osmanlı'nın kuruluşundan bu yana, yönetimde din etkeni belirleyici rol oynamıştır. Din; giderek genellik özelliğini koruyamamış, mezhep ve tarikat ayrımları din öğesinin yerine belirleyici olmuşlardır. Tasavvufi tarikatların gerek halk üzerinde, gerekse asker-sivil yönetici bürokrasi üzerindeki belirleyici ve yönlendirici etkinliği; 19. yüzyılın ikinci yarısı ile 20. yüzyılın ilk çeyreğinde daha da öne çıkmıştır. Devlet-siyaset adamları, bilim adamları ve düşünürler arasında herhangi bir tasavvufi tarikatın bağlısı olmak, bir dergâha / tekkeye devam etmek, bir mürşide bağlanmak geçerli bir moda olmuştur. Ne yazık ki, bu yüzyılda da aydınlar arasında aynı durum oldukça yaygındır. Ayrıca toplumun üst katmanları, salon toplantılarıyla bu tür gelişmelere öncülük etmektedirler. Mevlevilerle Bektaşiler arasında öteden beri süregelen, devlet içinde egemenlik kurma, yönetim kadrolarını oluşturma yarışı vardır. Bu durum, her iki tarikatın da çok erken dönemlerden beri egemenlik kurmak için örgütlendiklerini, birçok devlet adamını yanlarına çektiklerini, bunlar yoluyla devleti yürütmede söz sahibi olduklarını veya söz sahibi olmak için çabaladıklarını göstermektedir. Sünni tarikatlar Milli Mücadele'ye de yer yer karşı çıkıp, halifenin sesini dinlerken, Alevi toplumuyla Bektaşi ve Mevlevi tarikatlar Milli Mücadele'nin doğrudan içinde yer almış, emperyalizme ve halife-padişahlığa karşı M. Kemal'in önderliğindeki ulusal bağımsızlıkçı bir hareket yürütmüşlerdir. Alevilikte kadın, Sünniliğin tam aksine, kesinlikle toplumdan tecrit edilmemiştir. O, toplumun eşit bir parçasıdır. Dini törenlerde dahi başını örtmez. Bu törenlerde kadınlar ve erkekler birlikte dans ederler ve hatta topluluğa saygı kuralını gözetmek koşuluyla içki dahi içebilirler. Mustafa kemal Atatürk kadının toplum için önemini vurgulayıp bunları yasalar ile teminat altına almıştır. Ancak, 1938 den başlayarak Türkiye’de en ucuz ve kolay siyaset aracı “DİN SÖMÜRÜSÜ” olmuştur. Bu sömürü o kadar ileri gitmiştir ki 1986 dan sonra Sistematik bir şekilde tüm Ordu, Polis ile Hukuk Sistemi, Fetullah Gülen denen bir din bazın eline geçmiş ve ülkenin neredeyse “İran’ laşacağı” 15 Temmuz darbesi kıl payı atlatılmıştır. Bundan gerekli dersler alınabilmiş, “DİN SİYASET DIŞI ALANA” çekilebilmiş ve “LAİKLİK UYGULANMAYA BAŞLAMIŞ” mıdır? Ne yazık ki hayır. Oysa Demokrasinin olmazsa olmazı; Laiklik anlayışı ve dinin tamamen siyaset dışına çıkarılması, kadının özgürleşmesi, kadının erkeğin köleliğinden ve hegemonyasından çıkartılmasıdır ki daha uzunca bir süre bu mümkün görülmemektedir. Ülkenin gelenekleri ve Demokrasi Mücadelesinin geçmişi: Ne yazık ki bu konuda da ümitli olabilmek mümkün değildir. Siyasi hayatı sürekli “Gericilik ve Askeri Müdahalelerle geçmiş” bir ülkenin elbette Demokrasi karnesinin de iyi olması beklenemez. Cumhuriyetin ilanı ve Hilafetin kaldırılmasına kadar olan tarihi süreçte, iki ayrı defa Meşrutiyet İlanına rağmen Demokrasi alanında bir ilerleme kaydedilememesi ve gayretlerin sözde kalışı dışında Demokrasi ve Özgürlükler adına bir şey yapıldığını, inşa edildiğini söyleyebilmek mümkün değildir. Cumhuriyetin ilanı ile 1938 arasında geçen 15 yıllık sürede Demokrasi ve insan hakları, laiklik, erkek-kadın eşitliği alanında yapılan reform ve atılımlar, 1938’den sonra irticai hareketler nedeniyle tekrar geri gitmeye başlamıştır. Dini Kuralların tüm topluma yaygın ve egemen olması isteği, hatta adı çok net söylenmese de ŞERİAT vurguları ve istekleri; bırakınız Demokrasiyi ileri götürmeyi, gemiyi sürekli denizin dibine doğru çekmek isteyen bir gemi demiri işlevi görmüştür. Bugün modern demokratik yönetim sistemi ve anlayışı denildiğinde, genellikle Batılı sanayileşmiş ülkelerin gelişmiş, liberal demokrasi olarak bilinen seçimli demokrasi yöntemi anlaşılmaktadır. İnsanlığın varoluşundan beri Klâsik Cumhuriyetçilik anlayışı, farklı iki temel problematikten hareket eden iki farklı ekol halinde gelişmiştir. Bunlardan biri, Atina, diğeri ise Roma Ekolü’dür. Aristoteles tarafından temsil edilen ve insanı ancak siyasal topluma katılmak suretiyle beşeriyetini tamamlayabilecek ve gerçekleştirebilecek bir varlık olarak gören Atina Ekolü’nün temel problematiği, erdemli yurttaştır. Atina demokrasisinde yurttaşlık erdemi prensibi önemliydi ve bu prensip, siyasal topluma (site) adanmışlığı ve özel hayatın kamusal hayata tabi olmasını veya feda edilmesini gerektirmekteydi. Cicero tarafından temsil edilen Roma Ekolü ‘nün temel problematiği ise, meşru yönetim tarafından güvence altına alınmış olan güçlü bir özgürlük idealidir. 17. ve 18. yüzyıllarda Avrupa’da mutlak monarşilerden demokratik yönetime geçişte, iki siyasal düşünce geleneğinin merkezi göze çarpar. Bunlardan biri cumhuriyetçilik, diğeri ise liberalizmdir. Modern liberalizmin ve liberal demokratik düşüncenin ortaya çıkmasında, Yöneticiler (krallarla) başlıca sınıflar arasında meşru otorite alanıyla ilgili süre giden mücadeleler; köylülerin ağır vergilere ve diğer sosyal yükümlülüklere karşı isyanlar; ticaret, alış-veriş ve pazar ilişkilerinin yaygınlaşması; teknolojide (özellikle askeri teknolojide) kaydedilen ilerlemeler; başta İngiltere, Fransa ve İspanya olmak üzere ulusal monarşilerin konsolidasyonu; Rönesans’a özgü kültür ve düşünce yapısının gittikçe yaygınlaşması; din eksenli çatışmalar ve Katolikliğin evrenle ilgili iddialarına yönelen itirazlar; nihayet din ve devlet arasındaki mücadeleler gibi tarihi gelişme ve değişmelerin değişen ağırlıklarda payı vardır. Ancak, tüm bu dönemlerde cumhuriyetçi düşünce geleneğinin birikimi çok önemlidir. Osmanlı’ya baktığımızda, 2 adet cılız ve sonuçsuz Meşrutiyet ilanı dışında hiçbir demokratik mücadele ve birikim görememekteyiz. Tüm ilerici adımlar ve mücadeleler de hep Ordu Eksenli olmuştur. Bu da Demokrasinin istediği ve uygun gördüğü bir durum değildir. Batılıların yüzyıllarca süren mücadele, birikim, Fransız İhtilali, Reform hareketleri vb. gibi, vasıtalarla elde ettikleri Demokratik süreç ve sonuçlar, bizlere bu alanda mücadele etmemize gerek kalmadan büyük önderimiz Mustafa Kemal Atatürk tarafından armağan edilmiştir. Ne yazık ki bizler bu armağanın kıymetini bilememiş ve hep geçmişe, Padişahlığa, Monarşiye ve Hilafete özenmiş ve bu uğurda ülkeyi ilerletmek yerine gemiyi tornistan çalıştırarak geriye çekmiş bulunmaktayız. Nüfus artışının kontrolü ve dengeli büyümeye geçilmesi: Bütün canlıların ortak özelliklerinden birisi de üreyebilmeleridir. İnsan haricindeki canlı topluluklarının artışı ekosistemler tarafından kontrol edilmektedir. İnsan zekâsı ve teknolojisi sayesinde böyle bir kontrolün dışında kalmayı başarmıştır. Canlıların en az üreyenlerinden birisi olmasına rağmen insan, dünya nüfus artışı günümüzün önemli sorunlarından biridir. Türkiye’nin de en önemli sorunu da, Nüfus artış politikasının yanlışıdır. Nüfus artışı, gelişmiş ülkelerde % 0,5-1 civarında artarken, gelişmekte olan ülkelerde % 2-3 gibi yüksek oranlarda artmaktadır. Bu gelişme, dünyanın demografik yapısında önemli değişmelere ve sorunlara yol açmaktadır. Halen 7 milyar civarında olan dünya nüfusunun 1 milyar kadarı gelişmiş ülkelerde, 6 milyardan fazlası da gelişmekte olan ülkelerde yaşamaktadır. Hızlı nüfus artışı, gelişmekte olan ülkelerde kaynakların yetmemesine, kalkınma hızlarının yavaşlamasına, ekonomik ve sosyal sorunların artmasına neden olmaktadır. Nüfus artışı ile birlikte ele alınması gereken en kritik nokta eğitimdir. İçsel büyüme teorileri ile birlikte beşeri sermayenin ön plana çıkması, eğitimin ekonomik büyüme üzerindeki rolünün de tartışılmasına neden olmuştur. Eğitim ile ekonomik büyüme arasındaki ilişkiyi inceleyen çok sayıdaki çalışmada, eğitimin ekonomik büyümeyi pozitif yönde etkilediği sonucuna ulaşılmıştır. Eğitimin teknolojik gelişme ve toplam faktör verimliliğini artırarak ekonomik büyümeye katkı sağladığı da çok açıktır. Ancak; Ekonomik büyüme sürecinde nüfus artışının rolü tartışmalıdır. Büyüme ve nüfus artışı ilişkisi birçok yönden araştırmacıların ilgisini çekmiştir.Konu üzerindeki görüşlerin çoğu, nüfus artışını ekonomik büyümenin üzerinde bir engel olarak görürken, bazıları da ekonomik büyümeyi hızlandırıcı etken olarak kabul etmektedir. Nüfus ve büyüme üzerine yapılan çalışmaların büyük bir bölümü kalkınmakta olan ülkeler üzerinde yoğunlaşmıştır. Çünkü bu ülkeler sanayileşmenin henüz başlangıç dönemindedirler. Büyüme ile birlikte bu ülkelerin doğum oranlarında fazla bir artış görülmemiş, buna karşılık ölüm oranında meydana gelen düşüş ile birlikte nüfusları hızla artmıştır. Bu ülkelerde nüfus ile büyüme arasındaki ilişkinin belirlenmesi, geleceğe yönelik büyüme stratejilerinin oluşturulmasında oldukça önemlidir. Türkiye’de bu alanda dikkat çeken bir örnek oluşturmaktadır. Yurdumuz, eğitim alanında her yıl çok daha fazla derslik, okul, öğretmen ihtiyacı duyan bir ülkedir. Yani mevcut okulları ıslah etmek, modernleştirmek bir yana her yıl yeni okul binalarına, dersliklere ve öğretmenlere ihtiyaç vardır. Oysa bir batı ülkesinde nüfus artmadığı veya çok az arttığı için, bu ülkeler yeni bina ve derslikler yerine mevcutları yenilemekte, öğretmenlerini yüksek lisans ve doktora programları ile eğitmekte ve modernize etmekte, böylece daha iyi bir eğitim sistemi sonucu yetişen verimliliği yüksek nüfus ile GSMH ‘arını arttırarak refah düzeylerini yükseltmektedirler.Türkiye ise her geçen yıl daha başarısız PISA neticeleri, Üniversite sıralamaları ve sonuçları ile Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü'nün (OECD) küresel eğitim araştırmasında 76 ülke arasında 41. sırada yer almaktadır. Kalkınmakta olan bir ülke olarak hızlı nüfus artışı en başta Eğitim de olmak üzere ülkemize sürekli KALİTESİZLİK getirmekte ve Kişi Başına Düşen Milli Gelir de hiçbir zaman refah düzeyine ulaşmamaktadır. Refah olmayan yerde Demokrasinin de gelişemeyeceği son derece açıktır. Kişi başına düşen milli hasılanın fazlalığı ve bunun bölüşümündeki adalet: Her ne kadar yukarıda son bölümde buna değinmiş olsam da Kişi başı milli gelir aslında ülkelerin gelişmişlik düzeyini belirler. Yani kişi başı milli gelir ne kadar fazla olursa, o ülkenin gelişmişlik seviyesi de o kadar yüksek olur. Kişi başı milli geliri tanımlamak gerekirse, bir ülkenin gayri safi milli hasılatının (GSMH) o ülkenin nüfusuna bölünmesi sonucu ortaya çıkan sonuçtur denebilir. Kalitesiz ve üretmeyen insan gücü, kişi başına düşen refahı sürekli aşağıya çeker ki bu da özellikle dengesiz ve bana göre kalitesiz nüfus artışının bir sonucu olarak ülkemizi sürekli fakir ülkeler liginde bırakır, bir üst lige yükselemeyiz. Ülkemizde eğitimli ve refah düzeyi yüksek aileler tek ya da en çok iki çocukla yetinirken, eğitim seviyesi düşük ve gelir düzeyi toplum standardının altında kalan aileler, 3-4 hatta 5 çocuğa kadar sürekli olarak çoğalmaya teşvik edilmekte ve çoğalmaktadır. Üstelik bu teşvikin hiçbir bilimsel ve ekonomik açıklaması ve gereksinimi yokken tek itici ve çoğaltıcı gücü Dinsel Motif olmaktadır. Böyle durumlarda; aynı ülkenin fertleri arasında gelir açısından uçurumlar oluşmakta, refah adil olarak bölüşülememektedir. Refah düzeyi yüksek kişiler Demokrasi ve kişisel haklarına önem verip bu uğurda maddi ve manevi fedakârlıklara katlanabilirken, gelir düzeyi düşük kişilerin tek beklentisi daha fazla kazanabilmek, hem de ne pahasına olursa kazanabilmek olabilmektedir. Öncelik olarak Maddi Kazanca yönelme neticesinde, toplumda ahlak anlayışı da çöküntüye uğramakta ve yasal olsun olmasın her yol daha fazla kazanç için geçerli kabul edilebilmektedir. Bu da Demokratikleşme ve Adalet alanında en büyük çıkmazı oluşturmaktadır. SONUÇ: Sayfalarca sürebilecek bir incelemeyi size burada çok özet şekilde vermeye çalıştım. Aslında, zaten bildiğiniz pek çok hususu sizlere sadece toplu ve kısa bir şekilde hatırlatmak istedim. Batı Ülkelerine gittiğimiz zaman oradaki “İnsan hakları ve özgürlükler” ile “Demokrasi” anlayışına imrenmekteyiz. Ancak unutmayalım ki bu hak ve özgürlükler, uzun ve ciddi mücadeleler sonucunda ve EĞİTİM DÜZEYİ BİZDEN ÇOK YÜKSEK fertlerin yaşadığı coğrafyalarda ter dökerek, çaba göstererek, birçok zorluğa göğüs gererek ve Demokrasi Mücadelesi verilerek kazanılmıştır. “Hak verilmez alınır” deyişindeki kast edilen anlam da bu olsa gerek. O zaman tekrar başa dönersek; “Türkiye’ye daha uzunca bir süre Demokrasinin kolay kolay gelemeyeceğini” söylemek sizce de bir kehanet mi olacaktır? Esen kalın...

  • İkinci Cumhuriyetçiler ve kutuplar...

    YAZAN : Mehmet ASAL Sovyetler Birliği'nin çöküşü; bir yandan "Küreselleşme" sürecini tetiklerken öte yandan "İkinci Cumhuriyetçi" denilen, demokrasi adına demokrasiyi tahrip edecek dinciliğe ve etnik ayrılıkçılığa destek veren, mensup olduğu milletin Atatürk’e hayran ve onun izinde giden kesiminin davranışlarını sürekli olarak karalamaya ve aşağılamaya çalışan, Atatürk’ü ve yaptıklarını basite indirgeyerek hatta zaman zaman küçümseyerek kendince alay ve tenkit konusu haline getirmeye çalışan, ulusunu sürekli basit ve aşağı gören ve ona hakaret edebilmeyi büyüklük ve aydınlıkçılık addeden, bu maksatla her türlü fitne ve fesadı yaymakta ve emperyalist güçlerden çıkar karşılığı maddi menfaat almakta hiçbir mahzur görmeyen, “bir kadın memesini vatan toprağına değişebileceğini” söyleyebilecek kadar basit, milli duygularını yitirmiş ve aymaz, ABD ve Avrupa hayranı, "aşırı liberal" bir gurubun Türkiye’de ortaya çıkmasına neden olmuştur. "İkinci Cumhuriyet kavramı", esas olarak rejimin üzerindeki ordu vesayetini terk etmek anlamına İkinci Cumhuriyet olarak nitelenmiştir. Tartışmalarda ya Fransa örneği verilmekte ya da bunun daha önce söylendiği hatırlatılmaktadır. Ülkemizin ikinci cumhuriyetçileri ise, bunu asla Fransa'da ki anlamıyla algılayamayarak, Cumhuriyetin askeri yapıyla 'ilişkisini kesme' anlamına 'ikinci' olarak tanımlanmıştır.' Bu amaçla da Ergenekon adı verilen sözde davanın müştekileri sıfatıyla her fırsatta Silahlı Kuvvetlere saldırmayı bir görev edinmişlerdir. Kimdir bu kişiler, hangi nefret, kin, öç alma duygusu bunları bu hale getirmiştir. En belli başlı ve sivri isimler aşağıdadır. Murat Belge , Hasan Cemal, Cengiz Çandar, Cüneyt Ülsever ,Mehmet Altan, Ahmet Altan, Yasemin Çongar, Mehmet Ali Birand, Emre Aköz, Etyen Mahcupyan, Orhan Pamuk, Eser Karakaş, Şahin Alpay, Ali Ertuğrul, Ali Bayramoğlu, Seyfettin Gürsel, Alper Görmüş, Metin Soysal, Alev Er, …… dir. Tüm bu kişilerin ortak paydası; Atatürk nefreti ve düşmanlığı, Silahlı Kuvvetler düşmanlığı ve onun yıpratılması, Laik kesimin ve Atatürk ilke ve inkilaplarının küçümsenerek Kemalizmin yok edilmesidir. İkinci Cumhuriyet fikri, içerdiği argümanlarla Türk siyasal yaşamında "yeni" bir tartışma başlatmıştır. "Cumhuriyeti demokratik kılma" çabası olarak özetleyebileceğimiz İkinci Cumhuriyet, 1923'te kurulan cumhuriyetin demokratik özden yoksun olduğunun, merkeziyetçi ve otoriter özelliklerinin ağır bastığının, siyasal ve ekonomik egemenliğinin halka değil, bürokrasiye ve orduya ait olduğunun altını çizerek bu siyasal sistemin yeniden yapılanması gereğini savunur. Küreselleşmeyle birlikte Türkiye'de de yekpare Türk kimliği parçalanmaya uğramıştır. Bastırılmış kimliklerin ve değişim taleplerinin ortaya çıkışı, kendisini tek tip bir kimlikle tanımlayan ulus-devletin sorgulanmasını da beraberinde getirmiştir. Siyaset, iktisat ve kültür alanında devletin yüklendiği rol, elitist-otoriter yapı ile bağlantılı olarak, demokratik bir yapı oluşmasının engeli olarak görülmüştür. Küresel dünyanın bir parçası olmanın ve bilgi toplumuna ulaşmanın yolu devletin ekonomiden eğitime her alanda yapacağı dönüşümle mümkündür. İkinci Cumhuriyet bu dönüşümün kaçınılmazlığına dikkatimizi çekerek küresel dinamikleri daha çok ön plana çıkarır ve üretken, demokratik bir toplumun batı tipi liberal demokrasiye sahip olunarak gerçekleşebileceğini iddia eder. Birinci Cumhuriyet diye niteledikleri, Türkiye Cumhuriyetinin asker tarafından kurulduğunu, her türlü kurumlarda askerin izi olduğunu söylerler. Kendilerine sormak gerekir; askerden başka hangi sınıf, hangi güç bir devlet kurabilirdi. Türkiye o dönemde emperyalist tahakküm altındaydı, köylü ağır şartlarda sömürülüyordu, ülkede sanayileşme diye bir şey yoktu, sanayi yatırımları çok azdı, olanlarda yabancıların elindeydi. Ne burjuva sınıfı nede işçi sınıfı vardı. Klasik Batı demokrasilerinde görülen sınıfların bulunmadığı bir toplumu neyle ileriye götürebiliriz? Neyle yeni bir devlet kurabiliriz? Yeni devlet hangi sınıflara dayanarak varlığını sürdürebilir? Ülkede en okumuş, en aydın, en bilinçli kesim olan asker yani ordu, hem ülkeyi düşman işgalinden kurtarmış hem de yeni bir devlet kurmuştur. Bundan başka ne yapılabilirdi ki, kapitalist rejimin yerleşmesini, sınıfların oluşmasını mı beklemeliydiler? İkinci Cumhuriyetçilerin söyledikleri, ucuz birtakım ezberlerden ibarettir. Olayları nedensellik ilişkileri içinde analiz etmeden, sebep sonuç ilişkileri çıkarmadan, birtakım ucuz sloganlarla demagoji yapmaktadırlar. Serbest piyasa ekonomisinin neden kurulmadığına ve neden devletçilik yoluna gidildiğine bakarsak şunları görürüz: Gelişmiş hiçbir ülke, ABD’sinden Japonya’sına, İngiltere’den Fransa’ya kadar liberal ekonomi ile kalkınmasını sağlamamıştır. Bu ülkelerin hepsi, bizdeki devletçilik benzeri bir ekonomik yapı ile kalkınmışlardır. Onların BURJUVA sınıfı gerçek anlamda milli olduğu ve başka ülkeler tarafından sömürülmedikleri için kalkınmışlardır. Bizde klasik anlamda burjuva sınıfı, Osmanlı İmparatorluğu döneminde çeşitli nedenlerle (en son Balta Limanı Anlaşmasının emperyalist ülkelere tanıdığı ayrıcalıklar sonucu) oluşmadığından, ülkeyi burjuva sınıfının kalkındırmasını beklemek sadece bir hayaldir. Cumhuriyetin kuruluşunda burjuva sınıfı olmadığı için cumhuriyetin ekonomist kadroları büyük sıkıntı çekmişler, sonunda bu sınıfı yaratma yoluna gitmişlerdir. Bu nedenle önce yabancı şirketlerin ve ülkelerin ellerinde olan çeşitli tesisler, bankalar, fabrikalar devletleştirilmiştir. Sonra ticaret azınlıkların elinden alınarak yerli girişimcilere verilmiştir. Birinci 5 yıllık plan ile bu amaca çok büyük ölçüde ulaşılmıştır. İkinci 5 yıllık plan Atatürk’ün ölümü sonucu uygulamaya konmamıştır. Bu da Türkiye’nin sanayileşmesini ve kalkınmasını engellemiştir. Arpalık diye nitelenen ve sürekli olarak yerilen KİT’ler şayet olmasaydı, bugünkü gelişmişlik düzeyimizin çok altında olacağımız kabul etmemiz gereken önemli bir gerçektir. O devirde hangi özel sektör, Etibank’ı, Sümerbank’ı, dokuma, şeker fabrikalarını, demir çelik fabrikalarını kurabilirdi. KİT’lerin özelleştirilmesine karar verildiği 1980li yıllarda, özel sektörün tüm mal varlığı, bu KİT’lerden bir tanesini bile satın almaya yetemiyordu. Türkiye’de aydın olmanın en kolay yolu, Fransa’dan tercüme kitaplar okuyup, adamlar yapmış bizde niye yok demektir. Biz adam olamayız demektir. İşin zor tarafı ise, her dönemin şartlarını inceleyerek sağlıklı yorumlar yapmaktır. Bu da ezbere alışmış Türk aydını için pek kolay olmamaktadır. İkinci Cumhuriyetçi dediğimiz bu sözde aydınların da büyük katkıları ile Türkiye halen dört guruba bölünmüş durumdadır. Birinci Cumhuriyetçiler, İkinci Cumhuriyetçiler, Ulusalcılar, İslamcılar. İkinci Cumhuriyetçilerle, İslamcılar birçok konuda aynı düşünmelerine rağmen aralarında çok temel bazı ayrımlar da vardır. Örneğin İkinci Cumhuriyetçiler türbanı özgürlük adına savunmaktadırlar, İslamcılar ise görev gereği. Çünkü İslamcılar kendilerini “hayatını cemaat bayrağını burca dikmeye adamış nefer” olarak görürler. Çoğunun karşı çıkamayacağı, direnemeyeceği, gelen talimatları sorgusuz sualsiz kabul edeceği cemaatleri vardır. Onlar için önemli olan da o cemaattir, Ulus kavramını tanımazlar ve bilmezler, sıkı bir Ümmet kavramı peşinde gece ışığında gözleri kamaşan kelebekler gibi kör kör giderler. İkinci Cumhuriyetçilerle aralarındaki en büyük farkı da bu ulus-ümmet ayrılığı oluşturmaktadır. İslamcılar düne kadar ikinci Cumhuriyetçilerle birlikte anılmaktan hoşnuttu. Ama son dönemde artık yavaş yavaş kendi formalarını giymeye başlamışlardır. Kafa karışıklığı öteki cephede de vardır. Birinci Cumhuriyetçilerle, Ulusalcılar da birbirlerine karışmış durumdadır. Birinci Cumhuriyetçilerin ortak özelliği Kemalist olmak ama bu uğurda demokrasiden taviz vermemektir. Büyük bir çoğunluğu aslında inançlı olmasına rağmen şekilsel ibadet uygulamaları ya azdır ya da bunu belli etmek istemezler. Laiklik ise en hassas oldukları konudur. Ulusalcıların içinde hemen her neviden insan vardır. Ulusalcılarla İslamcılar da karşı karşıya gelebilirler ama hükümetlerin bunu yatıştırması nispeten kolaydır. Şunu kesinlikle unutmamak gerekir, Bugün karşımıza “Ermenilerden özür diliyoruz “ kampanyası ile çıkan bu kişiler, yarın Çanakkale Muharebeleri için, Anzaklardan ve İngilizlerden, hatta Anadolu yarımadasına çıkarak ninelerimize, annelerimize tecavüz eden Yunalılardan bile özür dileyebilirler. Bu bizleri şaşırtmamalıdır. Bu nedenle, bunların başlattığı her kampanyaya karşı bir kampanya ile cevap vermek yerine, tüm bu ikinci cumhuriyetçileri, bundan böyle her ortamda dışlayarak, çıkardıkları ve çıkaracakları gazete, dergi ve kitapları satın almayarak /okumayarak, kürsülerinde bu kişilerin derslerini almayarak, bu dersleri girmeyip kınayarak, bunların katılacakları konferans ve forumları protesto ederek ve daha burada yazılmamış aklınıza gelebilecek “her türlü demokratik yoldan” bu aymaz ülkeyi parçalamayı ve kadın memesine sahip olmayı ilke edinmiş güruhu, toplum dışına ve hatta ülke dışına itmemizin zamanı gelmiş ve geçmektedir. Esen kalınız. http://tr.wikipedia.org/wiki/%C4%B0kinci_Cumhuriyet_(Fransa) http://www.kongar.org/medyanotu/372_Ikinci_Cumhuriyetciler_ve_kodlar.php İkinci Cumhuriyetin Yol Hikayesi, Mehmet Altan

  • Falkland'dan alınan dersler...

    Çeviren ve Derleyen: Dz.Kd. Yzb. Mehmet ASAL 1982 yılında yazılmıştır.) İngilizlerin FALKLAND, Arjantinlilerin MALVİNAS şeklinde adlandırdıkları bölge üzerinde hiçbir netice almadan 15 yıl devam eden görüşmelerden sonra, Arjantin hükümeti, sorunu çözmek için kuvvet kullanmaya karar vermiştir. Ancak bu kararı verirken, vaktiyle İngiltere’nin yapmış olduğu gibi yanlış bir değerlendirme yapmıştır. İngiliz Hükümeti geçtiğimiz dönem içinde savunma harcamalarını kısarak bütçesine katkıda bulunmayı amaçlamış, Silahlı Kuvvetlerinin ve özellikle donanmasının faaliyetlerini kısıtlamıştı. Arjantin’i de cesaretlendiren bu davranışı neticesi, BUENOS AİRES te yumuşak bir tavır takınmak ve biraz da alttan almak şeklinde bir tutum izlemek zorunda kalmıştır. Arjantin askeri yönetimi ise, İngiltere’nin bu hatasından daha büyük bir hata yaparak, MALVİNAS probleminin nihai çözüm zamanının geldiğini hesaplamış ve hiçbir zaman başlamayacak bir savaşı başlatmıştır. Ancak Arjantin coğrafi durum ve savunma konumu lehine olduğu halde, İngilizlerin hava kuvvetleri, insan gücü ve teknolojisi karşısında savaşı kaybetmiştir. BAZI MUHTEMEL NETİCELER Savaş, zaman zaman ve nispeten şiddetlenip nihayete ermiştir. Ancak Güney Atlantik’te meydana gelen deniz, hava ve kara savaşları geleceğin donanmalarını ve milletlerini yıllarca veya en azından önümüzdeki 10 yıl içinde fazlaca meşgul edecektir. Bundan sonraki kısımda, kısa ve uzun vadeli bazı neticeler verilecektir. - İngiltere kısa bir süre içinde, uyguladığı dünya çapındaki Savunma Politikasını yeniden gözden geçirecektir. Savunma Bakanlığı Sekreteri John NOTT’ın, deniz kuvvetlerinin harcamalarını kısma programı (TRÎDENT denizaltı güdümlü mermi programının geliştirilmesi ve RHINE’deki kara kuvvetlerinin devamlılığı için) sona erdirilebilir. - Başbakan Margaret Thatcher’in, CHURCHIL den bu yana ilk defa İngiltere Savunma masraflarının kısılmasını kabul etmesi ise, ayrı bir tartışma konusu teşkil edecektir. - Bu yeniden kıymetlendirme faaliyetleri devam ederken İngiltere, Falkland’da daha kuvvetli bir askeri garnizon oluşturacaktır. Bu yeni kuvvet; Avrupa’dan getireceği birlik, uçak ve gemilerden oluşacaktır. - LATİN AMERİKA ülkeleriyle zaten problemleri olan A.B.D, tercih yapmaksızın Güney Amerika ile ilişkilerini düzeltici atılımlar yapmak zorundadır. Zira bu ülkeler ABD’nin komşularına olan ilgisizliğinin yansıra, FALKLAND sorununda da İngiltere’ye taraf oluşunu açıklıkla izleyebilmişlerdir, - Hür dünyanın endüstrileşmiş ülkeleri, kısa zamanda yabancı askeri satış (FMS Programlarını gözden geçirerek, yeni düzenlemeler yapabilirler. - FRANSA, kendi yapısı SÜPER ETENDARD uçağından atılan, yine kendi yapısı EXOJET güdümlü mermisi ile, İNGİLİZ muhribi SHEFFIELD’in batırılmasından dolayı tedirgin olmuştur. Bundan daha çok endişe verici bir durum da bu yılın başlarında Arjantin muhribi SANTISMA’nın SEA DART mermileri ateşleme testleri maksadıyla İngiliz karasularında CARDİGAN körfezinde bulunmuş olmasıdır. Yine İngiltere’de yayınlanan bir gazete haberine göre, Falkland’da başarılar kazanan iki uçak gemisinden biri olan SMS KERMES’in Şili’ye satılması planlanmıştı. FALKLAND savaşı olmasa veya daha sonra meydana gelseydi, belki de bu gemi Arjantin’e satılacaktı. - Büyük ve süper güçler, silah transferlerini daha da sınırlandırmaya çalışırken, üçüncü Dünya Ülkeleri, diğer ülkelerden modern teknoloji, gemiler, uçaklar ve hepsinden öte, onlarınki ne eşdeğer niteliklerde güdümlü mermiler almaya çalışacaktır. - FMS konularında uzman olan ANDREW J, PIERE 15 HAZİRAN günü New York TIMES’ te yazdığı bir makalede, asıl sorunun, mağlup Arjantin’in kayıplarını karşılamak için Denizaltı savunma Harbi teçhizatı, yeni muhrip ve denizaltılar, güdümlü mermiler, uzun menzilli daha modem uçaklar (Amerikan P-18, P-16 1ar gibi) almaya başlaması ile ortaya çıkacağını söylemektedir. PIERE, bunun WASHINGTON politikasını çıkmaza sokacağını ve kısa bir süre sonra, geçmiştekinden fazla sorunlar yaratacağını ileri sürmektedir. HMS Antilope'un batışını görüntüleyen bir kare. UYGULAMALARDAN ÖĞRENİLENLER Eğer yukarıda yazılanlar FALKLAND Savaşının bazı neticeleri ise, alınan dersler nelerdir? Geniş şekilde bu dersler başka anlaşmazlıklarda veya daha önemlisi anlaşmazlıkları önlemede kullanılabilir mi? Başta Savunma Sekreteri Caspar WEINBERGER olmak üzere, deniz kuvvetleri ve sivil üst kademelerde ki ABD yetkilileri, harbin ilk günlerinde kendilerine sorulan bu sorulara, alınacak gerçekten değerli bir ders olmadığı yanıtını veriyorlardı. Ancak, basında ve kamuoyunda yeterli ve uygun karşılanmayan bu beyanlarını, daha sonra "Gerçek bir sürpriz olmadığı" şeklinde değiştirmişlerdir. Bu sade açıklama da şüphesiz ki haklılık mevcuttur. Bu sonuç ve meydana gelen olaylar, yıllar öncesinden tahmin edilmekteydi. Bilinmeyen, savaşın 1982 ilkbaharında ve bir gurup verimsiz Güney ATLANTİK adalarında cereyan edeceği idi. GÜNÜMÜZÜN GERÇEĞİ Bu nedenle denilebilir ki ilk anda gerçek bir ders alınamadı ise de bazı hususlar yeniden hatırlanarak eski gerçekler güncellik kazanmış ve çok sayıda şüpheli husus doğrulanmıştır. Bu derslerin ve gerçeklerin pek çoğu politik karakterlidir. Diğerleri ise, teknoloji ve silah sanayii ile ilgili hususlardır. POLİTİK DERSLER İlk ve en önemli ders, günümüz dünyasında sadece askeri yönden kuvvetli bulunmanın yeterli olamayacağının anlaşılmasıdır. Askeri yönden ne kadar kuvvetli olunursa olunsun, bu kuvvetin hayati çıkarların korunması maksadıyla tereddütsüz kullanılacağı hissettirilmeden caydırma uygulanamaz. Bu dersin geçerliği, şöyle bir soruyla daha kolay anlaşılacaktır. Eğer FALKLAND Adaları Rusya’nın kontrolünde olsa idi, Arjantin yine adaları almaya teşebbüs edebilir miydi? İkinci ders ise; bir savaşa mâni olmanın "savaş zaferle sonuçlansa bile" her zaman için bir savaşı başlatmaktan çok daha iyi olduğudur. Uçaktan atılan bir Exocet ile gövde ortasından vurulmuş HMS Sheffield Firkateyn.(4 mayıs 82) Ayrıca zafer için bazı prensipler detaylı planlamalar ve hepsinden önemlisi büyük bir harcama gereklidir. Bunun en yakın örneğini, Arjantin’i küçümseyerek büyük kayıplar veren ve harcamalar yapmak zorunda kalan İngiltere yaşamıştır. Ancak şuna da şüphe yoktur ki, FALKLAND savaşı aynı zamanda, bir İngiliz toprağının geri alınması, halkının kurtarılması ve onların kendi geleceklerini yine kendilerinin tayin edebilmesi maksatlarını da gütmektedir. Yeniden hatırlanan veya hatırlandığı tahmin edilen bir ders te, tecavüzlere karşı kendini korumak için yapılan antlaşmaların genellikle fayda getirmediğidir. BAZI MENFİ ÖRNEKLER Falkland’da önemli olduğu ve yapılması gerektiği halde yapılamayan pek çok şey vardı. Bunlardan önemli görülen bazıları şunlardır: İngiliz’ler, yeterli zaman içinde kesin bir hava üstünlüğü sağlayamadıkları için, çok sayıda gemi ve asker kaybetmişlerdir. Verdikleri bu kayıplar onların dikkatini, ABD’nin büyük bir azimle inşa ettiği maliyeti ve aynı oranda da imkân ve kabiliyeti yüksek gemilere "HIGH MIX” çekmiştir. (CVN; Nükleer güçlü uçak gemileri, AEGIS; hava Savunma kruvazörleri gibi) Arjantin’in konvansiyonel denizaltıları, İNGİLİZ Gemilerine karşı kesin sonuçlu bir harbe girmediği gibi, karşısına dahi nadiren çıkmıştır. İNGİLİZ nükleer denizaltıları ise, bunun tam aksine, Arjantin deniz kuvvetlerinin korkulu rüyası olmuş, özellikle GENERAL BELGRANO zırhlısının batırılmasından sonra, Arjantin gemileri liman dışına dahi çıkamamıştır. Böylelikle, ABD’nin nükleer takatli denizaltılara verdiği değerin önemi bir kez daha anlaşılmıştır. Karada üslü uçaklarının çok sayıda sorti ile desteği ve savunma durumundaki avantajlarına rağmen;Arjantin kara kuvvetleri askerleri, iyi eğitimli ve modern teçhizatlı İngiliz askerleri karşısında uzun süre tutunamamıştır. Bunun sebebi Arjantin askerlerinin cesaretlerinin değil tecrübelerinin olmaması, eğitim seviyelerinin düşüklüğü ve hepsinden önemlisi subaylarının sevk ve idaredeki zayıflığıdır. ARJANTINE AIT BATAN GENERAL BELGRANO ZIRHLISI SİLAHLARIN GERÇEK ETKİLERİ Elbette ki Falkland’dan alınan tüm dersler menfi yönde değildir. İngiliz gözüyle duruma bakıldığında, bu anlaşmazlığın olumlu yönleri olduğu da söylenebilir. Özellikle, daha önce gerçek bir savaşta kullanılmamış bazı silahların gerçek etkileri FALKLAND’ da izlenebilmiştir. Bu sistemler; HARRIER V/STOL (Vertical/Short take off and landing) YAKIN DESTEK UÇAĞI, Milletlerarası Stratejik Araştırmalar Enstitüsü II. Başkanı Albay J0 ALFORD, 17 HAZİRAN günü "The Washington Post’ta çıkan bir makalesinde, Harrier’lerin E-14’ lerin yapamayacağı pek çok şeyi, çok maksatlı ve esnek bir şekilde gerçekleştirdiğini yazmıştır. Bu uçaklar; havadan yere taarruzlarda, yakın destek, bombardıman ve keşif görevlerinde yüksek performansla kullanılmışlardır. Yine bu uçaklar; uçak gemilerine, tarlalara, düzlüklere rahatlıkla inip kalkmış, CONTAINER tipi gemiler üzerinde GÜNEY ATLANTİK’ e kadar sevk edilerek, yine bu gemiler üzerinden harekata iştirak etmişlerdir. ARAPAHO, ABD Bahriyesi tarafından geçerliğini kaybetmiş olarak nitelenen fakat bazı senato üyelerince halen etkisine inanılan bir sistemdir. Bu sistemde; helikopterler, dikine havalanabilen uçaklar, muhtelif tipte güdümlü mermiler CONTAINER tipi veya diğer tip ticaret gemilerine konuşlandırılarak/konarak hem bu gemilerin kendilerini savunma imkanları hem de katıldıkları vurucu kuvvet birliklerinin taarruzi imkanlarını arttırmaktadır, İngiltere’nin Falkland’a gönderdiği bu tip bir gemi olan ATLANTİK CONVEYOR, bir APAPAHO gemisidir. Görevini yerine getirmiş ancak taşıdığı uçakların bir harekât maksadıyla İNVINCIBLE ve HERMES uçak gemilerinde bulunduğu sırada batırılmıştır. Ancak bu, ARAPAHO sisteminin geçerliğini çürütmediği gibi, CONTAINER'lerin de görevlerini yapamadığı anlamına gelmez. Bu sadece, ticaret gemilerinin yara savunma tedbirleri yönünden zayıflığını ve isabet aldığı takdirde kolaylıkla batabileceğini bir kere daha hatırlatmıştır. FALKLAND savaşında EXOJET’e ilave' olarak her iki tarafça kullanılan üç tıp güdümlü mermi daha vardır. Bunlar araçlardan atılan RAPÎER, omuzdan atılan BLOW PIPE (Her ikisi de İngiliz yapısı) ile hava savaşında kullanılan ve her yönden atılabilen SIDE WINDER (ABD yapımı) füzeleridir. Bu füzeler Arjantin’e ait pek çok MİRAGE uçağını düşürmüştür. GÜVENİRLİĞİN TEŞHİRİ Bugünlerde, PENTAGON ve bahriye çevrelerinde çok sorulan bir soru, FALKLAND savaşının gelecekteki ABD donanmasının yapısını ve deniz harcamalarını ne şekilde etkileyebileceğidir. Bu sorunun cevabını hemen verebilmek mümkün değildir. Bu konuda Amerikan Deniz Akademisi ile muhtelif bahri ve sivil teşekküller çalışmalarını sürdürmektedir. Ancak bilinen önemli bir husus; Hava kuvvetleri kurmay başkanı General L. ALLEN’in "Omaha WORLD HERALD" gazetesine verdiği beyanatta da bahsettiği gibi ABD donanmasında ki MULTIPLE RING (VULCANO FALLAX) sisteminin, Arjantin uçaklarını EKOJET menziline girmeden düşürebildiğidir. General ALLEN yakın takip sistemleri konusunda da büyük olasılıkla A.B.D, donanmasının Arjantin güdümlü mermilerine karşı çok etkili olabileceğini ifade etmiştir. ALLEN, ABD donanması savunma imkanlarının çok iyi olduğunu açıklamış, bahriyenin yıllarca SOVYET güdümlü mermi ve denizaltı tehdidi dikkate alınarak oluşturulmasına karşın, FALKLAND gibi bir anlaşmazlıkta da çok etkili olabileceğini ifade etmiştir. General ALLEN, bu maksatla ve bu tip bir anlaşmazlıkta, ABD’nin neler yapacağını şöyle açıklamıştır. a. Öncelikle nükleer takatli denizaltılar, düşman suüstü kuvvetlerini imha etmek veya tesirsiz hale getirmek üzere gönderilir. Bu esnada, her ikisinden de önemli olmak üzere, uçak gemisi muharebe gruplarına etkili olabilecek denizaltılar ve güdümlü mermi platformlarının imhası esas alınır. b. Hücum uçak gemisi grupları etrafında gurubun elementleri olan gemiler ile yüksek irtifa erken hava ihbarı sağlayan E-2C HAWKEYE uçakları bulunur. Bu uçaklar ve gemiler, yüzlerce mil uzaktan düşman güdümlü mermi ve uçaklarını tespit, takip ve imha ederler. Bu HAWKEYE’ler, AAM mermileri ile donatılmış E-14 ve F-18 savaş uçaklarını sevk ederek, düşman uçakları atış menziline giremeden, onları imha ederler. Yine bu esnada, PİKET olarak görevlendirilen AEGIS kruvazörleri; hava savunma harbi ve denizaltı savunma harbi uygulayarak, düşman uçak ve güdümlü mermilerini, uçak gemileri dış savunma hattı hududunu geçmeden imha ederler, c. Hücum uçak gemilerince kesin hava üstünlüğü temin edildikten sonra, müstakbel kara harekatının desteği için, düşman pistleri ve meydanları imha edilerek karada üslü hava desteği sağlanır. Böylelikle, önemli herhangi bir karşı koymaya maruz kalınmadan, deniz piyadeleri, teçhizatları ve lojistik malzeme çıkarma gemileri ve helikopterlerle kıyıya çıkarılır. Tabii bütün bunları söylemek, yapmaktan çak daha kolaydır. Çünkü, işler tasarlandığı gibi gitse bile, tahmin edilemeyen bazı durumlarla karşılaşmak her an için mümkündür. Örneğin; halen A.B.D, donanması, RUS mayınları ile başa çıkabilecek kadar teçhizata sahip değildir. Bunun yanı sıra, ABD'nin ticaret gemilerine askeri amaçlarla el atması, İngiliz uygulaması kadar kolaylıkla yapılamaz. Oysa İngiltere, gerginliğin 2.nci haftası içinde 40’tan fazla ticaret gemisini servise sokabilmiştir. ÖNCELİKLE DENİZ KUVVETLERİ. FALKLAND savaşına ait birkaç nihai görüş; - Diplomatik girişimler bir askeri kriz eşiğine kadar gelip dayandığında, deniz kuvvetlerinin önem ve gereği daha iyi ortaya çıkmaktadır, - Bir savaşta, her an beklenilmeyen durumlarla karşılaşmak mümkündür, Meselâ hava şartları. - QUEEN ELİZABETH II, başka bir zaman sağ çıkması mümkün olamayacak bir Arjantin hava taarruzundan, yoğun sisin yardımıyla yara dahi almadan kurtulmuştur, - Bazen, yapılan planlar ile uygulama da elde edilen neticeler arasında büyük farklılıklar olabilmektedir, - Bir savaşta, herhangi bir geminin batırılamayacağını kabul etmek mümkün değildir. Bu, deniz savaşlarının her an göz önünde bulundurulması gereken risklerinden biridir. Bir gemi ne kadar derinlikte savunulursa savunulsun, ne kadar fazla silah sistemine, bölmeye, yangın ve Y/S teçhizatına ve elektronik sistemlere sahip olursa olsun yine de batırılabilir, batabilir. Falkland’dan çıkarılan dersler, bu yazıda genel hatlarıyla ve fazla yorumlamaya meydan vermeyecek şekilde açıklanmaya çalışılmıştır. Ancak unutmamak gerekir ki bunlar, FALKLAND sorunuyla ilgili ilk intibalardır ve her an yanlış yönleri bulunabilecek insan yargılarıdır. Konunun daha pek çok teknik ve askeri yönü mevcut olup, hayatını bu konulara adamış uzmanlar, NISAN 1982’den beri gözlerini GÜNEY Atlantik’in bu sisli bölgesine çevirmiş, burada patlayan silahların verdiği mesajları çözme ve yorumlama uğraşı içindedirler. FALKLAND ADALARI TARİHİ FALKLAND Adaları 1592 yılında John DAVIS tarafından keşfedildi. Bundan iki yıl sonra Sir Richard HAWKINS Adaların kuzey kıyıları boyunca seyretti. 1598 de Sebalt Van WEERD kuzey kesinindeki bazı adaları ziyaret etti. Falkland’a ismini veren ise 1690 yılında Dz. Albay John STRONC olmuştur. (İsim o zamanlar donanmanın keşşafı olan Vıscount Falkland’ın anısına verilmiştir) Adadaki olayların tarihi 1764 yılında De Bouganville ve bir grubun doğu FALKLAND Adalarına yerleşmesi ile başlamaktadır. Bundan bir yıl sonra araştırmalar yapmak üzere gönderilmiş olan Albay John BYRON Adaların İngiltere’ye devrini talep ederek Saunder Adalarındaki Egmont limanına bir grubu bıraktı. 1766 yılında adanın FRANSIZ sakinleri ve 1770 de de İNGİLİZ grubu, İspanyol’lar tarafından adayı terke zorlandı. Bu olay İSPANYA ve İngiltere’yi harbin eşiğine getirdi. 1771 yılında EGMONT limanı İngiltere’ye geri verildi. Ancak daha sonraki yıllarda İNGILTERE tarafından terk edildi. 1829 yılında BOENOS AİRES CUMHURİYETİ, İspanya’nın yetkilerini devraldığını ileri sürerek LOUİS VERNET'i bir koloni kurmak üzere buraya yolladı. Louis VERNET bazı gelişmeler kaydetti ancak 1831 de 3 AMERİKAN gemisine el koymasıyla, A.B.D korveti LEXİNGTON bölgeye intikal etti ve buradaki yerleşime son vererek adayı bağlantısız hale getirdi. 1833 yılında ise İngiltere adayı resmen ele geçirdi, 1843 yılına kadar ada, hidrografik çalışmalar yapan deniz subaylarının yönetiminde kaldı. Bu tarihten sonra Fort LOUİS de sivil idare teşkil olundu. 1914 senesinde ada bitişik suları FALKLAND deniz savaşlarına sahne oldu. İkinci dünya savaşı süresince ise Port STANLEY önemli bir deniz üssü ve telsiz istasyonu idi. Arjantin ile İngiltere arasındaki uzlaşmazlığın kökleri 1833’e kadar dayanmaktadır. Bu arada; 1940 yılında Havana’da toplanan AMERİKAN Devletleri konferansı, Arjantin’in desteklenmesiyle sonuçlandı. 1958 yılında sorun BM örgütüne getirildi. İngiltere, 1948 yılında adalara yakın bir bölgede Arjantin ve ŞİLİ deniz kuvvetlerine bağlı gemilerin dolaşmasını protesto etti; daha sonraki yıllarda, 1964’te bir Arjantinli pilotun uçağı ile "Port STANLEY meydanına inerek buraya Arjantin bayrağı dikmesini kınadı, 1971 yılında İngiltere Arjantin ile bir antlaşma imzaladı. Ancak 1973 yılında Arjantin 1971 tarihli anlaşma hükümlerinin İngiltere tarafından ihlal edildiğini ileri sürdü. Arjantin daha sonra 1976 yılında İngiltere’deki büyükelçisini geri çekti.

  • Enerji Sorunu ve Donanmamız..

    YAZAN: Mehmet ASAL Dz. Yzb. Bu makale 1982 yılında kaleme alınmıştır. Ülkemizin içinde bulunduğu döviz dar boğazı nedeniyle, alınan tüm ihracatı arttırıcı önlemlere rağmen halen döviz girdilerimiz, akaryakıt ihtiyacımızı bile karşılamaya yetmemektedir. Dünya ve bölgemizde ENERJİ bunalımının ulaştığı boyutlar ve her geçen gün büyüyerek artan enerji ihtiyacı, petrol üreten ülkelerin almakta olduğu zam kararları ile daha da karşılanması güç hale gelmektedir. Bu gerçek; petrol ve diğer enerji kaynaklarımızı (odun, kömür, elektrik, gaz vb., gibi) tüketirken hesaplı davranarak israf edilmemesine özen göstermemiz ve ayrıca bu yolla ülkemizin ekonomisinin ihtiyacı olan dövizin tasarruf edilmesine yardımcı olmamız gerektiğini göstermektedir. Ama nasıl? Son aylarda gerek basında gerekse radyo ve televizyonda enerji tasarrufu ile ilgili günlük yaşantıda uygulanabilecek tedbirler sıkça yayınlanmakta ve yararlı olmaktadır. Aynı uygulamanın, Silahlı Kuvvetlerimiz için de başlatılarak programlı bir şekilde sürdürülmesi gereklidir. Unutmamak gerekir ki, enerji tüketiminde büyük payı olan Silahlı Kuvvetlerimizin hiçbir unsuru ve özellikle DONANMA’mız, akaryakıt temin edemeden görevlerini yerine getiremez, Gelecekteki bir harpte, lojistik yönden en büyük sıkıntıyı akaryakıtın yaratacağı şüphesizdir. O halde DONANMA olarak şimdiden enerji tüketimi konusunda neler yapabileceğimizi ve yapmamız gerektiğini hatırda tutmamızda yarar vardır. Enerji tasarrufu sağlamada ilk ve en Önemli aşama personelde tasarruf bilincinin oluşmasını sağlamaktır. Bu maksatla; Türkiye’nin ekonomik sorunları, Döviz girdilerinin arttırılması için yapılan çalışmalar, Enerji tüketimine ödenen döviz miktarı ve bunun ithalatımızdaki yeri, Donanmamızın bu tüketimdeki rolü, Gelecekteki bir harpte enerjiye duyulacak ihtiyaç, Alınabilecek önlemler ve sağlayacağı yararlar ile bu konuda seçilecek bir deneme birliğinden elde edilen netice, Konularında tüm personel bilinçlendirilmeli, Enerji Tasarrufu konusunda her askere düşen görev hakkında birlik ve gemi komutanları tarafından konferanslar, dersler, seminer ve paneller düzenlenerek personel eğitilmeli, konu bir yarışma şekline sokulmalı, iş yerlerine tasarruf tedbirlerini gösteren ve göze hoş görünen pankartlar asılmalıdır. Yapmış olduğun incelemeye göre; bir muhrip liman durumunda günde ortalama 7,5 ton, bir hücumbot 0,6 ton akaryakıt tüketmektedir. Seyir durumunda bu sarfiyat, yapılan süratlere göre muhripler için günde 17 ton ile 115 ton arasında, hücumbotlar için 10,5 ton ile 24 ton arasında değişmektedir. GÖLCÜK’teki tüm gemilerin POYRAZ rıhtımında sitim ve elektrik alabildiğini ve üs imkânlarının bazı aksamalara rağmen buna yeterli olduğunu düşünürsek, gemilerin Ana Üs te bulundukları sürece rıhtıma kıçtan kara/aborda olmalarının ne denli enerji tasarrufu sağladığı kolaylıkla görülebilir. Buna rağmen; bazı ihmalkarlıklar, özellikle denetleme öncelerinde gemilerin nete kalması maksadıyla alargada kalmak, tazeleme eğitimleri süresince bazı gemi komutanlarının her gün eğitim sonu kıçtan kara olup ertesi gün tekrar alargaya çıkmayı bir külfet sayarak bundan kaçınmaları, çekici vasıta taleplerindeki gecikmeler ve benzer çeşitli etkenler bir muhrip için saatte ortalama, 0,312 ton akaryakıt israfına sebep olmaktadır. 1 gün için 7,5 ton olan bu miktar, şu anki akaryakıt Fiatlarıyla yaklaşık 300.000 TL. tutmaktadır. Bu da göstermektedir ki, her fırsatta sahil enerji imkanlarından faydalanılması büyük bir enerji ve döviz tasarrufu sağlar. Yine ister tatbikat olsun ister özel bir görev, intikallere rastlayan geçişin iktisadi süratle ilerlenecek şekilde programlanması, akaryakıt kullanımında, yukarıda açıklanan liman durumundakinden çok daha fazla tasarruf sağlayacaktır. Bunlar yalnızca akaryakıt tasarrufu konusunda verilmiş birkaç örnek idi. Bir de gemilerimiz ve kıyı birliklerimizde enerji tasarrufu konusunda önemli yer tutabilecek elektrik kullanımı konusu vardır. Elektrik enerjisinin kullanımı yönünden alınabilecek önlemleri sadece enerji tasarrufu olarak değil, cihazların ömrü ve ampullerin kullanılma saati olarak ta düşünmek gerekir. Bundan kısa bir süre öncesine kadar 110 voltluk ampul temininde karşılaşılan zorluklar hala hatırlardadır. Buna rağmen, itiraf etmek gerekir ki, bugün gemilerimizde hiç gerekli olmadığı halde günün 24 saati yanan ampullerimiz vardır. Geceleri geminin pek çok bürosu kilitlenip emniyete alındığı halde Işıkları kapatılmamaktadır. Muhrip tipi bir gemide 800 kadar aydınlatma ampulü vardır, (Floresansa geçen, gemiler hariç) Bunlardan 300 ünün gereksiz yandığını varsaysak ki, eğer incelenecek olursa rakam bunun da üstüne çıkabilir, ortalama 50 Watt /Saatten saatte 15 KW ve günde 360 KW enerji boşuna israf edilmektedir. Buna ilave olarak 300 ampul de ömrünü gereksiz yere doldurmaktadır. Bu örnekler daha da çoğaltılabilir. Gemilerin büfe, çamaşırhane, aşhane gibi iş ocaklarının bulunduğu yerlerdeki elektrik aletlerin programsız ve keyfi kullanımı, elektronik cihazların zamanından çok önce açılıp görevi bittiği halde kapatılmaması, kazanların vaktinden önce fayrap edilip devreden geç çıkılması, sahil tesislerinde ısıtıcıların gereğinden fazla hararetle yakılması, yanmanın kontrol edilmemesi vb. gibi. Görülmektedir ki, hiç de zor olmayan basit önlem ve tedbirlerle, kendimiz için herhangi bir kısıtlama getirmeden enerji tasarrufuna önemli katkıda bulunabiliriz. Bu maksatla, Deniz Kuvvetlerimizin yüzer ve uçar birliklerinde alınması gerekli enerji tasarruf tedbirlerini şöylece sıralayabiliriz; Gemiler iskele ve sahile aborda/kıçtan kara olmak suretiyle elektrik, stim ve su ihtiyaçlarını mümkün olan her yerde sahil tesislerinden karşılamalıdır. Bu imkânların olmadığı yerlerde, gemiler sırasıyla birbirlerini desteklemek suretiyle bu ihtiyaçlarını karşılamalıdır. Makinalar/Kazanlar mümkün olan en geç zamanda devreye alınarak görev sonunda ilk fırsatta devreden çıkarılıp yardımcılara ve mümkünse yukarıdaki 1 ve 2.nci maddelerdeki duruma geçilmelidir. Elektronik ve elektrikli cihazların kullanımında ihtiyaca yeterli asgari miktarlar esas alınarak bu hususun devamlılığı sağlanmalı, gerekmedikçe cihazlar devrede bırakılmamalıdır. Zaruret bulunmadıkça tüm intikal seyirleri “iktisadi sürat”le icra edilmeli, intikal ettirilecek birliklerin teşekkülünde iktisadi süratlerin uyumu dikkate alınmalıdır. İntikal için gereken sarfiyatı asgari seviyeye indirebilmek masadıyla, uzun intikal gerektiren özel görevlerin periyodları azaltılarak, görev süreleri arttırılmalıdır. Tüm İntikal seyirleri esnasında en kısa mesafeyi sağlayan seyir rotaları kullanılmalıdır. Bir kısım tatbikat ve eğitimlerin simülasyon cihazları ve modelleri kullanılarak eğitim merkezlerinde icra edilmesine öncelik verilmelidir. Eğitim atış ve tatbikatlar mümkün olduğunca bağlama limanlarına en yakın sahalardan başlamak üzere planlanmalıdır. Akaryakıtın yanmadan önce, yanma verimini arttırıcı uygun sıcaklığa geldiği görülmelidir. Dumansız yanma (uygun hava ve yakıt karışımı) oluşumuna özen gösterilmelidir. Yakıtların birbirine karışmamasına, özellikle sık sık görülen deniz suyu karışımına mâni olucu tedbirler alınmalıdır. Stimli gemiler için süperhiterlerin her fırsatta devreye alınması birlik/gemi komutanlarınca düşünülmelidir. “Daha az enerji tüketip daha fazla ışık sağladığı için” mümkün olan her yerde flüoresans ampul kullanılmalı, gereksiz yere ampul yakılmamalıdır. Ana hatlarıyla açıklanan bu tedbirler ile akla gelebilecek diğer tedbirlerin de uygulanmasıyla DONANMA’mız; sulhta yurt ekonomimize bulunacağı katkının yanı sıra bir harp durumunda da mevcut kıt kaynakların en ekonomik şekilde kullanılması alışkanlığı ile lojistik sorunlardan daha az etkilenecektir.

  • Doğu Akdeniz'in Stratejik Önemi

    YAZAN: Dz. Yzb. Mehmet ASAL Bu makale 1981 yılında kaleme alınmıştır. Etrafını saran AVRUPA, ASYA ve AFRİKA kıtalarını birleştiren AKDENİZ, tarih boyunca büyük medeniyetlerin beşiği ve büyük mücadelelerin sahnesi olmuştur. AKDENİZ bölgesi; toprak altı ve toprak üstü kaynaklarının zenginliği ve coğrafi konumu itibariyle, bugün de geçmişte olduğu gibi jeostratejik ve jeopolitik önemini muhafaza etmektedir. MAHAN, “Hal ve şartlar, Akdeniz’in, dünya tarihinde gerek ticari ve gerekse askerî açıdan aynı büyüklükte diğer sulardan daha fazla rol oynamasına sebep olmuştur” demekle, onun tabii yapısına çok benzeyen denizler içindeki müstesna yerine belirtmiştir. Milattan önce 9 ncu yüzyıldan itibaren ELEN-KARTACA, 4 ncü yüzyılda ELEN-MAKEDONYA, daha sonraları KARTAL-ROMA mücadelelerini, ARAPLAR’ın Akdenizi geçerek İspanya’da ENDÜLÜS Devletini kurmalarını, bilahare de OSMANLI İmparatorluğu’nun Akdeniz’in mutlak hâkimi olmasını, bu denizin tarihi geçmişi içindeki belli başlı olaylar olarak sayabiliriz. Bu denizde kuvvetli olan devletler, AVRUPA siyasetinde de o derece söz sahibi olmuşlardır. DOĞU Akdeniz’in hür dünya için askeri ve iktisadi önemi tahminlerin çok üstündedir. Birincisi, sahip olduğu zengin etrol yatakları ile Avrupa’nın ihtiyacının büyük bir kısmını karşılaması, İkincisi, Doğu ile Batı arasındaki deniz ulaştırma yollarının odak noktası oluşu ve, Üçüncüsü, SOVYETLER Birliği’nin tampon devletlere sahip olmadığı yegâne bölge oluşudur. Amiral Arthur RADFORT, “Rusların siyasi, askeri ve iktisadi bakımdan Akdeniz’e bu derece önem vermelerinin nedeni; önce bu bölgede güvenlik endişelerinin kalmaması için bölgeyi emniyet altına almak, ikinci olarak da bu yolla AVRUPA-AFRİKA ve AMERİKA arasındaki ATLAS Okyanusuna uzanabilmektir” demektedir. Her ikisi de Amerikalı olan MAHAN ve SPYKMAN’ın jeopolitik nazariyelerinin ruhunda, AKDENİZ mücadelesinin nedenleri yatmaktadır. Bu gayenin gerçekleşmesi, güçlü bir ekonomiye ve yüksek bir harp potansiyeline ihtiyaç gösterir. Bu da dünya da yeraltı ve yerüstü servetlerinin bol olduğu bölgeleri elde etmek veya onlardan, istifade etmekle mümkün olabilir. Bugün dünya üzerinde bu servetlerin bol olduğu ve Doğu ile Batı Bloklarının çıkar çatışmalarına sahne olan iki bölge öncelik almıştır. Bunlardan birisi; Güney Doğu Asya Diğeri ise Doğu Akdeniz ve Ortadoğu’dur. Her iki bölgede de mevcut devletlerin henüz gelişmemiş olması, yabancı tesirlerine karşı hassas ve kendilerine yeterli olmayışları, bölgelere nüfus imkanını arttırdığı nispette mücadeleyi de şiddetlendirmektedir. Bu itibarla Akdeniz ve Ortadoğu gerek jeopolitik ve jeostratejik önemi ve gerekse iktisadi değeri dolayısıyla tabii bir mücadele merkezi olmaktadır. Yine bu harekât alanı; Türkiye’nin AVRUPA, ASYA ve AFRİKA kıtaları arasında bir irtibat bölgesi olup, müttefik yardımların Türkiye’ye ulaşmasına en müsait liman ve kolaylıkları ihtiva eder. Ortadoğu’ya irtibat sağlanması, Ortadoğu petrollerine, Basra Körfezi'ne ve Süveyş kanalına el atmak için imkanların mevcudiyeti bu alanın stratejik önemini daha da iyi açıklamaktadır. Son Ortadoğu savaşında da örneği görülen petrol bunalımının yarattığı ekonomik ve politik sorunlar, Ortadoğu petrollerinin ve bölgenin dünya çapındaki önemini bir kere daha ortaya koymuştur. Bu petrol kaynaklarının başlangıçta mütecavizin eline geçmesi, müteakip harekatın başarısı üzerinde büyük tesir yaratabilir. Halen SOVYETLER Birliği bu stratejik bölgeyi HİNT OKYANUSU ve KIZILDENİZ' den kuşatacak şekilde faaliyetlerini arttırmaya devam etmektedir. Bugün, jeopolitik bakımından büyük bir önem kazanan Ortadoğu’yu AVRUPA’ ya OKYANUSLAR ‘a bağlayan DOĞU AKDENİZ ile birlikte, bu bölgede bulunan limanların değeri bir kat daha artmıştır. Türkiye’nin jeopolitik durumu gereği Dünya ile olan irtibatı AKDENİZ' den olacaktır ve olmaktadır. İhracat, ithalat ve askeri yardım bakımından deniz nakliyatına ihtiyaç vardır. Türkiye ithalatının %90’ını AKDENİZ yoluyla sağlamaktadır. Akdeniz’den SÜVEYŞ Kanalı yoluyla HİNT Okyanusu'na ulaşan denizyolunun trafik hacmi, her geçen gün daha da artmaktadır. Ortadoğu petrolünün "PIPE LİNES" ile Türkiye’nin YUMURTALIK, Suriye’nin TARTUS limanlarına ulaştırılması, Süveyş’teki petrol nakliyatı ile ilgili trafik hacmini azaltamamıştır. Türkiye’nin bu denizdeki ulaştırmasının halihazır terminal limanları İSKENDERUN ve MERSİN olup, ANTALYA limanı da Anadolu’ya olan bağlantı yollarının tamamlanmasıyla büyük bir potansiyele sahip olabilecektir. Bu limanlardan AVRUPA, EGE ve MARMARA limanlarına yapılan nakliyatta odak noktaları olarak KIBRIS kuzeyi ile ANADOLU arasında kalan deniz sahası, GİRİT Güneyi, RODOS ve SKARPANTO geçitleri önem arz eder. Bölge de SOVYETLER Birliği’ne yakınlığı ile tanınan ve sınır komşumuz olan SURİYE ve dolayısıyla SURİYE deniz gücü, SOVYETLER Birliği tarafından desteklenmektedir. Suriye’nin bugün için esas hedefi kısa bir zaman önce GOL AN tepelerini de ilhak eden İSRAİL olmakla birlikte, son olarak tek yanlı bir kararla karasularını 35 mile çıkarmış olması, Hatay’ı geri alabilme emelleri ve müteakip gelişmelerin dikkatle izlenmesi gereklidir. SOVYETLER Birliği’nin bölgeye nüfusu, gerektiğinde SURİYE liman ve üslerinden istifadesi, DOĞU Akdeniz’de bir Tehdit unsuru olmuş ve bölgenin önemini arttırmıştır. Bölgede mevcut bütün ihtilaflarda az çok payı olan ve Amerika Birleşik Devletleri’nin bir nevi himayesi altında bulunan İsrail’in, komşuları ile olan problemlerini halletmedikçe, bağımsızlık ve var olma mücadelesini kazanmadıkça Türkiye’ye karşı denizden bir tehdit teşkil etmesi söz konusu değildir. Ancak nükleer silahlara ve millet olarak büyük bir potansiyele sahip olduğu bilinen İsrail’in politik ve teknolojik gelişmeleri ve Doğu Akdeniz’deki faaliyetlerinin dikkatle takip edilmesi gerekmektedir. Bölgenin en büyük ve kıyılardan uzak yegâne adası olan KIBRIS, DOĞU AKDENİZ sahillerimizi ve deniz ulaştırmamızı kontrol altında bulundurması ve adada bulunan TÜRK toplumunun hak ve hürriyetlerinin korunması, ada üzerindeki hak ve hukukumuzun sağlanması bakımından büyük önemi haizdir. KIBRIS RUM Hükümeti stratejik durumun kendisine sağladığı olanaklardan azami yarar sağlamayı ummaktadır. Bunu yaparken de kendisinin ARAP ülkeleriyle imtiyazlı ilişkiler kurmasına imkân veren bağlantısızlık politikası ile İNGİLİZ üslerinin varlığını bir koz olarak elinde bulundurmaktadır. Şurası tarihi bir hakikattir ki, daima destekleyici bir ülke ile birlikte YUNANİSTAN, Kıbrıs’ı da ilhak ederek, Türkiye’ye batı ve Güneybatı dan emniyet zincirini, Türkiye’nin güneyine kadar uzatarak, TÜRKIYEYİ, kendini çevreleyen denizlerde sıkıştırma çabasında ve bu denizde de varlığını hissettirme yolundadır. Akdeniz’in stratejik öneminin oluşumunda en büyük etken örneği son" Ortadoğu Savaşında da görüldüğü gibi, iki süper devletin bölge üzerinde nüfus edinme mücadelelerinden ve SOVYETLER Birliği’nin kendi güvenlik kuşkularından doğmaktadır. Zira, SOVYETLER Birliği’ nin kendisi için en tehlikeli sektör olarak gördüğü yer, güneybatı kanadıdır. Amerika Birleşik Devletleri’ne ait 6.Filo, SOVYET Rusya’nın böğrüne her an saplanabilecek bir hançer gibi varlığını sürdürmektedir. Zira bu filo, Poİarls'A-3 ve Poseidon C-3 tipi Nükleer başlıklı füzelerle donatılmış denizaltılarıyla, GİRİT yakınlarındaki bir mevkiden yalnız MOSKOVA, LENİNGRAD, KİEV ya da VOLGOGRAD'ı değil, aynı zamanda MURMANSK, PERM, TYUMEN, MAGNITOGORSK ya da KARAGANDA gibi uzak hedefleri de güvenle tahrip edebilecek durumdadır. Bu filo, Amerika Birleşik Devletleri’nin AKDENİZ, ORTADOĞU ve KUZEY AFRİKA politikasını askeri bakımdan desteklemek için doğrudan doğruya WASHINGTON tarafından kullanılabilir. Stalin’in II. Dünya Harbi sonunda TÜRKIYE, YUNANİSTAN ve İRAN’a karşı uyguladığı saldırgan politikasının davet etmiş olduğu bu tehdidi AKDENİZ havzasından uzaklaştırmak, hiç olmazsa azaltmak için, SOVYET yönetimi, pek çok araçlardan ve manevralar dan oluşan çok yönlü bir sistem kullanmaktadır. 1964’den beri devamlı olarak “‘Akdeniz’de bulunan büyük bir donanma da bu karmaşık sistemin, askeri "bölümünü' oluşturmaktadır. SOVYETLER Birliği, Karadeniz limanları ve üsleri “AKDENİZ Görev Kuvveti” için destek unsurlarıdır. Gemiler periyodik olarak değiştirilmektedir. 1972’de Mısır’daki hava üslerini, 1976’ da İSKENDERİYE’ deki son deniz Üssünü boşaltmak zorunda kaldıktan sonra bu hatırı sayılır donanmayı güçlükle ayakta tutabilmektedir. Bugün 'SOVYETLER Birliği, 'Akdeniz’de kıyısı olan' devletlerden ancak birkaçında, ki bunlar SURİYE, LİBYA, CEZAYİR, YUGOSLAVYA’ dır, kimi çok sınırlı tamir ve bakım kademeleriyle, belirli limanlarda ikmal tesisleri kurma hakkına sahiptir. Amerikan 6. Filosunun aksine, Sovyet Filosu, harekât yaptığı bölgelerde gerçek hava ve deniz üslerinden durumu idare etmek zorundadır. SOVYETLER Birliği’nin, Suriye’nin LAZKİYE ya da TARTUS limanında üs imtiyazı elde etmek veya LİBYA’ dan hava ya da deniz üsleri almak için şimdiye kadar harcamış olduğu çabalar, kesin ve etkili bir sonuca ulaşamamıştır. Halen SOVYETLER Birliği, TÜRK-AMERİKAN NATO ortaklığını büyük ölçüde zedeleyen TÜRK-YUNAN, KIBRIS anlaşmazlığının şu veya bu şekilde çözümlenmesine engel olmak için büyük gayretle çalışmaktadır. PAPANDREA hükümetiyle içine girmiş olduğu sıkı iş birliği ve elde ettiği küçük te olsa bazı neticeler bunun en iyi örneklerini teşkil etmektedir. 1967 Haziranından itibaren SOVYETLER Birliği ile ARAP devletlerinin çoğu arasında, kimi uzun kimi kısa süren pek çok ittifak yapılmış ancak bunlar hiçbir zaman SOVYETLERİN arzuladığı şekilde gerçekleşmemiştir. 26 Mart 1979’ da imzalanan MISIR-İSRAİL barışı, bir zamanlar ARAP Birliğinin lideri olan Mısır’ın reddinden sonra, SURİYE ve IRAK yönetiminde Kahire’ye karşıt bir ARAP Birliği kurulması ile SOVYETLER hesabına büyük yararlar sağlayabilecekken, SOVYETLER Birliği bunu da tam olarak gerçekleştirememiştir. Böylece, devamlı bir üsse sahip olamadığından, Akdeniz’deki SOVYET GÖREV KUVVETİ, ikmal ve bakım için SOVYET tankerlerinin ve lojistik gemilerinin devamlı bulundukları “demirleme bölgelerine" gitmek zorundadır. Doğu Akdeniz’de bu demir yerlerinden biri KIBRIS kuzeyinde diğeri KIBRIS doğusunda bulunmaktadır. Görünüşe göre SOVYET AKDENİZ GÖREV Kuvveti’nin üç esas görevi vardır. Birincisi-AMERİKAN 6’ncı filosunun faaliyetlerini gözetlemek, hareket serbestisini daraltmak, bunalımlarda kullanılmasını engellemek ve SOVYETLER Birliği’nin desteklediği devletlere karşı girişilecek harekatın riskini arttırmak. İkincisi-Süper devletlerin çatışması halinde 6’ncı filonun gemilerine özellikle POLARİS ve POSEIDON füzeleri taşıyan denizaltılarına önleyici ya da savunucu darbeler indirmek. Üçüncüsü-SOVYETLER Birliği’nin Akdeniz’deki güç faktörü olarak gösteride bulunmak ve böylece SOVYETLER’ in bu bölgedeki çıkar politikasına askeri dayanak sağlamaktır. AMERİKAN 6’ncı filosunun bu denizdeki görevleri ise? NATO’nun güneydoğu kanadını örtmek, Akdeniz’deki deniz ulaştırma yollarını güvence altına almak, Bir "deniz Kuvveti’nin gücünü, çok sayıda olası "Kara hedefine" yansıtmak amacıyla çeşitli muharebe görevlerini yerine getirmeye daima hazır olmaktır. SOVYET AKDENİZ GÖREV KUVVETİ hava desteğinden yoksundur. Bu nedenle ne deniz ulaştırma yollarını güvence altına alacak, ne de deniz kuvvetinin gücünü kara hedefleri’ ne yansıtacak durumda olamamıştır. Bu durum ise; bir savaş halinde, birkaç saat içinde NATO Deniz Kuvvetleri ya da karada üstlenmiş uçakları tarafından, SOVYET AKDENİZ GÖREV KUVVETİ gemilerinin batırılması sonucunu doğurabilir. Bu gerçeğin SOVYETLER Birliği’nce çok iyi bilindiği de düşünülecek olursa, AKDENİZ GÖREV Kuvveti’nin birdenbire bu denizden çekilmesi, SOVYETLER’ in ciddi savaş amacının bir işareti olarak değerlendirilebilir. Bu nedenle SOVYETLER Birliği; uçak gemilerini kolaylıkla Akdeniz’e indirmek ve derhal Karadeniz’e dönmek isteyecek harp gemileri için 8 günlük bildirme süresini kaldırmak istemektedir. (Bknz. Montrö Sözleşmesi) Bu ise, ancak Türkiye’nin kabulü ile mümkün olabilir. Her İki süper devletin Ortadoğu’da ki etkisi evvelce olduğu gibi şimdi de sınırlıdır. Son yıllarda cereyan eden olaylar ortamı, her iki süper devletin etkilerini düzeltmelerine daha elverişli bir duruma getirmiştir. İsrail’in şimdi eskisi kadar tehdit altında olmadığı kesindir. Yakın gelecekte büyük bir askeri çatışma olacağı da tasavvur edilemez. Netice olarak denilebilir ki; DOĞU AKDENİZ bölgesi her şeyden önce Dünya barışının sık sık tehlikeye girdiği, uluslararası çıkar ve nüfus mücadelelerinin en açık şekilde sergilendiği, bu yüzden gelişmelerin ve değişikliklerin her an büyük bir dikkatle izlenmesini gerektiren, çok yönlü ve önemli stratejik bir bölgedir.

  • Gemilerde Sabotaja Karşı Koyma

    YAZAN: Mehmet ASAL Dz. Kd. Yzb. (1983 yılında kaleme alınmıştır.) Sabotaj, bir memleketin barış ve savaş zamanlarında milli savunma tedbirlerini, faaliyetlerini, hazırlıklarını, icraatını, birlik ve moralini baltalamaya yönelik hareket ve faaliyetler veya diğer bir deyişle, yer altı ajanlarını kullanmak suretiyle savaş gayretlerini genellikle içten yok etmek, diye tanımlanabilir. SABOTAJ NERELERE YAPILIR? Bu sorunun cevaplarını Silahlı Kuvvetler bünyesinde şöylece sıralamak mümkündür. Milli ve Müttefik karargahlar, fabrika ve tamirhaneler, depolar (bilhassa silah, cephane ve akaryakıt), petrol boru hatları, enerji kaynakları ve santrallar, askeri hava alanları ve kontrol merkezleri, Deniz üsleri ve fabrikalar, HARP GEMİLERİ, uçak ve helikopterler, askeri nakliyatta kullanılan her türlü nakil vasıtaları, muhabere merkezleri ve telli hatlar, trafik akımının yoğun olduğu yollar, erken ikaz tesisleri, özel mühimmat stokları ve birlikleri, yüksek rütbeli askeri şahıslar vb. gibi. BİRLİKLERİN ALACAKLARI TEDBİRLER Sabotajlara karşı, birliklerce emniyet ve korunma planları hazırlanır. Bu planları Deniz Kuvvetleri çapında: Donanma ve Saha Komutanlıkları, Ana Üs Komutanlıkları, Deniz Eğitim Komutanlığı ve Filo Komutanlıkları tanzim eder. Bu planlarda; önce korunacak bölgeler, bu bölgelerin hassas noktaları ve özellikleri, aydınlatma durumu, yangın ve yara savunma imkanları, bilahare teyakkuz, teknik ve muhafaza bakımından korunma ve önleme tedbirleri gösterilir. Planların son kısımları, ziyaretçiler ile nakil vasıtalarının kontrolü, sabotajcıların ihbarı ve yapılacak işlemler ile mahalli güçler ve zabıtayla iş birliği ve diğer hususları içerir. Bu emniyet ve koruma planlarının yanısıra, sabotaja karşı koyma bakımından ilk ve en önemli tedbir, tanıma/tanıtma, yani parola sistemidir. Parola, garnizon komutanlıklarınca hazırlanır. Deniz Kuvvetlerimizin ana üssü olan Gölcük Garnizonunda parola, Gölcük Âna Üs Komutanlığı’nca hazırlanarak Donanma Komutanlığı’na bağlı birlik komutanlıkları ve kurum amirliklerine gönderilir. GEMİLERE SABOTAJ Bugünün harpleri, dünyanın gidişi icabına uyarak mertçe ve açıkça olmaktan çıkmış, bir bakıma SABOTE ve TAHRİP yoluna girmiştir. Gemiler, sabotörler için, karada üslenmiş birlik ve tesislere nazaran genellikle daha kıymetli, hassas ve kolay hedefler teşkil ederler. Gemilere sabote iki yoldan yapılabilir. Birincisi geminin içten sabotesi, İkincisi ise su altından tahribidir. Geminin içten sabotesi, su altı tahribinden daha kolay ve müessirdir. Bizler için önemli elan husus, geminin batırılmasını veya hareketten sakıt kalmasını önlemek olduğuna göre içten veya dıştan yapılacak sabote ve tahrip aynı önem ve ehemmiyeti taşıyacaktır. Gemilerin içten maruz kalabileceği sabotaja karşı alınacak tedbirler, 1. Giriş/çıkış kontrolü ve tanıma/tanıtmaya azami önem verilmesi, 2. Tüm personelin "Silahlı Kuvvetler İstihbarata karşı koyma Emniyet ve İş birliği Talimatının kapsadığı bilgilere sahip kılınması, 3. Personel emniyetine önem vererek, gizlilik dereceli bilgilere nüfuz edecek şahısların titizlikle seçilmesi ve güvenlik tahkikatlarının yaptırılması, 4. Sabotajlara karşı emniyet ve korunma planlarının tam olarak tatbik edilmesi, 5. Girilmesi yasak olan hassas yerlere (cephanelik, yakıt bölmeleri, kripto kamarası, su sarnıçları, ambarlar ile gizli kasalar vb. gibi) bu yasağı bildiren ve ilk nazarda görülebilen levhalar asılması, icabında silahlı nöbetçi konulması, 6. Komutan tarafından güvenilir bir emniyet subayı tefrik edilerek, personelin gizlice kontrolünün yapılması, 7. Cephanelik, akaryakıt sarnıcı, teçhizat, yiyecek ve giyecek ambarları gibi sabotaja hedef olabilecek yerlerin bir anlık imhasını önlemek ve sabotaja uğradığı zaman hasarın diğer ambar ve sarnıçlara etkisini önleyici yangın, Y/S gibi lüzumlu tertip ve tedbirlerin alınması, 8. Devamlı, yerel bir muhabere çevriminin açık olması, 9. Emniyet personelinin, bir tecavüzü karşılamak üzere fiziki ve fikri kabiliyetlinin arttırılması, silah kullanma yetkisinin öğretilmesi, 10. Ziyaretçilerin ve geldikleri vasıtaların sıkı denetimi, refakat ve gözetleme usulü ile kontrollerinin yapılması, 11. Mahalli güçler, zabıta kuvvetleri ile iş birliği yapılması, personelin fotoğraf, parmak izi, el ve yazı örneklerinin alınıp muhafaza edilmesi, Genel hatları ile belirtilen bu hususların yerine getirilmesi, bir geminin içten yapılabilecek sabotajları önleyebilmesi/tesirini azaltabilmesi için gerekli ve yeterlidir. GEMİLERİN SU ALTINDAN TAHRİBİ Gemilerin dıştan, su altından tahribi nasıl olur ve bundan nasıl korunulur? Bu, iki şekilde mümkündür. 1. Gemilerin kendi kendini koruması (EOD, dalgıç, kurbağa adam olmadığı durumda) 2. Geminin EOD personelince korunması (EOD, dalgıç, kurbağa adam olduğu durumda) Bu ikinci şekil korunma, donanmamız için bugün hemen hemen imkânsızdır, Zira EOD personelinin yetiştirilmesi çok güç ve masraflı olup, uzun zamana ihtiyaç göstermektedir. Kaldı ki her gemiye veya gemi topluluğuna da EOD Timleri tahsis edebilmek mümkün/mantıklı değildir. Bu nedenle, burada esas olarak gemilerin kendi kendini korumasını incelemek isterim. Gemilere sinsice sokularak, su altından gemiyi tahrip edip batıracak veya harekâttan alıkoyacak özel olarak yetiştirilmiş kişiler, mutlaka bir tahrip düzeneği meydana getirmek zorundadırlar ki, bu düzenek dört kısımdan ibarettir, Başlatıcı mekanizma, Ateşleyici, Ağız otu yemleme, Ana şarj. Patlama neticesinde iki tesir meydana gelir, (1) Blast tesiri Kırıcı Paralayıcı Yıkıcı Parçalayıcı İtici Delici (2) Termal tesir -Eritici Kavurucu Kesici Eğer kullanılan tahrip maddesi, gemi karinası veya zinciri, dümeni, şaft braketi ile temas halinde ise paralayıcı, aksi takdirde parçalayıcı tesir olacaktır. Patlama neticesinde hasıl olan tesirlere, patlayıcının infilakıyla, hasıl olan boşluğa deniz suyunun yüklenerek dolması tesiri de ilave edilmelidir. Normal 1 molgram tahrip maddesi, patlama anında 2000 litre gaz hasıl etmektedir. Tahrip maddeleri iki şekilde mütalaa edilir, -Fabrikasyon olanlar (Limpet mayınları gibi) ve -El yapısı olanlar. El yapısı tahrip maddeleri daha ziyade imkansızlıklar nedeni ile yapılır ki, bunların su altından kullanılabilmesi için sudan tecrit edilmeleri gerekir. Bu maksatla; naylon torbalar, sızmaz, kaplar, pusisler, prezervatifler, yağ ve gaz tenekeleri kullanılabilir. PATLAYICININ GEMİYE TESPİTİ Patlayıcı madde gemi karinasına 4 şekilde tespit edilebilir. Herhangi bir gırcâla ile gemi pervane, dümen şaft braketlerine, kinistin ızgaralarına veya zincirlere bağlanabilir. Limpet mayınlarda olduğu gibi, mıknatıslarla tespit edilebilir. Akıntı üzerinden ve uzaktan bırakılmak sureti ile gemi zinciri üzerine düşürülebilir ki bu durumda akıntı, tahrip maddesini gemi karinasına yaslar. Pozitif sepiye veren torbalar ile gemiye yaslatılarak C-12 ile C-4 gibi plastik patlayıcı maddeler, frengi ve çalpara deliklerine doldurulur. Su altı yüzücüleri gemiye dört şekilde yaklaşabilir. Bunlar; - Büyük denizaltıların güvertesine bağlı cep denizaltıları ile, - Akıntı üzerinden kendilerini bırakarak ve pusulaları ile yön bulup yüzerek, sandık, sepet gibi sepiyesin olan nesnelerin altına gizlenerek, - Düşük süratli balıkçı veya diğer teknelerin altına yapışarak. GEMİLERİN KENDİ PEPSONELİ TARARINDAN KORUNMASI Su altından gelebilecek bu tip tehlikelere karşı geminin personeli tarafından haricen korunmasında, şu hususlar dikkate alınmalıdır. Bütün botlar akıntı üzerinde bulunmalı, nöbet tutulmalı ve hiçbir teknenin akıntı üzerinden geçmesine müsaade edilmemelidir. Civardan geçen bütün botlar kontrol edilmeli (içi, karinası ve civarı dahil), bu göreve giden botlar da gerekli işaretleşme araçları olmalıdır. Gayri muayyen zamanlarda, demir apiko oluncaya kadar vira edilmeli, zincirin temiz olduğu görülmeli, eğer herhangi bir cisim mevcut ise, hırça mapadan fora edip atılmalıdır. Zaman zaman pervane ileri geri çalıştırılmalıdır. Gündüz, özellikle demir istikameti gözetlenmelidir. Görülen her türlü çöp, sandık, sepet v.s.ye ateş edilmelidir. Emniyet botları, gördüğü sandık, sepet vs. yi devirip kontrol etmeli, gemi baş üstünde donatılmış yangın hortumu ile çok yakına gelmiş şüpheli cisimler devrilmelidir. Dürbün ile omuzluklardan itibaren pruvaya kadar sektörlerde sahil kesimi kontrol edilmeli, gözetlenmelidir. Zaman zaman gemi demir mevkiini değiştirmeli ve bu husus gizli tutulmalıdır. 10. Düşman sahilleri zaman zaman aydınlatılmalı, dost sahiller ise aydınlık olmalıdır. 11. Gemi karinası, özellikle hassas kısımlar, zincir, makina ve kazan daireleri, pervane ve dümenler reflektörlerle aydınlatılmalıdır. 12. Sonar devamlı çalıştırılmalı, su altı telefonları ve haydrafonla su altı dinlenmelidir. (Mk 27 sonarları çalıştığı zaman, sonarın 350 Yarda dan yakınına sokulmak pek mümkün değildir. Zira beyni ve gözleri harap etmektedir) 13. Şüphelenildiği takdirde taarruz el bombaları ve el şarjları atılmalıdır. (En iyi şekil, her biri 3’er librelik kalıpları atmaktır.) 14. Personel sükûnet ile gemiyi dinlemeli, yabancı sesleri ayırt etmeye çalışmalıdır. Geminin haricen korunmasının yanı sıra, gemi dahilinde yapılması gereken işlemler de vardır. Önce, gemi (Y) durumuna gelecek şekilde bölme ve lumbuzlar kapatılmalı ve her türlü tedbire rağmen meydana gelebilecek bir infilaktan korunmak için personel toplu halde bulundurulmamalı, eğer geminin bulunduğu yerde akıntı 1-2 mil ise ve düşman sabotörleri bekleniyorsa aşağıdaki tedbirler süratle yerine getirilmelidir. - Bütün personel giyinik ve ayakta olmalıdır, - Makineler her an harekete hazır olmalıdır, - Demir acil olarak bırakılmaya hazır olmalıdır, - Mayın görülürse o bölme boşaltılıp yara savunma hazırlık durumu alınmalı, Tek bir limpet mayının bölme kapatıldığında gemiyi batırmayacağı bilinmelidir. - Can salları, filikaları, can simit ve yelekleri her an kullanılmaya hazır olmalıdır. - Tahliye tulumbaları vb. gibi eçhize çalışır durumda olmalıdır. EĞER GEMİDE DALGIÇ, KURBAĞA ADAM VAR İSE Buraya kadar incelenen hususlar, gemide dalgıç, kurbağa adam olmadığına göre yapılacak işlerdir. Eğer gemide dalgıç, kurbağa adam var ise, bu personel azami 5 dakika içinde denize inecek şekilde hazır olmalı, geminin zincir ve karina kısmını kontrol etmeli (özellikle gece taarruzlarında makina dairesindeki titreşim ve gürültü sebebiyle su altı yüzücülerinin burayı kolay tespit edecekleri bilinmeli, ilk olarak buralar, bilahare zincir aranmalıdır) Dalgıçlar gördüğü yabancı cisimleri gemiye tespit, eden halat, vs. yi söküp atmalı, eğer gemi yakınında herhangi bir yabancı cisim tespit olunursa, sualtı yüzücüleri geminin pupasında aranmalıdır. SABOTAJLARA KARŞI HASSASİYET Personelin sabotajlara karşı hassas olduğu bazı zamanlar, sabotörlerce iyi bilinir. Bu zamanlar - Gece yarısı, ile şafak arası, - Tatil günleri ve tatil günlerinden hemen sonra, - Nöbetin ortalan, - Mehtapsız geceler, - Kotu havalar, özellikle yağmurlu gürültülü ve şimşekli günlerdir. SU ALTI YÜZÜCÜLERİ İÇİN TAHDİTLER Su altı yüzücülerinin bir gemi için yarattıkları tehdit kadar, kendi hareketlerini ve başarılarını tehdit ve tahdit eden sebepler vardır. Şöyle ki; karada 1 santimetre kareye 1 kilogram tazyik varken 90 metre derinlikte 1 santimetrekareye 10 kilogram basınç düşmektedir. Normal bir insan vücudu 2300 santimetre kare olduğuna göre, 90 metre derinde bir dalgıca 23 ton basınç yapmaktadır. Yine karada normal olarak bir nefeste 0,7 litre haya teneffüs 'eden bir insan, su içinde bir nefeste 5-7 litre hava teneffüs eder. Bunların yanısıra; fizyolojik sebepler (ki biz bunlara dalgıç hastalıkları diyoruz), sualtı infilakları, teknik imkansızlıklar ve diğer tali sebepler, sualtı personelinin hareketlerini büyük ölçüde tahdit eder. NETİCE OLARAK Gemilerin su altından tahribi çok eğitim, masraf ve çalışmayı gerektiren bir husus olmakla birlikte, gemilerin korunması da aynı derecede eğitim ve gayreti gerektiren bir konudur. Ayrıca sabotajdan korunmak için, en az bir sabotör kadar bu konunun tekniğini de bilmek gerekir. Buraya kadar incelenen dahili ve harici tedbirlerin alınması ve personelin bu konuda eğitilmesi ile donanmamıza mensup gemiler gerek dost gerekse harpte ele geçirilecek düşman limanlarında, daha emniyetle barınabileceklerdir.

  • Barbaros Hayrettin Paşanın 470. ölüm yıldönümü...

    Yazan : Dr. Nejat Tarakçı, Deniz Tarihçisi ve Jeopolitikçi Her ulusun gurur ve övünç kaynağı olan kişiler vardır. Bunlardan çoğunluğu yaşadıkları döneme damgalarını vuran, etkileri sınırlı kişilerdir. Bazıları ise gerek yaptıkları işler, gerekse fikir ve uzak görüşlülükleri ile evrensel ve uluslararası etkileri olan kişilerdir. Onların çoğu, bir yandan bulundukları ülkenin ve insanlık tarihinin akışını değiştirmiş, bir yandan da dünya mirasının temellerine büyük katkı sağlamışlardır. Atatürk bunlardan en başta gelenidir. Diğer bir değerimiz ise Türk denizciliği denince ilk akla gelen Barbaros lakaplı Hızır Hayreddin Paşa’dır. Büyük denizciyi 470 yıl önce 1546 yılında kaybetmiştik. Hayreddin Paşa Osmanlı Hizmetinde Osmanlı siyasetine damgasını vuran zeki ve uzak görüşlü sadrazamı Pargalı İbrahim Paşa[1] denizin mutlak efendisi olması için sultanın donanmasına gözü pek bir reis gerektiğini anlamıştı. Bu reisi, kuzey Afrikalı korsanların dışında bulamamıştı [2] 1533 yılında Hızır Hayreddin (Barbaros) Reis, Kanuni’nin yazılı bir emrini aldı. Aynı yıl Ağustos ayı başında, Cezayir Filosu ve Levent gemileriyle İstanbul’a yelken şişirdi. Çanakkale’ye yaklaşınca, Cezayir Filosunu Cezayir’e, Levent Gemilerini korsanlığa göndererek, kendi malı olan 18 gemi ile Boğaz’dan içeri girdi. Marmara Denizi’ne girmeden önce Gelibolu’ya uğranarak, iki gün boyunca kadırgaların bakımı yapıldı. Daha sonra düzenli bir sıra halinde, sancakları ve bayrakları asılı dört yelkenli; korna sesleri eşliğinde Sarayburnu’na yönelip, tıpkı uçarak gelen arılar gibi, toplarla donanmış Haliç’e demir attı.[3] Barbaros İstanbul’da Barbaros’un İstanbul’da karşılanışı şahane oldu. Yalnız Akdeniz’i değil, Avrupa ve Afrika’yı titretmiş bu efsanevi şöhretin sahibini yakından görmek, onu sevgi ile kucaklamak için İstanbul halkı, sabahın erken saatlerinde sokaklara dökülmüş, denizin üzerine taşmıştı. Top sesleri ve gönülden kopan alkış tufanı, “Yaşa!” haykırışları arasında karaya ayak basan Barbaros, kendisine tahsis edilen At Meydanı’ndaki Derya Kaptanı Ahmet Bey’in sarayına gitti. Yalnız kendi gücü ile korsanlıktan krallığa yükselen ve sonunda saltanatını, istiklalini feda ederek Cezayir’i Osmanlı Devletine bağışlayan bu yaman adamı Kanuni de çok merak ediyordu. O nedenle, protokol kurallarının gerektirdiği belirli zamanı beklemeye dayanamayarak hemen ertesi günü Barbaros’u kabul etti. Barbaros’un saraya gidişi de pek şahaneydi. İstanbul halkı gene sokaklara taşmış, göz kamaştıran ve hayret uyandıran muhteşem kafileyi seyrediyor, alkışlıyordu. Barbaros, Kanuni’nin Huzurunda Kanuni, gözler kamaştıran bir ihtişam içinde tahtına gömülmüştü. Elbisesinin etekleri öpülmek üzere kasten ve itina ile yere serilmiş; vezirleri, paşaları, saray adamları tahtın etrafına sıralanmışlardı. Barbaros, etrafında 18 reisi olduğu halde tam bir vakar içinde ilerledi, Kanuni’nin eteğini atlayarak elini öptü ve teklifsizce karşısına oturdu. Etraftakilerin haset ve şaşkınlıklarına karşı, Kanuni, Barbaros’un samimiyetinden hoşlanmıştı. Ona iltifat etti, İspanya’ya, Doria’ya ait sualler sordu. Osmanlı İmparatorluğu’nun Akdeniz’de takip etmesi gereken siyaset hakkında görüşünü öğrenmek istedi. Barbaros, bu soruları padişahı hayran bırakacak bir şekilde cevaplandırdı.[4] Barbaros’un asıl adı Hızır Hayreddin idi. Avrupalılar ağabeyi Oruç Reis'e kızıla çalan sakalı yüzünden Barbarossa adını vermişlerdi, Oruç Reis'in şehit olmasının ardından küçük kardeşi Hızır için kullanılan bu isim, Türkçeye Barbaros olarak geçti. Tüm Akdeniz’de Müslümanlar için Hayreddin (Dinin koruyucusu) olarak, Hıristiyan düşmanları için Barbaros (Kızıl sakal) [5] olarak ünlenen Hızır, önemli bir adamdı. Yedi dil bilen Hayreddin Paşa, cahil bir korsan değildi. Kardeşi Oruç kadar cesur ve dayanıklıydı; aynı zamanda mükemmel bir yönetici, olağanüstü bir stratejist ve kendi döneminin herhangi bir yöneticisi kadar yetenekli bir devlet adamıydı.[6] Gerçek Bir Denizci Bulduk! İbrahim Paşa ilk bakışta, 55 yaşında olmasına rağmen bu atik ve yaşlı adamda, bunca zamandır peygamberden dilediği adamı bulmuştu. Gerçek bir denizci bulduk! Onu hiç tereddüt etmeden filonun generali (Kaptan Paşa ve divan üyesi paşa) ilan edin diye yazmıştır padişaha. Halep’te yapılan divan toplantısında Barbaros Hayreddin Paşa’ya Beylerbeyliği unvanı tevcih olundu. İstanbul’a döndüğünde Hızır Hayreddin Paşa, Süleyman’ın elinden bir imparatorluk alameti olan yatağan (kılıç) ve yeni generalin Osmanlı egemenliğinde olan tüm limanlarda ve bütün adalarda sahip olacağı mutlak gücün bir sembolü olan adalet asasını almıştı.[7] Bütün kış, İstanbul Tersanesinde ve bizzat Barbaros’un gözetimi altında gemi inşasına harcandı. Donanma denize çıkacağı zaman, 84 gemi hazır bulunuyordu. Hayreddin’in gemilerinden 18’i kadırga idi. Bunlardan beşi de arzuları ile devlet hizmetine girmiş korsanlara aitti.[8] Barbaros’un, Cezayir’den birlikte getirdiği yardımcıları ve danışmanları, İstanbul tersanelerini baştan sona yeniden düzenlediler. Gemi tasarımı, personel, eğitim, yönetim bakımından Türk filosunun kalitesini iyileştirdiler ve gelecek yıllarda Bab-ı Âli’ye yararlı bir model kurdular. Bu dönemde, İstanbul’da Fransa’nın kâtibi olan Jean Chesneau, efendisi I. François’ya gönderdiği raporunda, Barbaros görevi almadan önce Türkler bazı korsanlar hariç, gemicilik sanatı hakkında hiçbir şey bilmiyorlardı. Bir filoya tayfa bulmak istediklerinde Yunanistan ve Anadolu dağlarına gidip çobanları getirir, onları kadırgalarda küreklerin başına oturtur ve öbür gemilerin güvertelerinde çalıştırırlardı. Bu çok yetersizdi; çünkü ne kürek çekmeyi ne de gemici olmayı biliyorlardı, hatta denizde ayakta bile duramıyorlardı. Fakat Barbaros, derhal bütün sistemi değiştirdi diyordu. Amiral Juriyen de La Graviere daha sonra şu yorumu yapıyordu, Sistemi öyle değiştirdi ki, birkaç yıl içerisinde yenilmez unvanını kazandılar.[9] Barbaros 1534’te Kaptan Paşa olduktan sonra aklını Macaristan ve İran’a takmış Osmanlı dünyasına, yepyeni bir yayılma menzili getirdi. Kadırgaları siyah ve alçaktı böylece denizde, uzaktan görünmeden bekliyorlar, gece olunca sahile sürpriz saldırılar yapıyorlardı. Fransızlar ve Osmanlılar arasında Habsburg’lara karşı ittifak, karada hep belirsiz kalmış olsa da, Barbaros sayesinde denizde gerçekleşti. Kanuni devrinde, Barbaros Hayreddin Paşa’nın Kaptan-ı Derya olması ve Cezayir’in Osmanlı devletine bağlanması, Osmanlılara çok büyük olanaklar sağlamıştır. Barbaros’un Osmanlı Yönetimindeki Etkisi Kanuni’nin deniz siyasetinin planlanması ve yürütülmesinde Sadrazam İbrahim Paşa’nın etkisi yadsınamaz. Barbaros’un Osmanlı emrine alınması, divan üyesi yapılması ve fikirlerine itibar edilmesi onun ileri görüşlülüğü ve devlet adamlığının bir sonucudur. Kanuni’nin bu siyasetteki esas rolü ise son sözü söyleme hakkı olan bir padişah olarak, İbrahim Paşa ve Barbaros’a olan güvenidir. Bu yıllarda Osmanlı Devleti, Barbaros’un komuta ettiği Türk Donanmasını, en az Türk ordusu kadar önemli bir vurucu kuvvet olarak telakkiye başlamış ve siyasetini buna göre ayarlamıştı. 1800 yıllık bir geleneği olan ve dünyada birinci silahlı kuvvet sayılan Türk Ordusu yanında, donanmaya da aynı gözle bakılmaya başlanması, Osmanlı Devletinin tarihinde bir dönüm noktası sayılabilir. Ancak Pargalı İbrahim Paşa’nın 1536’da öldürülmesinden sonra Barbaros divanda yalnız kalmıştır. Protokolde vezirlerden sonra gelmesine rağmen, Barbaros, devletin en nüfuzlu şahsiyeti olmuştu ve bu nüfuzunu ölünceye kadar korudu. Kanuni’yi, deniz gücünün kara gücünden daha az önemli olmadığı hususunda ikna etti. Kanuni de, donanmanın devamlı bir gelişme içinde bulunması için Derya Kaptanından hiç bir şeyi esirgemedi. Barbaros öldükten sonra da bu deniz siyasetine bir süre daha devam etti. Buna rağmen, Türk tarihinin en büyük denizcisinin, hiç bir zaman vezir (Büyük Amiral) rütbesini alamadığı, o zaman derya kaptanlarına vezir rütbesi verilmemesi dolayısıyla bir gerçektir. Barbaros, hayatının sonuna kadar beylerbeyi (Oramiral) rütbesini taşımıştır. Kabul edilen, Osmanlı deniz siyasetinin temeli, Türk Donanması, dünyanın geri kalan donanmalarının toplamından daha güçlü olması ve daima aynı seviyede tutulması idi. Belki gemi sayısı bakımından değil, fakat teknelerin mükemmelliği, personelin eğitim ve disiplini, deniz topçusunun menzil üstünlüğü bakımından bu husus, 16. Asır boyunca gerçeğin ta kendisi oldu. Bu asırda Osmanlı filoları, blok halinde kocaman ordular taşıyacak güçteydiler. Bilindiği üzere, dünya tarihinde Osmanlı’dan sonra ancak iki devlet İngiltere ve ABD, aynı deniz siyasetini gerçekleştirmeye muvaffak olmuşlardır. 19. Asırda İngiliz Donanması, dünyadaki bütün donanmaların toplam gücünden üstün seviyede tutulduğu gibi, İkinci Dünya Harbi’nden sonraki yıllarda da aynı hususu ABD gerçekleştirmeye muvaffak olmuştur. En Büyük Deniz Zaferimiz Preveze 27 Eylül 1538’de kazanılan bu zafer, strateji, taktik ve tekniğin eğitimli ve inançlı denizci personel sayesinde sadece Türk tarihinde değil, aynı zamanda dünya tarihinde de bir dönüm noktasıdır. Barbaros’un stratejisi, açık deniz savaşlarında bir çığır açtı. Preveze Savaşı’ndan tam 50 yıl sonra 1588’deki İngiltere-İspanya Deniz Savaşı’nda Sir Francis Drake ve 1805 yılında, yani Preveze’den 250 yıl sonra, Trafalgar’da Amiral Nelson aynı stratejiyi kullandılar. Preveze, tüm Akdeniz’i Osmanlı hâkimiyetine açmıştı. Venediklilerin Preveze’den yanlarına kar kalan tek şey, yüzer kale olarak adlandırılan büyük kalyonlarının gösterdiği performanstı. Onları, değerini göstermek ve gereğinde kullanmak üzere bir tedbir unsuru olarak sakladılar. Türkleri kuzey Afrika’nın büyük bir bölümünün efendisi yapmış Barbaros, bu zaferle Orta ve Batı Akdeniz’de de egemenliğini kurmuş ve şimdi de, bir Avrupa donanmasını yenilgiye uğratarak, Süleyman’ın Yunanistan ve Levant’taki (doğu Akdeniz) konumunu güvenceye almıştı. Osmanlı İmparatorluğu’nun doruk yıllarının 1538 ile 1566’da Süleyman’ın ölümü arasında geçen yıllar olduğu söylenebilirse, bu itibarın büyük bir bölümü Barbaros Hayreddin Paşa’ya verilmelidir. Barbaros Fransa’da 16. yüzyılda orduların ağırlıkları ile birlikte bir yerden bir yere en çabuk taşınma vasıtası gemilerdi. Bu nedenle binlerce mil uzunluğundaki Akdeniz’deki ittifakların ve yardımların çoğu deniz üzerinden sağlanmaktaydı. II. Bayezid 1492’de Endülüs’ten yükselen yardım çığlığına Kemal Reis komutasında bir filo göndermenin dışında bir şey yapamamıştı. Güçlü bir deniz gücü aynı zamanda Osmanlı’nın en önemli stratejik kozuydu. Preveze sonrası 1541’de Avrupa’da bozulan güç dengeleri Fransa Kralı’nı, Hristiyanlığın baş düşmanı olarak kabul edilen Osmanlı Devleti’nden yardım istemek zorunda bırakmıştı. Fransa’ya yardım etmek üzere, Barbaros kumandasındaki Türk Donanması’nın 15 Mart 1543’de Fransa sularına hareket etti. Türk Donanması, 154 parça gemiden oluşuyor ve forsalar dışında 30 bin asker taşıyordu. Barbaros’a Muhteşem Karşılama Osmanlı Donanması, 20 Temmuz 1543’de Lyon Körfezi’ne geldiğinde Fransa, Hayrettin Paşa’ya muhteşem bir karşılama töreni hazırlamıştı. Osmanlı Donanması, şehir halkını top ateşiyle selamladı. Türk gemileri yardımlarına geldiği için sevince gark olan Fransızlar, Osmanlı Kaptan-ı Deryasını görülmemiş törenlerle karşıladılar. Bütün Avrupa ise Fransızların Türklere olan beraberliğine son derece kızmıştı. Fransuva’nın ilk isteği Nice Şehri’nin geri alınması idi. Şehir, Şarlken’in kuvvetlerinin elindeydi ve zaten Barbaros, Fransa Kralı I. Fransuva tarafından Nice’i kurtarması için davet edilmişti. Nice şehri bombardıman edildi ve ele geçirildi. Ancak kesin sonuç için harekâta baharda devam edilecekti. Ayrıca caydırıcı bir güç olarak Osmanlı Donanmasının kışı Fransa’da geçirmesi gerekliydi. Barbaros Fransa ile ek bir anlaşma yaparak ihtiyaçlarının karşılanması ve leventlerin maaşlarının verilmesi şartıyla kışı Fransa’da geçirmeye karar verdi. Toulon Limanı, kışlamak için en uygun yerdi. Nisan 1544’te Osmanlı Donanması en azından Güney Fransa’nın işgaline engel olmayı başarmış olarak geri dönüyordu. O zamanın teknik olanakları dâhilinde ve bu kadar büyük bir askeri gücün lojistiği de düşünüldüğünde, Osmanlı Devleti’nin o dönemde gerçekten bir dünya devleti olduğu daha iyi anlaşılır. Bunu elbette ki, Barbaros’a borçluyuz. Kemal Reis’ten 56 yıl sonra Osmanlı merkez donanması ilk defa batı Akdeniz’e gelmiş ve bu Müslüman güç Hristiyanlığın kalbi Fransa’da sekiz ay kalmıştı. Osmanlı Donanması, caydırıcılık görevini de en iyi şekilde yapmış ve Fransa’yı Şarlken’in olası bir saldırısından korumuştur. Avrupa’nın doğusu ile batısını denizden birleştiren Osmanlı- Fransa ittifakı Osmanlı tarihçilerine göre Hristiyan birliğinin bölünmesi olarak nitelendirilirken jeostratejik gerçek, kıta Avrupa’sında yeni bir güçler dengesi yaratmasıydı.[10] Türk Donanması’nın kışladığı aylar süresince Toulon şehri, büyük bir donanmayı beslemek mecburiyetinde kalmıştır. Bazı kaynaklara göre ise, son zamanlarda Fransa Kralı ile Barbaros arasında meydana gelen anlaşmazlıklar nedeniyle fidye ödenerek, Barbaros’un Toulon’dan ayrılması sağlanabilmiştir. Gerçekçi perspektiften bakıldığında Osmanlı donanma varlığının ve 30 bin kişilik bir ordunun Fransa’nın güneyini sekiz ay süre ile işgal ettiği söylenebilir. Çünkü Fransa’nın Osmanlı Donanması üzerinde hiçbir tasarrufu ve söz hakkı yoktu. Aksine, ekonomiden maliyeye, idareden adalete tamamen Osmanlıya ait bir olan bir sistem, Fransa topraklarında yerleştirilmiştir. Bu uygulama o döneme göre ilk defa iki ordunun fiili olarak bir araya geldiği ilk siyasi ve askeri ittifakı oluşturmaktadır. Bu yönüyle konunun Fransız kaynaklarından da incelenmesi uygun olacaktır. Türkler, müttefiklerine karşı iyi davranmışlar ve Toulon’dan bir dost olarak ayrılmışlardır.[11] Bu anı içi Fransa’da yapılan bir tablonun altında yer alan şiirin kıtalarından birinde şöyle yazmaktadır: Ne hoş geliyor pupa yelken Sıra sıra Türkler ile bu donanma Barbaros ve ordusu hep birden koşuyor bize yardıma [12] Barbaros’un Vefatı İstanbul’da Beşiktaş’a yolu düşenler vapur iskelesinin hemen yakınında bir türbe görürler. Bu türbe 4 Temmuz 1546’da vefat eden Türk tarihinin en büyük denizcisi Barbaros Hayrettin Paşa’ya aittir. Öldüğüm zaman beni denizin sesini duyacağım bir yere gömünüz!" dediği için Beşiktaş'ta ki bu yere defnedilmiştir. [13] Hayrettin Paşa yaşamında bir hayli sene bilfiil deniz ticareti, 7 sene kadar şanlı bir korsanlık, 16 sene Cezayir’de hükümdarlık ve 13 sene de Osmanlı İmparatorluğunun en parlak devrinde o devre layık şekilde Kaptanı Deryalık yapmıştır. Mezar Değil Denizciler Türbesi Arkasında bıraktığı reisleri ve leventleri onu hiç bir zaman unutmadılar. Hayrettin Paşa’nın türbesi Osmanlı Donanmasının her sefere çıkışından önce ziyaret edildiği kutsal bir mekâna dönüştü. Donanmayı Hümayun, her sefere çıkışında, bütün toplarını kurusıkı ateşleyerek Beşiktaş’ta onun türbesi önünden gemi gemi, filo filo geçerek Marmara ve Akdeniz’e açıldı. Daha önce leventler, bölükler halinde gelip türbeyi ziyaret eder ve Fatiha okurlardı.[14] Osmanlı Devleti’nin kaptan paşaları da, hilatlerini Barbaros'un Beşiktaş'taki türbesinde giyerlerdi, bu törende dua edilir ve fakir fukaraya yemek verilirdi. Vasiyetnamesi Bu saygın denizcinin vasiyetnamesi de en az yaşamı kadar ilgi çekicidir. Hayrettin Paşa, bütün malı, mülkü ve parasının eğitime harcanmasını vasiyet etmiştir. Hayrettin Paşa’nın yalnız İstanbul içinde ve muhtelif yerlerde 15 adet irili ufaklı akarı vardı ki; bunların hepsini yalnız Beşiktaş meydanındaki 12 yatılı öğrencisi bulunacak medresesine gelir temin etmek üzere vakfetmiştir. Bu arada, Hayretin Paşa’nın kendi baba ocağı olan Midilli Kalesi içinde yaptırdığı medreseyi, hamamı ve çeşmeyi de unutmamak gerekir. Midilli Adası’na yapılacak ziyarette Türk izlerinin en çok bulunduğu yer olan heybetli Midilli Kalesinin mutlaka gezilmesi gereklidir. Hayrettin Paşa’nın Cezayir’de de bir hayli akarı olduğu, onları da yine Cezayir’de yaptırmış olduğu cami ve çeşmelere gelir temin etmek üzere vakfettiği bilinmektedir. Hızır Reis’in Cezayir’de yaptırdığı caminin 1520 tarihli kitabesinde: Allah yolunda cihat edenlerin sultanı Hz. Hayreddin ki Türk soyundan ünlü emir Yakup’un oğludur yazmaktadır.[15] Yukarıda sayılanlardan başka, medresede yatılı bulunacak olan 12 öğrenci ile diğer gündüzlü öğrencilerin faydalanmaları için 20 cilt kitap da vakfetmiştir. Bundan başka gerek medrese ve müştemilatı ve gerekse sair akarları eskidikçe, elde mevcut akar kiralarının fazlası ile bunların onarılmasını. Ve yine artacak olan paranın yarısı ile yeniden akarlar yaptırılmasını, diğer yarısının tekrar yarısı ile görevlerinde başarı gösterenlerin gündeliklerine zam yapılmasını ve geri kalanla da medresede okuyan öğrencilere diğer günlerde de yemek verilmesini vasiyet etmiştir. Türbesi yerinde duruyor ama vasiyetinin yapılabilecek kısımları neden yapılmıyor? Türbe Vasiyeti Bugün Beşiktaş vapur iskelesi yanındaki türbesi etraftaki yüksek binalardan ve karmaşadan yeterince fark edilememektedir. Barbaros’un defnedildiği türbeyi ölümünden önce yaptırdığı vasiyetinden anlaşılmaktadır. Bugün aynı meydanda türbesinin yakınında Hayrettin Paşa’nın çok güzel bir anıtı bulunmaktadır. Bu anıt, Barbaros Hayreddin Paşa’nın anısına 1943’te ünlü heykelciler Ali Hadi Bara ile Zühtü Müridoğlu tarafından yapılmıştır. Heykelin arkasında Yahya Kemal Beyatlı’nın şu dizeleri yazılıdır: Deniz ufkunda bu top sesleri nerden geliyor? Barbaros, belki donanmayla seferden geliyor! Adalar’dan mı? Tunus’tan mı, Cezayir’den mi? Hür ufuklarda donanmış iki yüz pare gemi Yeni doğmuş aya baktıkları yerden geliyor; O mübarek gemiler hangi seherden geliyor? Barbaros’un bu yılki ölüm yıl dönümü 4 Temmuz 2016 Ramazan Bayramının arifesine denk geliyor. Büyük denizciyi minnet ve şükran ile anıyoruz. [1] İbrahim Paşa, birkaç lisan bilen, tarih, coğrafya, harp tarihi konularıyla meşgul olan değerli bir devlet adamıydı. [2]Jurien Graviere, Doria ve Barbaros, Profil Yayıncılık 2006 s.194 [3] Graviere s.193 [4]Tevfik İnci Donanma Dergisi sayı 409 1954 s.20-21 [5]Bir rivayete göre, Hızır Reis, kızıl sakallı değildir. Ağabeyi, Oruç Reis’in intikamını alıncaya kadar sakalına kına yakmayı kararlaştırmıştır. [6] Bradfrod s. 314 [7] Graviere s.195-196 [8] Joseph von Hammer, Osmanlı Tarihi s.338 İkinci cilt. Milliyet Matbaası 1966 [9] Earl Bradford Akdeniz İş Bankası Yayınları s.315 [10] Ana Maria Carabias Torres, Türkler ve Deniz, Kitap Yayınevi 2007 s. 259 [11]Bu konu, Fransız kaynaklarından araştırılması gereken bugünkü Türk-Fransız ve Avrupa ilişkilerine katkıda bulunabilecek çok önemli bir olaydır. [12] H. Şehsuvaroğlu, Deniz Tarihimize Ait Makaleler Dz. K.K.1965 s. 14 [13]www.tarihintanıkları.com [14] İnebahtı yenilgisi öncesi donanma sefere çıkarken ilk defa Barbaros’un türbesi ziyaret edilmemişti. [15]Orhan Koloğlu, Türk Korsanları, Tarihçi Kitapevi 2012 s. 43

  • İnanılmaz Değişim

    http://scottmcleod.typepad.com/dangerouslyirrelevant/2007/01/gone_fischin.html Bu çeviri 2007 yılında yayınlanan bir makaleden alınmıştır. ÇEVİREN : Mehmet ASAL Dünyamız tahminlerimizin ötesinde bir değişim süreci içerisindedir. Ekonomiden siyasete, devlet yönetimine, eğitime, bilime ve teknolojiye varıncaya kadar birçok alanda baş döndürücü gelişmeler yaşanmaktadır. Bilgi çağı adını da verebileceğimiz ve Globalleşme ile birlikte ele alınması gereken bu inanılmaz değişimi anlayabilmenin bir yolu da mevcut durumla beklenen gelecek arasında kıyaslama yapmak ve rakamlarla farkları görebilmektir. Bu muazzam değişimi yedi başlık altında toplayabilmek mümkündür. Bunlar; Teknolojik, Demografik, Ekolojik, Siyasi, Ekonomik, Organizasyonel ve Sosyo-Kültürel değişimlerdir. Burada sizlere uzun uzun anlatmak yerine orijinali Karl Fisch tarafından hazırlanan ve Scott McLeod tarafından geliştirilen “Did you know?” “Biliyor musunuz?” isimli çalışma raporlarından yaptığım çevrileri nakletmek istiyorum. Bu birbirini takip eden ve yukarıda verdiğim yedi değişik değişim alanı içerisinden en çok Teknolojik ve Demografik alanda birbirini izleyen çok sayıda örnek sonunda, eminim ki sizler de bu inanılmaz değişime hayret ve biraz da endişe ile bakacak, bu değişimi hissederek ürkeceksiniz. Gelelim Karl Fisch ve Scott McLeod tarafından verilen ve daha çok Kuzey Amerika (ABD + Kanada) halkı ile yapılan kıyaslamaya: Şayet bugün siz Çin’de yaşayan ve en şanslı milyonda bir kişi bile olsaydınız, Çin’de sizin gibi şanslı olarak yaşayan tam 1300 kişi daha olacaktı. Hindistan’da ise bu sayı 1100 kişidir. Çin Nüfusunun % 25 ‘inin IQ’ sunun oldukça yüksek olduğu saptanmıştır. Çin’de ki bu % 25 bile, Kuzey Amerika’da (ABD + Kanada) yaşayan toplam nüfustan daha fazladır. Bu IQ’ su yüksek insan oranı Hindistan’da daha da yüksek olup % 28 oranındadir. Yakın zaman içerisinde Çin, Dünyada en çok İngilizce konuşan nüfusa sahip ülke konumuna gelecektir. (ABD’den daha fazla) Eğitimciler için bir bilgi; Çin’de her eğitim yılı sonunda takdir alan çocuk sayısı, A.B.D. deki toplam çocuk sayısından daha fazladır. A.B.D. de ki tüm işleri alıp, bunu Çin’e göndermek mümkün olsaydı bile, Çin’de yine de işsiz nüfus olacaktı. Siz bu yazıyı okurken geçecek olan 8 dakika süre içerisinde dünyaya gelen bebek sayısı; ABD’de 60 Çin de 244 Hindistan da ise 351 dir. A.B.D. Çalışma Bakanlığı; Bugün A.B.D.’de öğrenim görenlerin 38 yaşına gelinceye kadar 10 ila 14 arasında iş değiştireceğini öngörmektedir. Yine A.B.D. Çalışma Bakanlığına göre; Bugün ABD’de çalışan her 4 kişiden biri, o şirkette bir seneden daha az bir zamandır görev yapmaktadır. Yani diğer bir deyişle şirket çalışanlarının % 25’i her yıl değişmektedir. ABD’de Her iki çalışandan biri, aynı şirkette 5 seneden daha az bir zamandır çalışmaktadır. ABD önceki Eğitim Bakanı Mr. Richard Riley’e göre; 2010 senesinde en çok rağbet görecek ilk 10 meslek, 2004 senesinde dünya üzerinde mevcut bile değildi. Öğrencileri şu anda henüz var olmayan mesleklere hazırlıyoruz. Henüz problem olduğunu bilmediğimiz problemleri çözmeye çalışıyoruz. Şimdi size bir ülkenin özellikleri verilecek ve ülkenin adını tahmin etmeniz istenecektir. Dünyanın en zengin ülkesi, Dünyanın en büyük Askeri gücü, Dünya ticaret ve finans merkezi, Dünyanın en güçlü eğitim sistemine sahip ülkesi, Yenilik ve buluşların merkezi, Dünya standardında parası olan ülke En yüksek yaşam standardı olan ülke, Cevap: 1900 lerin İngiltere’si Biliyor musunuz? A.B.D. dünyada genişband interneti kullanan ülkeler sıralamasında 20.inci ülkedir. (Lüksemburg kısa bir süre önce ABD’yi geçmiştir) Nintendo Oyununa, araştırma ve geliştirme için, sadece 2002 yılında 140 milyon $ dan daha fazla para harcanmıştır. A.B.D.’de 2005 senesinde evlenen her 8 çiften biri internet yoluyla tanışmıştır. Internet’te yer alan, bir arkadaşlık ve haberleşme sitesi olan “MySpace” adlı Web Sitesinin Eylül 2006 ayı itibarıyla, 106 milyondan fazla kayıtlı kullanıcısı vardır. Eğer “MySpace” bir ülke olsaydı, Dünyanın en büyük 11.inci ülkesi olacaktı. ( Japonya ile Meksika arasında bir ülke) “MySpace” Web sayfalarının her biri (Sayfalarının sayısı onbinlerle ifade edilmektedir) ortalama olarak günde 30 defa ziyaret edilmektedir. Biliyor musunuz? Büyük bir hızla gelişen ve değişen bir zamanda yaşamaktayız. Internet arama sitesi olan “Google” arama motorunda her ay 2,7 milyarın üzerinde “search” (arama) yapılmaktadır. “Google” Sitesi açılmadan önce, Bilinmeyen soruların cevapları nasıl araştırılıyordu acaba? diye insan soramadan edemiyor kendine. Her gün cep telefonu ile gönderilen ve alınan mesajların sayısı, gezegenimizin toplam nüfusundan daha fazladır. İngilizce de yaklaşık, 540.000 kelime bulunmaktadır... Bu kelime sayısı, Shakespeare’in yaşadığı dönemden (1564-1616) yaklaşık 5 kat daha fazladır. A.B.D.de her gün; 3.000 ‘den fazla yeni kitap yayınlanmaktadır. “New York Times” gazetesinde bir haftada yayınlanan bilginin içeriği, 18. Yüzyılda yaşamış bir kişinin tüm hayatı boyunca karşılaştığı bilgilerden daha fazladır. Tahminlere göre bu sene dünya çapında 1,5 exebit (1,5 x 10 ) yeni bilgi üretilecektir. Bu bilgi miktarı geçen 5 000 yılda öğrenilenden daha fazladır. Geçen her iki senede bir, teknik bilgi iki katına çıkmaktadır. Bu, dört yıllık üniversite eğitimine başlayacak öğrenciler için şu anlama gelmektedir... İlk sene öğrenmiş oldukları bilginin yarısı, üçüncü seneye geldiklerinde artık güncelliğini yitirecektir. 2010 senesine gelindiğinde bu sayının, Her 72 saatte bir iki katına çıkacağı öngörülmektedir. Üçüncü jenerasyon fiber optik kablolar, NEC ve Alcatel Firmaları tarafından test edilmiştir. Bu kablolardan, saniyede 10 trilyon bit bilgi akışı sağlanabilmektedir. Bu da; Saniyede 1900 CD kapasitesi veya aynı anda saniyede 150 milyon telefon konuşması yapılması demektir. Her 6 ayda bu sayı 3 katına çıkmaktadır ve önümüzdeki 20 sene boyunca da böyle gitmesi beklenmektedir. Kablo hazırdır. Sadece ucundaki kumanda düğmeleri geliştirilmektedir. Bunun da marjinal maliyeti sıfır $’dır. Çok yakın bir gelecekte Elektronik kağıdın; Gerçek kağıttan daha ucuz olacağı öngörülmektedir. Geçen sene dünya çapında; 47 milyon adet “laptop” satışa sunulmuştur. Tanesi 100 $’a mal olacak yeni laptop projesi kapsamında, Gelişmemiş ülkelerdeki çocuklara 50 ile 100 milyon arası laptop gönderilmesi beklenmektedir. 2013 yılına kadar İnsan beyninin hesaplama kapasitesini geçen süper bilgisayar yapılması gerçekleşebilecektir. 2023 yılına kadar yapılabilecek olan ve insan beyninin kapasitesini geçebilecek bilgisayar, Sadece 1.000 $’a mal olacaktır. Bugün ilköğretim 1nci sınıfında olan bir çocuk ta, 2023 te iş hayatına başlamak üzere olacağı dikkate alındığında…. Teknik göstergelerin, 15 yıldan sonrasını tahmin edebilmek oldukça zordur... 2049 senesine kadar, 1000 $ ‘lık bir bilgisayar, tüm insanlığın hesaplama kapasitesinden daha fazlasını yapabilecektir. Bütün bunlar ne anlama gelmektedir ? D e ğ i ş i m o l m a k t a d ı r Artık siz bunu biliyorsunuz. ÇEVİRİ : Mehmet ASAL

  • ABD Fetullah Gülen'in ancak cesedini gönderir...

    YAZAN : Mehmet ASAL 23 Temmuz 2016 15 Temmuz gecesi FETÖ’nün kalkıştığı hareket, ilk Türk Devleti kurulduğundan bugüne kadar Türk Milletinin gördüğü ve bundan sonra da göremeyeceği en cüretkâr kalkışma, Cumhuriyeti ve Demokrasiyi sona erdirme girişimiydi. Fethullah Gülen, en ucuz ve en kolay istismar yolu olan Din ve İnanç Faktörünü yıllardır pervasızca kullanarak ve istismar ederek Türkiye’de örgütlenmişti. Bu gücün ve teşkilatın farkına varan Emperyalist ABD, Ortadoğu ve Türkiye üzerindeki emellerine ulaşmak için CIA vasıtasıyla bu şahsı kullanmaya ve gütmeye başlamıştı. Bugün CIA Fethullah Gülen’i maddi ve manevi olarak desteklemekte ve Dünya’da 160 Ülkede, 2000 den fazla okulda, İngilizce Öğretmeni (Native Speaker) kisvesiyle yüzlerce CIA ajanı görev yapabilmektedir. Yani CIA ve dolayısıyla ABD Fethullah Gülen Okulları vasıtasıyla ve öncelikle tüm İslam ülkeleri olmak üzere pek çok ülkede yasal casuslar/ajanlar bulundurmaktadır. Sizce durumu bu şekilde kullanan ABD, Fethullah Gülen’i geri verir mi? verebilir mi? Küresel Güçler; Özellikle İslam ülkelerinde aşiret, cemaat ve Hamas, Hizbullah, El Kaide, El Nusra ve IŞİD gibi terör örgütlerinin çıkarttığı iç karışıklıkların yanı sıra, dil, din, yerel kültür, etnik köken ve mezhep çatışmaları çıkartılarak ülkelerin bölünmesi istemektedir. 15 Temmuz girişimi bunu açıkça ortaya koymuyor mu? Şu hususun altı koyu harflerle çizilmeli ve hiçbir zaman unutulmamalıdır. Eğer 15 Temmuz girişimi başarılı olsaydı, tıpkı İran’da Humeyni’nin dini lider olarak Fransa’dan Tahran’a gelip uçaktan indiği gibi, Fethullah Gülen de yeşil Hilafet kaftanını giyerek Amerika’dan Ankara’ya dini lider olarak inmiş ve bugün ülkemizde şeriat hükümleri uygulanmaya başlanmış olacaktı. Böylece 16. yüzyılın başında Yavuz Sultan Selim'in Memluk Devleti'ne son vermesinden sonra Osmanlı Devleti'ne taşınan ve Mustafa Kemal Atatürk’ün 3 Mart 1924’te görülen lüzum üzerine Halifeliği kaldırmasından 92 sene sonra ülkemize tekrar Hilafet gelecek ve tüm Cumhuriyet kazanımları bir gün içinde yok edilmiş olacaktı. 1924 yılında Halifeliğin kaldırılmasıyla laik düzene geçiş kolaylaşmış, devrimlere karşı dinin istismar edilmesi engellenmiş, bağımsız bir dış politika izleme imkânı doğmuş, Ulusal egemenlik anlayışı güçlenmiş, Ümmetçi devlet anlayışından Ulusçu devlet anlayışına geçiş süreci hızlanmıştır. Fethullah Gülen’in dini lider olarak Türkiye’nin başına geçmesi sonrasında da tüm İslam âleminin lideri olmasını temin etmek için önce İran ve sonra Suriye ile bir savaşa girişilmek kaçınılmaz olacaktı. Böylece İran’da Humeyni, Suriye-Irak’ta Ebu Bekir El-Bağdadi halifelikleri sona erdirilmeye çalışılacak, Fethullah Gülen’in tek İslam Halifesi olarak ilan edilmesi amaçlanacaktı. Tabii İran’a karşı bir savaşta; bu terörist darbecilerin yöneteceği bir ordu ile ne derecede başarılı olunabilecekti? Bu da apayrı değerlendirilmesi gereken bir sorudur. Bu dönemde, yurt içinde tüm Ulusalcı, milliyetçi askerler ve siviller ile Ergenekon ve Balyoz gibi davalarda önceden yargılanan kişiler de ya tasfiye edilecek, ya da yok edilecekti. Türkiye neden bu duruma geldi? Getirildi? Mustafa Kemal Atatürk; bu tip tehlikeleri ve ileride oluşabilecek girişimleri görerek, TBMM’nin, 30 Kasım 1925’te kabul ettiği bir kanunla tekke, zaviye ve türbeleri kapatmıştır. Aynı kanunla bütün tarikatlarla birlikte şeyh, derviş, dede, mürit gibi bir takım unvanların kullanımı da kaldırılmış, falcılık, büyücülük, muskacılık gibi din dışı uygulamalar yasaklanmıştır. Zira; Tekke ve zaviyeler siyasi çalışmalar içerisine girmeye hatta çatışmalarda bulunmaya ve halkın dinî duygularını kullanarak çıkar elde etmeye başlamıştı. Çağdaşlaşmayı amaçlayan Türk milleti için tekke, zaviye, türbe ve tarikat gibi engeller kaldırılmalıydı. Tıpkı bugün Fethullah Gülen Terör Örgütünün yapmak istediği gibi. Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümünden sonra bu dini istismar çevreleri tekrar eski günleri hortlatmaya çalışmış, her defasında da ya Siyasetçilerin önemli bir kesiminden destek görmüş veya siyaset bizzat bu çabaların içinde olmuştur. Aslında Türkiye’de Askerin tüm hassasiyeti ve girişimleri de, 15 Temmuz Darbe girişimi dışında, genelde hep bu noktada olmuştur. Laiklik olgusu; tarikata bulaşmamış, içine sızdırılmamış askerlerin en büyük hassasiyetidir ve bu son darbe girişimi de bu hassasiyetin ne kadar doğru ve yerinde olduğunu bir kere daha ortaya çıkarmıştır. Eğer sağ kesimdeki birçok siyasetçinin yaptığı ve güttüğü gibi asker bu derecede sindirilmese, yetkileri elinden alınmasa, askeri okullar merkezi sınav sistemlerine zorla dâhil edilmese, Atatürk’çü ve vatansever askerler hakkında kumpaslar düzenlenmese, devletin en üst düzeyindeki yetkilileri bu kumpaslara kucak açmasa, bugün ne bu kadar FETÖ’cü orduya sızabilir ne de ordu bu kadar itibarsızlaştırılabilirdi. Ne yazık ki son dönemlerde Orduyu itibarsızlaştırmak çok sıradan ve Moda bir hal aldı. Sanki Polis gücüyle uluslararası bir savaş kazanılabilirmiş gibi. Ülkenin bu duruma gelmesinde ve getirilmesinde en büyük sorumlu hiç şüphesiz ki son 14 yıldır ülkeyi yöneten AKP hükümetleridir. Asker ve Ordu sindirilsin. Nasıl ve ne şekilde olursa olsun itibarsızlaşsın ve siyasi iktidar ülkeyi nereye çekerse çeksin bir daha müdahale edemeyecek hale getirilsin diyerek meydan FETÖ Kumpasçılarına bırakılmış, onların sahtekâr savcılarına zırhlı makam araçları tahsis edilmiş, kumpas davalarının savcılığına soyunularak ülkemiz bir uçurumun, kaosun eşiğine getirilmiştir. Bu duruma getirilmede, Hilmi Özkök, Yaşar Büyükanıt, Necdet Özel ve Hulusi Akar gibi son dönemlerde Genelkurmay Başkanlığı yapan Orgenerallerin ve onların yanında aciz ve sünepelik içinde bu gelişmeleri izleyen tüm Kuvvet Komutanlarının da büyük sorumluluğu vardır. Tarih bunları asla affetmeyecektir. Emir subayını bile seçip yönetmekten yoksun kişilerin Dünyanın en büyük ordularından birinin Kuvvetlerini yönetmesini beklemek en basit ifade ile aşırı saflıktır. Biraz da Askeri okul Komutanlarına değinmek gerekir. Onlar yıllardır içlerine sızan, sokulan bu FETÖ’cüleri bulup ortaya çıkarıp ihracı için işlem yapmak yerine kendi istikbal ve geleceklerini ve alacakları rütbeleri düşünmüştür. Deniz Harp Okulu Eski Komutanı E.Tuğamiral Türker Ertürk ve onun gibi 1-2 kişi dışında hiçbiri Askeri Liselere veya Harp okullarına sahip çıkmamış ya da bir şey yapamamışsa en azından onuruyla istifa etmeliydi? Tüm bu kötü ve sorumsuz yönetime rağmen eğer 15 Temmuz girişimi başarılı olmadıysa, olamadıysa bunun en büyük nedeni, tüm tasfiyelere, aşağılanmalara rağmen ordu içerisindeki Ulusalcı ve Atatürk ilke ve inkılaplarını benimsemiş kesimlerin bu darbe girişimine katılmadığı gibi hafta sonu bir gece olmasına rağmen ciddi bir karşı koyuş göstermesidir. Kamera kayıtlarından bir tankın onlarca aracı kâğıt gibi ezdiği, ezebildiği, hatırlandığında, bir makinalı tüfeğin onlarca kişiyi bir anda saf dışında bırakacağı düşünüldüğünde, aslında halkın bu şekilde sokağa sürülmesinin de ne derece mantıklı ve gerçekçi olduğu önümüzdeki dönem uzunca bir süre tartışılacağa benzemektedir. Darbe başarılı olsa sonrasında on binlerce kişiyi gözünü kırpmadan öldürecek sapıklık ve kararlılıktaki bu kişileri sadece halkın sokağa çıkarak durdurduğunu söylemek safdillik ve bu darbe girişiminin amacını hiç anlamamış olmak olur. Yapılan yanlışlıklar ve uygulamalar ne olursa olsun sonucunda bu darbe girişiminin bastırılmış olması ülkeyi uçurumun dibinden alıp uçurumun tepesine geri çıkarmıştır. Ancak Türkiye her an uçuruma tekrar düşmeye yakındır. Bunu çok iyi görüp anlamak gerekir. Orduya sızan FETÖ’cülerin yetiştiği Askeri Liseler kapatılırken, görevine son verilen 3500 Diyanet Görevlisinin mezun olduğu, bürokrasiye ve devlete sızan on binlerce FETÖ’cünün okuduğu İmam Hatip Okulları ile ilgili herhangi bir karar alınmamıştır. Son yıllarda düz ortaokul ve Liselerin neredeyse tamamının İmam Hatip Okullarına dönüştürüldüğü düşünüldüğünde, gelecekte başka tarikat ve gurupların benzer girişimlerde bulunmayacağını kimse söyleyemez ve iddia edemez. Askeri Liseler bir Subayın yetişmesinde temel askeri bilinç ve eğitimlerin verilebileceği, ülke sevgisinin aşılanabileceği en uygun kurumlardır ve yüzlerce yıldan beri bu misyonu yerine getirmişlerdir. Askeri Liseden gelenlerle doğrudan dışarıdan Harp Okullarına alınan öğrencilerin mesleki başarıları incelendiğinde, askeri liseden yetişenlerin çok ciddi üstünlükleri olduğu bilinen ve genel kabul gören bir gerçektir. Bırakın askerler 1980 öncesinde olduğu gibi Atatürk’ün çizdiği yolda yetişen laik, bilgili, vatansever, dürüst askerler olsunlar. Askeri Liseleri kapatmak yerine niteliklerini ve hatta niceliklerini arttırıcı tedbirler alınmalıdır. Siyasiler sürekli laikliği kaşımaktan, dindar asker yetiştirme sevdasından vazgeçerek asker gibi asker yetiştirme ülküsünü ve ilkesini benimsemelidir. Din insanların kendi tercihleri ve ailelerinin yönlendirmesiyle oluşmalıdır. Siyasiler art niyetli ve ümmetçi zihniyetteki ellerini toplumun üzerinden çekerek, ulusalcı, tek bayrak, tek vatan, tek millet ülküsünde askerlerin ve vatandaşların yetişmesine katkıda bulunmalıdır. Bu ülkede yaşayan gayrimüslimlerin de olduğu, onların büyük çoğunluğunun bu ülkeye en az dini İslam olanlar kadar sahip çıktığı unutulmadan söylemlerde sürekli “İslam” vurgusundan vazgeçilmeli, daha çağdaş, daha kucaklayıcı ve daha insani olunmalıdır. Aksi takdirde zaten oldukça yalnız bırakıldığımız Batı Dünyasında daha da yalnızlaşmamız kaçınılmaz olacaktır. FETÖ izlediği politika ve yol ile önce Adli Tıp ve TÜBİTAK’ı ele geçirmiş ve böylece istediği gerçek kanıtı sahte veya istediği sahte kanıtı gerçek diye sunabilmiştir. Adalet sistemine soktuğu savcı ve hakimlerle istediği kararları alarak kendisine ve hedeflerine zarar verecek kişileri tasfiye etmeye başlamıştır. Bununla paralel olarak Emniyet teşkilatına, Valilik ve kaymakamlıklara sızmış, maliyeye ve bakanlıklara girmiş, YÖK ve sınav sistemlerini ele geçirmiş, orduya soktuğu yüzlerce yandaşıyla en üst komutanları dinler ve o makamlara ulaşır hale gelmiş, siyasete adam sokmuştur. Siyaset için fazla çaba göstermesine gerek kalmamıştır. Zira AKP Kadroları, Fethullah Gülen’in kendine biat eden siyasetçisi gibi o ne istediyse onu yapmışlardır. Bunu bizzat eski Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik 8 Ağustos 2016 gecesi CNN Türk’e gönderdiği yazılı açıklamasında itiraf etmektedir. Yani ülkenin bu hale gelmesinde ve uçurumun dibine düşürülmek istenmesinde başta AKP Kadroları ve Komuta heyetleri olmak zere hepimizin ayrı ayrı sorumluluğu veya ihmali mevcuttur. Şimdi yeniden kenetlenelim ve birleşelim derken, Laik olduğunu iddia ettiğimiz Meclisimizin koridorlarında ve Parti Divanlarında atılan “Ya Allah Bismillah Allahu Ekber” nidaları ne yazık ki gelecekte de benzer durumlarla karşılaşılacağının ve hala 15 Temmuz girişiminden hiçbir ders alınmadığının en açık göstergesidir. Atatürk’ün kurduğu Ulusal ve LAİK mecliste “Dini nida ve bağırışların” anlamı nedir? Bu genel değerlendirmeden sonra bu makalenin yazılmasına neden olan başlığa gelecek olursak. ABD Fethullah Gülen’i iade edecek midir? Elbette HAYIR. Siz ABD’nin yerinde olsanız, emperyalist amaçlarınız için sonuna kadar kullandığınız bir kişiyi, yıkmaya, parçalamaya, yok etmeye çalıştığınız bir ülkeye iade eder misiniz? ABD gibi Küresel Emperyalist bir güç bu hatayı yapar mı? Fethullah Gülen gibi onlarca Cemaat Lideri ABD’de misafir edilmekte ve kullanılmaktadır. En azından bunlar nezdinde ABD itibarını ve güvenirliliğini de yok eder mi? CIA bu başarısız darbe girişimi sonucu ciddi bir itibar kaybetmiş ve Ortadoğu masasında tasfiyeler başlamıştır. Vietnam’dan sonraki ABD’nin en büyük hayal kırıklığıdır bu olay. Fethullah Gülen şu anda Türkiye’ye iade edilmemek için ABD’ni tehdit etmekte, beni iade ederseniz ben de Türkiye üzerindeki Planlarınızı ve beni nasıl kullandığınızı anlatırım demektedir. Fethullah Gülen şu anda kendi için en uygun yolun bir başka Batı Ülkesine gönderilmek olduğunu düşünmektedir. Fethullah Gülen’in “Evet, ABD beni Türkiye’deki rejimi, hükümeti yıkmak için kullandı dediğini düşününüz” Böyle bir durumda neler olacaktır. Türkiye; İncirlik üssünü ve ABD tesislerini kapatacaktır, ABD ile siyasi, ekonomik, askeri ve kültürel ilişkileri askıya alacaktır, Türkiye muhtemelen NATO’dan ayrılacaktır, Türkiye ister istemez Doğu Blokuna ve muhtemelen Rusya ve Çin’e yanaşacaktır, Daha bir çok şey sayılabilir. Bunları göze alması mümkün olmadığına göre ABD’nin önümüzdeki günler için iki seçeneği ortaya çıkmaktadır; Fethullah Gülen’i bir başka ülkeye göndermek (Böyle bir seçenek yukarıda yazılı sonuçları birebir doğurmasa da buna yakın neticeler ve ilişkiler için hoş olmayan ABD’nin tercih etmeyeceği bir durum oluşturacaktır.) Fethullah Gülen’i öldürecektir. Bunu da kendini bu işten tamamen sıyırmak ve farklı anlamalara sebep olmamak için; ya Pensilvanya’da yanında bulunan bir Türk’e veya Müslümana yaptıracak, ya da ABD’de bir başka bölge de yaşayan bir Türk veya Müslüman aracılığı ile bu işi bitirecektir. Sonucunda Türkiye en fazla Fethullah Gülen’in cesedini Türkiye’ye getirtebilir ama Fethullah Gülen’in kendisini canlı olarak asla getirtemeyecektir. Bu kehanetin doğru olup olmadığını önümüzdeki günler daha açık gösterecektir. Milletçe gerekli ve doğru dersleri çıkarıp bir an önce Mustafa Kemal Atatürk’ün çerçevesini çok net ve açık olarak çizdiği Cumhuriyetin ve Türkiye’nin KURULUŞ/BAŞLANGIÇ AYARLARI’na dönülebilmesi ümidiyle, Esen kalınız.

  • Ortadoğu Özet Değerlendirme.

    YAZAN : Mehmet ASAL 31 Mart 2011 Ortadoğu bölgesi sadece bugün için değil tarihten gelen büyük bir öneme sahiptir. Özellikle Akşabat, Tahran ve Tebriz yolu üzerinden Anadolu’ya bağlanan İpek Yolu ve biraz daha kuzeyden Karadeniz’e kadar ulaşan Baharat Yolu nedeniyle ticaretin başladığı dönemden beri bu topraklar çok önemlidir ve hep mücadelelere sahne olmuştur. Tıpkı bugün gibi. Petrol ve doğal gaz da bu coğrafya ve artıların tuzu biberi olmuştur. Ama bundan daha önemlisi, taşıdığı su potansiyeli nedeniyle, Fırat ve Dicle Irmaklarının çıkış bölgesine sahip olan ülkeye büyük bir Jeopolitik avantaj sağlamasıdır. Yani bölgenin önemi, yeni ve sadece petrole, doğal gaza ve yeraltı zenginliklerine dayanan bir husus değildir. Kızıldeniz ve Basra Körfezine, dolayısıyla Hint Okyanusuna çıkıştan bahsetmeyi abes buluyorum. ABD eski başkanlarından Truman bir konuşmasında, Orta Doğu’nun dünya üzerinde ne kadar önemli bir yere sahip olduğunu ifade ederken şunları söylemiştir: “Gözlerimizi Yakın ve Orta Doğu’ya çevirdiğimizde vahim meseleler arz eden bir bölge ile karşılaşıyoruz. Bu bölgede geniş tabii kaynaklar vardır. En işlek kara, hava, deniz yolları buradan geçmektedir. Bu bakımdan bölgenin büyük iktisadi ve stratejik önemi vardır. Fakat bu bölgedeki ülkelerin hiç birisi ne yalnız ne de birlikte kendilerine yöneltilecek bir tecavüze karşı koyabilecek kadar güçlüdür.” Başkanın bu sözlerinden de anlaşılacağı gibi, bölgenin dünya dengeleri açısından ne kadar büyük bir önem arz ettiği Amerika Birleşik Devletleri tarafından hiçbir zaman göz ardı edilmemektedir. Zaten Eisenhower Doktrini’ne göre de, ne Amerika Birleşik Devletleri’nin ne de Rusya’nın Orta Doğu stratejileri, genel stratejilerinden farklı düşünülemez. Irak bir bataklık mıdır? Kesinlikle değildir. Şu anda Türkiye’nin en büyük sorunu mevcut Irak - Türkiye sınırının coğrafi gerçeklerle uyuşmamasıdır. Askeri Stratejide, hâkim coğrafyayı ele geçirmek ve tutmak önemlidir. . Orada yaşayan Türkmen unsurlarla koordineli ve istihbaratı güçlü operasyonla Türkiye bölgede söz sahibi olabilir. Nedense kimse tarihi gerçeklere değinmek istemiyor. Musul ve Kerkük statüsünün değiştirilmemesi şartıyla Irak’a devredilmiştir. Bundan 30 sene kadar önce İngiltere’nin Fakland adalarına yaptığı harekâtın da aslında İngiltere yönünden itibardan başka bir kazancı yoktu. Hatta İngilizler, Arjantin bombalarının tapa problemi nedeniyle büyük bir hezimetten kıl payıyla kurtuldu. Ama İngiltere milyar sterlinler dökerek bu harekâtı yaptı ve sonucunda İngiliz bayrağı halen Falkland adalarında dalgalanıyor. O gün hiçbir İngiliz gazetesi ve yazarı bu harekâta karşı çıkmamıştı. Aynısını bir de bizde düşünün. Aman Allahım. Sözde aydınlarımız, Ertuğrul Özkökler, Oktay Ekşiler, Hasan Cemaller, Cüneyt Ülseverler, Ahmet Altanlar, Nazlı Ilıcaklar ve mahdumları, Cengiz Çandarlar ve daha nice nice TÜRK AYDINI? Bunu engellemek için neler yapmaz bir düşünün. Başbakan’ın Terörist sayılarına ilişkin verdiği yanıltıcı rakamlar ve sonunda da Irak’ta ne işimiz vara getirdiği sözler, ne yazık ki artık ne kadar yırtınsak ta, onlarca değil yüzlerce şehit gelse de bizi Irak içine yapacağımız bir harekatta TAMAMEN YALNIZ KALMAYA MAHKUM EDECEK TARİHİN EN TALİHSİZ SÖZLERİ dir. Kıbrıs barış harekâtı da adaya bir çözüm getirmemiş ama yapılmıştır. Falkland Savaşı da. Ülkeler de insanlar gibi sadece çıkarları için değil onurları için de yaşarlar. Ahmet Altan isimli bir kişi hala bu ülkede yazabiliyor ve yazıları yüz binlerce kişiye ulaşabiliyorsa, hata onda değil bizlerdedir. Bununla onun gibi kişilerin iş bulabilmesini, yazı yazabilmesini, kitap basıp ta satabilmesini kastediyorum. Maalesef ama maalesef, hem Güneydoğu ve Kuzey Irak hem de Tüm Türkiye, Yönetimi Türklere bırakılamayacak kadar önemli bölgelerdir. Ah bunu bir de biz anlayabilsek… Ne yazık ki acınacak bir hale düştük. Dış düşmana gerek bile yok. Başta Başbakan ve hükümet olmak üzere, arkalarında Aydın Doğan ve Mütareke Basınından beter ve her şeyden önemlisi bilmediği hiçbir konu olmadığını sanan “herşeyi bilen” basın oldukça halimiz harap. Bugün Türkiye’nin yapması gereken tek şey, İran ile geliştirilecek askeri bir ittifak ve ekonomik işbirliği olmalıydı. Bu bizi Avrasya’nın en büyük gücü haline getirebilirdi. Nitekim ABD Başkanı eski başdanışmanlarından Polonya asıllı Brejinski, Büyük Satranç Tahtası (Great Chess Board) isimli 1996 tarihli kitabında bu birleşmenin yaratacağı büyük güç merkezine ve sinerjiye dikkat çekerek, ABD’nin bölgedeki korkulu rüyasının bu birleşme olması gerektiğine dikkat çekiyor. Sizi biraz tarihe götürmek istiyorum, 1924 yılında halifeliğin kaldırılmasından sonra, diğer pek çok İslâm ülkesi gibi, İran da Türkiye'ye karşı ilişkilerini askıya alarak kınamıştı. Bunun yanı sıra Musul uyuşmazlığı sırasında Türk- İran sınır bölgesinde yaşayan bazı aşiretlerin baskınlar yapmaları, iki ülke arasında ilişkileri iyice germişti. Bu ve benzerdi anlaşmazlıkların çözümüne yönelik ilk gayretler 1926 yılında gerçekleşti ve her iki ülke sınır meselesini çözümleyen bir anlaşmanın altına imzalarını attı. Daha sonra 1935'te Türkiye, İran ve Irak Dışişleri Bakanlarınca Cenevre'de üçlü bir anlaşma parafe edildi. İran ile Irak arasında Şattülarab uyuşmazlığının patlak vermesinin ardından, iki senelik bir gecikme ile 1937'de, Tahran'daki Sadabat Sarayı'nda dörtlü bir pakt imzalandı. Paktı imzalayanlar arasında Afganistan da vardı. ABD'nin yoğun gayretleri neticesinde, Sovyetler Birliği'nin güneyinde bir güvenlik kordonu kurulması amacıyla 1955 tarihinde Türkiye ile Irak arasında Bağdat'ta bir antlaşma imzalandı. Bağdat Paktı, üye ülkeler arasında güvenlik ve savunma için işbirliği yapılmasını, birbirlerinin iç işlerine karışılmamasını, Paktla bağdaşmayacak uluslararası taahhüt altına girilmemesini öngörüyordu. İran bu Pakta aynı yıl katıldı. Bu Pakt çerçevesinde kurulan ikili ilişkiler sonraki yıllarda da devam etti. Ta ki şahlık rejimi yıkılıp ta şimdiki rejim gelinceye kadar. Oysa İran’ın rejimiyle ilgileneceğimize ve onunla ilişkilerimizi soğutacağımıza belli bir sıcaklık ve menfaat ortaklığında koruyabilseydik, bugün ne ABD bölgede olurdu ne de Barzani ve Talabani böylesine horozluk edebilirdi. Ama bizler boş Türban gündemleri ve İran’dan her nasıl gelecekse bilemediğimiz Teokratik Rejim ihracı ile ilgili senaryolarla ve tehditlerle o kadar korkutulmaktayız ki, ABD nin korkmasına gerek bile kalmadan bu alternatif zaten ortadan kalkmış bulunuyor. Şu anda sizin de bu İran nereden çıktı der gibi dediğinizi duyuyorum. Her ikisinin de halkı Müslüman ama biri Şii diğeri Sünni çoğunlukta olan, 300 yıldan fazladır aralarında husumet ve çatışma olmamış, biri dünyanın en büyük konvansiyonel gücüne sahip ülke ile diğeri Nükleer Güce sahip ve bölgesel menfaatleri ortak, paylaşabilecek yeteri kadar coğrafya ve alana sahip bu 2 ülkenin askeri ve ekonomik ittifakının ortaya çıkaracağı gücü bir düşünün. Tabii ben bu günü kastetmiyorum. Bu ittifak 11 Eylül saldırılarını takip eden dönemde hemen yapılabilirdi. Şimdi yapılması ise zamansız olur. Ama uygun koşullar oluştuğunda gecikilmeksizin bu işbirliği değerlendirilmeli. Ama nerede o vizyon. Diplomatik çözüm için, askeri alanda güçlü olmak gerekir. Ama sadece askeri güç de yetmez. Diplomasi de önemlidir. Yani Askeri Güç mutlaka gerekir, arkasında siyasi güç ile beraber. Sadece diplomasi ile ise yalnız kendimizi kandırırız. Bu konularda sayfalarca yazabiliriz ama başınızı ağrıtmak istemem. Zaten en büyük askeri uzman ve stratejist, büyük diplomat her şeyi en iyi bilen üstatlarımız, Ertuğrul Özkökler, Oktay Ekşiler, Hasan Cemaller, Cüneyt Ülseverler, Ahmet Altanlar, Nazlı Ilıcaklar ve mahdumları, Cengiz Çandarlar oldukça bu ülkede gerçek uzman ve stratejistlere ne ihtiyaç olur ki… Esen kalınız.

bottom of page