Search Results
Boş arama ile 110 sonuç bulundu
- NUTUK NEZAMAN OKUNABİLİR?
NUTUK “SÖYLEV” NE ZAMAN OKUNABİLİR? YAZAN: Mehmet ASAL 19 Mayıs’ın 103.ncü yıldönümünde içimde ukte kalan bir konuya değinmek istedim. Çocukluğumdan beri yaşça benden büyük olanlar, öğretmenlerim her zaman Nutuk’u mutlaka oku, hem de birkaç defa. Her Türk okumalı dediler. Sene 1965, 12 yaşındayım, Şehzadebaşı Süleymaniye Kütüphanesine üye olmuştum. Jules Verne’inin tüm kitapları çok ilgimi çekiyordu. Başlangıç Bölümleri uzun gelip çok sıkıcı olsa da ilerleyen bölümler bende tam bir merak uyandırıyordu. Kütüphane memurunun ve öğretmenlerimin yol göstermesi ile ağır olmayan bazı Klasikleri de okuyordum. Yaz tatilinde hemen her gün Fındıkzade’de ki evimizden Süleymaniye Kütüphanesine gidip bir kitap okuyor, kalın ve okuması bitmeyen kitapları da gece için ödünç alıp ertesi gün iade ediyordum. Çocuk yaşıma rağmen ailemin ve öğretmenlerimin de etkisiyle müthiş bir Atatürk'çü ve Atatürk hayranıydım. O tarihte “Atatürk’ün Askeri” olmamız da gerekmiyordu. Bir cuma akşamı kütüphane kapanışında Nutuk’u aldım. Amacım hafta sonu kitabı hiç olmazsa yarılamak. Ama o da ne her gün 300-400 sayfa kitap bitiren ben Nutuk’u okuyamıyorum. Daha doğrusu okuyorum da hiçbir şey anlamıyorum. Bana bir şey ifade etmiyor. Hem eski Türkçe bazı ifadeler hem de yaşanan olaylar ve çekilen telgrafları birleştirip, yerine oturtup bir kurgu yapamıyorum. Pazartesi sabahı kitabı iade ederken, Kütüphane Memuru sordu; - “Bu kadar sürede bitirmiş olamazsın, neden bıraktın”. - “Hem dili ağır geldi hem de fazla bir şey anlamadım” dedim. - “Yakında Güncel Türkçesi çıkacak belki onu anlarsın birkaç ay sabret” dedi. 2 sene geçmişti. Türkçeleştirilmişini bir gazete bedava veriyordu. Kuponları biriktirip aldık. O da ne, daha sade olarak Türkçeleşmiş ti ama ben okuduğumda yine bir şey anlamıyordum. Zihni yeteneklerimden bile şüphe duymaya başladım. Nutuk’u anlayamamam yıllarca sürdü. Her denemem hüsrandı. Okuyup da ne öğreneceğimi anlayabilmem ancak Yüzbaşı olarak Harp Akademilerinde talebeyken mümkün oldu. Zira İnkılap tarihimizi, olayları, akışı artık çok iyi biliyordum. Nutku bu bildiklerimle özdeşleştirerek ve zaman zaman tekrar İnkılap tarihi kitaplarına dönerek inceledim. Notlar aldım. Paragrafları işaretledim. O zaman anladım ki NUTUK’u okumak, hiç bilmediğiniz Almanca ile bir Almanca kitabı okumak gibiydi. Çünkü nutuk bir tarih kitabı değil ancak Master ve Doktora seviyesinde olaylara ışık tutacak, ispat olacak bir kayıtlar zinciri, ispat vesikasıydı. Yaşananlar, kırılma noktaları, karşılaşılan sayısız engel ve uğranılan hıyanetlerden sonra Cumhuriyetin ne büyük zorluklarla kurulduğunu, bir dehanın; yanındaki bir avuç gerçek yurtseverle başardığı olağanüstü bir diriliş hikayesi ve bir milletin kuruluş tarihi olduğunu anladım. Nutuk, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün kendisine karşı planlanan İzmir Suikastından hemen sonra kaleme almaya başladığı, 15-20 Ekim 1927 tarihlerinde Mecliste okunan, 1919'dan 1927'ye dek olan dönemde kendisinin ve silah arkadaşlarının faaliyetlerini belgeleriyle özetlediği konuşmasının metnidir. Kültür Bakanlığı Yayınevi tarafından (belgeler bölümü dışında) yaklaşık 900 sayfalık bir kitap olarak yayımlanmıştır. Türkiye'nin bu dönemle ilgili en temel resmî tarih kaynağı olma niteliğindedir. Nutuk'un güncel Türkçeye çevrilmiş sürümleri pek çok yayınevi tarafından basılmış, bazıları "Söylev" adını tercih etmişlerdir. Nutuk; belgeleri sayesinde, Atatürk'ün tarihçi kimliğini de ortaya koymaktadır. Atatürk, yaşanılan olaylarla ilgili kayıtlı belgeleri toplamış ve Nutuk'u yazarken bu belgelere dayanarak icraatlarını özetlemiştir. Nutuk, Atamızın Gençliğe Hitabı ile sona erer. Nutuk’u okumanın ve anlamanın zorluklarını, ne zaman ve nasıl yapılabileceğini neden açıkladım? Eğer bir kişi çevresinde daha Üniversite çağına gelmemiş her kime; - “Atamızın NUTUK’unu mutlaka okumalısın” diyorsa biliniz ve emin olunuz ki o kişi Nutuk’u okumamış, sadece üfürüyordur. Nutuk’u okumak ve anlamak için Devrim Tarihimizi çok ama çok iyi bilmek ve sonra Nutuk’u onunla birleştirerek yorumlamak gerekir. Ötesi laf-ı güzaftır. Toplumumuzda halen bir tartışma sürmektedir. Soru şudur: “Mustafa Kemal’i ayaklanmayı örgütleyip başlatması için Anadolu’ya Padişah Efendimiz mi göndermiştir yoksa kendisi padişaha başkaldırıp Anadolu’ya gizlice mi gitmiştir? Bu soruyu soran veya cevabını bulamayan kimselerin, Nutku okumak bir yana ellerine bile almadıkları o kadar açıktır ki, Çünkü Nutkun 1.nci sayfasının “SAMSUN’A ÇIKTIĞIM GÜN, GENEL DURUM VE GÖRÜNÜŞ, başlığı altındaki 2.nci paragrafında Mustafa Kemal Atatürk; “Saltanat ve halifelik makamında bulunan Vahdettin; soysuzlaşmıştı, kendisinin ve tahtının güvenliğini sağlayacak fikirler düşünerek önlemler araştırmaktaydı. Damat Ferit Paşa’nın başkanlığındaki hükümet; zavallı, onursuz, korkak, yalnızca padişahın isteklerine boyun eğen ve birlikte kendilerini koruyacak herhangi bir duruma boyun eğmişler..... “ Diyerek kendisinin Samsun’a gidişinde Padişahın ve hükümetin, ülkenin kurtarılması ile ilgili bir amaç ve düşüncesi olamayacağını, aksine tam bir gaflet ve hıyanet içinde olduklarını vurgulamaktadır. Nutuk evlerde bulunup da “Bizde En sade dille yazılmışı var” denilerek hava atılabileceğimiz veya kendimizi entelektüel gösterebileceğimiz bir araç değildir. Önce Devrim tarihimizi çok iyi bilip, detaylarını ve ispatını onunla tamamlayabileceğimiz bir evrak ve kanıtlar manzumesidir. Lütfen Nutuk’u okuyalım, okutalım. Ama önce yakın tarihimizi araştırıp, okuyup çok iyi bilerek. Esen kalın… Mehmet ASAL
- ABD'nin Türkiye üzerinde bitmeyen oyunları...
YAZAN : Mehmet ASAL 10 Temmuz 2020 İkinci dünya savaşından sonra “yenidünya düzeni” olarak iki kutuplu bir dünya kuruldu. 1945 yılı Haziran'ında yapılan San Francisco Konferansı'yla İngiltere - dünyayı 'düzenleme' işini - Amerika Birleşik Devletleri (ABD)'ne devretti... O günden beri ABD, görevini tam olarak yapmaktadır. Gerçek şu ki, günümüzde 'Orta Doğu'da yaşanan kargaşanın ve katliamların baş mimarı; ABD'nin küresel emperyalist siyasetidir! Güney sınırımızdaki tehlikeli 'oyunlar' ABD'nin Türkiye'ye bir 'armağanı'dır! ağlayacaklarını açıklamış ve “bu adım, Doğu Akdeniz'de istikrarı sağlama adına anahtar bölgesel ortaklarla ilişkileri geliştirme çabalarımızın bir parçasıdır." demiştir. Biraz öncesine gidersek aslında ABD; 2019 yılı aralık ayında Kongresinde kabul edilen tahsisatlar yasa tasarısında, GKRY’ne belirli koşullar ve sınırlamalar altında silah ambargosunu kaldırmasını istemiştir. Bu tasarıda ABD’nin müttefikleri arasında enerji güvenliğini sağlaması gerektiği kaydedilirken, Türkiye’nin Ada'da 40 bin askerinin bulunduğu, ABD’nin ambargosundan dolayı GKRY'nin Rusya ve başka ülkelerden silah aldığı, bunun da ABD'nin çıkarlarıyla uyuşmadığı belirtilmektedir. GKRY kime karşı silahlandırılmakta ve eğitilmektedir? Rum komşularımız burada kendilerine oynanan oyunun da farkında değil midir? 1,2 milyon nüfusla ve ana vatanına 300 mil uzakta iken 83 milyonluk ve Türkiye’ye 40 mil mesafedeki ülkeye karşı silahlanabilecek kadar saf mıdır bu komşu? Aslında burada ABD açısından öncelikle Ticari çıkarlar ve sonrasında da Lobilere şirin görünmek hedeflenirken, Türkiye’ye de “ayağını denk al, seni desteklemiyorum ve dostun değilim” mesajı çok açık olarak verilmektedir. "Doğu Akdeniz Güvenlik ve Enerji İş birliği Yasası" olarak da bilinen ve bir bölümünde GKRY, İsrail ve Yunanistan’ın önemine vurgu yapılan tasarıda, Akdeniz, Ege ve Orta Doğu’da "tek taraflı, uluslararası hukuku ihlal eden ve iyi komşuluk ilişkilerini zedeleyen davranışlara karşı olunduğu" ifade edilmektedir. Yani Hedef Türkiye’dir. ABD’de bulunan Yunan, Ermeni ve son zamanlarda da Yahudi Lobileri, tam bir Türk ve Türkiye düşmanlığı gütmektedir. Bunun altında Türkiye’nin bir İslam Ülkesi olması ve İslamofobi de yatmaktadır. Türkiye 1952 yılında NATO’ya üye olmasının ardından ABD’nin stratejik ortağı olarak anılmasına rağmen ABD hiçbir zaman stratejik ortaklığın gerektirdiği şekilde olaylara bakmamıştır. “Türkiye’nin NATO üyeliği, Soğuk Savaş şartlarındaki konjonktürel bir gelişmedir. Bahsi geçen dönemde Türkiye, NATO ittifakına dahil edilmiştir. Ancak hiçbir zaman müttefik olarak değerlendirilmemiştir. Nasıl ki uluslararası ilişkilerde “psödo-devlet (pseudostate)” şeklinde tanımlanan, devlet görünümündeki devletçiklerden bahsedilirse, Türkiye de NATO için bir müttefikten ziyade, müttefikimsi bir ülke konumunda olmuştur. NATO’ya girişi takiben Amerikan – Türk ilişkilerine bakılırsa hiç te memnun edici bir durum görülmez. Bunları özetle hatırlayalım: 1962, Küba Krizi; İlk olarak Türkiye, 16-28 Ekim 1962 Küba Krizi esnasında ABD tarafından gözden çıkarıldı ve yalnız bırakıldı. Amerikan Hükümeti'nin Fidel Castro rejimini devirmek istemesi sonucu ABD ve SSCB, iki nükleer süper güç ilk defa karşı karşıya kaldı. ABD'ye ait bir U-2 casus uçağının 1 Mayıs 1960'ta düşürülmesiyle ABD-SSCB ilişkileri gerginleşirken Küba-SSCB dostluğu giderek sıkılaştı. SSCB 1962 sonbaharında Küba’ya Sovyet füzelerinin konuşlandırılmasına başlandı. ABD’de Türkiye ve İtalya'ya ya Nükleer füzeleri koymuştu. ABD 1959 yılında Türkiye ile anlaşmış, 1961 yılında Türkiye’ye Jüpiter füzeleri yerleştirmişti, (Füze durumları Türk halkına 40 yıl sonra açıklandı veya belgelendirildi.) 1964, Johnson Mektubu; Amerika Birleşik Devletleri başkanı Lyndon B. Johnson tarafından Türkiye başbakanı İsmet İnönü'ye 5 Haziran 1964 tarihinde gönderilen, Türkiye'nin Kıbrıs'a müdahalesini önlemek amacıyla yazılmış mektup ile Türkiye tehdit edildi. Önü kesildi ve harekât yıllarca geciktirildi. Bu da Kıbrıs’ta Türklere karşı Rumların katliam yapmasının önünü açtı. Mektupta, Türkiye'nin adaya tek taraflı müdahalesinin Türk ve Yunan tarafları arasında savaşa yol açabileceği ve NATO üyesi olan bu iki ülkenin savaşmasının kabul edilemez olduğu ifade edilmişti. Bu savaşın Sovyetler Birliği’nin de Türkiye’ye müdahale ihtimalini doğuracağı ve NATO'nun böyle bir durumda Türkiye'yi savunma konusunda isteksiz olacağı ima edilmişti. Ayrıca. ABD'nin Türkiye’ye sağladığı askeri malzemenin bu müdahalede kullanılmasına izin verilmeyeceği belirtilmişti. Mektubun ardından Türkiye müdahale kararından vazgeçmek zorunda kaldı. 10 yıl içinde Kıbrıslı Türkler katledildi. Yaşamakta oldukları 237 yerleşim yerinden 103’ünü terk ederek daha büyük ve nispeten güvenli olan yerleşim yerlerine sığındılar. 1974, Kıbrıs Barış Harekâtı sonrası AMBARGO; Kıbrıs barış Harekâtı sonrası ABD, Türkiye’ye 5 Şubat 1975 tarihinde başlayan ve 3 yıl sürecek olan silah ambargosu uygulamaya başladı. Ambargo Türkiye’ye Amerikan silahlarının satışını ve askeri yardımını yasaklıyordu. İki müttefik ilişkileri bakımından bu ağır bir yaptırımdı. Emsali de yoktu. Türkiye o zor dönemde 60 dolarlık bir uçak parçasını 600 dolara alabiliyordu. 1992, TCG Muavenet Olayı; 2 Ekim 1992 günü Türk muhribi TCG Muavenet durup dururken 2 adet Sea Sparrow mermisi ile bir ABD Uçak Gemisi USS Saratoga tarafından vuruldu 300 kişilik gemi kullanılmaz hale geldi. Gemi Komutanı dahil 5 şehit verildi. ABD, kurguladığı yenidünya düzeni içinde Ortadoğu’yu şekillendirecekti. Bunun için Türkiye’yi kaybetmemek ve iliklerine kadar kullanmak istemekteydi. TCG Muavenet’i vurarak “soğuk savaş dönemi sonrası liderliğimde yeni dünya düzeni kurulmaktadır, farklı yol arama kıpırdanmalarının farkındayım” Mesajı veriyordu. İkinci olarak ta “Çekiç gücün Türkiye’deki varlığı ve yapacağı görevler benim için hayati öneme haizdir. Engellenmesi kabul edilemez “diyordu. 1993, 17 Şubat, Orgeneral Eşref Bitlis’in öldürülmesi; Eşref Bitlis'in uçağı, Türkiye, İran, Irak ve Suriye Dış İşleri Bakanlarının Şam'da bir araya gelmelerinden tam yedi gün sonra düşmüştü. Pentagon, ABD-İsrail ikilisinin karşısında olan bu üç ülkeyle Türkiye'nin iş birliğine girme ihtimaline karşı Ankara'yı uyarıyordu. Bu suikastın, CIA ve onlarla iş birliği içinde olan bazı Türkler tarafından organize edildiği çok açıktır. O günlerin gazetelerine bir göz atacak olursanız Eşref Bitlis'in neden hedef tahtasına oturtulduğunu çok daha rahat anlayabiliriz. 1999, Fetullah Gülen’in Türkiye’ye karşı kullanılmak üzere ABD’ne kabulü; 1999 yılının mart ayında, 28 Şubat sürecindeki Türkiye'nin içinde bulunduğu siyasi atmosfer ve sağlık durumu bahanesiyle Amerika Birleşik Devletleri Fetullah Gülen’i CIA aracılığı ile Amerika’ya çağırdı. Eski Ankara Büyükelçisi Morton Abromowizt Gülen'in ileride Türkiye'ye karşı güçlü bir koz olarak Amerika'nın elinde tutulması gerektiğini açıklayan rapor yazmıştı. Göçmen Bürosu bazı zorluklar çıkardı ise de CIA aracılığı ile bunlar aşıldı. Gülen, o tarihten bu yana Pennsylvania eyaletindeki Salisburg kasabasında büyük bir malikâne de krallar gibi yaşamaktadır. 2003, Çuval Olayı; 4 Temmuz 2003 günü Kuzey Irak'ın Süleymaniye kentinde karargâh kurmuş bulunan bir binbaşı komutasındaki 11 Türk Silahlı Kuvvetleri mensubu ve Türkmen mihmandarları, Irak'taki işgal kuvvetlerinin bir parçası olan Amerikan 173. Hava İndirme Tugayı'na bağlı askerlerce ve yanlarında peşmergelerin de bulunduğu bir şekilde sürpriz bir baskın sonucu derdest edildiler, başlarına çuval geçirildi ve 60 saat süresince alıkonularak sorguya çekildiler. Bu olayın sebebi, Irak krizi konusunda hükûmet tarafından 25 Şubat 2003'te TBMM'ye sunulup genel kurulda reddedilen ve tam adı "Türk Silahlı Kuvvetleri'nin yabancı ülkelere gönderilmesi ve yabancı silahlı kuvvetlerin Türkiye'de bulunması için Hükümet'e yetki verilmesine ilişkin başbakanlık tezkeresi" nin reddedilmesinin intikamı idi. Tezkerede, en fazla 62 bin yabancı askeri personelin 6 ay süreyle Türkiye'de bulunması öngörülüyordu. 2008, Balyoz ve Ergenekon Kumpasları; Fetullah Gülen ve CIA iş birliği ile ABD; 2008 yılında işbirlikçi Türk hâkim ve savcılarının da büyük komplo planları ile Türkiye’de ki aydın, çağdaş ve bağımsızlık yanlısı tüm ilerici subaylar ve aydınlar tasfiye edildi, rütbeleri söküldü, yıllarca hapiste yattılar. Bir kısmı da bu esnada hayatını kaybetti. 2009, Kozmik Odaya girilmesi ve tüm harekât planlarının ABD’ne götürülmesi; 26 Aralık 2009 günü, ABD’li işbirlikçilerin kışkırtıp planlarını hazırladığı şekilde FETÖ Hainleri Ankara Bölge Seferberlik Başkanlığının Kozmik Odasına girdiler. Türkiye Cumhuriyeti için hayati önemi haiz onlarca Silahlı Kuvvetler Savaş ve hazırlık planını alıp kopyalayarak ABD’ne ve işbirlikçilerine ilettiler. Tüm savaş ve seferberlik planları ve kişiler ifşa oldu. 2013, 17-25 Aralık olayları; Balyoz ve Ergenekon Kumpasları ile aydınları tasfiye eden Gülen ve CIA, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığınca yürütülen 3 soruşturmada, iş adamı, bürokrat ve memurların da bulunduğu çok sayıda kişiye yönelik "kara para aklama", "altın kaçakçılığı" ve "kamu görevlilerine rüşvet" iddialı operasyonlara başladı. MIT Müsteşarı ve Başbakan Vatana ihanet suçlaması ile tutuklanmak istendi. 2014 yılından itibaren YPG/PYD’ye destek, silah ve eğitim; PYD’yi terör örgütü olarak nitelendirmeyen ABD, PYD/YPG’nin seküler yapıya sahip bir bölgesel aktör olmasını ve Suriye’yi Bölme çabalarında bir güç olarak görmesi nedeniyle, YPG/PYD’yi Türkiye’nin karşı çıkmasına rağmen destekledi, bölge üzerindeki stratejik hamle ve çabaları ile YPG/PYD birliklerinin daha da güçlenmesine fırsat verdi. Suriye İç Savaşı’na küresel aktörlerin dâhil olması, YPG’ye uluslararası arenada kendisini tanıtma şansı verdi ve böylece daha fazla lojistik destek elde etme imkânı sundu. Yani Türk askerini ve vatandaşını hedef gözetmeksizin öldüren terör örgütü, sözde müttefikimiz ABD tarafından teşvik ve destek gördü. 2015, 24 Kasım, Rus uçağının düşürülmesi; Türkiye – Rusya yakınlaşmasını istemeyen ABD ve CIA, FETÖ mensubu hain kişileri kullanarak Rus Su-24 uçağının Türkiye tarafından düşürülmesini sağladı. Bu olay ilişkileri ciddi biçimde etkiledi ve ekonomik olarak ta Türkiye’ye büyük zarar verdi. Neyse ki durum kısa süre sonra anlaşıldı ve ilişkiler normale döndü. 2016, 15 Temmuz Darbe girişimi; hükümeti 17-25 Aralık 2013 operasyonu ile indiremeyen ve artık AKP ile de araları da iyice açılmış olan Fetullah Gülen; yine ABD ve CIA Desteği ile önceden Silahlı Kuvvetler kadrolarına soktuğu işbirlikçi hainleri kullanarak bir askeri darbe girişiminde bulundu. Amaç, Devleti ve ülkeyi ele geçirmek, kalan son ilerici ve aydınları bertaraf etmek, AKP’nin artık Fetullah Gülen’i dinlemeyen lider kadrosunu tasfiye etmekti. Böylece Humeyni’nin İran’a dönüşü gibi, Fetullah Gülen’in de Yavuz Sultan Selim tarafından Mısırdan getirtilen Halife kaftanını giyerek Türkiye’ye dönmesi ve yönetimi ele alması amaçlanıyordu. 2016, 19 Aralık, Rusya’nın Ankara Büyükelçisi Andrey Karlov’un öldürülmesi, FETÖ Terör Örgütü mensubu bir polis tarafından Ankara Çağdaş Sanatlar Merkezi'ndeki fotoğraf sergisi açılışı sırasında düzenlenen saldırı sonrası Andrey Karlov hayatını kaybederken, Ankara Çevik Kuvvet Şube Müdürlüğü'nde görevli saldırgan Mevlüt Mert Altıntaş özel harekat polisleri ile girdiği çatışma sonrası öldürüldü. Amaç Türkiye ile Rusya’nın arasını açmaktı. Suikastı planlayanlar CIA ve FETÖ. 2016- Bugün, Fetullah Gülen’in iade edilmemesi; Türkiye’de ki 15 Temmuz Darbe girişimi planlayıcısı CIA – Fetullah Gülen’dir. Kırmızı Bültenle aranıyor olmasına rağmen ABD’nin Terör örgütü başını Türkiye’ye iade etmemesi, bunu gündeme dahi almamasının nedeni, bu darbeyi ABD ile ortaklaşa planlamış olmalarıdır. Dünyayı karıştırmak üzere Fethullah Gülen gibi onlarca Cemaat lideri ABD’de misafir edilmekte ve kullanılmaktadır. En azından bunlar nezdinde ABD itibarını ve güvenirliliğini de yok eder mi? CIA bu başarısız darbe girişimi sonucu ciddi bir itibar kaybetmiş ve Ortadoğu masasında tasfiyeler başlamıştır. Vietnam’dan sonraki ABD’nin en büyük hayal kırıklığıdır bu olay. 2018, Rahip Brunson Krizi; ABD'li Pastör Andrew Craig Brunson'ın İzmir'de "terör örgütü adına suç işlemek ve casusluk" suçlamalarıyla yargılandığı davada Brunson, Ekim 2016'da sınır dışı edilmek üzere gözaltına alınmış ve Aralık 2016'da da Fethullah Gülen Cemaati'ne üye olmak suçlamasıyla tutuklanmıştı. Temmuz ayındaki duruşmada Brunson'ın tutukluluğu ev hapsine çevrilmişti. North Carolina eyaletinde doğan 50 yaşındaki Brunson, 23 yıldır eşiyle birlikte Türkiye'de yaşıyor ve Misyonerlik ve kışkırtıcılık faaliyetleri içinde idi. ABD için Misyonerlik faaliyetleri, 18.nci YY’dan itibaren sadece dini olmaktan çıkmış siyasi, ekonomik, sosyal, kültürel ve istihbarat boyutları olan bir tür nüfuz ve sömürü aracı haline gelmişti. Brunson, tutuklandığı sırada süresiz oturma izni başvurusunu sonucunu bekliyordu. ABD, Brunson'ın serbest bırakılmamasının ardından "insan hakları ihlallerinin sorumluları" oldukları gerekçesiyle İçişleri Bakanı Süleyman Soylu ve Adalet Bakanı Abdülhamit Gül'e yaptırım uygulamaya başladı. Başkan Donald Trump, daha sonra Türkiye'den çelik ve alüminyum ithalatına uygulanan gümrük vergilerini ikiye katladı. Türkiye de dolar fırladı, ekonomik kriz baş gösterdi. ABD gene yapacağını yaptı, Türkiye’yi tehdit etti. 2019, 12 Aralık, ABD Parlamentosunun Ermeni Soykırım Yasasını Onaylaması; Kongre'nin alt kanadı olan Temsilciler Meclisi de 1915'te yaşananları soykırımı olarak tanıyan bir yasayı onaylamıştı. ABD Senatosu da tarihinde ilk defa bu yasayı onaylayarak, tarihi bir olaya siyasi görüş koyan, insafsız ve vicdansız bir kararı onaylayarak Türkiye Düşmanlığını açık ve seçik bir şekilde tüm dünyaya ilan etti. Aslında ABD yıllardır “Demoklesin Kılıcı” gibi (Efsaneye göre; Siraküza Kralı Dionysos, kral olmanın çok rahat ve güzel olduğunu savunan Demokles'e ders vermek için onu yemeğe davet eder. Onu ince bir sicimle tavana bağlanmış ağır bir kılıcın altındaki koltuğa oturtur ve ona iktidarın aslında ne kadar zor olduğunu gösterir.) Türkiye’nin kafasına doğru tuttuğu, her yıl Nisan ayı yaklaştığında önce Türkiye’yi tehdit edip sonunda onaylamayarak “Güya kıyak ağabeylik yaptığı” kozunu da kaybetmiş oldu. Tabii Türkiye’yi de tamamen kaybederek. Tüm akıldışı, dostluk ve müttefiklik dışı girişimlerinde de başarıya ulaşamayan, Türkiye’yi güçsüz, tamamen kendisine bağlı “sözde Stratejik Ortak” yapamayacağını anlayan ABD’nin çuval giderek kendi ayağına dolaşmaya başladı. Obama Başkan seçildiğinde, 4 Nisan 2009’da Türkiye’yi ziyaret etmişti. Ziyaret sonrası yapılan anketlerde ABD sempatimiz %50 seviyesinde idi. Oysa Obama, rengine ve Müslüman kökleri olduğuna ilişkin sempatimizi kullanarak bizleri istismar etti. Obama, Ortadoğu’nun tek “laik-sosyal-hukuk devleti Türkiye’ye karşı, kendi ülkesinin planlayıp organize ettiği “Ilımlı İslam modeli” ni dayatıp gitti. Bugün artık “maymunun gözü açıldı”. Türkiye’de ve Türk insanında ABD karşıtlığı tarihin en yüksek düzeyine ulaşmış durumda. Bunu geri döndürebilmek te artık hiç kolay değil. Buna rağmen ABD arayı düzeltmek yerine bu karşıtlığı sürekli olarak körüklemeye devam ediyor. ABD, Avrupa Birliği ve hatta NATO Türkiye’yi sürekli doğuya doğru itmekte ve yalnız bırakmaktadır. Türkiye’nin Yunanistan ile yaşadığı hiçbir sorunda ve Kıbrıs’ta Türkiye’ye hiç hak verilmemiş ve hep karşısında olunmuştur. Bunun sonucunda Türkler, tarihte de örneği birçok kez görüldüğü üzere; vakur ve mağrur tavırlarıyla “Türkün Türk’ten başka dostu yoktur” sloganıyla bölgelerinde bir Bölgesel Süper Güç olmaya doğru ivmelenmektedir. Bknz.https://www.youtube.com/watch?v=u390lW1XTLM Bir süre önce bir Rus Televizyonundaki tartışmada da gündeme geldiği gibi, Türkiye yakın gelecekte kendi Nükleer Silahlarına sahip olacaktır, bence olmak ta zorundadır. Bknz. https://youtu.be/lrNfib2OdG8 Aslında yukarıda kronolojik ve özet olarak verilen olaylara bakıldığında ABD; Kore Savaşı da dahil, Uluslararası politikada kalıcı dostluklardan ziyade; çıkarların önemli olduğunu ve bu nedenle değişen koşullar temelinde şekillenen ortaklıklardan bahsedilebileceğinin en açık örneğini Türkiye’ye sürekli göstermiştir. Türkiye son dönemde kuzey komşusu ve aslında çok daha fazla iş birliği içinde olması gereken Rusya ile yeni bazı çıkar ortaklıkları geliştirmiştir. Bu iş birliği ABD’nin; kendi emperyalist çıkar ve amaçlarına hizmet ettiremediği, ya da ettirmekte zorlandığı Türkiye’ye karşı daha da düşmanca tavırlar almasına neden olmuştur. Aslında ABD ile stratejik ortak konumunda olmaması, Türkiye için herhangi bir sorun teşkil etmemesi gereken bir durumdur. Türkiye’nin de bu tarihi gerçeklere göre kendini konumlandırması ve ABD’den pozitif yönde bir beklenti içerisinde olmaması gerekir. Aslında; Türkiye, neden stratejik bir ortak arayışı içinde anlamak mümkün değildir. Son dönemde gelişen Türkiye-Rusya yakınlaşmasına rağmen ne Rusya ne de ABD Türkiye’nin stratejik ortağı değildir ve olmamalıdır. Akıllı Devletler, konjonktürel durumun gerektirdiği şekilde zaman zaman yan yana gelebilirler. Aslında Türk – Rus ilişkilerine de bu gözle bakmak gerekir. Türkiye ve Rusya; Ortadoğu, Karadeniz ve Doğu Akdeniz’de örtüşen çıkarlara sahiptir. Ankara ve Moskova, örtüşen çıkarları doğrultusunda birlikte hareket etmektedir ki bu da son derece normaldir. Türkiye’nin ikili ilişkilerdeki heyecanlı yaklaşımına rağmen; Rusya itidalli tutumundan ödün vermemektedir. Bu da Türkiye için bir örnek ve alınacak ders olmalıdır. “Rusya’nın PKK/PYD gibi terör örgütlerine ilişkin tutumu, ne yazık ki bizim istediğimiz noktada değildir. Bu da Moskova’nın, tıpkı ABD gibi kendi çıkarları doğrultusunda hareket ettiğini göstermektedir. “Aslında Türkiye’nin yapısal anlamda Rusya’yla ilişki kurmasına; yani ikili münasebetleri derinleştirmesine içinde bulunduğumuz ittifak sistemi de izin vermemektedir. ABD, Ortadoğu’daki ulus-devletleri tasfiye etmek istemektedir. ABD’nin bölgede kısa ve uzun vadeli çeşitli hedefleri vardır ve bu kapsamda ulus-devletleri tasfiye etmek istemektedir. Arap Baharıyla başlayan süreç te buna işaret etmektedir. Söz konusu plan; Libya, Mısır ve Irak gibi ülkelerde halihazırda uygulamaya geçirilmiş, Suriye’de de uygulanmak istenmektedir. Sonrasında da İran’ın hedef alınacağı kesindir. Şu aşamada Türkiye açısından sıcak savaşa dönüşecek bir tehdit olmasa da ABD’nin Türkiye’ye uyguladığı baskı stratejilerinden vazgeçmediği ve geçmeyeceği çok açıktır. Bunun en yakın örneğini de 8 Temmuz günü ABD Dışişleri Bakanı Pompeo’nun GKRY ile ilgili yaptığı askeri eğitim anlaşmasına dair açıklama teşkil etmektedir. “Türkiye-ABD ilişkileri, stratejik ortaklık seviyesinde asla değildir ve olmamıştır. Müttefiklik düzeyinde de değildir. Biz, ABD’nin gözünde müttefikimsi bir ülke durumundayız.” “NATO’ya girmemiz stratejik bir hata olarak düşünülebilir. Ancak şu aşamada NATO’dan çıkılması bundan daha da büyük bir hata olur. Türkiye’nin NATO sistemi içerisinde bulunması sıcak savaşı engelleyici bir faktördür. Bu nedenledir ki ABD; Türkiye’ye karşı Sıcak Savaşı değil, soğuk ve sinsi savaşı seçmek durumunda kalmıştır. Türkiye, bugüne kadar, orta büyüklükte bir devlet olarak denge politikası uygulamaya çalışmış, dengeyi göz ardı ettiği zamanlarda da çeşitli sorunlarla yüzleşmiştir. Kıbrıs Barış Harekâtı sonrası ABD’nin Türkiye’ye uyguladığı silah ambargosunun ardından 13 Şubat 1975′te Kıbrıs Türk Federe Devleti’nin kurulduğu açıklarken, yine aynı yıl Türkiye, ABD’ne nota vererek ABD Savunma İş birliği Anlaşması’nı yürürlükten kaldırmıştır. ABD’ye karşı en büyük gözdağı ise, Türkiye’deki bütün Amerikan üs ve tesislerinin TSK’nın “kontrol ve gözetimi” altına alınması olmuştur. (İncirlik hariç. onun statrüsü ve konumu farklıdır) 3 yıl süren silah ambargosu sonrası kendine çeki düzen veren Türkiye, savunma sanayini geliştirmeye başlamış ve 1975’te ASELSAN kurulmuştur. Aslında ABD’nin Türkiye’ye karşı uyguladığı her düşmanca hareket Türkiye yi biraz daha kendine getirmiş, bazı yeni adımlar atılmış ve hepsinden de öncesine göre daha güçlenerek ve akıllanarak çıkılmıştır. Tarihe dikkatli bakarsak, 250 yıllık geçmişi yüzkarası olaylarla dolu olan ABD’nin zulüm ve soykırımları saymakla bitmez. Unutmayalım ki karşımızda Birleşik Devletler, bağımsızlığını ilan etmeyi başardıktan sonra, topraklarını genişletmek amacıyla, 1830 yılında çıkarılan “Kızılderili Tehcir Yasası ile bölgede yaşayan tüm yerlileri kendi topraklarından çıkarıp Kızılderili kellesi başına 5 $ ödeyen zalim bir ülkedir”. Karşımızda; “Japonya’da yüzbinlerce sivilin üzerine atom bombası atabilen, büyük çoğunluğun ölümüne birçoğunun da yaralanmasına yol açan emperyalist ve acımasız bir devlet var.” Başta Batılı güçleri desteklemek bahanesiyle Fransa'nın işgaline izin veren sonrasında kendi emelleri için “Vietnam’ı baştan sonra yakıp yıkan ABD, 3 milyon insanı kimyasal bombalarla hunharca katleden, 1955'de başlayan ve 1973'te son bulan 18 yıllık Vietnam işgalinde 643 bin ton bomba kullanan” bir ABD var. 1 Aralık 1955 Perşembe günü Otobüste Bir Beyaza Yer Vermediği İçin Tutuklanan Rosa Parks'ın yaşadıkları var. Bu makalenin yazarı ben, Mayıs 1979’da Florida Tampa’da iken otobüslere hala arka kapıdan binip arka tarafta oturmak zorunda olan Siyahi insanlar var. ABD’yi ateşe veren protestolar beyaz bir polisin siyahi bir Amerikalıyı gözaltı sırasında boğarak öldürmesi gibi görülse de bu olayların arkasında, gelmiş geçmiş tüm yönetimlerin ırkçı tavırlarının birikiminden kaynaklanan bir kin ve hınç var. Bu görüntüleri tarihsel bir kalıtım olarak devam edegelen bir durum olarak sadece siyahilere değil, “ABD’deki “makbul beyazlar dışındaki tüm renkli ırklara ya da başka dini inançtaki insanlara karşı ayrımcılık yapan” bir ABD var. Saddam Hüseyin “Kimyasal silah üretiyor” bahanesiyle 20 Mart 2003’te Irak’ı işgale başlayan, füze saldırılarıyla yerle bir eden, “Irak’ta 1 milyon sivil öldüren, 2 milyon Iraklının mülteci durumuna düşmesine ve Ortadoğu’nun kaosa sürüklenmesine neden olan” bir ABD var. ABD başta olmak üzere emperyalistlerin uyguladığı her operasyon Türkiye’yi bölmek, yükselişinin önüne geçmek, ekonomik olarak diz çökertmek için planlanıyor. Bu emperyalist, zalim, ayrılıkçı ve çıkarcı devletin hedefleri ve ilkeleri kolay kolay değişmeyecektir. Bu nedenle Türkiye çok dikkatli, çok akıllı ve tarafsız olmak ve bundan sonra ABD’nin kuracağı tuzaklara düşmemek zorundadır. Ancak ABD’ye karşı dikkatli olmak, yüzümüzü Batıdan doğuya çevirmek te olmamalıdır. Soğuk Savaş sonrası dönemde Türkiye; yeni düzene dâhil olarak bunun yürütücüsü ABD’yle birlikte hareket etmeyi seçmiştir. Oysa şu anda, SSCB gibi tek ve belirgin bir tehdit kaynağı bulunmamaktadır. Bununla birlikte şimdi Türkiye, eskisinden daha fazla tehdit altındadır. Türk ekonomisi eskisine göre oldukça güçlü olmakla birlikte, küreselleşme sürecinde rekabet edebilmek için gerek ABD ile gerekse AB ile dengeli ekonomik birliktelikler kurmak zorundadır. Yüksek teknoloji ürünü askeri malzemenin sağlanabileceği en önemli kaynak yine de Batı’dır. Bu nedenle; Türkiye Batıdan kopmamak için iç sisteminde küresel değerler paralelinde önemli değişiklikler yapmak durumundadır. Bu nedeenlerle klasik denge politikamızın değişmez ilkelerini hayata geçirmeye çalışmalı ve devam etmeliyiz.
- TÜRKİYE NÜKLEER SANTRAL KURMAK ZORUNDADIR...
Sevgili Dostlar. 2018 yılında yaptığım ve birçok dostuma ilettiğim bir araştırmayı burada sizlerle tekrar paylaşmak istedim. Bugün ülkemizin içinde bulunduğu enerji darboğazı ve pahalılığı nedeniyle yaptığım araştırma bundan 4 yıl öncesine ait. Bugün için sayılarda bazı farklılıkların olması kaçınılmaz. Ancak genelde fazla birşeyin değişmediğine de inanıyorum. GİRİŞ: Türkiye'nin nükleer enerjiye neden ihtiyacı var? Yenilenebilir enerji potansiyelimizin tamamı kullanılsa bile 2023 yılındaki Türkiye de elektrik tüketim miktarının ancak yarısı karşılanabilmektedir. Nükleer santraller baz yük santrallerdir, günün 24 saati çalışırlar. Rüzgâr, güneş ve hidroelektrik gibi yenilenebilir enerji kaynaklarının verimi iklim ve meteorolojik koşullara doğrudan bağlıdır. Nükleer santrallerin kapasite faktörü %90 civarında iken, güneş ve rüzgâr santrallerinde bu oran en fazla %20 civarındadır. Yeni nesil nükleer santrallerin işletme ömrü 60 yıl iken bu, rüzgâr ve güneşte 15-25 yıl civarındadır. Ayrıca, yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanıldığı santraller nükleer santrallere göre çok daha fazla alan kaplamaktadır. Ancak, enerji ithal bağımlılığımızı azaltmak adına 1 MW bile olsa yerli ve yenilenebilir enerji kaynaklarımızı sonuna kadar kullanmamız gerektiği de asla unutulmamalıdır. EN BÜYÜK 17. EKONOMİ Türkiye son on iki yıl içerisinde milli geliri dört kat, kişi başına milli geliri ise üç kat artarak dünyanın en büyük 17.nci ekonomisi olmuştur. (Bu yazı hazırlandığu 2018 yılındaki sıralama, şu anda 23.ncü sıradadır) Diğer yandan, nüfus artış hızımız da devam etmektedir. Cumhuriyetimizin 100. yılında Ülkemiz, 2 trilyon ABD doları milli gelirle dünyanın ilk on ekonomisi arasına girmeyi ve kişi başına düşen milli gelirimizi 25.000 ABD dolara, ihracatımızı 500 milyar dolara çıkarmayı hedeflemektedir. Ancak unutulmamalıdır ki büyüyen ekonomiler beraberinde enerji talebini ve özellikle elektrik tüketim talep artışını da beraberinde getirmektedir. Ülkemizde elektrik tüketim talebimiz ortalama olarak ekonomimizin büyüme hızından daha fazla gerçekleşmiştir. Elektrik tüketim talep artışında ülkemiz, dünyada Çin'den sonra ikinci, Avrupa'da ise birinci sırada yer almaktadır. HEDEF ENERJİ GÜVENLİĞİNİ SAĞLAMAK Ülkemiz, 2023 yılına kadar iki nükleer santrali işletmeye almayı üçüncüsünün de inşaatına başlamayı ve böylece nükleer santral seçeneğini enerji üretim portföyümüze dahil etmeyi planlamaktadır. Böylece neredeyse tamamı ithal edilen doğalgazın yerine nükleer santralleri elektrik enerjisi üretiminde kullanarak enerjide dışa ve fosil yakıtlara olan bağımlılığımızı azaltmayı, enerji kaynak çeşitliliğini artırmayı ve sonuç olarak enerji arz güvenliğini sağlamayı hedeflemektedir. Bu bağlamda ülkemiz, üç nükleer santralle birlikte elektrik kurulu gücünün en az %10'unu karşılayacaktır. SİNOP VE AKKUYU'DA NÜKLEER ATILIM Dünyanın tüm gelişmiş ülkelerinde ve hatta petrol ve doğalgaz zengini ülkelerde dahi nükleer santraller bulunurken, yarım asır önce 1957 yılında Uluslararası Atom Enerjisi Ajansına üye olan Ülkemiz, Türkiye Cumhuriyeti ile Rusya Federasyonu Arasında Akkuyu Sahasında Bir Nükleer Güç Santralinin Tesisine ve İşletimine Dair İşbirliğine İlişkin Anlaşmayı onaylayarak ilk kez nükleer santral projesini uygulamaya koymuştur. Diğer yandan Sinop'ta Nükleer Güç Santrali kurulması ve işletilmesi için 3 Mayıs 2013 tarihinde Japon Hükümeti ile Hükümetler arası Anlaşma imzalamış 2015 yılı içinde de meclis onayından geçmiştir. HER ALANDA NÜKLEER Kuşkusuz nükleer santraller ülkemiz için sadece elektrik üretim tesisleri değil, aynı zamanda sanayi, tıp ve tarımda da uygulama alanı bulan teknoloji yoğun bir sektör olup önemli istihdam imkânları sunmaktadır. Nükleer santrallerin inşası ve işletilmesi esnasında bu projeden birçok sektör doğrudan ve dolaylı olarak etkilenecektir. Ekonomi, teknoloji ve istihdamın yanı sıra nükleer santraller ülkemizde kalite yönetim standartlarının uygulanması, standartlara uygunluk denetimi ile güvenlik ve emniyet Kültürünün gelişmesine de büyük katkı sunacaktır. DIŞA BAĞIMLILIKTAN KURTULMANIN ŞARTI NÜKLEER Yenilenebilir enerji potansiyelimizin tamamı kullanılsa bile 2023 yılındaki elektrik tüketim miktarının ancak yarısı karşılanabilmektedir. Nükleer santraller baz yük santrallerdir, günün 24 saati çalışır. Rüzgâr, güneş ve hidroelektrik gibi yenilenebilir enerji kaynakları iklim ve meteorolojik koşullara bağlıdır. Nükleer santrallerin kapasite faktörü %90 civarında iken, güneş ve rüzgâr santrallerinde bu oran en fazla %20 civarındadır. Yeni nesil nükleer santrallerin işletme ömrü 60 yıl iken bu, rüzgâr ve güneşte 15-25 yıl civarındadır. Ayrıca, yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanıldığı santraller nükleer santrallere göre çok daha fazla alan kaplamaktadır. Ancak, enerji ithal bağımlılığımızı azaltmak adına 1 MW bile olsa yerli ve yenilenebilir enerji kaynaklarımızı sonuna kadar kullanmalıyız 6-8 MİLYAR DOLARLIK KATMA DEĞER Akkuyu NGS projesinin yüzde 35-40'lık kısmında yer alacak Türk şirketlerinin, milli ekonomiye 6-8 milyar dolar arasında katma değer sağlayacağı hesaplanıyor. YENİ SANTRALLERDE TEDARİKÇİ OLMA FIRSATI Türk şirketlerine nükleer projelerde yer alıp tecrübe kazandıktan sonra dünyadaki diğer nükleer santral projelerinde tedarikçi olabilme fırsatı doğacak. NÜKLEER KÜLTÜR KAZANILACAK Bu süreçte Türk firmaları, uluslararası güvenlik standartları ile çalışma kültürü kazanacak, yüksek sıcaklık ve basınca dayanıklı malzeme üretme yeteneği artacak TEK KALEMDE YAPILAN EN BÜYÜK YATIRIM Akkuyu NGS yaklaşık 20-22 milyar dolarlık maliyetiyle Türkiye'de tek kalemde yapılan en büyük yatırım olacaktır. 35 MİLYAR KİLOVATSAAT ÜRETİM Santral, 4 bin 800 megavatlık tam kapasitesiyle devreye girdiğinde, yaklaşık 35 milyar kilovatsaat elektrik üretimiyle İstanbul'un enerji ihtiyacını tek başına karşılayabilecek. 2023'TE İLK ÜRETİM İlk ünitesinin 2023 yılında elektrik üretimine başlaması planlan Akkuyu NGS'nin diğer ünitelerinin de birer yıl arayla devreye alınması hedefleniyor. ON BİNLERCE KİŞİLİK İSTİHDAM Doğrudan Akkuyu’ da çalışacak insanların dışında dolaylı olarak bu santral on binlerce kişiye istihdam sağlaması bekleniyor TÜRKİYE'NİN HEDEFİ YÜZDE YÜZ YERLİ ÜRETİM Nükleer santraller sadece elektrik üretimi değil, teknoloji ve know-how edinimi de sağlıyor. Güney Kore, 35 yıl içinde nükleer santralleri anahtar teslim yüzde 100 yerli olarak yapabiliyor NÜKLEER TECRÜBE KAZANILACAK Nükleer santrallerde kazanılacak tecrübe ile tüm termik santrallerde kullanılan ekipmanları üretebilme konusunda önemli bir adım atılacak NÜKLEER SANTRAL EKONOMİK GÜÇ DEMEK Nükleer santral üretimi ülkelerin enerji üretimi ve dolayısıyla ekonomik gelişiminde de önemli bir yer kaplıyor. Enerjinin doğru kullanılması ülkelerin ekonomik gücünü doğrudan etkileyen bir numaralı etkenlerden Bu tip Tweetler ya da haberler, Türkiye’nin önünü kesmeye yönelik çabalar. ALMANYA'DA 17 TANE VAR Türkiye'de kara propaganda yapan bazı Alman yayın kuruluşları, Almanya'nın 17 reaktörle dünyada yedinci sırada olduğunu ve ülkedeki enerji üretiminin yaklaşık yüzde 13'ü nükleer güçten sağlandığını unutmuş gibi haberler yapıyor. Nükleer santrallerin birçoğu belki 30-40 yıllık olan Avrupa devletlerinin hiçbiri de çıkıp 'santralleri kapatalım' demiyor fakat Türkiye'ye gelince nükleer enerji kötü olarak lanse ediliyor. Dünyada nükleer enerji kullanan ülkeler... ÜLKELERİN NÜKLEER SANTRAL SAYILARI Uluslararası Atom Enerjisi Ajansının verilerine göre 31 Aralık 2008 tarihi itibarı ile dünyada bulunan nükleer santral ve kurulu güç miktarı ile ülkelerin ürettikleri toplam enerji içinde nükleer santrallardan elde ettikleri enerji miktarları açıklandı. Dünyada halen 30 ülkede 438 nükleer santral reaktörü enerji üretiminde kullanılırken, 42 nükleer santral inşa aşamasında bulunuyor. İşte ülkeler ve nükleer santral sayıları: ALMANYA Nükleer Reaktör Sayısı 17 Kurulu Gücü 20.470 MW Üretilen Enerji (yüzde)28,82 ABD Nükleer Reaktör Sayısı 104 Kurulu Gücü 100.683 MW Üretilen Enerji (yüzde) 19,66 ARJANTİN Nükleer Reaktör Sayısı 2 Kurulu Gücü 935 MW Üretilen Enerji (yüzde)6,18 BELÇİKA Nükleer Reaktör Sayısı 7 Kurulu Gücü 5.824 MW Üretilen Enerji (yüzde)53,76 BREZİLYA Nükleer Reaktör Sayısı 2 Kurulu Gücü 1.766 MW Üretilen Enerji (yüzde)3,12 BULGARİSTAN Nükleer Reaktör Sayısı 2 Kurulu Gücü 1.906 MW Üretilen Enerji (yüzde)32,92 ÇEK CUMHURİYETİ Nükleer Reaktör Sayısı 6 Kurulu Gücü 3.634 MW Üretilen Enerji (yüzde)32,45 ÇİN Nükleer Reaktör Sayısı 11 Kurulu Gücü 8.438 MW Üretilen Enerji (yüzde)2,15 ERMENİSTAN Nükleer Reaktör Sayısı 1 Kurulu Gücü 376 MW Üretilen Enerji (yüzde)39,35 KANADA Nükleer Reaktör Sayısı 18 Kurulu Gücü 12.577 MW Üretilen Enerji (yüzde)14,80 MACARİSTAN Nükleer Reaktör Sayısı 4 Kurulu Gücü 1.859 MW Üretilen Enerji (yüzde)37,15 FİNLANDİYA Nükleer Reaktör Sayısı 4 Kurulu Gücü 2.696 MW Üretilen Enerji (yüzde)29,73 FRANSA Nükleer Reaktör Sayısı 59 Kurulu Gücü 63.260 MW Üretilen Enerji (yüzde)76,18 GÜNEY AFRİKA Nükleer Reaktör Sayısı 2 Kurulu Gücü 1.800 MW Üretilen Enerji (yüzde) 5,25 GÜNEY KORE Nükleer Reaktör Sayısı 20 Kurulu Gücü 17.647 MW Üretilen Enerji (yüzde) 35,62 HİNDİSTAN Nükleer Reaktör Sayısı 17 Kurulu Gücü 3.782 MW Üretilen Enerji (yüzde)2,03 HOLLANDA Nükleer Reaktör Sayısı 1 Kurulu Gücü 482 MW Üretilen Enerji (yüzde) 3,80 İNGİLTERE Nükleer Reaktör Sayısı 19 Kurulu Gücü 10.097 MW Üretilen Enerji (yüzde) 13,45 İSPANYA Nükleer Reaktör Sayısı 8 Kurulu Gücü 7.450 MW Üretilen Enerji (yüzde) 18,27 İSVEÇ Nükleer Reaktör Sayısı 10 Kurulu Gücü 8.996 MW Üretilen Enerji (yüzde) 42,04 İSVİÇRE Nükleer Reaktör Sayısı 5 Kurulu Gücü 3.220 MW Üretilen Enerji (yüzde) 39,22 JAPONYA Nükleer Reaktör Sayısı 55 Kurulu Gücü 47.278 MW Üretilen Enerji (yüzde) 24,93 LİTVANYA Nükleer Reaktör Sayısı 1 Kurulu Gücü 1.185 MW Üretilen Enerji (yüzde) 72,89 MEKSİKA Nükleer Reaktör Sayısı 2 Kurulu Gücü 1.300 MW Üretilen Enerji (yüzde) 4,04 PAKİSTAN Nükleer Reaktör Sayısı 2 Kurulu Gücü 425 MW Üretilen Enerji (yüzde) 1,91 ROMANYA Nükleer Reaktör Sayısı 2 Kurulu Gücü 1.300 MW Üretilen Enerji (yüzde) 17,54 RUSYA Nükleer Reaktör Sayısı 31 Kurulu Gücü 21.743 MW Üretilen Enerji (yüzde) 16,86 SLOVAKYA Nükleer Reaktör Sayısı 4 Kurulu Gücü 1.711 MW Üretilen Enerji (yüzde) 56,42 SLOVENYA Nükleer Reaktör Sayısı 1 Kurulu Gücü 666 MW Üretilen Enerji (yüzde) 41,71 UKRAYNA Nükleer Reaktör Sayısı 15 Kurulu Gücü 13.107 MW Üretilen Enerji (yüzde) 47,40 NÜKLEER ENERJİ VE GÜNEŞ PANELİ ENERJİSİ MUKAYESESİ NÜKLEER’İN AVANTAJLARI: Günümüzde enerji üretiminde en büyük pay %87'lik oranla fosil yakıtlardan yani toprağın altında bulunan kaynaklardan sağlanırken, geriye kalan %13'lük pay ise, nükleer enerji ve yenilenebilir enerji kaynaklarından sağlanmaktadır. (% 10 nükleer , % 3 yenilenebilir enerji) 1. Çok büyük miktarda enerji elde edilebilir, 2. Ülkelerin sanayileşmesi ve artan enerji ihtiyacını karşılamaya daha uygundur 3. Güneş Enerjisine göre daha ucuza mal olur. 4. Daha az karbondioksitin atmosfere salınımını sağlar(Termik santrallere kıyasla). 5. Enerji bağımlılığını azaltır. 6. Enerjinin uzun sürede fiyat istikrarını sağlar. GÜNEŞ PANELLERİNİN AVANTAJLARI: 1. Çevrecidir 2. Yenilenebilir enerjidir, 3. Atık veya hayat riski yoktur, 4. Güneş enerji santrallerinin bakımları diğer enerji tesislerine göre çok daha kolaydır. 5. Bakım ve işletme maliyetleri düşüktür. 6. Kurulumu kısa sürer (1-9 ay arası). NÜKLEER’İN DEZAVANTAJLARI 1. İlk Yatırım maliyeti yüksektir. 2. İnşaatı pahalı ve uzun bir süreçtir. 3. Sızıntı riski oldukça ciddi bir tehlikedir 4. Atıkları başa bela olur GÜNEŞ PANELLERİNİN DEZAVANTAJLARI: 1. Çok büyük arazi kesimlerinin kullanımını gerektirir 2. Enerji miktarı hava ve mevsim şartları ile bağımlıdır 3. Elde edilen enerji miktarı ile Sanayileşme/kalkınabilme mümkün değildir 4. İlk yatırım maliyeti ve yenilenme maliyeti yüksektir 2030 yılında kullanılabilir alanlar ele alınarak, enerji kaynakları olan sudan 2 trilyon watt, rüzgârdan 40 ile 85 trilyon watt, güneşten ise tam 540 trilyon watt enerji sağlanabileceği düşünülüyor. Kanada, sahip olduğu 18 nükleer reaktörü sayesinde bir yılda 616 milyar KW/s elektrik üretiyor Güneş enerjisinin kaynağının ısı ve ışık olması, bu enerjinin tükenmiyor olması önemlidir. Bu durumda insanların tükenmeyen bir enerji kaynağına sahip olmasının, nüfusun artması ile de tehlikeye girmeyeceği söylenebilir. Nükleer enerji ise güneş enerjisine göre; atıklarının olması, herhangi bir kaza sonucunda çok büyük yıkımların yaşanmasının mümkün olduğu bir enerji kaynağıdır.
- BUNLAR KAZA MI, İHMAL Mİ, EĞİTİMSİZLİK CİNAYETİ Mİ?
YAZAN : Mehmet ASAL 20 Ağustos 2022 Cumartesi günü Mardin'de 1 TIR ile 2 aracın karıştığı kazada olay yerinde kısa zaman büyük bir kalabalık toplanırken, yaralılara müdahale eden ekiplere ve kalabalığa bir başka TIR çarparak toplamda 20 kişinin ölümü ve 26 kişinin de yaralanması ile sonuçlanan bir kaza meydana geldi. Aynı gün Gaziantep'te meydana gelen bir başka trafik kazasında ise 15 kişi can verdi. 31 kişinin de yaralandığı bu ikinci feci kazanın, bir aracın şarampole devrildiği kazaya müdahaleye gelen park halindeki ambulans ve itfaiye aracına arkadan gelerek kaygan yolda kayan yolcu otobüsünün çarparak devrilmesinin neden olduğu biliniyor. Ölenler arasında 3 itfaiye, 3 sağlık personeli ve 2 gazete muhabiri bulunuyor. Bunlar da gösteriyor ki; asıl ölümler kaza sırasında değil ilk kaza yaralılarına yardım sırasında ve yardıma gidenler ile ne olduğunu seyretmeye giden meraklıların oluşturduğu gurup nedeniyle meydana geliyor. Mardin’de cadde üzerinde doluşup beklerken, Gaziantep’te ise Emniyet şeridinde beklerlerken diğer ikinci ve asıl öldürücü kaza oluyor. Neden bekliyorlar. İlk gelen güvenlik görevlilerinin önce geriye doğru giderek yolu işaretlemeleri ve kapatmaları, trafiği durdurmaları ya da yavaşlatmaları gerekirken neden emniyet şeridinde ve beklemedeler? Kaza ile hiçbir ilgisi olmayan meraklılar, çekilecek emniyet şeridi ile dışında tutulması gerekirken neden caddenin üstündedirler. Bu bir kişinin cenaze törenine katılmaya giderken hız yapıp kaza geçirerek ölen onlarca kişinin haberi gibi trajikomik. Medya her ikisi için de “Katliam gibi kaza” başlığı attı, oysa doğrusu “Kaza gibi katliam” olmalıydı. Mardin ve Gaziantep’teki ilk kazalar sürücüleri trafik yönünden ya da araçlarının eksikleri bakımından bazı hatalar yaptıkları için meydana gelmiştir. Ancak onları kurtarmaya gidenlerin aynı mahalde sonradan devam eden trafik akışı nedeniyle ölmesi akıl alacak gibi bir şey değil. Belli ki, kazaya müdahale eden ekipler, kaza yerinin nasıl emniyet altına alınacağını, diğer araçların nasıl uyarılacağını, akan trafikte gelen araçların kaza yerine girmesinin hangi önlemlerle engelleneceğini tam manasıyla bilmiyorlar. Ya da bu konuda kesin talimatlar, standart direktifler yok. Olmadığı biraz aşağıda örneğini de vereceğim “Karayolları Trafik Yönetmeliği’nden o kadar belli ki. Gelişmiş ülkelerde bir trafik kazası olduğunda öncelikle o kazaya karışanlar eğer ağır yaralı değillerse yolun çok ilerisine ve gerisine yanan, parlak bir ışık ve sarı bir duman çıkaran işaret fişekleri koyarlar. Koyarlar ki arkadan gelen diğer araçlar sürat düşüp önlem alsın ve gerekiyorsa dursun. Eğer kazaya karışan araçtakiler bunu yapamıyorsa kaza mahalline gelen ilk kurtarma ekibi (İtfaiye, Trafik Polisi, Sağlık) önce bu tedbiri alır. ABD’de uzun yıllar bulundum, yaşadım. Kaza ister küçük ister se büyük olsun önce trafik durdurulur ve yol kapatılır. Bunun için de ilk müdahaleye gelen itfaiye, polis, ambulans hangisi olursa önce kaza yapan araca koşmaz. Trafiğin geldiği yönde 50-100 metre geriye işaret fişekleri yakıp bırakır. Sonra da ileride kaza olduğunu belirten uyarı işaretini koyar. Elindeki renkli şeritle kaza bölgesini çevirir. Tüm bunlar yapılıp tamamlandıktan sonra kaza yapan aracın yanına ve kazazedeye yardıma gidilir. Yol Fişekleri Neden Kaza Alanları İçin Mükemmeldir? Bu işaret fişekleri, bir kaza mahallinde görünürlüğü artırmak ve karşıdan gelen trafiğin hızını azaltmaya yardımcı olmak için kullanılabilir. Acil müdahale ekipleri, trafik polisi ve itfaiyeciler, acil durumlar için müdahale kitlerinde bu işaret fişeklerini taşırlar. Hatta bunları özel araç sahipleri de satın alıp acil durumlarda kullanmak üzere araçlarında bulundurabilirler. Doğru yerleştirildiğinde, akan trafiği karayolundaki engellerin etrafına, diğer şeritlere yönlendirebilir ve kaza bölgelerinin etrafındaki trafiği güvenli bir şekilde yönetmeye yardımcı olur. Yol işaret fişekleri, kontrol ve net görüş gerektiren durumlar için birçok fayda sağlar. Şöyle ki: Parlak Sinyal: İşaret fişekleri, elektrikli alternatiflerinden 5 kat daha parlak oldukları için mükemmel bir uyarı sinyalidir. Bağımsız Işık Kaynağı: Profesyonellerin sis, yağmur ve karda görülebilen ve bitmiş piller nedeniyle güvenliği riske atamayan bir ışık kaynağına ihtiyacı vardır. Yol işaret fişekleri kendi kendini aydınlatır ve diğer enerji kaynaklarına bağımlı değildir. Hızlı ve Kolay Kurulum: Acil durum işaret fişeklerinin depolanması, yönetilmesi ve dağıtılması kolaydır. Kullanım temellerini öğrendikten sonra, fazla çaba harcamadan işaret fişeklerini kullanabilirsiniz. Dikkatini Dağıtmaz veya Kör Etmez: Yoldan geçen araçların dikkatini çekmek için parlak ışığa ihtiyacınız vardır, ancak sürücülerin dikkatini dağıtma riskini alamazsınız. Bir yol işaret fişeği, hızla dikkat çeken ancak acil bir alana kafa karışıklığı yaratmayan sabit bir titreme sunar. Evrensel Olarak Anlaşılmıştır ki: Özellikle bir kaza mahalline varmanın ilk anlarında, yanınızdan geçecek diğer araçların dikkatini çekmek çok önemlidir. Bir işaret fişeği ile acil bir durumda o alanda kontrol sağlayabilirsiniz veya diğer kazaların olmasını engelleyebilirsiniz. Çünkü gelişmiş ülkelerde herkes yolda yanmakta olan bir işaret fişeğinin tehlike anlamına geldiğini bilir ve yakın çevredeyken daha fazla dikkat eder. Bir yol fişeğinden yayılan ışık, çok uzaklardan ve hatta kar fırtınası ve şiddetli yağmur gibi kötü koşullarda bile görülebilen parlak bir ışık sağlar. Bu, parlamanın çok uzak mesafelerden görülebilecek kadar yeterli olduğu, ancak yanıcı bileşiklerin hemen hemen her türlü hava koşulunda çalışacak kadar esnek olduğu anlamına gelir. Bunlar 20-30 dakika arası yanmaktadırlar. Bu sürede de kaza mahallinde diğer tedbirler alınabilir. Türkiye’de ne yazık ki bu fişekler kullanılmıyor. Ama bir an önce temin edilerek, üretilerek kullanıma çıkarılması gerekir düşüncesindeyim. Eğer Gaziantep’te, Mardin’de en azından buna benzer fişekler olsa ve yakılıp bırakılsaydı, arka tarafa gerekli ikazlar öncelikle konulsa, gelen otobüs kaza yapan araçtan yola akan kaygan sıvı yüzünden kaymaz ve böyle elim bir kaza zinciri yaşanmazdı. Ya da gelen itfaiye aracı uyarı işaretlemelerini yaptıktan sonra akan kaygan sıvıyı yoldan temizleseydi, Gaziantep'te otobüs hiç kaymazdı. Mardin'de TIR Freni patlasa bile bu kadar çok kişiye çarpmazdı. Belki çok önceden yavaşlar ve freni de patlamazdı. Özellikle gece meydana gelen kazalarda bu fişeklerin ne kadar yararlı olacağını fazla anlatmaya bile gerek olmadığı çok açıktır. Türkiye de ki kazalarda ne yazık ki bu manzarayı sıklıkla görüyoruz. Neden? E - Ğİ – TİM – SİZ – LİK. İL – Gİ – SİZ – LİK. A - RAŞ – TIR – MA – MAK. Gelişmeleri ve ileri gitmiş ülkeleri izlememek. Bu iki kazada da görüldüğü gibi; yardıma giden ilk kurtarma ekibi, trafiği durdurmadıkça, kazayı çok geriden işaretlemedikçe, kaza riski yaratan yolu temizlemedikçe bizler 1-2 kişiyi kurtaralım derken onlarca canı ve malı yakıyoruz ve yakmaya devam edeceğiz. Karayolları Trafik Yönetmeliğine göre ki bu yönetmelik 113 sayfadan oluşuyor, lüzumlu lüzumsuz o kadar çok şey varken, kazalar esnasında diğer araçların kazaya karışmasını önleme adına yazılı sadece 2 cümle görebildim; Trafik Kazalarına karışanlar MADDE 152- (Değişik:RG-21/3/2012-28240) Bir trafik kazasına karışanlardan yaralanmamış olan veya hafif yaralı olanlar; a) Araç sürücüsü iseler, trafik için ek bir tehlike yaratmayacak şekilde hemen durmak, trafik güvenliği için ışıklı işaret veya yansıtıcı cihazları koymak ve gereken tedbirleri almak, Trafik Kazalarına El Koyanların Görev ve Yetkileri Madde 155- Trafik kazalarına el koyan mahalli zabıta veya doğrudan el koymuşsa trafik zabıtası personeli, can, mal ve trafik güvenliği bakımından; a) Karayolunu kullananlar için ek bir tehlikenin oluşmasını önlemek üzere gerekli tedbirlerin alınması ve aldırılması, Hiçbir açıklayıcı, detaylandırıcı, polisin, ambulansın, itfaiye aracının ne yapacağını, yolda ne gibi önlemler alacağını belirten tek satır yok. Ben yazdım oldu işte. Yine de iyi; “Saldım çayıra” yöntemiyle bizdeki ölümler az bile. İstanbul ve Ankara Büyükşehir Belediyesi İtfaiye Dairesi başkanlıkları Trafik Kazaları Eğitim Kitabı bu konuda İtfaiyeye bazı görevler vermektedir. Her iki Belediyenin el kitabı da kelimesi kelimesine aynı. Varsın olsun. En azından birşeyler yazmışlar. Uygulanmasa da... Ancak bence bu görevler, kaza mahalline ilk ulaşan, polis, ilk yardım ekiplerine de verilmeli ve bu ekiplerdeki bir kişinin asıl görevi olmalıdır. Çünkü gelişmiş ülkelerde olduğu gibi kaza mahalline itfaiye en önce gitmiyor bizde, ya da gidemiyor. Bu kadar söz ve örnekten sonra tek cümle ile özetlemek gerekirse; Türkiye’de trafikte olan binlerce kazanın küçük bir bölümü gerçek kazadır. Gerisi ilgisizlik, bilgisizlik, eğitimsizlik, araştırmamak ve beceriksizlikten kaynaklı “KÖR KÖR PARMAĞIM GÖZÜNE” dir. Onlara kaza demek, TDK Sözlüğündeki kaza tanımını değiştirmek olur. Saygılarımla. Mehmet ASAL
- LÜTFEN ORALARA DÖVİZ BIRAKMAYIN ARTIK!.
13 KASIM Taksim Bombalı saldırısının arkasından PYD, yine dolaylı olarak ABD ile ezeli ve ebedi Türk düşmanı Yunanistan çıktı. Üstelik bu sefer bombayı bırakan Teröristin önce YUNANİSTAN’a kaçırılması planlanmış ise de sonrasında yakalanıp konuşmasın diye bu terörist hakkında PYD/CIA tarafından infaz emri verildiği anlaşılıyor. (Telefon dinlemesi) BİR YUNANLININ KAMERASINDAN, İTALYAN GAZETECİNİN TANIKLIĞINDA İZMİR’İN İŞGALİ 15 MAYIS 1919 TARİHİNDE ÇEKİLEN BAZI GÖRÜNTÜLER VE GERÇEKLER: https://www.youtube.com/watch?v=0n6W_YFRETk 15 Dakika ayırın ve izleyin lütfen (Konuşma 15 dakika ama film daha kısa olduğundan görüntü tekrarları vardır.) Yukarıdaki You Tube Videoyu izleyerek, kendisiyle I.inci Dünya Savaşında doğrudan hiç karşı karşıya gelmediğimiz halde Yunan Askerinin İzmir’e çıkışını ve nasıl bir mezalim uyguladığını, bir İtalyan Gazetecinin kaleminden dinleyin lütfen. Film ve konuşma 15 dakika sürüyor. Eğer Tik tok, Instagram, Facebook vs.den vakit ayırabilirseniz elbette. Tarihin en büyük teröristi ve Türk Düşmanı Abdullah Öcalan’ı ülkesinde barındıran, sonra sıkışınca ülkesinden kaçırıp Kenya Nairobi’de yine Yunan Büyükelçiliğinde saklayan ülke. NATO Müttefiki ve Dostumuz YUNANİSTAN. Halen PKK/PYD Teröristlerine ülkesindeki kamplarda eğitim veren yine bu ülke. (Atina’ya bir saat uzaklıktaki Lavrion kampı). Son yıllarda adını Mülteci kampı olarak açıklasa da onlarca yıldır Türkiye düşmanı PKK, DHKPC gibi Teröristleri eğittiği görüntülerle sabit. Kıbrıslı Türklere yıllarca zulmeden yine bu ülke. NATO Müttefiki ve Dostumuz YUNANİSTAN. YUNANİSTAN Türkiye’ye karşı yapılan her hainliğin içinde ve işbirlikçi. Yarattığı diğer sorunlar la bir arada dikkate alınınca benim bir Türk olarak anlamadığım bir husus var. Eminim bir takım dost ve arkadaşlarım bunu okuyunca bana kızacak ve empati kurup düşünmek ve araştırmak yerine kolaycılığa kaçıp beni "aşırı milliyetçilikle suçlamayı” tercih edeceklerdir. “Türk Yunan dosttur, problem siyasilerde” kolaycılığını seçen, olayları görmezden ve bilmezden gelerek hala Ege’deki Yunan bayraklı adalara ya da Halkidiki’ye, Taşoz’a, Aleksandropolis’e, Kavala’ya tatil amaçlı gitmeyi sürdürenler; bir İtalyan Gazetecinin gözlemlerini ve Yunanlı Kameramanın You Tube Videosunu izleyince ne diyeceklerdir çok merak ediyorum. Ordusunun neredeyse yarısını İzmir’den Anadolu’ya çıkaran bir Yunanistan. Gözü dönmüş ve Türkleri yeryüzünden silecek bir komşu. Antlarında ve yeminlernde "yeryüzünde tek Türk kalmayıncaya kadar savaşacağını" pervasızca söyleyebilen bir sözde devlet. Yunan halkının neredeyse 1/3’ünü teşkil eden ve zorunlu askerliğe alınmış Yunan Ordusunu oluşturan askerlerinin 1919-1922 arasında yaptıklarına ne diyecekler. O tarihte Yunanistan'ın nüfusu 5 milyon, Anadolu’ya çıkarılan Yunanlı asker sayısı 275 000 dir. Ya yıllardır o bölgede Türklerle iç içe yaşayan İzmirli Rumların mezalimine ne demeli? Bunlarda mı siyasilerin suçu? Bu tıpkı Yahudilere yapılan soykırımı sadece Hitler’e yüklemekle eş anlamlı değil mi? Alman Ordusunu Alman halkı oluşturmuyor muydu? Halk Yahudileri ihbar edip yakalatmadı mı? Alman halkının önemli bir kısmı Yahudi evlerini yağmalamadı mı? Yahudileri katletmedi mi? Bir tek Hitler mi suçluydu? Tabii ki hayır. Alman halkı da elbette baş suçlulardan. Tıpkı Rum halkı gibi. (Yıllarca içimizde besleyip en yüksek mertebe ve makamlara yükseltilmiş ama yine de en zor anımızda bizi sırtımızdan vuran diğer azınlıklara değinmek bile istemiyorum.) Bu vesile ile son zamanlarda Rusya'ya hayranlık duyanlara, Batıdan kopup Rusya'ya yanaşalım diyenlere de bir çift sözüm olacak. Sovyetlerin Kurtuluş Savaşımız sırasında yeni Türk Cumhuriyetine olan yardımları, Türklerin kara kaşı, kara gözü için değil, Sovyetlerin güneyinde yer alan ve asırlardır kendi gözü olan Türk topraklarını ve küçük Asya'yı Batılılara kaptırmak endişesinden kaynaklanmaktadır. Tarihimizi dikkatli incelediğimizde özellikle Ruslarla İngilizlerin Türkiye'yi diğerine yedirmemek için en kritik zamanlarda bir anda Osmanlı ile ittifak içine girebildiğini görürüz. Eğer aksi olsaydı 1935 Ekimindeki Bolşevik Devrimi’nin yıldönümü kutlamalarında Stalin: “Herkes bilsin ki, Rus Milleti; Boğazlarla, Ardahan’ı ele geçirmekten asla vazgeçmeyecektir. Çok yakın bir zamanda bu davalarımızı halletmiş olacağımızı şimdiden müjdeliyorum.” der miydi? 19 Mart 1945 tarihinde, Sovyet Dışişleri Bakanı Vyaçeslav M. Molotov, Türkiye’nin Moskova Büyükelçisi Selim Sarper’e "20 yıldır yürürlükte olan Türk-Rus Dostluk ve Tarafsızlık Antlaşması’nın artık sürdürülemeyeceğini" bildirir miydi? Netice olarak Rusya'da Emperyalisttir, ABD'de. Her ikisi ile olan ilişkilerde de çok dikkatli, tarafsız ve bağımsız olmak zorundayız. En önemlisi güçlü, kendine yeterli, iktisaden bağımsız olmalıyız. Aklın ve bilimin rehberliğinde laik, demokrat, halkçı, milliyetçi ve devrimci olmalıyız. Bu topraklar üzerinde en fazla gözü olan ülke elbetteki Rusya'dır ve gelecekte de Rusya olacaktır. Olmasaydı şaşırmamız gerekirdi. Ama ikinci ve Rusya'dan çok daha fazla düşmanlık eden, her an her vesile ile sokmaya çalışan, ormanlarımızı yakan/yaktıran bir ülke daha vardır ki o da Yunanistan'dır. 1919’da Rumlar İstanbul’un en müstesna ve gözde semtlerinde yaşarken Türklerin birçoğu bu bölgelere alınmıyor, Unkapanı Köprüsünden karşıya, Tepebaşı’na, Beyoğlu’na geçemiyordu bile. Bazılarımıza göre madem halklar bu denli dost, siz Yunanistan’ın oldu bittilerle ele geçirdiği adalardaki Rum ahalinin bu adalar silahlandırılmasın diye kendi hükümetleri aleyhine bir protestolarına rastladınız mı hiç? Üstelik antlaşmalara aykırı olduğunu bildikleri ve o silahların öncelikle Türkiye’nin müdahalesini ve kendi sonlarını da getirebileceğini bildikleri halde. Ya 1919 da İzmir’de krallar gibi yaşayan Rumlara ne demeli? Yıllardır dostluk komşuluk ettikleri Türkleri acımadan bir gecede katledebilen Rumlara. Yoksa böyle birşey olmadı da İtalyan Gazeteci, tarihçiler mi uyduruyor bunları? Siz 2 Eylül 1922'de savaşı kaybettiğinde; Mustafa Kemal Atatürk'ün esir ettiği Yunan Orduları Başkomutanı TRİKOPİS'in "Karısının ve Kızının" aynı gün İstanbul Büyükada'da bir köşkte krallar gibi yaşadığını biliyor muydunuz? Bir tarafta milli varoluş veya yokolma mücadelesi diğer tarafta onlara köşkleri peşkeş çekmiş ve milli mücadeleye karşı çıkan İstanbul'un Osmanlı Efendileri. Lütfen geçiniz bu dostluk teranelerini. Her gün yeni bir Yunan hainliği ve hareketi ile karşı karşıyayız. FETÖ'ye destek için yaptıkları, 1919-1922 yılları arasında Anadolu’daki mezalimleri yetmedi mi gözlerimizin açılmasına? Gayrı askeri statüde kalması koşuluyla kendilerine bırakılan ama egemenlik hakkı verilmemiş adaları silahlandırmaları, hava sahası, karasuyu, kıta sahanlığı, ekonomik bölge haksızlık ve şımarıklıkları yetmedi mi? Bu arada "Keşke Yunan Kaybetmeseydi" diyebilecek kadar gözü dönmüşler için söyleyebileceğim tek şey; bir gün zamanda yolculuk hayalinin gerçekleşip, kendilerinin 15 Mayıs 1919 İzmir'ine ışınlanmaları olacaktır. Ben kimseye gidip savaşın demiyorum elbette. Zaten öyle savaşlar da kalmadı artık; ama sizler de benim gibi çok iyi biliyorsunuz ki bu adalar; gelirlerinin önemli bir bölümünü özellikle Türkiye’den adalara giden bizlerden elde ediyorlar. Yunan Hükümeti de bu paraları kullanarak silah alıyor ve Limni Midilli, Sakız, Sisam, İkarya gibi burnumuzun dibindeki adalara dolduruyor. Bizi tehdit ediyor. Böyle bir şey olabilir mi? Yunanistan’da milli gelirin % 25’i, Türkiye’de ise % 8’i turizmden gelmektedir. Bu adalar Türklerin en gözde tercihleri arasında, belki de en önde gelenlerden. Türkiye’den her yıl Yunanistan’a 1 200 000 kişi gidiyor. Neredeyse Yunanistan’ın Turizm gelirlerinin 1/6’sı Türkiye’den elde ediliyor. Bu yıl savaş söylentileri ve Covid 19 nedeniyle her yıldan daha az turist bu adalara gitti. Buna rağmen Türk turistlerin adalara bıraktığı para 1 Milyar Euro’dan fazla. (Bakınız https://www.tgrthaber.com.tr/ekonomi/turk-turistler-yunan-adalarina-1-milyar-avro-birakti-2848509 ) Gelin bana kızmayın. Aşağıdaki videoyu bir kere de empati kurarak izleyin ve tatil/gezi tercihlerinizi tekrar gözden geçirin. Yorgi'den, Andreas'dan, Leonidas'dan, Dimitri'den; uzzo, roka, kalamar, balık yemesek birşeyimiz mi eksilir? Ne dersiniz? Gelin sizler de Kurtuluş Savaşına ve Atatürk'e bile karşı çıkan İstanbul'un Osmanlı Efendilerinden olmayın! Gelin Anadolu'ya ve Türklere karşı Yunan Bayraklı adalara yerleştirilecek, eninde sonunda birgün bizi, kıyılarımızı, uçaklarımızı ve askerimizi vuracak silahlara sponsor olmayın artık. https://www.youtube.com/watch?v=0n6W_YFRETk
- TÜRKLER TARİHİN HANGİ DÖNEMİNDE DENİZCİ OLABİLMİŞTİR?
YAZAN: Mehmet ASAL Bu yazıma doğrudan bir cevapla başlayacağım. TÜRKİYE ASLA DENİZCİ BİR DEVLET DEĞİLDİR, BUGÜNE KADAR DA OLMAMIŞ, OLAMAMIŞTIR. ANCAK DENİZCİ BİR DEVLET OLABİLME POTANSİYELİNE FAZLASIYLA SAHİP BİR ÜLKEDİR. Bunun en önemli nedenleri; · Kıyılarının uzunluğu ve çevreleyen denizler, · Jeopolitik ve Stratejik konumu, · Nüfus ve potansiyelidir. DENİZCİLİĞİ İHMAL ETMİŞ, BU YÜZDEN KULAÇ MESAFESİNDEKİ ADALARINI BİLE KAPTIRMIŞ EŞİ BENZERİ ZOR BULUNUR BİR ÜLKEDİR. Türkiye, coğrafi konumu nedeniyle çevresindeki denizlerle yakın ilişkisi olan bir ülkedir. Üç tarafı deniz olan Türkiye; Karadeniz, Akdeniz ve Ege Denizi gibi önemli denizlere sahiptir. Tüm bu olumlu duruma rağmen Türk halkının denizlerle olan bağı ve denizcilik faaliyetleri tarihsel olarak hep zayıf kalmış ve bunun sonucunda Türkler de sürekli kaybetmiştir. Osmanlı da Denizci olamadığı için yıkılmıştır. TARİHİ SÜRECE BAKARSAK, Deniz Kuvvetlerimizin WEB Sitesinde de yazıldığı gibi ilk Türk Denizcisi ve Amiralinin Çaka Bey olduğunu görürüz. Kara askerliğinden yetişme ve Malazgirt Savaşında Alparslan’ın sol cenah komutanı olan Çaka Bey 1081 de İzmir’de bir Türk Beyliğini kurmuştur. İzmir tarihindeki ilk Türk hâkimiyetini sağlayan Çaka Bey sonrasında Çeşme’de bir donanma oluşturur ve denize açılır. Bir müddet sonra egemenliğini genişleterek Ege Denizi'ndeki bazı adalar ile denizin kıyısında bazı bölgelerde hâkimiyet kurar. Bu suretle Çaka Bey, tarihteki ilk Türk amirali unvanını alır. Bugün Çeşme limanı yakınında Çaka Bey’in bir heykeli vardır. Çaka Bey’in bu hizmeti Selçuklular tarafından karşılıksız bırakılmaz!... Çaka Bey, 1092 yılında Bizans ile ittifak oluşturan Selçuklu Sultanı I. Kılıçaslan tarafından konuk olarak davet edilip, arşı alayla karşılanıp, ziyafet sırasında bizzat Sultan I. Kılıçaslan tarafından kılıçla öldürülür. (Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi The Journal of International Social Sciences, Cilt: 29, Sayı: 2, Sayfa: 369-383, TEMMUZ – 2019, Makale Gönderme Tarihi: 09.07.2019 Kabul Tarihi: 15.07.2019) Çaka Bey, Türklerin denizde fiilen savaşan ilk ve son amiralidir. Çaka Bey’in Ege ve Akdeniz’deki faaliyeti de Türklerin ilk ve son deniz faaliyetidir. Fransız tarihçi Frenand Braudel; Selçuklu, Osmanlın ve Türkiye Cumhuriyeti’nin bir denizci devlet, Türklerin de bir denizci millet olamayışı hakkında şöyle demektedir. 13. yüzyılda Moğol istilasında İslam’ın bütün şehir medeniyeti yıkılmış, kütüphaneleri yakılmış, milyonları öldürülmüş ve bu şekilde tüm İslam dünyası bir “kasaba”ya dönüştürülmüştür. Haçlı Seferleri de İslam’ı Akdeniz’den uzaklaştırıp karaya kapatmıştır. Bu maddi çöküşe psikolojik travmalar da eklenince İslam dünyasında mistisizm ve dogmatizm etkili olmaya başlamış zamanla devlet politikalarına dönüşerek kökleşmiştir. (Braudel, ''A History of Civilizations'', Penguin Yayınevi, 1995, sf. 85-92) Braudel’in bahsettiği bu olaylardan da en çok Selçuklu ve Osmanlı etkilenmiştir. Hem Selçuklu ve hem de Osmanlı bu sürecin ve başka nedenlerin de etkisiyle karaya hapsolmuşlar, hiçbir zaman denizci bir devlet ve denizci bir millet olma özelliği kazanamamışlardıe. Türkiye Cumhuriyeti de bu sürecin bir devamıdır. Barbaros Hayrettin ve kardeşleri; Oruç Reis, İlyas Reis, İshak Reis, ardından da Turgut Reis, Piri Reis Osmanlının Amiralleri/Denizcileri sayılırlar. Bu kahraman ve gözü pek denizciler gerçekte asla Osmanlının yetiştirdiği denizciler değildir. Osmanlı’nın hizmetine aldığı Akdeniz’de korsanlık yaparak kendilerini geliştiren ve güçlendiren denizcilerdir onlar. Yaptığı dünya haritaları birçoğumuzun evlerimizi süsleyen, 1513 tarihinde ilk dünya haritasını çizen Piri Reis’in yaptığı hizmetleri de tıpkı ilk amiral Çaka Bey gibi karşılıksız kalmamış, Kanuni Sultan Süleyman'ın fermanı üzerine 1553'te Kahire'de boynu vurularak idam edilmiştir. (Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi, Journal Of Modern Turkish History Studies, XIII/26 (2013-Bahar/Spring), ss. 301-315.) Her yıl 28 Eylül günü yıldönümünü kutladığımız Preveze Deniz Muharebesinde, Barbaros Hayreddin Paşa, Yunanistan'ın kuzeybatısında, Amiral Andrea Doria’yı mağlup etmişti… Bu zaferden sonra söylenen ve bugünlere intikal eden türkü şöyle demektedir: ‘’Deniz üstünde yürür, Düşmanı arar buluruz. Öcümüz komaz alırız, Bize Hayrettinli derler’’ Sözlere dikkat ederseniz, ‘’Bize Hayrettinli derler’’ demektedir. ‘’Bize Osmanlı derler’’ demez… Başka bir söze gerek var mı? Ardından gelen yıllarda; İnebahtı, Çeşme, Navarin ve Sinop baskınları ve mağlubiyetleri ard arda gelir. İnebahtı mağlubiyeti; Turgut Reis’in Yavuz Sultan Selim’e söylediği ve istediği gemilerin yenilenme işinin hiçbir zaman yapılmamasından kaynaklıdır. Sokullu Mehmed Paşa, bu mağlubiyetten sonra yeni bir donanma hazırlamasını istediğinde Uluç Ali Paşa'ya, "Bütün donanmanın demirlerini gümüşten, halatlarını ibrişimden, yelkenlerini atlastan yapabiliriz. Hangi geminin malzemesi yetişmezse gel benden al" demiş, altı ay içerisinde 150 adet kadırga inşa edilmiş ancak kadırgalar teknolojik olarak gelişen İspanyol ve Venedik gemileri karşısında yine çok zayıf kalmıştır. Çünkü o dönem de özellikle İspanyollar Ümit Burnu gibi uzak diyarların keşfi için daha büyük, daha teknolojik gemiler yapmakta ve bunları kullanmaktadırlar. Gemilerin yetersizliğinden daha vahim olan; İnebahtı’nda kaybedilen denizci insan kaynağıdır. Bu denizciler bir daha asla yerine konamamıştır. Çeşme Deniz Muharebesinde Rus Donanması "bir dünya" yolu dolaşıp gelmiş ve Çeşme de gaflet içindeki donamayı yok etmiştir. İnebahtı mağlubiyeti, Navarin ve Sinop Baskınları da tam bir aymazlık ve taktik/strateji hatalarıdır. Özellikle Navarin'de Donanma 3 ülkenin aynı anda saldırısına maruz kalmıştır. Zira, tıpkı bugünlerde olduğu gibi Osmanlı tüm dünya ile kavgalı ve küstür. Bu dört yenilgi ile Osmanlının artık deniz ile hiçbir ilgisi kalmamıştır. Bu dönemden sonra Osmanlı daha güçlü gemilere sahip olsa da artık denizcileri kalmamıştır. Çünkü sadece güçlü gemilerin bir araya gelmesi ile bir Donanma kurulamaz. Önemli olan ona kumanda edecek eğitimli amiraller ve eğitmli denizciler bulabilmektir. Sultan Abdülaziz döneminde (1861-1876) Osmanlı donanması yenilenmiştir. Ekonomik güçlüklere rağmen değişik boyutlarda savaş gemileri alınmıştır. 1867'de Bahriye Nezareti kurulmuştur. Abdülaziz döneminde Osmanlı donanmasında 30'u zırhlı, 70'i ahşap olmak üzere toplam 106 gemiye ulaşmıştır. O dönemde Osmanlı donanması dünyanın en büyük 3. donanması haline gelmiştir. II. Abdülhamit'e işte böyle büyük bir donanma miras kalmıştır. (TANZİMAT’TAN CUMHURİYET’E TÜRK DENİZ TARİHİ, Emre AYKAÇ, 2020) Daha sonra, Padişah II. Abdülhamit'in kendisine komplo kurulabilir endişeleri ve aymazlığı nedeniyle Donanmanın Haliç’e tıkıldığı ve tamamen işlemez hale getirildiği bir dönem yaşanmıştır. Haliç’te tutulan Donanma zaten yeterli ve yetenekli Denizcinin de kalmamış olması nedeniyle 1897 Türk-Yunan Savaşında denize açılmaya çalışmış ancak Çanakkale’ye bile varamamıştır. (TC Kocaeli Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Tarih ana bilim dalı, tarih bilim dalı, Osmanlı modernleşmesinden ıı. Dünya savaşına: Cumhuriyet Donanması ve Gölcük Tersanesi’nin Kurulması ,Yüksek Lisans Tezi, Uğur Öztürk, Kocaeli -2017) Özetle tarihi geçmişinden de görüleceği üzere Türkler Çakabey’den sonra Denizcilikle ilgilenmemiş ve her tarafı denizle çevrili bu coğrafyada sırtını Denize dönerek ana karacı vasfı kazanmışlardır. Böyle istisnai bir coğrafya için bir nevi ihanet olan bu durum, önce duraklamayı ardından da çöküşü getirmiştir. Bugün yaşanan bu tarihten ve bu anlatılanlardan ders çıkarılmış ve Denizci bir devlet olma adımları atılmakta mıdır? Maalesef hayır. Sadece “Mavi Vatan, Mavi Vatan” diyerek denizci karakter kazanılamaz. 1. Denizci millet (cumhuriyet) ne demektir. "Denizci cumhuriyetler" tabiri (İtalyanca: Repubbliche Marina re) İtalya'da Orta Çağ'da ortaya çıkan ve gelişen şehir devletlerini tanımlar. Bunlardan en bilinenleri Pisa, Ceneviz ve Venedik'tir. Bu devletler birbirleriyle hem askeri hem de ekonomik anlamda rekabet halinde olmuşlardır. "Denizci millet" ifadesi, denizlerle sıkı bir şekilde ilişkilendirilen, denizlerde ticaret, keşif veya askeri faaliyetlerde bulunan bir milleti tanımlar. Denizcilik geleneği ve denizlerle olan yakın ilişkisi nedeniyle denizlerin etrafında yaşayan veya denizlerde faaliyet gösteren bir ulusu ifade eder. Diğer bir ifade ile; Devletin bekası, halkın refahı ve mutluluğu için denizin veya suyun (göl ve akarsulara sahip ülkeler için) öncelikle ve yoğunlukla kullanılması sürecine, “denizcileşme” diyebiliriz. Daha akademik bir ifadeyle; denizcileşme, denizcilik gücüne hayat veren tüm alanlarda katma değer yaratma sürecidir. Bu süreç, devletin, siyasi, askeri, ekonomik, psiko-sosyal ve kültürel güç alanlarında denizin öncü rolünü benimsemekle başarıya ulaşır. Denizci milletler genellikle; · Denizcilik alanında büyük bir deneyim, · Caydırıcı ve tecavüzleri önleyici büyüklükte Donanma, · Gemi yapımı, · Deniz ticareti, · Balıkçılık, · Deniz dibi yataklarında araştırma ve çıkarım, · Dünya çapında deniz keşifleri, · Deniz Sporları ve Turizmi, · Denizcilikle ilgili diğer faaliyetlerde uzmanlaşmış bir toplumun üyesidir. Bu çeşit milletin insanları; denizlere olan bağlılıklarıyla bilinirler ve denizlerdeki kaynaklardan faydalanarak yaşamlarını sürdürürler. Denizci Milletler: Denizlerdeki ticaret, ekonomik büyüme, kültürel etkileşimler ve jeopolitik güç açısından da önemli bir rol oynarlar. Denizci millet örnekleri arasında tarihsel olarak İngilizler, Portekizliler, İspanyollar ve Hollandalılar gibi ülkeler öne çıkar. Bu ülkeler, sömürgecilik döneminde deniz yollarını kontrol ederek büyük deniz imparatorlukları kurmuşlardır. Günümüzde de birçok ülke denizcilik faaliyetleriyle uğraşmakta ve denizlerin sunduğu fırsatları değerlendirmektedir. Denizci bir millet nasıl olunur? Denizci bir millet olmak ancak, bir ülkenin denizlerle olan ilişkisini güçlendirmesi ve denizcilik faaliyetlerine odaklanmasıyla gerçekleşir. Denizci bir millet olmanın bazı yolları aşağıdadır: · Denizcilik Kültürünü Geliştirmek: Denizcilik kültürü; denizlerle ilgili bilgi, beceri ve değerlerin birleşimidir. Denizci bir millet olmak için, denizcilik kültürünü yaygınlaştırmak ve desteklemek önemlidir. Denizcilikle ilgili eğitim ve bilinçlendirme programları düzenlemek, kültürel etkinlikleri teşvik etmek ve denizcilik geçmişine vurgu yapmak, denizci bir milletin oluşumunda yardımcı olabilir. · Denizcilik Eğitimi ve Teknik Becerileri Geliştirmek: Denizcilik faaliyetlerine odaklanan bir millet olmak için, denizcilik eğitimi ve teknik becerilerin geliştirilmesi önemlidir. Denizcilik askeri ve sivil okulları, eğitim programları ve mesleki kurslar aracılığıyla denizcilik alanında uzmanlaşmak ve yetenekleri artırmak için fırsatlar aranmalıdır. · Denizcilik Endüstrisini Desteklemek: Denizcilik endüstrisinin gelişimini desteklemek, denizci bir millet olmanın önemli bir parçasıdır. Gerek Harp Bahriyesi gerekse ticari bahriye için Gemi inşası, deniz taşımacılığı, liman işletmeciliği, balıkçılık, deniz dibi kaynaklara erişim gibi denizcilik sektörlerine yatırım yapmak, istihdamı artırmak ve ekonomik büyümeyi teşvik etmek için önemlidir. · Deniz Araştırmalarına ve Keşiflere Destek Vermek: Denizlerin keşfi ve araştırılması, denizci bir milletin önemli bir özelliğidir. Deniz bilimleri araştırmalarını desteklemek, deniz eko sistemlerini koruma çabalarına katkıda bulunmak ve deniz kaynaklarının sürdürülebilir şekilde kullanımını teşvik etmek, denizlerle olan bağlantıyı güçlendirebilir. · Deniz Güvenliği ve Deniz Hukuku Konusunda İş birliği Yapmak: Deniz güvenliği ve deniz hukukuna sahip çıkmak, denizci bir milletin vazgeçilmez unsurlarıdır. Denizlerde güvenliği sağlamak için deniz kuvvetleri ve Sahil Güvenlik birimleri arasında iş birliği yapmak, denizlerdeki yasadışı faaliyetlerle mücadele etmek, deniz hukukunun kurallarını çok iyi bilmek, dünyadaki benzer örnekleri incelemek, uluslararası divanlar ve mahkeme kararlarını bilmek ve uymak çok önemlidir. Türkiye'nin denizcilikle ilgili bazı özellikleri/avantajları şunlardır: Denizcilik Tarihi: Türk halkının denizlerle olan ilişkisi, batılı ülkeler kadar olmamış, olamamıştır. Buna rağmen az da olsa Osmanlı İmparatorluğu döneminden bu yana bir merak görülür. Osmanlı İmparatorluğu, kendisi imparatorluk gücüyle olmasa bile özellikle Türk Korsanları aracılığıyla Akdeniz ve Kızıldeniz gibi önemli denizlerde bir dönem etkili olmuş, deniz yollarını kontrol etmiştir. Ancak bu kontrol merkezi bir Donanma gücü yerine bireysel veya bölgesel anlamda Türk denizcilerinin, ticaret, keşif ve bazen de askeri faaliyetleriyle ortaya çıkmıştır. Sadece Sokullu Mehmet Paşa döneminde Türkler gemi yapımı işine girişmişse de yapılan gemiler Batılı Denizci ülkelerin gerisinde kaldığından, açık denizlere uygun olmadığından, Türkler giderek gerilemeye başlamış ve dünyada da etkili olamamıştır. Denizcilik Potansiyeli: Türkiye, deniz taşımacılığı, tersane ve gemi inşa, liman işletmeciliği gibi denizcilik endüstrilerine sahip potansiyel bir ülkedir. İstanbul Boğazı ve Çanakkale Boğazı gibi önemli su yolları, Türkiye'yi stratejik bir konuma getirmektedir. Denizcilik Altyapısı: Türkiye, birçok modern limana ve marinaya sahiptir. İzmir, İstanbul, Mersin, Antalya, İskenderun gibi limanlar, deniz ticaretinin yoğun olduğu bölgelerdir. Ayrıca, Türk Deniz Kuvvetleri, deniz güvenliğini sağlama ve Türk kara sularını koruma görevlerini yerine getiren modern bir deniz gücüdür. Deniz Turizmi: Türkiye, güzel kumsalları, tarihi ve doğal güzellikleriyle turistler için popüler bir deniz turizmi destinasyonudur. Kendi halkına kapatmak pahasına da olsa, Özellikle Akdeniz ve Ege kıyıları, yelken, dalış, deniz sporları gibi aktiviteler için turistlere ve parası olanlara cazip bir ortam sunar. Türkiye’nin coğrafi konumuna paralel bir denizci bir millet olamamasının en önemli bir nedeni de iç kısımlarında tarım, sanayi ve diğer sektörlerde faaliyet gösteren azımsanmayacak sayıda bir toplumun olması ve bunların ürettiklerini intikal ettirmede bile denize yönelmeyişleridir. Bu nedenle, Türkiye'nin denizlerle olan ilişkisi hiç bir dönemde tüm toplumu kapsamamıştır. Bu gidişle kapsamayacaktır da. Osmanlı tıpkı birçok Sadrazamında olduğu gibi en önemli kaptanı deryalarını da öldürtmüştür. Bu durumda nasıl denizci olunabilir di? Tıpkı 2000 lerin başında Balyoz kumpasları ile en yetkin ve yetişmiş denizcilerinin intihara sürüklendiği, yıllarca hapislerde çürütüldüğü ve tasfiye edildiği olaylarda olduğu gibi. Ancak, sadece bu durumun doğrudan doğruya "denizci millet olma" kavramıyla bir ilişkisi bulunmamaktadır. Denizci olmak için, bir bireyin denizlerle olan ilişkisini ve denizcilikle ilgili beceri ve bilgilerini geliştirmesi gerekir. Sadece belli bir kesimin değil, bahriyelilerin değil tüm toplumun ilgili ve duyarlı olması önem taşır. BİR KİŞİ YA DA MİLLET DENİZCİ OLMAK İÇİN ŞU ADIMLARI İZLEYEBİLİR: Denizcilik Eğitimi ve Becerileri Geliştirme: Denizcilik alanında eğitim almak veya mesleki kurslara katılmak, denizcilikle ilgili bilgi ve becerileri geliştirmenin önemli bir yoludur. Denizcilik okulları, üniversitelerdeki denizcilik programları veya denizcilikle ilgili mesleki sertifikalar, denizci olma yolunda yardımcı olabilir. Denizcilik Endüstrisinde Deneyim Kazanma: Denizcilik endüstrisinde çalışmak veya staj yapmak, denizci olma sürecinde pratik deneyim kazanmanın önemli bir yolu olabilir. Gemi inşası, deniz taşımacılığı, liman işletmeciliği veya deniz turizmi gibi sektörlerde çalışarak, denizcilikle ilgili işlerde aktif rol alınabilir. Denizcilik Kültürü ile İlgilenme: Denizcilikle ilgili kültürü araştırma, denizcilik tarihini ve geleneğini öğrenme, denizci topluluklarıyla etkileşimde bulunma gibi adımlar, denizcilikle bağlantı kurmanızı ve denizci olma yolunda daha fazla bilgi edinmenizi sağlar. Denizcilik Aktivitelerine Katılma: Denizcilikle ilgili aktivitelere katılarak, denizcilerle bir araya gelme ve deneyimlerini paylaşma şansı bulunabilir. Yelken yapma, dalış, deniz sporları gibi aktiviteler, denizcilikle bağlantı kurmayı ve denizci becerileri geliştirmeyi sağlar. Unutmayalım ki, Osmanlı İmparatorluğu dönemindeki olaylar, kişisel denizcilik becerileri ve alanlarıyla ilgili değildir. Denizci olmak, denizlere olan ilgi, denizcilik eğitimi ve denizcilik faaliyetlerine katılım üzerine kurulu bir süreçtir. Denizcilik genlerle ilgili midir? ABD denizci bir ülke midir? Kıta ülkesi ve etrafı denizlerle çevrili olduğu için ABD daha mı güvendedir? Her ne kadar genlerle ilgisi var da dense yok da dense, Dünyada denizci millet, denizci ülke gibi kavramlar kullanılıyor ve oluşmuşsa bunu yadsıyamayız elbette. 3000’e ada ada ve adacığı elinde bulundurup lojistiğini ve güvenliğini idame edebilen bir Yunanistan ile 2 adasından birine (Gökçeada) kışın doğru düzgün ulaşım sağlayamayan Türkiye’nin genlerini kıyaslarsak eminim ki denizcilik alanında ciddi farklar görürüz. Türk insanının yüzmeyi bilme oranı % 40 iken bu oran Yunanistan’da % 80 dir. Sadece bu basit istatistik bile çok şey anlatmıyor mu? Elbette ki denizcilik bu sadece genlerle ilgili değil, coğrafya,gelenek, yetenek ve denize duyulan ilgi ile de bağlantılıdır. Zira Denizcilik, denizlerle olan ilişkiyi ve denizcilik faaliyetlerini içeren oldukça büyük bir alanı ifade eder. Bilgi, beceri ve deneyim gerektiren bir alandır. Bu beceriler başta az olsa bile zamanla öğrenilebilir ve geliştirilebilir. Ama bu konularda devletin çok ciddi desteği, üniversiteler ve tüm diğer eğitim kurumlarının teşviki ile. ABD ye gelirsek; bir kıta ülkesi kabul edilebilir. ABD'nin önemli iki okyanusta uzun kıyılarının olması, denizcilik faaliyetlerinde ona büyük bir potansiyel sunar. Ülke Savunması bakımından da güçlü bir deniz gücü vasıtasıyla uzaktan korunma, tehdit kıyılarına yaklaşmadan bertaraf etme imkânı sağlar. Yani deniz gücü aynı zamanda denizci bir ülke olmasının da teminatı olmuştur. Muharip deniz gücü, ABD’nin global denizcilik alanında ve dünya reel politiğinde de önemli bir rol üstlenmesini sağlar. ABD Deniz Kuvvetleri dünyanın en büyük ve en güçlü donanmasına sahiptir. Bunun yanı sıra, ABD'nin birçok limanı, deniz taşımacılığı ve uluslararası ticaret için stratejik öneme sahiptir. Bu da gösteriyor ki Denizci bir ülke olmanın yolu önce güçlü bir Deniz Gücüne (Donanma) sahip olmaktan geçer. Osmanlı’nın özellikle 1800’lü yıllar ve 1900’lerin başındaki ada ve toprak kayıplarının nedeni Donanmasının olmayışı, var gibi gösterilen fakat aslında çoğu Türk Korsanlarına ait gemilerin de Çeşme, İnebahtı, Navarin ve Sinop’ta yok edilmesidir. Osmanlının özellikle II. Abdülhamit döneminden kötü bir mirası olan donanmasızlık, Abdülhamit'in o donanmayı korkusundan yıllarca kıpırdatmaması nedeniyle dönemin en büyük acısı olan Ege Adalarının kaybına neden olmuştur. 1912 kışı ile 1913 baharı arasında burnumuzun hemen dibindeki Ege adalarımızın tamamı kaybedilmiştir. Osmanlı o günlerde değil adalarını, Çeşme gibi İzmir’in yanı başındaki anavatan beldesini bile denizden koruyacak durumda değildir. Görüldüğü ve ABD örneğinde olduğu gibi herhangi bir ülkenin denizlerle çevrili olması, otomatik olarak güvenlik taşıdığı anlamına gelmez. Denizlerin güvenliği, denizcilik politikaları, uluslararası iş birliği, denizden savunma önlemleri ve deniz hukuku kurallarına uyum gibi birçok faktörü içerir. Denizlerin güvenliği, bir ülkenin deniz kuvvetlerinin yetenekleri, deniz güvenlik teşkilatlarının etkinliği ve uluslararası iş birliğiyle ilişkilidir. SONUÇ OLARAK, denizcilik bir ülkenin coğrafi konumuyla ilişkili olabilir, ancak denizcilik yetenekleri ve denizlerle olan ilişkisi daha çok o ülkenin politikaları, kaynakları ve denizcilikle ilgili faaliyetlere olan bağlılığına dayanır Uluslar denizci doğmaz, denizci olurlar. Onları denizci yapan ise DEVLETtir. Denizcileşme, denizcilik gücüne hayat veren tüm alanlarda katma değer yaratma sürecidir. Türkiye gerek coğrafyası gerekse nüfusu ile denizcileşmeyi başaracak potansiyele sahiptir. “Mavi uygarlığın sahibi denizci bir Türkiye”, erişilmesi zor bir ülkü değildir. Ciddiyet, sabır, çalışma, dürüstlük ve ilgi gerektirir. DENİZLERE HAKİM OLAN CİHANA HAKİM OLUR. Barbaros (Hızır) Hayrettin Sizi üzdüysem, hayal kırıklığı yaşattı isem affola. Gerçekleri bilmemiz ve ona göre davranmamız gerekli değil mi? Tarih yazmak, tarih yapmak kadar zordur…. Yazan yapana sadık kalmazsa değişmeyen hakikat, insanlığı şaşırtan bir hal alır…. “Gerçekleri söylemekten korkmayınız!” Mustafa Kemal ATATÜRK
- Fransa ve Fransızlar Türkleri Neden Sevmezler?
YAZAN : Mehmet ASAL Fransa ve Macron kırmızı çizgiyi ve haddini yine aştı! Fransa Türkiye'ye karşı kıta sahanlığında Oruçreis gemisiyle yaptığı araştırmaya karşılık, Yunanistan’ı desteklemek için asker gönderiyor... Macron'un Doğu Akdeniz'e asker göndereceğini ilan etmesi Yunanistan'da sevinç çığlıklarıyla karşılandı, Başbakan Miçotakis Fransızca yazdığı bir Twitter mesajıyla teşekkür etti. Ankara'ya bölgede yürüttüğü doğalgaz arama faaliyetlerini durdurma çağrısı yapan Macron, "Aralarında Yunanistan'ın olduğu Avrupalı ortaklarımızın da işbirliği ile gelecek günlerde Doğu Akdeniz'deki Fransız askeri varlığını geçici olarak güçlendirmeye karar verdim" dedi. To Vima gazetesi ise hafta içinde Güney Kıbrıs'a iki adet Rafale savaş uçağı indiren Fransa'nın, bununla da kalmayıp bir helikopterin katılımıyla Yunan savaş gemileriyle tatbikat yapacağını yazdı. Gelelim tekrar Fransa’ya. Tüm Emperyalist güçlerin Türkiye ve Türk toprakları üzerinde gözü olmakla birlikte, Fransa; Osmanlı Döneminde elde ettiği büyük imtiyazları, kapitülasyonları Cumhuriyet ile birlikte kaybettikten ve özellikle Güney Doğu Anadolu’yu ve Kilikya’yı terk etmek, akabinde Hatay’ı da kaybetmek, Büyük Ermenistan ve Kürdistan’ı kurduramamaktan ötürü Lozan’dan bu yana tam bir Türk ve Türkiye düşmanı ülke konumuna gelmiştir. Türkiye’nin karşısında ve aleyhinde hangi dernek, cemiyet, örgüt, topluluk varsa Fransa daima onların yanındadır. Asırlarca dünyayı sömürmüş olmanın verdiği alışkanlıkla kendisini dev aynasında görmekte, hala yönetip yönlendirebileceklerini düşünmekte, Türkiye Cumhuriyeti’ni de eski Osmanlı sanmaktadır. LIBERTE, EGALITE, FRATERNITE. Özgürlük, eşitlik ve kardeşlik sloganlarının atıldığı 1789 Fransa’sı bugün, başka ırkları ve dinleri küçümseyen, İngilizceyi bilse dahi konuşmayan bir millete dönüşmüştür. Fransızlar kibirlidir. Son 2 büyük dünya harbinde de kolayca teslim olup ciddi bir zafer elde edememelerine rağmen konu büyük savaşlardan açıldığımda “mangalda kül bırakmazlar” Fransızları; İngilizler de sevmez, Almanlar da hatta İspanyol ve Portekizler de. Bugün 5 asır önceki Rönesans ve Reformların, 2 asır önceki hak ve özgürlüklerin savunucusu ülke değildir Fransa. Fransa 1954’ten 1962’ye kadar 8 yıl süreyle Cezayir’in Bağımsızlık savaşına karşı çıkarak bir buçuk milyon Cezayirli Müslümanı katletmiş, Fransız Devrimi ile özleştirilmesine rağmen bugün onun getirdiği kavramlardan çok uzak davranışlar içerisinde bir ülkedir. Tunus ve Çad’da ki Sömürüsü, zemin hazırladığı Ruanda Soykırımı ve daha niceleri saymakla bitmez. Tüm bunlara rağmen halen bazı Türklerin Frankofon hayranlığının nedeni anlamakta ciddi zorluk çekmekteyim. Fransa, yönetimde yarı-başkanlık sisteminin uygulandığı üniter bir devlettir. Ülkenin başlıca ilke ve ülküleri İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi'nde açıklanmıştır. Fransa, Avrupa Birliği adlı siyasi ve ekonomik örgütlenmenin kurucu üyelerinden biridir ve birlik üyesi ülkeler içinde yüzölçümü en büyük olanıdır. Ülke, bunun yanında Birleşmiş Milletler ‘in de kurucu üyelerinden, Frankofon'un, G8 Zirvelerinin, Latin Birliği'nin ve NATO'nun da katılımcılarındandır. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin beş daimî üyesinden biridir. 360 etkin savaş başlığı ve 59 nükleer santraliyle önemli bir nükleer güçtür. Nükleer Enerji de Dünya da ABDden sonra gelen 2nci ülkedir. Bugünkü kalkınmışlığının da en önemli nedeni bu enerji fazlasıdır. Fransa, 17. yüzyılın ikinci yarısından bu yana dünya genelinde uluslararası ilişkiler alanında öne çıkan ülkelerden biri olmuş, 18. ve 19. yüzyıllar arasında, dönemin en büyük sömürge imparatorluklarından birini kurmuştur. Bu dönemlerde Fransa'nın sınırları güneydoğu Asya’dan batı Afrika'ya kadar uzanmış, etki ettiği bölgelerdeki toplumların kültür ve siyasetlerinde belirgin izler bırakmıştır. Fransa ile aramızdaki beş asırlık köklü ilişkilerin temelinde, önemli bir ticari ve ekonomik çıkar yatmaktadır. Fransa’da 360.000’i aşkın çifte vatandaş olmak üzere 700 bini aşkın Türk nüfus yaşamaktadır. Fakat Türkleri ve Türkiye’yi hiç sevmeyen, 150 yıldır kâh Kürtler, kâh Ermeniler vasıtasıyla parçalamaya çalışan sözde bir NATO müttefikimizdir, üstelik NATO’ya geri dönüşü de 2009 yılında Türkiye’nin verdiği onayla olmasına rağmen. Fransa, Türkiye’nin gerek nüfusu gerekse dini nedeniyle AB’ne alınmasına en açık ve pervasızca karşı çıkan ülkedir. Nüfusu Fransa dışındaki 5 yerleşim Bölgesi ile birlikte yaklaşık 68 milyondur. Fransız halkı da pek çok Avrupalı halk gibi kendi toplumundan başka toplumlarla ilgilenmez. Fransız aydınları halkının bu bencil ve kibirli özelliğini açıkça itiraf ederler. Fransız yazar Ydewalle şöyle der: “Orta tabakadan bir Fransız, genel fikirlere ilgi duysa bile çok dar bir çerçeve içinde yaşar. Oturduğu kenti çok iyi tanır, fakat ülkesini pek tanımaz. Sınırların ötesinde olup bitenler hakkında ise yetersiz ve çarpıtılmış bilgilere sahiptir.” Bu sözlerden şunu anlayabiliriz: Bir Fransız’a, bir başka millet hakkında ne söylenirse kolayca ona inanır; tıpkı, günümüzdeki yalan üzerine kurulu Ermeni propagandasına veya PKK’nın barışçı olduğuna inandığı gibi. Fransızlar ve tüm ‘Batılılar’ “Türk korkusunun beslediği gizli Türk düşmanlığına inançla!” yetiştirilirler. Türkler hakkındaki gerçek dışı olumsuz sözlere hemen inanırlar. Bizlerin de gerek tanıtım gerekse dış politika olarak zafiyetimiz ortada olunca bu, anlaşılması hiç te zor olmayan bir durumdur. Tüm Batılılar gibi Fransızlar'da da Türk’lere karşı temelsiz bir gizli düşmanlık vardır. Türkler zararına oluşan bu bilinçaltı kirliliği; Türkler ‘zayıf’ düştüğü her anda, rahatça açığa çıkma eğilimindedir. Fransızlar, Türklere önce, İspanya’daki Müslümanlara dedikleri gibi ‘Sarsarian’ adını vermiştir. 14. yüzyılda ‘Maure’ demeye başlamış, daha sonra da ‘Musulman’ sözünü kullanmışlardır. 19. yüzyıldan sonra ise ‘Türk’ sözcüğü ‘Müslüman’ adıyla eş anlamlı olarak kullanılagelmiştir. Haçlı Seferleri’nin yapıldığı 11. ve 12. yüzyıllar, Türkler açısından Avrupa’da olumsuz algılamanın doğup başladığı yıllardır. Seferden dönen -beyin gücüne değil, kaba güç özelliğine sahip- Fransızlar, ailelerine ve çevrelerine abartılı savaş öyküleri anlatmışlardır. Büyük bir kahraman olduklarını vurgulamak için “insanüstü yaratıklarla” nasıl savaştıklarını masal karışımı kurgularla aktarmışlardır. Türkleri-Müslümanları, bir başka deyişle ‘o yenilmez canavarları’ nasıl yendiklerini abartının doruklarında dolaşarak tasvir etmişler... “Bir dudağı yerde, bir dudağı gökte kana susamış canavarlar” olarak anlatılan Türk, o yıllardan beri Fransızların ve diğer Avrupalıların, bilinçaltına ’korku’ öğesi olarak yerleştirilmiştir. Osmanlının 15 ve 16. yüzyıllardaki gücü de, bu masallara adeta destek olmuş ya da onları gerçeğin iklimine taşımıştır. 1570’lerde Montaigne’in “Denemeler” inde belirttiği “Türk Padişahı, dünya ne kadar küçükmüş, dermiş...” diye başlayan o masum cümleleriyle, 'Türk Gücü' nü açıklarken, dolaylı olarak, uydurma masalların Batılıların bilinçaltında ‘gerçeğe’ dönüşmesine yardım etmiştir... Türklerin Akdeniz’deki egemenliği, Fransız halkında Türk düşmanlığının iyice kökleşmesine neden olmuştur. Bakış açılarına ‘dinî ölçü’ egemen olunca, İslâm cephesinde yer alan Türklerin varlığı, Türk’ün peşinen ‘kötü’ olması fikrini doğurmuştur. Kanuni’nin Fransa’ya verdiği ‘kapitülasyon’ ihsanları ve 'Fransız kültürüne serbestlik' de bu durumu değiştirmemiştir. 17. yüzyıl başlarında bir Fransız için Türk, dış görünüş bakımından bir ‘dev’, ahlâkî bakımdan da Hıristiyanlara zulüm yapan ‘şeytanî bir yaratık’ tır. Bu temaları, 1631’de Paris’te haftalık olarak yayımlanan herhangi bir Gazetede görmek mümkündür. Türk-Fransız diplomatik ilişkilerinin tarihi 1483 yılına uzanmaktadır. Sultan II. Bayezid, anılan tarihte, Fransa’da tutulan kardeşi Cem Sultan hakkında bilgi almak üzere XI. Louis’ye Ilımlı (Limni) adasından Yunan kökenli bir Elçi göndermiştir. Osmanlı İmparatorluğu nezdinde mukim ilk Fransız Büyükelçisi Jean de la Forest de 1535 yılında göreve başlamıştır. Aynı yıl Fransa'ya kapitülasyonların verilmesiyle Fransa, Osmanlı Devleti nezdinde en ayrıcalıklı devlet konumuna gelmiştir. Osmanlı İmparatorluğu, ilk Büyükelçisi Yirmi sekiz Mehmet Çelebi’yi 1721 yılında Fransa nezdinde göreve atamıştır. 17. yüzyıldan itibaren Anadolu toprakları üzerinden Doğu Akdeniz’in kontrolünü sağlamaya çalışan ve bu amaçla Ermenileri kullanan, onların bağımsızlık talebiyle isyan etmesinde önemli bir rol oynayan devlettir Fransa. Genç Türkiye Cumhuriyeti ile Fransa arasındaki ilişkilerin temelini ise Kurtuluş Savaşı sırasında imzalanan 20 Ekim 1921 tarihli Ankara Antlaşması oluşturmaktadır. Fransa, Ermenilere verdiği desteği ve Ermenilerle iş birliğini İstiklâl Harbi yıllarında da sürdürmüş ve Anadolu’dan tahliye ettiği isyancı Ermenilerinden oluşan üç taburluk kuvveti Kıbrıs’ın Monarga köyünde eğittikten sonra Urfa, Antep ve Maraş’ın işgalinde kullanmıştır. Ancak Kuvay-ı Milliye’nin Fransız kuvvetlerine karşı yürüttüğü başarılı mücadeleden sonra bölgede tutunamayacağını anlayan Fransa, 21 Ekim 1921’de TBMM ile Ankara Antlaşmasını imzalamış ve Anadolu topraklarını işgal için getirdiği Ermeni lejyon askerleriyle birlikte Anadoludan çekilmek zorunda kalmıştır. Ermenilere Anadolu’da yurt kurma girişimlerini Lozan görüşmeleri sırasında da dile getiren Fransa’nın Eermeni'lere özerklik verilmesi konusundaki talebi Türk Heyeti tarafından ısrarla ve taviz verilmeden reddedilmiştir. Fransa’nın Türkiye Cumhuriyeti’nin başlangıcından günümüze kadar Ermeni meselesinde izlediği politikalar hep Türkiye aleyhinedir. Cumhuriyet döneminde de Ermenilere verdiği desteği sürdüren Fransa 1937 yılında ilk Ermeni soykırım anıtını açmış ve Fransa’da günümüze kadar 40’dan fazla soykırım anıtı dikilmiştir. Türkiye’nin Paris Büyükelçisi İsmail Erez’in 1975 yılında ASALA (Ermenistan’ın Kurtuluşu için Ermeni Gizli Ordusu) tarafından şehit edilmesiyle başlayan süreçte gerçekleştirdiği 37 eylemle Fransa ASALA’nın Türklere karşı en çok eylem gerçekleştirdiği ülke haline gelmiştir. Fransa 1998’ten başlayarak günümüze kadar Parlamentosunda Türkiye’yi soykırımla suçlayan birçok karar almış, ancak Fransız Anayasa Mahkemesi Fransız Parlamentosunda alınan bazı kararları iptal etmiştir. Fransız Anayasa Mahkemesinin verdiği iptal kararlarından ve AİHM’nin Perinçek davasında verdiği karardan sonra Fransız yönetiminin geri adım atması beklenirken Fransa Devlet Yönetimi, Ermeni tezlerine desteğini sürdürmeye devam etmiştir. Türkiye ile Fransa arasında yaşanan İskenderun sancağı (Hatay) sorunu; Türkiye Lozan görüşmelerinde büyük bir başarı kazanarak bağımsızlık hakkını ve hükümranlığını muhasım ülkelere kabul ettirmekle birlikte 25 Nisan 1920’de Fransız mandasına bırakılan İskenderun Sancağının Türk toprakları içine alınması mümkün olamamış ve mandater ülke sıfatıyla Fransa bu bölgeyi Halep üzerinden Suriye’ye bağlamıştır. Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra tüm ülkelerle iyi ilişkiler kurma politikası kapsamında Fransa ile karşı karşıya gelmemek düşüncesiyle elverişli şartların oluşmasına kadar sorunun çözümü ertelenmiş ve 30 Mayıs 1926 tarihinde Türkiye ile Fransa arasında akdedilen Dostluk Anlaşmasıyla İskenderun Sancağı bölgesinin statüsü teyit edilmiştir. Ancak Fransa’nın 22 Aralık 1936’da Suriye ile imzaladığı ve Suriye’ye bağımsızlık verilmesini öngören anlaşma ile İskenderun Sancağının da Suriye’ye bağlanması tehlikesinin ortaya çıkması üzerine Türk Hükümeti sorunun halledilmesi için Fransa ve Milletler Cemiyeti (MC) nezdinde girişimlerde bulunmuştur. MC sorunun halli için bir gözlemci heyeti görevlendirmiş, heyet 31 Aralık 1936’da göreve başlamıştır. Soruna bir çözüm bulmak amacıyla Fransa ile görüşmelerini sürdüren Türkiye’nin Hatay’ın bağımsız bir devlet olmasına ilişkin önerisi başlangıçta Fransa tarafından reddedilmiş ve Fransa takip eden dönemde Dersim isyanını destekleyerek Türkiye’nin dikkatini Hatay’dan Dersim’e çekmeye çalışmıştır. Dersim ve Hatay’daki Alevileri Türklere karşı kışkırtan Fransa Türkiye’nin sıkıştırılması çabaları kapsamında Ermenileri de kullanmış ve Hatay bölgesindeki Ermenilere silah dağıtmıştır. Fransa’nın Hatay bölgesinde Türklere karşı Ermenileri kullanmaya kalkışması üzerine Türkiye Ermeni Patriği Mesrop Maroyan, Türkler aleyhine çalışan Ermenileri ikaz etmek üzere Hatay’a iki Ermeni Rahip göndermek için İçişleri Bakanlığından izin istemiştir. Bunlar arşivlerde yer almaktadır. Fransa’nın Suriye’nin bağımsızlığını tanıması konusunda imzalanan anlaşma gereğince icra edilen Hatay seçimleri öncesinde Fransızların seçim sonuçlarını etkilemek için başvurduğu uygulamalara tepki gösteren Türkiye’nin talimatına uyan Türklerin çoğu seçimlere katılmamıştır. Türkiye’nin itirazı üzerine seçim yönetmeliği üzerinde yapılan değişikliklerden sonra MC gözetimi altında 3 Mayıs 1938’de başlayan seçimlerde ise Fransız manda yönetimi bölgedeki Türklerin seçmen kaydı yaptırmasını önlerken Suriye’deki Taşnak ve Hınçak Ermenilerini Hatay’a getirerek İskenderun Sancağına vatandaş olarak kaydetmiş, Fransız manda yönetiminin söz konusu uygulamaları üzerine Türkiye ile Fransa arasındaki ilişkiler gerginleşmiştir. Atatürk’ün 20 Mayıs 1938’de Mersin’e, ardından 24 Mayıs 1938’de Adana’ya giderek buradaki askeri birlikleri denetlemesi ve sınıra 30.000 kişilik kuvvet yığması Türkiye’nin kararlılığını göstermesi açısından etkili olmuştur. Türkiye’nin bu kararlı tavrı karşısında geri adım atmak zorunda kalan Fransa önce seçimleri ertelemiş ve Hatay’daki temsilcisini değiştirmiş, ardından Abdurrahman Melek’i Hatay Valisi olarak atamıştır. Daha sonra Fransa Türkiye’nin teklifini kabul etmiş ve MC kararıyla Sancak’ın toprak bütünlüğünün Türkiye ile Fransa arasında yapılacak bir anlaşma ile teminat altına alınması kararlaştırılmıştır. 22-31 Temmuz 1938’de yapılan seçimler sonucunda Türkler İskenderun Sancağındaki 40 milletvekilliğinden 22’sini kazanmış ve 2 Eylül 1938'de Hatay Meclisi toplanarak Hatay Devleti’nin kuruluşunu ilan etmiştir. Takip eden süreçte Türkiye ile Fransa arasında 23 Haziran 1939'da “Hatay Anlaşması” imzalanmış bir yıl kadar bağımsız kalan Hatay Devleti Hatay Meclisi'nin 29 Haziran 1939’da oybirliği ile aldığı kararla Türkiye'ye katılmıştır. Böylece Fransa’nın Kilikya diye adlandırdığı Çukurova bölgesinde Ermenistan kurma hayalleri ve Antakya bölgesini Türkiye’den koparma çabaları İstiklâl Harbinde savaş yoluyla, Hatay’da ise diplomasi ve kriz yönetimi yoluyla önlenmiştir. Bernard Lewis Olayı; 1993'te Le Monte gazetesinde yayınlanan makalesi nedeniyle Profesör Bernard Lewis aleyhinde, Fransız-Ermeni Dernekleri Forumu tarafından açılan dava üzerinde bir nebze durmakta yarar vardır. Lewis, yazısında, "Osmanlı hükümetinin Ermeni ulusuna karşı kitlesel imhayı öngören bir planı olduğunu gösteren geçerli kanıt yoktur... Türklerin `tehcire' (Ermenilerin savaş alanından alınarak başka yerlere gönderilmesi) başvurmalarının meşru nedenleri vardır... Zira, Ermeniler Osmanlı topraklarını işgal eden Rusya ile ittifak halinde Türklere karşı çarpışıyorlardı" demişti. Gerçek de buydu... Ama, Forum, Lewis'i, "Türklerin 1,5 milyon Ermeni’yi imha ettiğini kabul etmeyerek Ermeni ulusuna hakaret ve iftira etmekle" suçluyordu. Mahkeme, Forum'u haklı bularak Lewis'i 10 bin frank para cezasına mahkûm etmiştir. Fransa’nın Müslüman dünyasıyla karmaşık ve uzun tarihi; Öncelikle, Fransa’nın diğer batılı ülkelere nazaran Müslüman dünyasına ev sahipliği açısından daha uzun soluklu ve yakın bir ilişkisi vardır. Fransa’nın 1830 yılında Kuzey Afrika ülkesi Cezayir’i işgaliyle birlikte Müslüman Afrika, Fransa’nın arka bahçesi haline gelmiştir. 2. Dünya Savaşı’nın ardından çok sayıda kuzey Afrikalı Müslüman, sanayileşmeyle birlikte açılan yeni fabrikalarda çalışmak üzere Fransa’ya gelmiş ve Afrikalılar Fransa’ya ilk geldiklerinde Paris ve Lyon’un endüstrileşmeye başlayan kuzeydeki kırsal bölgelerine yerleştirilmiştir. Post-sanayileşme döneminde fabrikalar kapanmış ancak bu bölgeye göçen Afrikalılar ilk yerleştikleri bölgelerde yaşamaya devam etmiştir. Burada çocukları hatta torunları olmuştur. Fransız toplumunda oluşan bu azınlık yıllarca ayrımcılığa maruz kalmıştır. Ancak yıl 2005’e geldiğinde Fransız toplumunda yaşanan ötekileştirme ve ayrımcılığa keskin bir reaksiyon gösterilmiştir. Fransız banliyölerinde başlayan ayaklanmayı, hükümet kanadından yapılan açıklamalar da körüklemiştir. Olayların başladığı banliyölerde yaşayanların yarısı 20 yaşın altında ve işsizlik oranın yüzde 40’ın üstündedir. Gerginlik sona ermişse de huzursuzluk devam etmiştir. Fransız banliyölerinde yaşayan mutsuz Müslüman azınlığın ‘Cihat’ yoluyla etki altına alınması da o dönemde oldukça kolay olmuştur. Fransa’nın Cezayir üzerindeki süren etkisi; Fransa, kendi sömürgeleri olan diğer Avrupa ülkelerinin aksine eski sömürgesinden tamamen elini çekmemiştir. Cezayir gerek ekonomik gerekse askeri olarak Ortadoğu ve Afrika’da Fransa’nın ulusal çıkarlarını savunmaya devam etmiştir. Irak ve Suriye’de El Kaide ve IŞİD’e karşı mücadelede Cezayir asıllı Afrikalı Müslüman askerler de varlık göstermiş hatta IŞİD sosyal medya aracılığıyla Fransızca yayınladığı mesajlarda, “Kız ve erkek kardeşlerinize karşı günah işliyorsunuz” ifadelerini kullanmıştır. IŞİD’e yönelik saldırılarda Afrikalı Müslüman askerlerin yer alması terör örgütü safında büyük tepki çekmiştir. Müslümanların Müslümanlara karşı savaştırılmasının azmettiricisi olarak algılanan Fransa, bu nedenle IŞİD’in öncelikli hedefi haline gelmiştir. Fransa’nın sosyal politikaları; Fransa’nın IŞİD’in hedefinde olmasının önemli sebeplerinden biri de ülkede yaşayan Müslüman azınlığa karşı uygulanan yaptırımlar sayılabilir. Örneğin 2010 yılında kamuya açık alanlarda Müslümanlar için sembolik öneme sahip olan peçenin yasaklanması toplum tabanında büyük bir öfkeye neden olmuştur. Yine Mayıs 2015’te Fransa'nın güneyindeki Beziers şehrinin aşırı sağ partili belediye başkanı Robert Menard’ın “anaokulu ve ilkokula giden Müslüman çocukları fişlediğini itiraf etmesi” büyük bir skandala yol açmıştır. Skandal açıklama sonrası belediye başkanı hakkında soruşturma açılmıştır. Fransa’daki Hristiyan nüfusun yoğunluğu; Laik bir devlet olmasına karşın Fransa’da nüfusun çoğunluğunun Katolik oluşu ve ülke tarihinde kilisenin ağırlıklı konumu, Paris'in Müslüman azınlıkla ilgili politikalarının sorgulanmasına da zemin hazırlamaktadır. Fransa'nın aşırı dincilikle mücadelesi de zaman zaman bu perspektiften algılanır. IŞİD’in yayınladığı tehdit mesajlarında –yalnızca Fransa için değil- Koalisyon güçlerine katılan tüm ülkelerin askeri güçleri için “Haçlı ordusu- Haçlı seferi” ifadesini kullanması da bu iddiayı doğrular niteliktedir. Fransa’nın dine karşı muhalif tutumu – Hiciv Tolerasyonu; Fransa’nın organize dinlere (sadece İslamiyet için değil) muhalefeti ve bundan beslenen geleneksel bir mizah anlayışı mevcuttur. Charlie Hebdo’nun IŞİD tarafından hedef alınmasının en önemli nedenlerinden biri de İslam dinini hicveden karikatürleridir... Ancak Fransa’nın ikinci kez hedef alınmasının ardında, Charlie Hebdo saldırısından sonra halk tabanının ve hükümet kanadının bu hicve karşı yüksek tolerasyon göstermesi, hatta bu yayınların altı çizilerek basın özgürlüğü kapsamında sayılması, bunun defalarca deklare edilmesi gösterilebilir. Son olarak Avrupa’daki radikal sağın yükselişi de saldırıların hedefinde Fransa’nın olmasının sebeplerinden biri sayılabilir. Radikal Sağın Fransa’daki temsilcisi Marine Le Pen’in liderliğindeki Ulusal Cephe’nin Charlie Hebdo saldırısının ardından Fransa’daki İslami değerlere tezat söylemleri büyük tepki çekmiştir. Sağcıların propagandavari, nefret dolu söylemleri radikalleşmeye yol açmaktadır. Tüm bu söylemler de Fransa'daki Müslümanların kendilerini dışlanmış hissetmesine ve IŞİD gibi nefret vaazcılarının onları kandırmasına ve kolayca etkisi altına almasına temel hazırlamaktadır. FRANSA’nın Türkiye’de ki okulları ve buna karşılık Fransa’da ki Türk Okullarına bakışı; Türkiye'de de hem Özel hem de büyükelçilik destekli Fransız okulları bulunmaktadır. Hatırlanacak olursa başta Devlet Okulumuz Galatasaray olmak üzere, Saint Joseph İstanbul, Saint Joseph İzmir, Saint Benoit, Saint Pulcherie, Saint Michel, Notre Dame De Sion Liseleri vardır. Ayrıca Fransız elçiliğine bağlı iki okul da vardır. Bunlar; Ankara'daki Charles de Gaulle ve İstanbul'daki Pierre Loti’dir. Ayrıca NDS (Neslin Değişen Sesi, Notre Dame De Sion ) ve Küçük Prens ( Saint Joseph) kültürü ile hizmet vermeye çalışan Özel İlköğretim Kurumlarıdır. Ayrıca Ankara ve İzmir’de Tevfik Fikret Liseleri de Fransızca hazırlık ve eğitimi ile öğrenim yapmaktadır. Bu okulların hukuki statüsü yoktur. Türkiye'de görevli Fransızlar için kurulmuştur, ancak yüzde 80 öğrencileri Türklerdir. Türkiye'nin, “Fransız eğitim sistemiyle uyumlu olarak açmayı öngördüğü okullar için Fransa Hükümeti büyük zorluklar çıkartmaktadır.” Üstelik te Fransa da yaklaşık 800 000 Türk yaşarken Türkiye’de yaşayan Fransız sayısı yok denecek kadar azdır. Bu da Fransa’nın tek taraflı Kültür ihraç etmeye çalışırken, Adalet, Eşitlik, Özgürlük ilkesine aykırı şekilde farklı kültürleri ülkesinde istememesinin ve bencil davranışın en açık örneğidir. Fransız Milli Eğitim Bakanı Jean Michel Blanquier "Türk hükümetinin bu liseler aracılığıyla islamcı ideolojiyi yaymaya çalıştığını" söylemesi aslında Türkiye’de ki Fransız Okullarının amacının da Katolik Hristiyanlığı yaymak ya da hoşgörü gösterilmesini sağlamak olduğunun bir bakıma itirafı gibidir. Türkiye’de ki Fransız Okullarının hepsi Osmanlı döneminde kurulmuş ve bugün hâlâ pek çok ailenin, “biraz da Fransız hayranlığından veya ebeveynlerin bu okullarda okumuş olmasından kaynaklanan”, Fransızca diline ve fonetiğine duydukları ilgi ile çocuklarını göndermeye hevesli oldukları okullardır. Fransa’da hiçbir Devlet Okulu Fransızlara Türkçe Dilini seçenek olarak sunmazken bizim hala Devlete ait ilköğretim Okulları ve Liselerde ikinci dil olarak Fransızca okutulmasına müsaade etmemizin ve bu maksatla Fransızca Öğretmeni atamaları yapılmasının değerlendirilmesini siz bu yazıyı okuyanlara bırakıyorum. (Örnek; Pertevniyal Lisesi, Burak Bora Anadolu Lisesi, Gazi Anadolu Lisesi vb. gibi) Fransa'da Türk Dili ve Edebiyatı veya Türkoloji eğitimi veren iki üniversite bulunuyor. Bunlardan ilki Paris-Sorbonne Üniversitesi'ne bağlı olan Doğu Dilleri ve Uygarlıkları Ulusal Enstitüsü (INALCO). Diğeri ise Strasbourg Üniversitesi bünyesindeki Türk Etüdleri bölümü. Her iki bölümde lisans, yüksek lisans ve doktora seviyesinde eğitim ve devlet diploması veriliyor. Osmanlıca dersleri de mevcut. Fransa'da ayrıca, bölüm seviyesinde olmasa da birçok üniversitede Türkçe, Türk edebiyatı, tarihi, siyaseti ve coğrafyası dersleri verilmekte. Ancak Fransızlara Türkçe Öğreten bir Fransız Devlet Lisesi yok. Çünkü hiçbir Fransız Orta Öğrenim Seviyesinde Türkçe’ye ve Türkiye’ye ilgi duymuyor. Acaba neden? Osmanlı döneminde, Türkiye'de Levanten dediğimiz yabancılar da yaşıyordu ve Türkiye’de ki bu okullar biraz da onların çocukları için açılıyordu aslında. Ama sonra Tanzimat'la beraber Fransızca kültür dili haline gelince, her cemaatten aile çocuğunu bu okullara göndermek istemiştir. Yandaki haritada kırmızı alan; 1800-1900 başında İstanbul dışındaki Fransız Levanten Okullarının olduğu bölgeyi göstermektedir. On dokuzuncu yüzyıldan başlayarak seçkin ve aydın sınıfların tercih ettiği dil olan Fransızca uzun yıllar diplomasi dili olarak da kabul edilmiştir. Osmanlı İmparatorluğunun özellikle İstanbul’da yaşayan Hıristiyan topluluklarının eğitimiyle yükümlü olan dinsel okulları resmen tanıdığı bilinir. Yirminci yüzyılda bu dinsel okullar Türkiye’de Tevhid-i tedrisat kanununun kabulüyle Türk öğrencilere de eğitim vermeye başlamıştır. Bunlar sıradan birer eğitim kurumu değildir. Amaçları; Fransız hayranı, biraz muhafazakâr, sosyal, özgüveni yüksek, belli uluslararası değerlere sahip bireyler yetiştirmektir. İşin bir ilginç yanı da eskiden bu okullarda din adamlarının ders veriyor olması ve bunların misyonerlik görevi üstlenmiş olmalarıdır. NETİCE: Tüm bu anlatılanları ve çıkarılması gereken sonucu 1-2 cümlede toparlamak gerekirse; Fransa Devlet Politikası olarak Türkleri ve Müslümanları sevmez. Fransız halkı ise kendisinden başkasını beğenmez ve güvenmez. Türkiye’nin AB’ne girme isteği, Fransa var oldukça gerçekleşmesi mümkün olmayan bir hayaldir. Bunu bilerek Fransa ile karşılıklı menfaatleri dengeleyen, haysiyetli, laik çizgide ilişkiler sürdürülmeli ama asla Fransa’ya güvenilmemeli, her an Türkiye’yi yok etmek isteyecek politikaları kolayca ve acımasızca uygulayacakları unutulmamalıdır.
- TÜRKİYE İNCİRLİK VE DİĞER ÜSLERİ KAPATAMAZ!..
Yazan: Mehmet ASAL Önce hemen ne demek istediğimi yazayım ki daha en baştan olmaz demeyin. Buradaki “kapatamaz” ifadem İngilizcede yer alan “can” …ebilmek, … abilmek anlamında değildir. O anlamda elbette ki Türkiye üsleri kapatabilir. Şimdi ne demek istediğimi açıklayayım. Konu malum. ABD CAATSA yaptırımlarını (ABD’nin Hasımlarıyla Yaptırımlar Yoluyla Mücadele Yasası) Türkiye’ye uygulama kararı aldı. 20 Ocak'ta yapılacak törenle başkanlığı ABD'nin seçilmiş başkanı Joe Biden’ a devredecek olan Trump, 2021 NDAA yasasını imzalamadan, 2020 NDAA yasasını baz alarak Türkiye'ye yaptırım uyguladı. Aslında bu yolla Trump, Beyaz Saray'daki koltuğunu bırakmadan önce söz konusu yaptırım kararlarını alarak, Biden'ın elindeki Türkiye'ye yönelik önemli bir kartı da yok etmiş oldu. Yani Biden ile Türkiye – ABD Maçı yeniden ve 0-0 beraberlikten başlayacaktır. Bu yaptırımlar çok önemli sonuçları olmasa da yıllardır müttefiklik ilişkisi içinde olduğumuz ama aslında da her defasında “TOKAT YEDİĞİMİZ” ABD’nin Emperyalist amaçları ve gücünün hala tarafımızdan anlaşılmak istememesinden kaynaklanıyor. ABD ile geçmişteki ilişkilere bir göz atarsak (Bknz. ABD’NİN TÜRKİYE ÜZERİNDE BİTMEYEN OYUNLARI isimli makalem) 1962, Küba Krizinde Türkiye’nin yem gibi Ruslara sunulması ve nükleer tehdit, 1964, Johnson Mektubu 1975, Kıbrıs Barış Harekâtı onrası Ambargo 1992, TCG Muavenet Muhribimizin batırılması ve 5 şehidimiz 1993, 17 Şubat günü Jandarma Komutanı Org. Eşref Bitlis’in öldürülmesi 1996, Üç adet Perry Sınıfı Firkateynin Türkiye’ye verilmemesi 1999, Fetullah Gülen’in Türkiye’ye karşı kullanılmak üzere ABD’ne kabulü; 2003, askerimizin başına Süleymaniye’de çuval geçirilmesi olayı 2008, Ergenekon ve Balyoz Kumpaslarının organizasyonu ve servis edilmesi 2009, Kozmik Odaya girilmesi ve tüm harekât planlarının ABD’ne götürülmesi 2013, 17-25 Aralık olayları 2014 yılından itibaren YPG/PYD’ye destek, silah ve eğitim 2015, 24 Kasım, Rus uçağının Türkiye’ye düşürtülmesi 2016, 15 Temmuz Darbe girişimi 2016, 19 Aralık, Rusya’nın Ankara Büyükelçisi Andrey Karlov’un öldürtülmesi 2016 yılından itibaren Fetullah Gülen’in iade edilmemesi 2018, Rahip Brunson Krizi 2019, 12 Aralık, ABD Parlamentosunun Ermeni Soykırım Yasasını Onaylaması Size her biri aslında bir kırılma noktası olan, başka iki ülke arasında geçse savaş çıkartabilecek 18 ayrı, büyük olay. Son CAATSA Yaptırımları da bir ambargo niteliğindedir. Türkiye daha önceki 18 olayda çok büyük bir tepki vermezken bu defa neden rest çekebilmiştir. Bunun en önemli nedeni ABD’nin 15 Temmuz Darbe girişimini ABD’den organize ederek Cumhurbaşkanımızın hayatına kastetmeye ve ülkeyi FETÖ Elemanlarına teslim etmeye tevessül ve cüret etmesidir. Foreign Policy Research Institute Araştırma Direktörü ve Türkiye uzmanı Aaron Stein'a göre ABD halen Türkiye aleyhine üç engelleme yapılmaktadır: F-16’ların yenilenmesi anlaşması ATAK helikopterlerinin motorları için Türkiye'ye ihracat lisansı verilmesi Türkiye'nin F-35 programından çıkarılması. Aaron Stein bunlardan en önemlisinin F-35 programından çıkarılmak olduğunu belirtmektedir. Aslında geçmişe baktığımızda kısa dönemde sıkıntı yaratsa da uzun vadede her ambargo, Türkiye’yi daha da güçlü kılmıştır. Türk savunma sanayiinde bir itici güç etkisi yaratıp geliştirmiştir. Türkiye 1952 yılında NATO’ya girmiş ve o tarihten sonra da Batı ve özellikle de ABD ile inişli çıkışlı ilişkileri olmuştur. Türkiye ne zaman İsrail ile iyi ilişki içinde olduysa ABD ile olan ilişkileri de düzelmiş veya öyle gözükmüştür. Türkiye – NATO - ABD ilişkilerinin en önemli ayaklarından birini Türkiye’deki askeri üsler oluşturmaktadır. Türkiye’nin NATO’ya üye olma sürecindeki zorlu görüşmeler büyük ölçüde kurulacak üslerin statüsüne ilişkin pazarlıklara ilişkindir. Soğuk Savaş süresince ise Türkiye açısından NATO yükümlülüklerinin en somut yansıması üslerin kullanımına dair olmuştur. ABD ile ilişkilerle iç içe geçen Türkiye’nin NATO kapsamında üstlendiği bu rol her zaman tartışmaların merkezinde yer almış, ilişkilerle birlikte üslerin statüleri, fonksiyonları sorgulanmış ve süreç içinde dönemsel olarak değişiklikler göstermiştir. Halen ABD ve NATO’nun Türkiye'nin Karadeniz Bölgesi hariç altı bölgesinde askeri üsleri mevcuttur. 40’a yakın tesislerin hepsinde ABD Askeri vardır. İncirlik üssünde nükleer füzeler de mevcuttur. Türkiye bu bakımdan Almanya kadar olmasa da ABD’ye üs temin eden ülkeler arasında oldukça önde yer almaktadır. Şunu unutmamak gerekir ki bu üsler ve tesisler Türkiye’nin rızası ve hatta isteği ile kurulan alanlardır. Bunlardan en önemli iki tanesi İncirlik ve Kürecik’tir. Bu nedenle de ABD ile ilişkiler söz konusu olduğunda ve misilleme gündeme geldiğinde kolaylıkla; İncirliği ve Kürecik’i kapatalım denebilmektedir. Soğuk Savaş sonrası dönemde Türkiye yeni düzene dâhil olarak düzenin yürütücüsü ABD’yle birlikte hareket etmeyi seçmiştir. Şimdi SSCB gibi tek ve belirgin bir tehdit kaynağı bulunmamaktadır. Fakat Türkiye şimdi eskisinden daha fazla tehdit altındadır. Aslında şu anda dost ya da yakın gibi görülen Rusya ve İran’a ne kadar güven duyabiliriz. Birkaç gün önce Azerbaycan’da okunan bir şiir nedeniyle İran ile ilişkilerimiz bir anda kopma noktasına gelebilmiştir. İncirlik ve Kürecik Türkiye'nin elindeki son Kozlardır. Özellikle de Kürecik kapatıldığı takdirde sadece ABD değil bütün NATO ülkeleri nezdinde mızıkçı ve NATO’yu yüzüstü bırakmış ülke durumuna düşeceğimiz çok açıktır. Aslında İncirlik için de aynı şey söz konusudur. Kapamak Son kozumuzu da kullanmamız anlamına gelir ki bundan sonra yapılacak şey NATO'dan çıkmak olabilir. Bu da bence tarihi ve büyük bir yanılgı olur. Türkiye’nin NATO, Avrupa ve Ortadoğu ilişkileri olumsuz etkilenir. İncirlik ve Kürecik Türkiye’nin savunması için kurulmuştur. Bunların Ortadoğu bölgesiyle ilgili görevleri vardır. Kaldı ki TSK da NATO sistemi dışında kalmayı arzu etmez. 70 yıldır NATO neşriyat, kitap, kılavuz ve standardizasyonu içindedir. Buna mukabil hali hazırda Rusya ile de birçok konuda anlaşmazlığımız mevcuttur. İncirlik Üssü, Türkiye’nin kendi askeri üssüdür ama sadece ABD değil NATO üyelerine açık bir NATO askeri üssüdür. Kürecik Radar Üssü ise, NATO’ya tahsisli bir NATO üssü statüsüne sahiptir. Eğer Türkiye, İncirlik ve Kürecik’i kapatma yoluna giderse ki bunu isterse yapabilir neler olabileceğine dikkatlice bakılması gerekir. Birincisi, Türk – Amerikan ilişkilerini dönülmesi çok zor bir noktaya getirir. İkincisi, sadece ABD’nin değil NATO müttefiklerimizi de rahatsız ettiği üzere Türkiye’nin gün geçtikçe savunma alanında Rusya’ya bağımlı ve gereğinden fazla yakın bir ilişki içerisine girdiği anlamına gelir. Üçüncüsü, Türkiye’nin zaten kırık vaziyetteki Avrupa Birliği ve NATO’daki Avrupa ülkeleriyle ilişkilerini de olumsuz etkiler. Dördüncüsü, Türkiye’nin Ortadoğu coğrafyasındaki ağırlığı bakımından da olumsuz etkisi olur, çünkü Türkiye’nin bölgedeki ağırlığı batı coğrafyası içerisinde yer alması ve özellikle de NATO üyesi olmasından kaynaklanmaktadır. Eğer bu algı kaybolursa Türkiye, bugün dış politikada yalnızlaşmış bir ülke olma durumunun da ötesinde ayrıca zayıflamış bir ülke noktasına da sürüklenebilecektir. Türkiye İncirlik Üssü’nden sadece ABD askerlerini çıkarıp diğer NATO üyelerine açık tutma kararı da alabilir. Ama bu da NATO dayanışması bakımından kötü bir fotoğraf oluşturur ve ileride bir İran nükleer tehdidine karşı Türkiye’yi tamamen savunmasız bırakabilir. ABD kararlarını geçmişteki uygulamalarına baktığımızda görürüz ki; Amerikan Kongresi bu tür bir karar aldığında Amerikan derin devleti devreye girer, sonuçları ve etkilerini yumuşatmaya çalışır. Yani Pentagon, Dışişleri Bakanlığı ve Beyaz Saray araya girer ve ortam yatıştırılır. Ermeni tasarısında da öyle olmuş, ilk defa 2020 yılında ABD Parlamentosu da karar almasına rağmen Başkan Trump bu kararı Pentagon da isteğiyle onaylamamıştır. Buradan hareketle ve ders çıkartılarak; ABD her sene nasıl Ermeni soykırım tasarısını Demokles’in kılıcı gibi başımızda sallıyorsa bizde İncirlik ve Kürecik gibi Tesisleri kapatmadan ama kapatabilir gibi yaparak belki avantaj sağlayabiliriz. Üsleri kapadığımız takdirde Rusya ile çok iyi ilişkilerimiz, tarihi iş birliği ve ittifakımız olması gerekir ancak biliyoruz ki Libya' da olsun Suriye'de olsun Azerbaycan'da olsun Rusya ile ilişkilerimiz aslında kıldan bir köprü ile birbirine bağlı. Yani NATO'dan çıkmak bundan sonrası için ön görülemeyecek büyük tehlikeler oluşturabilir. Bugün Türkiye ABD'den sonra NATO’daki en güçlü orduya sahip ülkedir. Diğer NATO ülkeleri de Türkiye'nin NATO'dan ayrılmasını istemezler. Bunu hem doğudan batıya süregelen göçmen krizi nedeniyle hem Rusya'dan ve İran’dan ileride gelebilecek bir tehdit nedeniyle istemezler. Bu bakımdan üsleri kapama veya NATO'dan çıkma gibi konular stratejik ve dönüşü olmayan kararlardır. Çok ciddi olarak düşünülmeli ve değerlendirilmelidir. New York Times’da yazan Lara Jakes, 14 Aralık 2020 tarihli makalesinde; Türkiye’nin Savunma Sanayii Başkanlığı’na ve dört üst düzey yetkilisine yönelik ekonomik ve seyahat cezalarının, Moskova’dan silah ve diğer askeri teçhizat almayı düşünen Hindistan, Mısır ve Suudi Arabistan da dahil olmak üzere diğer ülkeler için bir uyarı olduğunu yazmaktadır. Yani olayın sadece Türkiye’yi cezalandırmak değil Türkiye üzerinden de tüm dünyaya mesaj vermeyi içerdiğini söylemektedir. ABD, Türkiye'ye S-400'ler konusunda ses çıkarmasa liderliği sorgulanacak, kendi müttefiklerine bile söz geçirememiş bir ülke olarak görülebilecekti demektedir. S-400 inadı uğruna Türkiye dünyanın en gelişmiş savaş uçağı sistemini almaktan vazgeçmiş görülmektedir. “Pasif bir füze savunma sistemi mi? Yoksa aktif bir savaş uçağı sistemi mi?” 1991, 2003 ve 2011'de Patriot sistemleri Türkiye’nin isteği üzerine ülkemize getirilmiştir. Türkiye için asıl ihtiyaç hava savunma sistemi değildir. Yeni nesil hava taarruz gücüdür. S-400 kararı ve F-35’lerden vazgeçmek askeri ve teknik nedenlerden çok siyasal nedenlerle alınmış bir karardır. Yazımızın başlığında; TÜRKİYE İNCİRLİK VE DİĞER ÜSLERİ KAPATAMAZ, derken aslında neden kapatmaması gerektiğini açıklamak istemiştim. Ne ABD, ne Almanya, ne de Fransa, bölgede Türkiye’yi “dışlayarak, karşılarına alarak” çıkarlarını sürdüremezler. Halihazır statüko lehlerinedir. AB açısından, bugün onların lehine işleyen “doğal bir iktisadi entegrasyon” söz konusudur. Türkiye, Gümrük Birliği’ndeki tek yanlı bağlarla, üyelik dışarıda tutularak, üçüncü dünya ülkeleri nezdinde “haksız rekabet” ortamı içine sokulmuş, AB ülkelerine avantaj sağlanmıştır. Bu emperyalist, ayrılıkçı ve çıkarcı devletlerin hedefleri ve ilkeleri kolay kolay değişmeyecektir. Bu nedenle Türkiye çok dikkatli, çok akıllı ve tarafsız olmak ve bundan sonra ABD’nin ve AB’nin kuracağı tuzaklara düşmemek zorundadır. Ancak ABD’ye ve AB’ye karşı dikkatli olmak, yüzümüzü Batıdan doğuya çevirmek de olmamalıdır. ABD’nin ve AB’nin daha fazla ambargolarla ve kararlarla Türkiye üzerine gelmesi Ankara’yı, Rusya, İran ve Çin’e doğru zoraki itelemek anlamına da gelecektir. İşte bu nedenle ABD de AB de Türkiye’yi dışlayamazlar; havuç-sopa yöntemini sürdürürler. Aynen Trump’ın Ankara mektubunda yazdığı gibi! CAATSA kararının ardından Rusya’nın, Türkiye’ye daha ‘şirin’ gözükmeye çalışacağı da kesindir. Türkiye’yi “kendisine doğru daha da çekmeye çalışacak belki perde arkasından da ilerisi için S-400'lerin ötesinde S-500'ler için de birtakım sözler” verebilecektir. Rusya, NATO içindeki kırılmalar bakımından da bunu istismara çalışacaktır. Bugüne kadar yaptıkları açıklamalar bunu göstermektedir. Rus Dışişleri Bakanı'nın bu bağlamda, ‘uluslararası hukuk' sözü etmesi de çok ilginçtir. Türkiye bu konuda da dikkatli olmalı, Rusya'nın göz kırpmalarına çok fazla yüz vermemelidir. Rusya stratejik ve iktisadi sorunlar, daha ucuz enerji veya düşük faizli kredi gibi konularda Türkiye'ye ekonomik açıdan yardımcı olmadığı gibi dış politika konularında da arkasında durmamaktadır. Ne Libya'da var ne de Suriye'de tam olarak yoktur. Doğu Akdeniz'de de Rusya'nın bir desteğini görmemekteyiz. 1975'teki silah ambargosunun ardından Türkiye NATO'ya yabancılaşmıştı. ABD’nin uyguladığı ambargo sonrasında Amerikan askeri üslerinden çoğunun kapatılması Türkiye-SSCB ilişkilerinin gelişmesine olumlu etki yapmıştır. Türk ekonomisi 90’lı yıllara göre daha güçlü olmakla birlikte, küreselleşme sürecinde rekabet edebilmek için gerek ABD ile gerekse AB ile dengeli ekonomik birliktelikler kurması büyük önem taşımaktadır. Yüksek teknoloji ürünü askeri malzemenin sağlanabileceği en önemli kaynak yine Batı’dır. Türkiye’nin sadece savunma amaçlı S-400’leri almak uğruna, stratejik bir saldırı gücü kazandıracak yeni nesil F-35 projesinden vazgeçmesi akla ve mantığa uygun değildir. Ülkenin onuru elbette önemlidir ama hiçbir zaman BEKA’sından daha önemli değildir. Bu nedenle Türkiye ulusal menfaatlerini düşünerek uluslararası ilişkilerinde bazı değişiklikler yapmak durumundadır. Türkiye’deki ABD ve NATO Üslerinin faaliyetlerinin devamı da bu menfaatlerin en önemlilerindendir. Batı ile Doğu arasında denge kurma politikası iflas etmiştir. Türkiye olarak klasik denge politikasının değişmez ilkelerini hayata geçirmeye çalışmalı ve devam etmeliyiz. Ancak hem doğu ile hem batı ile aynı anda ülkemizin menfaatine ilişkiler geliştirmek hiç de kolay değildir. Türkiye bunu tarihinde bir kere başarabilmiştir. Başarabilmiş tek Lider de ulu önderimiz Mustafa Kemal Atatürk dür. Esen kalın. Mehmet ASAL
- Türk Adası olan Eşek Adasına çıkan Yunan Cumhurbaşkanı
YAZAN: Mehmet ASAL Temmuz 2020 2020 Mart ayında görevine başlayan Yunanistan’ın ilk kadın Cumhurbaşkanı ve önceki Yargıtay Başkanı Katerina Sakellaropulu, Aydın ilimize bağlı, Türkiye’ye ait iken 2000’lerin başında Yunanistan tarafından işgal edilen Eşek Adası'na 29 Haziran 2020 Pazartesi günü resmi bir ziyarette bulundu. Atatürk’ümüzün memleketi Selanik’te doğan 65 yaşındaki Cumhurbaşkanı Katerina Sakellaropoulou; Türklerin Selanik Sempatisini de kullanarak yeni bir dostluk dalgasına aracı olacak yerde, Eşek Adasına yaptığı ilk dış gezisi ile Ege Adaları üzerinden yeni bir tahrike imza attı. 200 yıldan bu yana “Megali İdea” hayalleri ile yaşayan ve bunu her fırsatta da açıklamaktan çekinmeyen Yunanistan, böylelikle yeni ve temiz bir başlangıç yapabilme ve bunu da ilk kadın Cumhurbaşkanı aracılığı ile başarabilme şansını bir kenara atmış oldu. Bilindiği ve sıkça da dile getirildiği, gibi; Yunanistan, antlaşmardaki yasağa rağmen Ege adalarını silahlandırdı, adalara asker çıkardı. Bu tacizkarlığına ilave olarak, Ege'deki 18 Türk adası ve 1 Türk kayalığını da 200 yılından sonra işgal etti. Birbiri ardına küstah açıklamalar yapan Yunanistan, işgal ettiği Aydın Eşek Adası'nda her yıl 25 Mart tarihinde ‘Yunan Bağımsızlık Günü ve Yunan Milli Bayramı' kutlaması yapmaktadır. Sözde “Silahsızlandırılması gereken” bu adalardaki Törene Yunan askerleri de katılmakta, Törenlerin yapıldığı meydana Yunan bayrakları asılmaktadır. Yunan Cumhurbaşkanı böylelikle; Mart ayında yapılan kutlamalar ve bu defa da ziyaretiyle, Askersizleştirilmesi ve sadece kullanım maksadıyla kendilerine bırakılmış Ege Adaları üzerinden yeni bir tahrik operasyonuna daha imza atmış oldu. Sakellaropoulou, ilk sınır ötesi ziyaretini de Türklerin çok hassas olduğunu bile bile Aydın’a bağlı Eşek Adası’na gerçekleştirdi. Böylelikle Sakellaropoulou; aslında Türk toprağı olan ama Dış İlişkilerdeki gelenekselleşmiş zafiyetimiz ve "Ege sorunları ile uğraşmak yerine kendisini dışa kapayarak yurt içinde ayar vermeye çalışan hükümetin de ihmali" ile Yunanlar tarafından göz göre göre işgal edilen bir Türk Adasına resmi ziyarette bulunabilecek kadar küstahlaşabildi. Pervasızlaşabildi. Fransa’da Hukuk eğitimi de alan Sakellaropoulou’nun bu girişimden önce, büyük sempati duyduğu Fransa ve onun Türkiye Düşmanı Cumhurbaşkanı Macron’dan da icazet aldığı kuşkusuz. EŞEK ADASI 1923 Lozan Antlaşması taraflarından İngiltere’nin 1943’te yayınladığı haritalarda, 1947 Paris Antlaşması’na taraf olan ABD’nin 1951 yılında yayınladığı haritalarda, Eşek Adası 12 Ada deniz sınırları dışında Türkiye toprağı olarak gösterilmiştir. Buna rağmen bu ada, 16 yıldır Yunanistan işgali altındadır. Ayrıca adada konuşlu Yunan kara, deniz ve hava üslerinde yüzlerce silahlı Yunan askeri görev yapmaktadır. Yani bu ada Yunanistan’a bırakılmış olsa bile, Askersizleştirilmek zorundadır ki zaten Yunanistan’a bırakılmamıştır. 17 Ekim 2018'de görevine başlayan Sakellaropulu’nun akademik makale ve yazıları olduğu söylenmektedir. Bu makalelerin ne derecede akademik ve hukuka uygun olabileceği de ayrı bir inceleme konusudur. Özellikle çevre, azınlık ve göçmen hakları üzerindeki hassas olduğu söylenen Cumhurbaşkanının bu tahrik edici davranışının ve küstahlığının değerlendirilmesini sizlerin takdirine bırakıyorum. Esen kalın.
- Atamızın Deniz Kuvvetleri için direktifleri
Sınırlarının önemli ve büyük bölümü deniz olan TÜRK Devletinin Donanmasının da önemli ve büyük olması gerekir. O zaman TÜRKİYE Cumhuriyeti daha rahat ve güvenli olacaktır. Hamidiye Kruvazörü 20 Eylül 1924 Deniz Kuvvetinden yoksun bir Kara Kuvveti olarak yarımadamızı Kara Kuvvetlerini çekinmeden getirebilecek olan bir Deniz Kuvvetine karşı hiçbir zaman savunamayız. Ernest JÖCKL ile söyleşi 1918 Donanmadan yana kuvvetli olmak, Türkiye’nin savunması için şarttır. Donanmamız izlediğimiz politikanın da en kuvvetli desteği olacaktır. Hamidiye Kruvazörü 1924 Mükemmel ve kaadir bir TÜRK Donanmasına malik olmak gayedir. Hamidiye Kruvazörü 20 Eylül 1924 Bahriyemizi esaslı ve ciddi bir surette ıslah etmek düşünülmelidir. Meclis Açış Konuşması 1 Kasım 1924
- YUNAN VE TÜRK PENCERESİNDEN İLİŞKİLER
Yazan : Mehmet ASAL Haziran 2020 Rumlar ile Türkler arasında son 2 asırdır büyük bir husumet olduğu gerçektir. Günümüzde iki ülke arasındaki ilişkileri incelenirken, göze çarpan önemli noktalardan birini; “Ortak bir tarihsel geçmişi paylaşmalarına karşın, bu geçmişin bıraktığı izlerin hiç de olumlu yanlarıyla ilişkilere yansımadığı, dolayısıyla, iki ülke ulusçuluğunun sürekli bir çatışma içerisinde bulunduğu gerçeği” oluşturmaktadır. Gönül ister ki; iki komşu ülke halkları birbirleriyle saygı çerçevesinde ilişkiler geliştirilip pastayı hakkaniyete uygun şekilde paylaşsınlar. Tabii ki sadece halkların bunu istemesi yetmez. Bu halklar kendilerine empoze edilmek istenen Düşmanlık Taleplerine karşı koyarak kendi siyasetçilerini ve Devlet uygulamalarını dostluk çizgisine çekmelidir. Okul kitaplarında yer alan birbirini aşağılayan ifadeleri kendi parlamenterlerine baskı yaparak kaldırmalıdırlar. Sadece “Rakı” Kadehini “Uzzo” Kadehi ile tokuşturup “Şerefe” , “Eviva” demek le hiçbir şeyi çözemeyiz. Türkiye ve Yunanistan arasındaki uyuşmazlıkların giderilmesi için gereken çabaların başarı şansını önemli oranda etkileyen faktör bunların taraf ülke halklarınca ne ölçüde kabul gördüğüdür. Yunanlar; kendilerini, eski Hellen uygarlığının torunları ve varisleri olduğuna inandırmış ve bu yolda devamlı olarak Batılı Devletlerin kandırmalarıyla yoğurulmuşlardır. Bu noktada itiraf etmemiz gerekir ki, gelmiş geçmiş Türk hükümetlerinin ihmalkarlığı ve bazı devlet adamlarının düşünmeden ve bilmeden verdikleri beyanatlar ve uygulamaları, Yunan ulusunda bu duyguları daha da kuvvetlendirmiş ve Türklerin de bunu kabul ettiği veya kolayca kabul ettirilebileceği izlenimini uyandırmıştır. Aslında uzun yıllar aynı topraklar üzerinde yaşamış, birbiriyle ticari ilişkilere girmiş, gen yapıları, olaylara yaklaşımları, pek çok örf ve adetleri, fıkraları birbirine benzeyen, mutfakları uyumlu ve komşu olarak geçinmeleri her ikisi için de çok yararlı olan bu iki millet ne olmuştur ki bu kadar birbirine kin duyar hale gelmiştir? Öncelikle unutmamak gerekir ki her iki ülke de Rönesans ve Reformlardan çıkarımlarını alamamışlardır. Her iki ülke de Sanayii Devrimlerinin yakınına bile yaklaşamamıştır. Hele hele Yunanistan. Özellikle Avrupa Birliğine katıldıktan sonra tam bir rehavete kapılmıştır. Yunanistan Fransız ihtilalinin ortaya çıkardığı düşünce akımlarından (Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik) etkilenerek 1830 lar da bağımsızlığını elde etmiştir. Yunanistan'da din, Doğu Ortodoks Kilisesi'nin büyük bir komünyonu içinde olan Yunan Ortodoks Kilisesi'nin hakimiyeti altındadır. Diğer nedenler bir kenara bırakılsa bile en azından dindaşı ve mezhepdaşı olan Ortodoks Rusya’dan büyük teşvik ve destek görmesi kaçınılmazdır. İşin acı tarafı, aynı desteği İngiltere ve Fransa’dan da görmüştür. Şurası muhakkaktır ki Rusya, İngiltere ve Fransa; Osmanlı’nın parçalanması için elinden gelen her şeyi yapmış, Yunanları ve ellerine fırsat geçtiğinde tüm azınlıkları sürekli teşvik ve tahrik etmişlerdir. 1915 Ermeni tehcirinin baş sorumlusu aynı Rusya değil midir? Osmanlıyı istedikleri gibi paylaşamayacaklarını anlayınca hiç olmazsa bana müzahir olan birilerinin eline geçsin diyerek 15 Mayıs 1919’da Yunanistan’ı Anadolu’ya çıkartan Emperyalist, sömürgeci İngiltere değil midir? Her Türk genci şunu hiçbir zaman aklından çıkartmamalıdır; İngiltere ‘de, Fransa’da, Rusya’da, ABD'de hiçbir zaman güçlü ve istikrarlı bir Türkiye istemezler. Dolayısıyla Türkiye’ye karşı girişilen uluslararası her olumsuzluğun her entrikanın arkasında bu 4 ülke ve onların da teşvik edip tahrik ettiği ülkeler vardır ve bundan sonra da olacaktır.ABD bu işi 15 Temmuz 2016'ya kadar gizlice ve sinsice yürütmüştür. Bunlar bir paranoya değil, tarihi gerçeklerdir. Osmanlı Devleti'nin egemenliği altında oldukça uzun bir süre birlikte yaşamış olmalarına karşın, her iki ulusun birbirlerine karşı yaklaşımları, süreç içerisinde, bu 3 ülkenin büyük destek ve teşvikiyle, iş birliği ve karşılıklı çıkarların paylaşılması yerine düşmanlığa yönelen bir gelişme çizgisi izlemiştir. 1830'dan itibaren, Osmanlı Devleti'nden kopmasına karşın, Yunanistan'ın, Osmanlı sınırları içerisinde kalan diğer etnik/dinsel topluluklarla ve bu arada, Rumlarla olan bağlantıları devam etmiştir. Ortodoks Kilisesi'nin İstanbul'da ve Osmanlı Devleti'nin güvencesi altında bulunmasının yanı sıra, Fener Rumlarının bu ülkenin siyasi, ticari ve ekonomik yaşamında da etkin bir konumda bulunması, Yunanistan'ı uzun süre, Osmanlı Devleti'nin egemenliğinde yaşamayı sürdüren Rumlarla ilişkilerini korumaya yöneltmiştir. 1453 yılında İstanbul'un alınması ile birlikte, giderek büyüyen Osmanlı toprakları üzerinde yaşayan Müslüman olmayan halkları bir arada tutmak için, bu halklara dinsel konumları ön plana çıkarılarak bazı azınlık haklarının tanınması gerekmiştir. Osmanlı Devleti'ni oluşturan esas unsurların İslamiyet'i benimsemiş olması, bu niteliklerinden dolayı egemenlikleri altındaki topraklar üzerinde yaşayan halklar arasında Müslüman olan ve olmayan ayrımının kesin bir şekilde yapılmasını gerektirmiştir. Osmanlı Devleti'nin tüm azınlıklara dinsel yönlerini ön plana çıkararak, kimi ayrıcalıklar tanımış olması ve Kilise yönetiminin almış olduğu kararların Osmanlı yönetiminin garantisi altında uygulanması, Osmanlı Devleti'nin Balkanlar ve Avrupa'da sınırlarını genişletmeye başlamasına olanak tanırken, aynı zamanda Kiliselerin de etnik/dinsel azınlıklar üzerindeki etkinliğini, saygınlığını artırmasına yardımcı olmuştur. Özellikle Ortodoks Fener Kilisesi'nin etkinliği giderek artmış, Kilise, azınlıklar açısından dinsel olduğu kadar belki de daha fazla, siyasal lider durumuna gelmiştir. Ortodoks Fener Kilisesi'nin yetki ve haklarının genişlemesi, bunların Osmanlı Devleti tarafından garanti altına alınmış olması, bir yandan Kilise'nin etnik/dinsel azınlıklar üzerindeki denetimini güçlendirirken, diğer yandan da ekonomik ve siyasi çıkarlar sağlamak üzere azınlıkların Kilise ile iş birliğine yöneltmiştir. Bu durum Osmanlı Devleti sınırları içerisinde yaşayan, özellikle Fener Rumlarının, Osmanlı ekonomisi ve siyasi yaşamında önemli görevler üstlenmelerine ve ayrıcalıklara sahip olmalarına yol açmıştır. 18. yüzyıl içerisinde Osmanlı Devleti’nin bir gerileme süreci içerisine girmiş olması, 1789 Fransız Devriminin etkileriyle birleşince Avrupa topraklarından hızla geri dönüş yaşanmaya başlamıştır. Osmanlı Devleti'nin Avrupa'ya açılan kapısı Balkanlar, ulus bilincinin etkilemiş olduğu ilk bölgeler olmuştur. Osmanlı merkezi yönetimi karşısında belirgin bir ekonomik ve yönetimsel serbesti kazanmış bulunan bölge halkları, bir yandan bu özelliklerini kullanarak diğer yandan da Osmanlı Devleti'nin Avrupa'dan atılmasında çıkarları açısından beklentileri bulunan İngiltere, Fransa ve Rusya gibi güçlerden destek sağlayarak Osmanlı yönetimine karşı ulusal ayaklanma başlatmışlardır. Yunanların ulusal uyanışı ise, bir yandan Ortodoks Kilisesi'nin etkisi ile ve eski Yunan kültürünün etkilerinin izlendiği bölgeler üzerinde Bizans İmparatorluğunun yeniden canlandırılması ülküsü üzerine kurulu olarak gelişirken, diğer yandan da Fransız Devrimi'nin ideolojik çatısına dayandırılmaya çalışılmıştır. "Osmanlıların 1715'te Mora Yarımadasını fethetmeleri ve böylece Yunanların yaşadıkları bölgelerin tümünü Osmanlı bayrağı altında toplamaları çok önemli bir sonuç yaratmıştır. Helenizm'in, yani tüm Yunanların siyasal birliği ilk kez kurulmuştur. Bizans İmparatorluğu'nun son zamanlarında uyanmaya başlayan Yunan bilinci işte bu siyasal birlik altında gelişmiştir. Siyasal ve ekonomik karmaşadan kurtulan Yunan gemiciler Yakındoğu’nun en önemli tüccarları haline gelmiştir. Bozulan Osmanlı toprak düzeni ve siyasal yapısının yanında Yunan köylüsünün de ezilmesinin yarattığı tepkiden ve 1763'ten başlayarak Balkanlarda başkaldırma tohumları eken Rus ajanlarının yaptığı etkiden çok daha ötede, 1821'de patlak verecek olan Yunan bağımsızlık savaşında, bu ekonomik gelişme ve yarattığı yeni sınıf en belirleyici rolü oynamıştır." Balkanlarda ulus bilincinin yaygınlaşmaya başlaması ve bunun Yunan ulusunun bağımsızlık mücadelesinde gündeme gelmesi, bölgesel üstünlük arayışı içerisinde olan Fransa ve İngiltere'nin yanı sıra, Avrupa'dan ve Balkanlardan Osmanlı egemenliğini silmeyi amaçlayan Rusya ile Osmanlı Devleti arasındaki ilişkilerde de kendini göstermiştir. Özellikle Osmanlı-Rus çatışmasının, Yunanistan'ın bağımsızlığını kazanmasında önemli rol oynadığı söylenebilir; Osmanlı Devleti'nin yenilmesi ve Edirne Antlaşması'nı imzalamak zorunda kalmasıyla, Yunanistan, bağımsızlığını kazanabilmiştir. Yunanlar; 1400’lerden başlayıp 1800’lere gelinceye kadar Osmanlı Egemenliği altında yaşayan bir ulus olduklarından geri kalmışlıklarında, Reformları yakalayamamalarında hep Osmanlı’yı ve İslam anlayışını suçlamışlardır ve halende suçlamaktadırlar. Batı ve Rusya; bir bakıma haklı yönleri de olan bu yaklaşımı sürekli olarak kullanmak suretiyle Yunanistan’ın Türk düşmanlığı duyguları ve hislerini sürekli körüklemiştir. Netice de Yunanistan’ın varoluşunun ve ayakta kalışının tek dayanağı "TÜRKİYE DÜŞMANLIĞI" haline gelmiştir. Bağımsızlığını ilan ettiği günden bu yana başta Türkiye olmak üzere neredeyse tüm komşularıyla sorunları bulunmaktadır. 1981 yılında dönemin Avrupa Topluluğu’na üye olan Yunanistan, bu ülkede yaşayan ve hatırı sayılır bir nüfusa sahip bulunan, Batı Trakya Türkleri başta olmak üzere Çamerya Arnavutları, Ulahlar ve Makedonları azınlık olarak tanımamakta da ısrar etmektedir. Yunanistan, bu azınlık gruplarının hiç birini kabul etmemekte ve Türk azınlık dışındakileri Grek saymaktadır. Batı Trakya Türk azınlığını ise dini azınlık olarak kabul eden Yunanistan, azınlık haklarına riayet etmediği için uluslararası mahkemelerde defalarca hüküm giymiş bir ülkedir. Yunanistan’ın Arnavutluk’la Epir meselesi, Makedonya ile isim anlaşmazlığı devam etmektedir. Aslında AB'nin de almaktan pişmanlık duyduğu, birçok sahte ve sözde projelerle birliği sabote etmiş, kaynaklarını sömürmüş ve tüm bunlara rağmen iki defa ekonomik çöküntünün ve yok olmanın eşiğinden Almanya, Fransa ve İngiltere tarafından kurtarılmış, batının şımarık çocuğudur Yunanistan. Yunan tanımlaması günümüzde bizler tarafından kullanılırken, Batı onları Grekler olarak tanımlamaktadır fakat Yunanca Yunanistan ya da Yunan ya da Yunanca tanımlamaları Hellen sözcüğünden türetilmiştir. "Yunan" tanımlamasının kökeni, "iyon" isminden gelir. Kısaca bahsetmek gerekirse; "İyon" bir mit kahramanıdır. İyon, Teselya'dan kovulup Peloponnnesos'a yerleşen "Ksuthos"un oğludur. Lidyalılar MÖ VI. yüzyılda Pers egemenliğine Farsçanın etkisiyle birlikte İyonya’nın Farsçadaki karşılığı olan "Yauna" sözcüğünden bütün Helenler için istisnasız 'Yunan" tanımlaması kullanılmaya başlanmıştır, ardından Perslerin egemenliği altındaki bütün doğu halkları ve Araplar da bu ismi benimsemişler ve 'Yunan" tanımlaması doğuda yaygınlık kazanmıştır. Yunanlılara genellikle "Grek" diyen Batılılar, bu adı "Antik Yunanlıları" anlatmak için kullanırlar. "Grek Uygarlığı", "Grek Mitolojisi", "Greece", "Greko-Romen", "Grekomani (Yunan adetlerini taklit etme tutkusu)" gibi deyimler buna birer örnektir. Sözlük anlamı bakımından Grek, "Hırsız, hilekar" demektir. Mecazi anlamda "fripon, escroc (hilekar, dolandırıcı)" şeklindedir. Fransızca Larousse'da da aynı anlam yazılıdır. Bu anlam Yunan ruhunu yaraladığı için II. Dünya Savaşı'ndan sonra Yunan hükümetinin başvurusu üzerine "Grek" kelimesinde düzeltme yapılmıştır. Grek kelimesinin kötü anlamı dolayısıyla Yunanlılar, "Hellen" sıfatını kendilerine daha layık görmektedirler. Yunanların Mottosu ve yaşam gerekçesi “Megali Idea” Büyük ideal diyebileceğimiz İstanbul ve Anadolu’nun Yunan Egemenliğine geçmesidir. Buna son dönem de Kıbrıs da eklenmiştir. Şimdi bana “Husumet hükümetler arasında halklar arasında bir sorun yok” deyip son gittiğiniz Rodos, Midilli, Sakız ya da Taşoz gezinizdeki Yunan Lokantalarından ya da oradaki Rumların dostane davranışlarından örnekler vermeye çalışabilirsiniz. Ama kazın ayağı gerçekte öyle değildir. Türklerin Yunanlar ile ilgili düşmanlığı ve nefreti 3 yıllık 1919-1922 dönemiyle sınırlıyken Yunanların nefret ve düşmanlığı 400 yıllık bir döneme atfedilir. Bu nedenle de bir Yunan'ın bir Türk'e nazaran çok daha fazla haset ve düşmanlık beslemesi daha kolay anlaşılabilir. Türk tarih kitaplarında Kurtuluş savaşı anlatılırken, Yunan mezaliminden bahsedilir. En fazla “Yunan Askeri Türk kadınlarına Tecavüz etmişlerdir” denir. Yunan Edebiyat ve Tarih Kitaplarında ise; İlkokul Çocukları İçin Antoloji: Türklerin, Yunanların ebedi düşmanı olduğu işlenir. ‘‘Gözlerim beni bir Türk'ün öptüğünü görmektense, kanımla toprak kızıla boyansın... Ben kitap falan istemem. Ben Türklerle savaşmak istiyorum. Onları sapanımla vurup silahlarını alacağım.’’ Aynı kitapta Türkler için: ‘‘Bu imansızlar adaleti böyle sanıyor... Köpekler.’’ İlkokul 5. Sınıf Yunanca Grameri: ‘‘Türkler, Yunan kadınların memelerini keserek topların ağzına koydular. Türklerin eline geçmektense, Yunan kadınlar topluca intihar ettiler.’’ Gibi ipe sapa gelmez, akla mantığa sığmaz cümleler yer alır. Bu tarz eğitimle yıllarca büyüyen ve büyütülen Yunan, istese de dost olamaz sizinle. Kendimizi kandırmayalım. Durduk yerde de düşman olmayalım ama! 20 yıla yakın Süre Özel Okullarda İşletme Müdürlüğü yaptım. Tarih Dersindeki savaşlar ve işgal dışındaki konuları yazan, hele hele onların yaptığı gibi Türkleri Köpek diye aşağılayan bir şeyi asla görmedim, asla duymadım. Zaten öyle bir şey yazılması mümkün de olamaz. Aramızdaki bir grup fanatiği bir kenara koyarsak, bizler ne kadar olgun, kâmil, büyük bir cihan imparatorluğun soyundan geldiğinin bilinciyle onlara yaklaşır isek de Yunanlar tam tersine devamlı öfke ve nefret doludur Türklere karşı. Oysa, o kıyılarımızın dibinde bulunan, yakın bir süre öncesine kadar Türk toprağı olan ve böğrümüze hançer gibi saplanan adaları ayakta tutan, ekonomisini yaşatan gene de biz Türkleriz. Birçoğumuz bu yazıdaki gerçekleri bile bile aslında Türkiye’ye ait olduğu halde tarihin her döneminde kazık yediğimiz Fransa, İngiltere ve Rusya’nın Türk düşmanlığı nedeniyle elimizden çıkmış, aslında bize ait olan sözde bu Yunan adalarına gider, dünyanın parasını döker ve her an gözümüzü oyabilecek bu devlete para akıtıp yaşatırız. Bundan üç sene önce (2017) Atina’ya bir görev nedeniyle gittiğimizde daha önce Burgaz Adasında beraber olduğumuz ve sonradan Yunanistan’a göç eden F…. İsimli Bayan Rum arkadaşımızın beraber yaşadığı Rum erkek arkadaşını İstanbul’a davet ettim. Bana; - İstanbul ne zaman Konstantinapol olur ancak o zaman gelirim dedi. Üstelik te bir akşam yemeğinde ve sözde son derece dost bir ortamda idik. 2000’li yıllara kadar Yunan çocuklarının her sabah okulda derslere başlamadan önce okudukları antlarının içinde, “Yeryüzünde tek Türk kalmayıncaya kadar” diye sözde Türkleri aşağılayan bir deyiş kısmı vardı. Halen Askere alınan Yunan Gençlerine koşu talimlerinde ve öncesinde Türkler için ağıza alınmayacak sözler ve küfürler içeren marşlar söyletilir. Bunun videoları da ortalıkta dolaşır durur. 2007 yılında Yunanistan Özel Kuvvetlerinde Türkiye aleyhtarı marşların eğitim ve tatbikatlar sırasında okundukları ortaya çıkmıştı. Yunan Özel kuvvetlerine ait internette yer alan görüntülerde, “Çelik kılıçla hangi Türkü buldularsa başını uçurdular, Palikarya’lar Ayasofya yolunda öldüler. Ayasofya’dan Hilal’i çıkaracağım, yerine de Haç’ı takacağım. Tanrı sadece o zaman, İstanbul’u aydınlatacak. Yunan milli marşı her yanda yankılanacak” cümleleri yer alıyor. Sizler Mustafa Kemal’in 1922 Eylül ayı başında, Büyük Taarruz sırasında esir aldığı Yunan Komutanı General Trikopis’in Mustafa Kemal (Atatürk) kendisine; - Komutan benden bir isteğiniz var mı? Dediğinde - Lütfen karıma ve Kızıma söyleyin, beni merak etmesinler. Hayattayım. Dediğini ve Türk Ordusu ölüm kalım savaşı verirken Trikopis’in eşinin ve kızının İstanbul Büyükada’da bir konakta yaşadıklarını biliyor muydunuz? Tabii burada, sözde Mustafa Kemal’i ülkeyi kurtarmak üzere gönderen Padişah Vahdettin’in hıyanetinin boyutu kadar, bizim halkımızın, kocası kendi askerlerini yok etmeye çalışırken bile bir düşman Generalin eşine ve kızına, üstelik te kendi ülkesinde bile dokunmayışının asaleti yatar. Buraya kadar okuduktan sonra; “Aslında halklarımız arasında bizleri ayıran hiçbir şey yok, halklar birbirlerine karşı düşmanlık beslemiyor. Bu düşmanlığı sürdüren hükümetlerimizdir, çünkü bu işlerine geliyor.” Sözlerini hala çok doğru kabul edebiliyor musunuz? Elbette ki öncelikle bu düşmanlığı sürdüren hükümetlerdir, Amerika, İngiltere, Fransa, Rusya gibi Yunanistan’ı teşvik ve tahrik edip sonrasında da her iki ülkeye silah satan emperyalistlerdir; çünkü bu düşmanlık daha fazla silah satmalarını ve ceplerini doldurmalarını sağlar! Çünkü bu düşmanlık bizlerin kalkınmasını önler, halkın refahına ayrılacak payın silahlanmaya ve dolayısıyla da bu emperyalistlerin kasasına gitmesine ve onların halkının refahına yarar. Bugünkü 10,5 milyon nüfuslu, Megali Idea fikirleri ile dolu Yunan için; "Tüm Avrupa halklarının ulusal mücadeleleriyle sarsılan bir dönemde Hellen topraklarının ancak bir bölümünün kurtarılmasıyla Hellenlerin ulusal istekleri yerine getirilmiş olamaz. Böylece Hellen dış politikasının temel amacı, ülke dışında kalan Hellen topraklarının ele geçirilmesidir. Ne var ki Helenizm’in sınırlarını saptamak ve de bir devletin isteklerini sınırlandırmak güçtür. Sonuçta, Bizans İmparatorluğu'nu yeniden canlandırmak fikri gelişmeye başlamıştır. Bu, Yunanistan'ın uzun yıllar dış politikasına egemen olacak olan 'Megali İdea' dedikleri görüştür." Yunanistan'ın, özellikle İngiltere'nin etkisinde kalarak Anadolu'ya karşı girişmiş olduğu işgal hareketi, bir yandan bu ülkenin "Megali İdea" olarak adlandırılan geleneksel dış politika amacını gerçekleştirebilecek önemli bir fırsat olarak sunulurken, İngiltere ve Yunanistan'ın ortak bir çıkar etrafında birleşmiş olmasında en önemli öğe, İngiltere'nin bölgedeki stratejik çıkarlarını korurken kendi insan kaynaklarını ve gücünü riske atmamış olması noktasında toplanmıştır. İngiltere, bölgedeki çıkarlarının sağlama alınması ve korunması için Yunanistan'ın Anadolu'ya saldırmasına destek verirken bu ülkenin insan gücünden ve stratejik olanaklarından da yararlanmak istemiştir. Yunanlar 15 Mayıs 1919 da İzmir’e çıkışları ve aradan geçen 39 ay sürece yaptıkları mezalimi, işgali, tecavüzleri hiç hatırlamayıp, 30 Ağustos- 9 Eylül sürecindeki 10 günlük mağlubiyet ve Anadolu’dan atılmalarını “Küçük Asya Felaketi” olarak adlandırırlar. Onlara göre şimdi buna bir de “Kıbrıs Felaketi” eklenmiştir. https://www.greek-genocide.net/index.php/overview/perpetrators/123-mustafa-kemal-atatuerk-1881-1938 WEB sitesine girerseniz bizlerin ve Atatürk'ün Anadolu'da Rumlara uyguladıkları Soykırımı bulursunuz. Tabii bu ifadeyi gülmeniz için kullandım. Ancak İngiltere'nin gözden kaçırmış olduğu önemli bir faktör ve Türk ulusal kurtuluş savaşının başarı şansını artıran bir etken, Anadolu'da Yunanistan'a karşı duyulan köklü tepkinin tam olarak algılanamamış olmasıdır. Dönemin gerçekleri göz önünde bulundurulursa, Anadolu insanı, topraklarının İngilizler tarafından işgal edilmesine ve İngiltere mandaterlerinde yaşamaya bir ölçüde hazırdır; öylesine ki, bu dönem Osmanlı yazarlarından pek çok kişi, Anadolu'nun parçalanmamasını, İngiltere veya ABD'nin mandaterliğinde bırakılmasına ilişkin görüşleri savunabilmiştir. Bu yaklaşım, etkinliğini ulusal kurtuluş savaşının örgütlenmesi sırasında da göstermiş ve ulusal önderler uzun uğraşlar sonunda bu yaklaşımların üstesinden gelerek bağımsız bir Türkiye'nin kurulması için gereken yapılaşmayı oluşturabilmişlerdir. İngiltere, Fransa, Rusya, ABD vb.gibi ülkeler neden ikili meselelerde Türkiye’yi değil de hep Yunanistan’ı desteklerler? Çünkü; Hepsi Hristiyandır, Rusya Hristiyan olduğu gibi Yunanlar ile aynı mezhepten yani Ortadokstur, Hiçbiri güçlü bir Türk ve Müslüman ülke istemezler, Bazılarının Devlet Yöneticileri veya eşleri Yunan, Rum asıllıdır o İngiliz Kraliçesi II: Elizabeth 1952’den beri tahttadır ve eşi Philip (Edinburg Dükü) Yunanistan ve Danimarka Prensidir. o ABD Başkanın Kennedy’nin dul eşi, 1994 yılına kadar yaşamış olan Jacqueline Kennedy , Yunan milyarder Onassis ile evlenmiştir. o ABD Parlamentosunda hem Senatörler hem de Temsilciler Meclisi üyeleri arasında 15’e yakın Rum asıllı Senatör ve Temsilci üyeler vardır. Örnek; Rum asıllı Bob Menendez, Gus Michael Bilirakis, John Sarbanes, Olympia Snowe gibi, Senato ile Temsilciler Meclisi üyelerinin büyük çoğunluğu “Helenist” tir. Bu sevgi, eski Yunan’dan süregelen bir hayranlıktır. Megali İdea’nın mimari Rigas Ferreos, 19. Yüzyıl başlarında Lord Bayron’u etkileyerek büyük bir Helensever yapmış ve bu kişiyi kullanarak Helenseverlik ya da Yunan hayranlığı ile Dünya Ortodoks nüfusunun büyük çoğunluğu bulunan Rusya’nın Ortodoks liderliğini ele geçirmesini önlemeye çalışmıştır. Yunanistan'ın Anadolu'ya saldırması, Türk ve Yunan ulusçuluğunun karşı karşıya geldiği ve düşmanlık duygularının kökleşmesine neden olan önemli bir olay olarak değerlendirilebilir. Yunanistan'ın işgal hareketine destek veren Anadolu'daki Rum ve Ermeni toplulukları ile Türk halkı arasında yıllardır sürmekte olan dostluk ve dayanışma da bu suretle tam bir düşmanlığa dönüşmüştür. Bağımsızlık savaşlarının uluslar-halklar arasında yaratmış olduğu karşılıklı düşmanlık burada da kendini göstermiştir. Bu bağlamda, Türkler için Yunanlar birlikte yaşadıkları halklara ve devlete "ihanet" etmiştir. Yunanlar için ise, “bu savaş 400 yıl süren bir esaretten, yabancı egemenliğinden kurtuluş, sömürüye başkaldırı” olmuştur. 13 Eylül 1928 tarihinde İsmet İnönü’nün Malatya’da söylediği gibi; “Hem Yunanistan hem de Türkiye, ulusal bağımsızlıklarını birbirlerine karşı vermiş oldukları savaşlar sonucunda elde ettiklerinden, diğer tarafı egemenliklerinin olası düşmanı olarak görmüş ve bu durumu, daha henüz ulusal egemenliğin tam olarak yerleşip benimsenmemiş olduğu bir yapılaşma içerisinde devlet eliyle halka benimsetmeye çalışmışlardır.” Böylesi bir tarih bilinciyle yetişen insanlar, Türkiye ve Yunanistan arasındaki sorunların nitelikleri ne olursa olsun karşı tarafa sürekli bir kuşku ile baktıklarından sorunların niteliklerini tam olarak değerlendirememekte ve önyargılarla, bağnaz bir ulusçulukla tek taraflı bir çözüm yoluna ulaşmaya çalışmakta, dolayısıyla, ulusçuluk anlayışı yeniden sahneye çıkmaktadır. Ama yine de Türkler bu sendromu çok daha kolay atlatmışlardır. Bunun nedeni de bir Cihan İmparatorluğu kurmuş ve yıllarca hükmetmiş olan bir ulusun genlerini taşımaları ve tarih boyunca hiçbir zaman esaret altında yaşamamış olmalarıdır. Yunanistan'ın Anadolu üzerindeki beklentilerinin tartışıldığı 1915 yılında Başbakan Venizelos ve Albay Metaksas arasında geçen görüşmelerde; Metaksas'ın dile getirmiş olduğu görüşlerde 1922'de Yunanların Anadolu'da uğrayacağı hezimeti çok önceden görmüş olduğunu göstermektedir. Yunan General, Kurmay Başkanı Kostantinos Pallis, Yunanistan'ın Anadolu'ya saldırması ve yenilgiyle karşılaşmasını değerlendirirken şu sonuca dikkatleri çekmektedir; "...1922 Anadolu hezimeti; Yunan milleti için, 1453'te İstanbul'un zaptı ve Bizans İmparatorluğu'nun çöküşünden daha büyük felaketler getiren bir olay olmuştur. 1453 Türk zaferi, Rumları tarihin başlangıcından beri oturup yerleştikleri Avrupa ve Asya kesimlerinden söküp atmamıştı. Müslüman fatihler, Rumların 19. Yüzyılda Avrupa'da milliyetçilik şuurunun yeniden uyanışından sonra kısmen bu boyunduruktan kurtulup bağımsızlıklarına kavuşana kadar, bu bölgelerde bir 'tebaa' olarak yaşamalarına izin vermişlerdi. Rumlar, asırlardır Anadolu'da ve Doğu Trakya'da yerleştikleri yerlerden sökülüp, bir daha geri gelmemek üzere Ege'nin öteki yanına atılmışlardı.” Şayet 1919-20 Venizelos siyaseti başarıya ulaşacak olsaydı, Yunanistan; Rum, Türk, Slav, Arnavut, Ermeni ve Levantenlerden oluşan melez bir nüfusla, bir nevi Neo-Bizans İmparatorluğu haline gelecekti. Bereket versin bu siyaset başarısızlıkla sonuçlandı ve Türkiye ve diğer komşu memleketlerdeki Rumların anayurda akışı ve buna mukabil Yunanistan'daki Türk ve Bulgar’ları kendi memleketlerine gidişi sayesinde homojen bir Helen Devleti'nin doğuşu mümkün oldu. Öyle ki, geçmiş tarihinde Yunanistan, hiçbir zaman bu derece homojen ve sadece Rumlardan ibaret olmamıştı." Mantıksal açıdan, Türkiye ve Yunanistan arasındaki sorunların giderilmesi her iki ülkenin de ulusal çıkarları açısından olumlu bir girişim olarak nitelendirilebilecekken, sorunun duygusal yönünün ağır basması ve her iki ülke arasında derin bir güvensizliğin yaşanmakta oluşu, sorunların adil, kalıcı bir dostluk ve iş birliği sağlayacak şekilde çözümlenmesini güçleştirmektedir. İki ülke arasındaki güvensizliğin, uzlaşmazlığın sürmesinde tek etken olduğunu söylemek mümkün değildir. Gerçekte, Türkiye ve Yunanistan arasındaki güvensizliğin giderilmiş olduğu bir ortam içerisinde dahi bu uzlaşmazlıklardan söz edilebilir. Bu durum, özellikle, Türkiye ve Yunanistan arasındaki pek çok soruna yataklık eden Ege Denizi'nin konumundan kaynaklanmaktadır. 12 Mil meselesi ya da daha doğru bir ifade ile 6 milin üzeri: Türk-Yunan ilişkilerinde donmuş bir çatışma alanıdır. Türkiye ve Yunanistan arasında yaşanan karasuları sorununun temelinde; Lozan Barış Antlaşması ile Ege Denizi'nde tesis edilen dengenin zaman içerinde Yunanistan lehine bozulması yatmaktadır. Yunanistan 1936 yılında tek taraflı olarak Lozan sırasında 3 mil olduğu kabul edilen karasularını 6 deniz miline çıkarmıştır. O dönem de Türk-Yunan ilişkilerine hâkim olan olumlu hava nedeniyle Türkiye, bu karara itiraz etmemiştir. Türkiye de 1964 yılında Kıbrıs sorunu nedeniyle Yunanistan’ın Anadolu kıyılarına yakın adaları silahlandırması sonrasında karasularını 6 deniz miline çıkarmıştır. Bu aslında çok büyük bir hatadır. Ege’de karasularının 3 milin üzerine asla çıkarılmaması, bu durumda açık deniz alanlarından çok büyük oranda Yunanistan’ın yararlanacağı belli iken, bu kararı alan Yönetimin ve bunu öneren resmi sorumluların çok iyi sorgulanması gerekir. Ege de Yunanistan’a bırakılan adaların karasuyu yoktur, olamaz konu başlıklı makalemi okumanızı öneririm.(Bu makaleyi DENİZCİLİK Başlığı altındaki bölümde bulabilirsiniz) 1974 Kıbrıs Barış Harekatı’ndan sonra Yunanistan Ege Denizi’nde açık deniz alanı olarak kabul edilen alanların büyük bir kısmını kendi egemenliğine almak için, karasularını 12 deniz miline çıkarma girişiminde bulunmuştur. Türkiye 15 Nisan 1976 tarihinde Yunanistan’ın bu girişimini savaş sebebi (casus belli) sayacağını dönemin Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil tarafından yazılan bir mektup ile Amerika Birleşik Devletleri'ne (ABD) bildirmiştir. Zaman içerisinde soğuyan mesele; 1982 yılında imzalanan Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi (BMDHS)’nin kıyıdaş ülkelere karasularını 12 deniz miline kadar ilan etme hakkı vermesi ile tekrar gündeme geldi. Yunanistan, 1995 yılında Türkiye’nin taraf olmadığı sözleşmeyi yürürlüğe koydu. Yunan Parlamentosu, 1 Haziran 1995 tarihinde kendi stratejisine uygun olan bir zamanda, Ege’de karasularını 12 deniz miline çıkarma hakkını saklı tuttuğunu ilan etti. Yunanistan’ın Ege Denizi’nde karasularını 12 deniz miline çıkarması ile Ege Denizi’nin %40’ını oluşturan Yunan karasuları büyüklüğü %70’e yükselecek, açık deniz alanının büyüklüğü %51’den %19’a düşecektir. Nihayetinde Türkiye’ye Ege Denizi’nin %10’undan daha az bir alan kalacaktır. Türkiye zorlayıcı diplomasi kapsamında; Yunanistan’ın Ege’nin büyük bir kısmına hâkim olmasının önüne geçmek için, 8 Haziran 1995 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde (TBMM) bulunan tüm parti temsilcilerinin ortaklaşa hazırladığı bildiri ile, Yunanistan’ın Ege’de karasularını 6 milin ötesine çıkarması halinde, bu durumun savaş sebebi sayılacağını, Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti'ne askeri bakımdan gerekli olanlar da dahil olmak üzere tüm yetkilerin verileceğini beyan etti. 1997 yılında olası bir Türk-Yunan çatışmasının engellenmesi tansiyonun düşürülmesi maksadıyla, ABD’nin girişimiyle Madrid’de yapılan NATO Zirvesi öncesinde her iki taraf bir mutabakat metni imzaladı. Bu metne göre taraflar, barış, güvenlik ve iyi komşuluk ilişkilerinin geliştirilmesi, birbirlerinin egemenliklerine saygı gösterilmesi, anlaşmazlıkların, ortak rızaya dayanarak, kuvvet kullanımı ve tehdit olmadan, barışçıl yollardan çözülmesi konularında mutabık kaldılar. AB ile ilişkilerin geliştirilmesine yönelik olarak Türkiye’nin çağrısı üzerine 2002 yılında Yunanistan ile ikili görüşmeler süreci başladı. Bugüne kadar yapılan toplam 60 görüşmede somut bir ilerleme kaydedilemedi. ‘Türkiye hep tepki veren ülke konumunda kaldı’ Karasuları sorunu, Türk-Yunan ilişkilerinde donmuş bir çatışma alanı olarak yerini muhafaza ederken, Yunanistan sürekli talepkâr, tehditkâr ve Ege’yi kendi çıkarları için şekillendirmek isterken Türkiye hiçbir zaman Proaktif olamamış, her seferinde Yunan talepleri ve istekleri karşısında savunma ya da cevap veren ülke pozisyonunda olmuştur. Yunanistan 1936 yılından itibaren istikrarlı bir şekilde devlet politikası ile karasularını genişletirken, Türkiye devamlı tepki veren ülke konumunda kaldı. Türkiye’nin tepkisini yönlendiren ana etken Kıbrıs meselesi nedeniyle iki ülke ilişkilerinde yaşanan gerginlik oldu. “Yunanistan, Türkiye’nin maruz bırakıldığı izolasyondan faydalanmaktadır.” Doğu Akdeniz’de İsrail, Kıbrıs, Mısır ve Yunanistan arasında AB’nin de teşvikiyle oluşan koalisyon Türkiye’yi yalnızlığa itmiştir. Yunanistan, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de yaşadığı izolasyondan istifade ederek 12 mil konusunu tekrar gündeme getirmiş, daha sonra Doğu Akdeniz’de Münhasır Ekonomik Bölge sınırlarının belirlenmesinde Türkiye’nin görüşlerini dikkate almayacağını ifade etmiştir. Yunanistan, dış politikasının tarihi seyrinden de anlaşılacağı üzere, Türkiye’yi hem Ege’de hem de Doğu Akdeniz’de çift cepheli bir gerginliğe zorlayarak inisiyatifi elinde tutmak istemekte, Türkiye’yi hem Ege’de hem de Doğu Akdeniz’de zorlayıcı bir dış politika sürükleyerek dengesini bozmaya çalışmaktadır. Böylece Türkiye’yi dünya nezdinde uluslararası hukuk kurallarını hiçe sayan mütecaviz ülke konumuna sokmak istemektedir. Çünkü Yunanistan; karasularını 12 mile kadar çıkarma hakkının kendisine BM’nin verdiğini, Türkiye’nin casus belli kararı ile uluslararası hukuk kurallarını hiçe saydığını söylemekte, bu konuda AB başta olmak üzere uluslararası toplumunun desteğini beklemektedir. Yunanistan zamanlaması ve hedefleri doğru belirlenmiş politik manevralar ile Türkiye’nin sinir uçlarına dokunmakta, uluslararası kamuoyunun tepkisini ölçmektedir. Türkiye açısından ise 12 mil sorununun ele alınışı daha çok iç politikaya yöneliktir. Denizdeki sorunlara ilave olarak; Yunanistan 40 yıldan bu yana özellikle Türkiye’ye tehdit teşkil eden teröristleri himaye etmekte, onları 3 ayrı kampta yetiştirmektedir. 1990’lı yıllarda Türkiye'’nin sert çıkışları sonucunda Abdullah Öcalan''ın Suriye’den çıkarılması sürecinde PKK Terörist başı Abdullah Öcalan’ı sığınacak ülke ararken himayesine almış, sıkışınca da onu Kenya’ya kaçırtmış, orada da Büyükelçiliğinde saklayabilecek kadar pervasızlaşabilmiştir. Yunan Büyükelçisi Kostulas daha sonra Kenya tarafından sınır dışı edilmiştir. Pangalos; Atina’ya gizlice sokulan terörist örgüt lideri Öcalan'ı kurtarmak için Kenya’ya göndermiş, Nairobi’deki Yunanistan Büyükelçiliği’ne ait konutta 12 gün ağırlanmasını sağlamıştır. Terörist başı yakalanınca, Başbakan Simitis çaresiz kalarak sözde kendinden habersiz işler çevirdiği gerekçesiyle görevden almıştır. Daha sonra Kültür Bakanlığı’na atanan Pangalos, insan hakları konusunda Türk politikasını “Hitler’in izlediği politikalar” olarak tanımlayınca, Başbakan Simitis tarafından ikinci kez görevden alınmıştı. Yunan Binbaşı Kalenderidis ise; Öcalan’ın Suriye'den çıkartılmasının ardından onu güvenli bir yere yerleştirme operasyonu için Yunan Gizli Servisi'nden aldığı talimatları uyguladığını, bu operasyon yüzünden Yunan hükümetiyle ters düştüğünü ve çeşitli suçlamalara da maruz kaldığını açıklamaktadır. Öcalan'ın Kenya'da biten yolculuğunun ardından Yunanistan’da yargılanan Binbaşı Kalenderidis bilahare Yunan ordusundan ayrılmak zorunda kalmıştır. Başarılı bir Yunan diplomatı olan Kostulas, Nairobi’den ayrılırken Kalenderidis'e şöyle demişti: "Ben, Yunan Büyükelçisi görevinden bir hırsız gibi ayrılıyor. Böyle bir kaderi ne ben ne de vatanımız hak etmedi." 3 Temmuz 1997''de Kırıkkale Mühimmat Fabrikası''nda 3 kişinin ölümüyle sonuçlanan yangın ve patlamanın PKK ile bağlantılı ve sabotaj şüphesiyle kovuşturulduğunda, sürülen izin Kalenderidis''e kadar uzandığı görülmüştür. 15 Temmuz Darbe girişimi sonrasında da FETÖ üyelerine yataklık yapan Yunanistan’da DHKP/C üyesi Şadi Naci Özpolat’ın Türkiye’ye iadesine ret kararı çıkarken helikopterle Yunanistan’a kaçan FETÖ teröristlerini himaye etmiştir. Fanatik Yunan milliyetçisi olarak bilinen Kalenderidis casusluk suçundan Türkiye’de yargılanmış ancak siyasi bir kararla Yunanistan’a iade edilmiştir. Yunanistan'daki PKK kadrolarıyla sıkı bir irtibat içinde olduğunu da Kalenderidis''in kendisi açıklamıştır. Abdullah Öcalan Yunanistan ile iş birliği yaparken şu açıklamayı da yapmıştır; "Gittiğimiz yol, aynı zamanda, onlarca yıldır Türk saldırılarına uğrayan Kıbrıs, Yunanistan gibi komşu ülkeler için bir fırsattır. Çünkü, Kürtlerin bağımsızlıklarını kazanmalarıyla, Türkiye binlerce yıldır Anadolu ve tüm bölgedeki egemenliğinin stratejik temelini kaybetmiş oluyor. PKK’nın devrimi, Türkiye ve Türklerin rolünü sınırlıyor ve yeni stratejik koşullar oluşturuyor." Yunanistan aynen Suriye ve Libya gibi insanlığa karşı suç işleyen terör örgütlerini ülkesinde barındıran, bunlarla iş birliği yapan terörist bir devlettir. Yunanistan ile yaşanacak olası bir kriz Türkiye’nin ekseninin Batı’dan Avrasya Bloğuna kaydırılması için öncelikle Rusya için bir fırsat olarak görülmektedir. Yunanistan ile Türkiye arasında 200 yıldan bu yana yaşanan sorunlar, aşağıda özet bir tablo halinde sunulmuştur. Bu tablo incelendiğinde kolayca görülecektir ki; “Yunanistan her durumda sorun çıkartan, sorun yaratan ülke, Türkiye ise pek çoğunda hiç sesini çıkarmamış, çıkaramamış ve pasif kalan ülkedir. Türkiye bu olaylar sonucu Maddi anlamda hiçbir kazanç sağlayamazken Yunanistan sürekli olarak kara, deniz ve hava sahalarını genişletmiş, Türkiye’nin tüm düşmanları ile dostluk kurmayı kendi milli görüş ve ülküsü haline getirmiş ve bunu pervasızca uygulamıştır. Megali İdea Yunanistan’ın ezeli ve ebedi hayalidir. 15 Temmuz akşamı, Türkiye’de ki kargaşadan ve muhtemelen çıkmasını bekledikleri iç savaştan yararlanarak Kıbrıs’ta karşı bir harekât yapıp Kuzey Kıbrıs Topraklarını eline geçirmediği için pişmanlık duyan açıklamalar yapan Rum iktidar partisi DİSİ'nin bir milletvekili aynen şu beyanatta bulundu; “42 yılda elimize geçen bir fırsatı kullanamadık. Yazıklar olsun”. 'Biz saldırsaydık Kuzey'e, Beşparmak Dağları'ndan Türk askerlerinin tamamını Girne'de denize dökerdik”. 15 Temmuz askeri darbe girişimi haberini alan Güney Kıbrıs’ın askeri anlamda teyakkuz durumuna geçmiş, Yunanistan Dışişleri Bakanlığı’nın yayınladığı ve 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı ile 15 Temmuz 2016 askeri darbe girişimi arasında bağ kurduğu belirtilen açıklama yapmıştır. Aşağıdaki tabloda Türkiye için tasvibi mümkün olmayan tek olay, 6-7 Eylül 1955 olaylarıdır. Olaylar, Londra'da Kıbrıs görüşmeleri devam ettiği günlerde meydana gelmiştir. Grivas önderliğindeki EOKA, adada yaşayan İngiliz ve Türklere karşı terör saldırılarına başlamış, saldırılar kamuoyunda büyük bir öfkeye neden olmuştu. Bu sırada İngiltere, Türkiye ve Yunanistan’ı konuyu görüşmek üzere Londra’da toplanacak üçlü bir konferansa davet etmiş, Konferans 29 Ağustos’ta başlamış ve Dış işleri bakanı Fatin Rüştü Zorlu Türkiye’yi temsilen yerini almıştı. Aslında bu olayda bile başlangıçta yine bir Rum ve EOKA Tehdidi olmasına rağmen Türkiye’de yaşanan olayları tasvip etmek ve onaylamak mümkün değildir. TARİH OLAY YUNANİSTANIN YAPTIĞI TÜRKİYENİN YAPTIĞI 1830 YUNANİSTAN’IN BAĞIMSIZLIK İLANI Rusya’nın kışkırtma ve tahriki, İngiltere ve Fransa’nın arkasında durması sonucu Yunanistan Bağımsızlığını ilan etmiştir. Osmanlı, Ruslara karşı kaybettiği savaş nedeniyle buna razı olmak zorunda kalmıştır. 15 MAYIS 1919 YUNANLARIN İZMİRE ÇIKIŞI VE ANADOLUNUN İŞGALİNE BAŞLAMASI I.nci Cihan Savaşında taraf olmadığı halde İngiltere ve Fransa’nın ittirmesi ile Anadolu’yu işgale kalkmıştır. Kurtuluş Savaşı Osmanlı Hükümeti tamamen sessiz kalmış, Mustafa Kemal (Atatürk) Samsun’a çıkarak Millî Mücadeleyi başlatmıştır. 1930 YUNANİSTAN’IN FIR HATTI İLANI FIR hattını 10 mil ilan etti. Hiçbir şey. 1936 YUNANİSTAN’IN KARA SULARINI 6 MİLE ÇIKARMASI Yunanistan Türkiye’ye danışma gereği duymadan tek taraflı bir uygulama ile Karasularını 6 mil ilan etti. Hiçbir şey. 1955 6-7 EYLÜL OLAYLARI İstanbul’da yaşayan gayrimüslimlere saldırıların düzenlendiği olaydır. Selanik’te ki Atatürk’ün evine bomba atıldığı iddiaları ile başlamış, daha sonra bir Türk Konsolosluk görevlisi patlamayı kendisinin yaptığını itiraf etmiştir Olaylar, Londra'da Kıbrıs görüşmeleri devam ettiği günlerde meydana geldi. Grivas önderliğindeki EOKA, adada yaşayan İngiliz ve Türklere karşı terör saldırılarına başlamış, saldırılar kamuoyunda büyük bir öfkeye neden olmuştu. Bu sırada İngiltere, Türkiye ve Yunanistan’ı konuyu görüşmek üzere Londra’da toplanacak üçlü bir konferansa davet etmiş, Konferans 29 Ağustos’ta başlamış ve Dış işleri bakanı Fatin Rüştü Zorlu Türkiye’yi temsilen yerini almıştı. YUNANİSTAN'IN TÜRKİYE'YE KARŞI HASMANE DAVRANIŞLARI ÖZET OLARAK AŞAĞIDADIR 1974 KIBRIS HAREKATI Makarios’un Kıbrıs’ı Yunanistan’a ilhak etmek için Darbe yapması Türkiye Garantör Sıfatıyla adaya çıkmıştır. 1976 HORA KRİZİ 1974’teki Kıbrıs Barış Harekâtı sonrası Yunanistan bir araştırma gemisini Ege’ye gönderince, Türkiye de buna karşılık araştırma gemisi Hora’yı Ege’ye göndereceğini açıkladı. Yunanistan’ın “engelleriz” tehditlerine rağmen Hora, 12’si mürettebat 42 kişiyle birlikte 30 Temmuz 1976’da Ege sularına yöneldi. 7 Ağustos’ta Yunanistan Türkiye’ye “kıta sahanlığını ihlal etmek”le suçlayarak nota verirken, Türkiye iki gün sonra bir başka notayla “Yunanistan’ın kıta sahanlığının tanınmadığı”nı açıkladı. 1987 İKİNCİ HORA KRİZİ Yunanistan 28 Mart 1987 günü Ege Denizinde petrol aramalarına başlayacağını ilan etti. Yunanistan Başbakanı Andreas Papandreu’nun “Yunan kıta sahanlığına girmesi halinde Türk gemisine sözle değil fiille karşılık verileceği” açıkladı. Hora bu kez savaş gemileri eşliğinde tekrar Ege Denizine açıldı. 28 Mart’ta günü sabah saatlerinde Hora’dan “sismik çalışmalar başladı” mesajı gelmesinden kısa süre sonra Yunanistan’ın Ege’deki çalışmaları durdurduğunu açıklaması, iki ülke arasında yaşanan gerginliği muhtemel bir savaşa dönüşmeden bitirdi. 1980 DEN BUGÜNE KADAR SÜREKLİ YUNANİSTANÎN 3 AYRI KAMPTA TÜRKİYE İLE SAVAŞAN DHKP C MİLİTANLARINA EV SAHİPLİĞİ YAPMASI, ASALA TERÖRİSTLERİNİ VE MLKP TERÖRİSTLERİNİ EĞİTMESİ, PKK TERÖRİSTLERİNİ YETİŞTİRİP SURİYE’YE GÖNDERMESİ (1994 ve sonrası) BURADA TERÖRİSTLER SİLAH, BOMBA VE SUİKAST EĞİTİMİ ALIYOR. 1- Lavrion kampı: Atina'ya 100 km mesafede. ASALA ve MLKP için de zamanında kullanılmış. 2- Kinesa kampı: Atina'ya 1 saat mesafede. Ege denizi sahilinde, tek katlı, bahçeli, 4 oda 1 salon şeklinde hücre evleri var 3- Dileysi kampı: Oropo kasabasına bağlı. Sahile 250 mt uzaklıkta. Kampta 3 katlı bir bina ve 3 oda 1 salon şeklinde hücre evleri bulunuyor. Ara sıra kınamak dışında HİÇBİR ŞEY 1995 KARASULARI 12 MİL İLAN ÇIKIŞI Yunan Parlamentosu, 1 Haziran 1995 tarihinde kendi stratejisine uygun olan bir zamanda, Ege’de karasularını 12 deniz miline çıkarma hakkını saklı tuttuğunu ilan etti. Yunanistan’ın Ege’nin büyük bir kısmına hâkim olmasının önüne geçmek için, 8 Haziran 1995 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde (TBMM) bulunan tüm parti temsilcilerinin ortaklaşa hazırladığı bildiri ile, Yunanistan’ın Ege’de karasularını 6 milin ötesine çıkarması halinde, bu durumun savaş sebebi sayılacağını, Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti'ne askeri bakımdan gerekli olanlar da dahil olmak üzere tüm yetkilerin verileceğini beyan etti. 1996 KARDAK KRİZİ Ocak 1996'da Figen Akat isimli Türk bandıralı kargo gemisinin Kardak Kayalıklarında karaya oturması sonucu, Yunan yetkilileri geminin kaptanıyla irtibata geçip yardım teklifinde bulundu. Bunun üzerine geminin kaptanı kayalıkların Türk karasularında olduğunu belirterek yardımlarını istemedi. Gemi kaza yerinden kendi motorlarıyla kurtulmayı başardı Yunanistan çevre adalardan birisinin belediye başkanı yanında Yunan bir papaz ile birlikte Kardak adasının doğusundaki kayalıklara Yunan bayrağı dikip Yunan Marşını okudu. 27 Ocak'ta Türk gazeteciler Yunan bayrağını indirip kayalığa Türk bayrağı diktiler. Bunun üzerine Yunanistan Ordusu kayalıklara asker çıkarıp kayalıkları denizden abluka altına aldı. Türk SAT Timleri Batı Kardak Kayalıklarına ulaştı. Adadaki Yunan bayrağı Türk komandoları tarafından indirildi ve yerine Türk bayrağı dikildi. Daha sonra her iki taraf ta bayraklarını indirdi ve adalar boşaltıldı. 1999 PKK TERÖRİSTBAŞI ABDULLAH ÖCALAN’IN YUNANİSTAN TARAFINDAN HİMAYE EDİLMESİ Yunanistan önce ülkesinde sonra da Kenya Büyükelçiliğinde terörist Başı Abdullah Öcalan’ı saklamaya ve korumaya çalışmıştır. Türk MİT Teşkilatı Kenya’ya giderek Abdullah Öcalan’ı teslim almış ve Türkiye’ye getirmiştir. 2016 15 TEMMUZ DARBE GIRIŞİMİ 16 Temmuz 2016 sabahı, darbe girişimi başarısız olunca, 11308 kuyruk numaralı S-70 Sikorski helikopteriyle Yunanistan'a kaçan Binbaşı pilotlar Ahmet Güzel ve Gençay Böyük, Yüzbaşı pilotlar Abdullah Yetik, Feridun Çoban, Uğur Uçan ve Süleyman Özkaynakçı, Astsubay teknisyenler Bilal Kurugül ve Mesut Fırat adlı darbeciler Yunan makamlarınca korunmaya alınmış ve Türkiye’ye teslim edilmemiştir. Türkiye Düşmanlığının en bariz örneğini oluşturan bu Yunan tercihi karşısında, Türk Hükümeti her zaman olduğu gibi ABD, İngiltere ve Fransa’dan destek ve ilgi görememiştir. Türkiye her zaman olduğu gibi yine bir şey yapamamıştır. Türkler, Attilla’yı cengâverlikle, kahramanlıkla özdeşleştirirken; Batılı toplumların çoğu gibi Rumlar ise vahşetle, barbarlıkla bir tutar ve Türklere Attilla derler. Türkiye ile Yunanistan liderleri ne zaman ve nerede masaya otururlarsa otursunlar, sonrasında Yunanlıların kendi aralarında yaptığı bir espri vardır: ‘‘Attila, yine Attilalığını gösterdi.’’ Yani, Türkleri görüşmelerde hep Barbar görürler, hep şahin görürler. 1987 senesinde MARPOL (Denizlerin Gemilerden Kirlenmesini Önleme Uluslararası sözleşmesi) için ülkemizi temsilen Atina’ya gitmiştim. İlk günkü görüşmelerde konu egemenlik alanları ve dolayısıyla karasularına gelince Yunan Delegasyonu ile aramızda ciddi bir tartışma oldu. Ertesi gün çıkan Yunan Gazetelerinde “Attila yine Atina’da” yazıyordu. Yani biz Barbarlar Atina’daydık. Yunanistan Türkiye’yi ve Türkleri her zaman en büyük düşman görür. “Düşmanımın düşmanı benim dostumdur diyerek tüm Türk düşmanlarını kucaklar ve kışkırtırlar” Bu halklar kendilerine empoze edilmek istenen Düşmanlık Taleplerine karşı koyarak kendi siyasetçilerini ve Devlet uygulamalarını dostluk çizgisine çekmelidir. Okul kitaplarında yer alan birbirini aşağılayan ifadeleri kendi parlamenterlerine baskı yaparak kaldırtmalıdırlar. Hükümetlerinin 200 yıllık bu düşmanlık politikasından herhangi bir ferdin etkilenmemesi mümkün müdür sizce? Eğer mümkün diyorsanız LÜTFEN BU YAZIYI BİR KERE DAHA OKUYUN. Esen kalın
- Japon Yarbay Yukichi Tsumura
DERLEYEN : Mehmet ASAL Yarbay Yukichi Tsumura ya da bilinen adıyla Yarbay Çomora, Japon İmparatorluk Deniz Kuvvetleri'nde görev yapmış bir deniz subayı ve 1012 Türk savaş tutsağını İstanbul Hükümeti'ne teslim etmekle görevli Heimei-maru gemisinin komutanıdır. Heimei-maru Olayı'ndaki Rolü Rus Çarlığı tarafından 1.Dünya Savaşı sırasında tutsak alınmış, Sibirya'da bir esir kampında tutulmakta olan askerler ve ailelerinden oluşan 1012 Türk esiri, 1918 yılında Beyaz Ordu kuvvetlerine destek vermek amacıyla bölgeyi işgal eden Japon İmparatorluk Ordusu tarafından ele geçirilmiştir. 1921 yılının Şubat ayında, diğer İtilaf Devletleri'nin bu yönde bir talebi olmamasına karşın Japon İmparatorluğu, Osmanlı İmparatorluğu'nun da diplomatik ve ekonomik çabalarıyla bu tutsakları İstanbul Hükümeti'ne teslim etme kararı alır. 1921 Şubat ayının sonunda Vladivostok'tan yola çıkan Heimei-maru gemisi 3 Nisan 1921 tarihinde Süveyş Kanalı'nı geçerek Akdeniz'e ulaşır. 5 Nisan tarihinde Çanakkale Boğazı'na ulaşmak üzereyken Midilli Adası açıklarında Yunanistan Krallığı donanması tarafından durdurulur. Anadolu'da bir savaş vermekte oldukları gerekçesiyle; İstanbul Hükümeti'ne iade edilecek dahi olsalar bu tutsak iadesine izin veremeyeceklerini bildiren Yunanistan Krallığı, gemi komutanı Yarbay Tsumura'dan Türk tutsakların Yunanistan'a teslim edilmesini ister. Yarbay Tsumura birçok kez yinelenen bu istekleri tutsakların Japon İmparatorluğu himayesinde olduğunu söyleyerek her seferinde şiddetle reddeder. Sonunda gemi Yunanistan tarafından Pire Limanı'na çekilir ve 6 ay boyunca erzak almasına dahi izin verilmeden limanda bekletilir. Gemide yaşanan insani krizin de etkisiyle araya giren Milletler Cemiyeti'nin tutsaklar içindeki kadın ve çocukların serbest bırakılması gerektiğini söylemesi üzerine gemide bulunan 395 kadın ve çocuk Olympos adlı bir Yunan gemisi tarafından İstanbul'a götürülür. Bu süreçte Yunanistan'la diplomatik temaslar kuran Japonya, geminin serbest bırakılması isteğini Yunanistan'a kabul ettiremeyince İtilaf Bloğunun kurucu üyeleri olan Britanya İmparatorluğu ve Fransa'yı ikna etmeye çalışmış ancak bunda da başarılı olamamıştır. 6 ayın sonunda taraflar, arabulucu olarak devreye giren İtalya'nın teklifini kabul eder. Yunanistan gemiyi serbest bırakır, Japonya da karşılığında tutsakları İstanbul Hükümeti'ne değil İtalya'ya teslim eder. İtalya tutsakları Asinara Adası'nda bir esir kampına yerleştirir. Tutsaklar, 7 ay orada tutulduktan sonra İstanbul Hükümeti'nin İtilaf Devletleri'ne "Esirlerin orduya katılmayacağı" teminatını vermesi üzerine Mayıs 1922'de Asinara'ya ulaşan "Ümit" adlı bir Türk gemisi ile İstanbul'a getirilir. Kendisine uygulanan yoğun baskılara rağmen Türk tutsakları Yunanistan'a teslim etmediği için Türk kamuoyunda minnetle anılan Yarbay Tsumura'nın adı İstanbul'un Beykoz ilçesinde bir caddeye verilirken anısına bir de belgesel çekilmiştir. Ayrıca 2019 yılında Japonya'ya resmi bir ziyarette bulunan Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı yaptığı konuşmada Yarbay Tsumura'nın kahramanlığının hiç unutulmayacağını ve köklü Türk - Japon dostluğunun bir simgesi olacağını söylemiştir. DAHA DETAYLI BİLGİ İÇİN AŞAĞIDAKİLERİ OKUYABİLİRSİNİZ: YARBAY YUKİCHİ TSUMURA KİMDİR ? Japonlar 1918 yılında, Rusya’ya ait Viladivostok’a Asker Çıkarıyor Savaş sırasında İtilaf Devletleri yanında yer alan Japonya, Rusya’daki Bolşevik Devrimi’nin yol açtığı karışıklıklardan yararlanarak 1918 yılının Nisan ayında Viladivostok’a asker çıkarmış ve Trans–Sibirya demiryolu hattı boyunca Baykal Gölüne kadar olan bölgeye ilerlemişti. Türk Esirlerin Kaderi Japonya’nın Elinde Japonya 4-6 Nisan 1920’de Viladivostok bölgesini tamamen kontrol altına aldığından bölgede bulunan Türk esirlerin kontrolü de Japonya’ya geçmişti. Bu sırada Rusya‘nın iç kesimlerinden Türk esirlerinin bu bölgeye sevki ise devam etmekteydi. Osmanlı Devletinin Türk Esirler İçin girişimi Bu buhranlı hava içinde uluslararası arenada inisiyatifini kaybetmiş olan Osmanlı Devleti Rusya’da kalan esirleri için İstanbul’daki İngiliz Fevkalade Komiserliği’ne başvurmak zorunda kalmıştı. İngiltere, Osmanlı Devleti’nin müracaatına 1919 sonlarına doğru cevap verdi. İstanbul’a yapılacak seferin masrafları Osmanlı hükümeti tarafından karşılanacak, Viladivostok’ta toplanan Türk esirleri Japon vapur şirketi Katsuva ile yapılan anlaşma neticesinde tahsis edilecek bir özel gemiyle, Ağustos ya da Eylül ayında İstanbul’a ulaştırılacaktı. (Paranın havale edilmesi İngilizler tarafından bir yıl geciktirilmiştir) Japonya Heimei-maru İsimli Vapuru Viladivostok Limanına Gönderiyor Paranın gönderilmesinin hemen ardından 1921 yılının Şubat ayında Japon askeri yetkilileri, Türk esirlerini taşımak için Heimei-maru (Parlak Barış) isimli vapuru Viladivostok limanına gönderdiler. Vapura 1030 kişi binecekti. Bunların 12’si Türk esirlerinin orada evlendikleri eşleri, geriye kalan 1018’i ise Türk esiriydi. Vapura kaçak olarak binen Tatar gençleri de bulunuyordu. Esirler, limana kol düzeninde şehrin çeşitli yerlerini selamlayarak, Türk bayrağı çekilen gemiye büyük bir disiplin içinde bindiler. Viladivostok limanında Çinliler, Japonlar, Amerikalılar, Koreliler ve Azerilerden oluşan halk topluluğu esirlerin örnek davranışlarını büyük bir ilgi içinde izliyordu. Türk–Tatar Müslümanların “Anavatan’a bizden selam götürün” diye bağrışmaları ve “Selamet! Selamet!” sesleri ile Heimei-maru 23 Şubat 1921’de Viladivostok limanından hareket etti. Heimei-maru vapurunun kaptanı Japon Yarbay Çomora idi. Vapurda ayrıca bir Japon Yüzbaşı ve bir de doktor binbaşı bulunuyordu. Yolculuğun Viladivostok’tan İstanbul’a kadar 45 günde bitirilmesi planlanmıştı. Vapur, hiçbir limana uğramadan Süveyş Kanalı üzerinden Akdeniz’e çıkacak ve doğrudan İstanbul’a gidecekti. Sadece Seylan Adası (Sri Lanka) ’nın Kolombo limanından su almak için duracaktı. Yiyecek olarak ise 50 gr. ekmek ve ölmeyecek kadar pirinç lapası bazen de ince bir dilim balık ve çay verilecekti. Bu şekilde 10 800 deniz mili (20.000 km’den) fazla yol gidilecekti. Heimei-maru isimli gemi Midilli Adası Önlerinde Yunanistan Tarafından Durduruluyor Heimei-maru Midilli Adası önünde zorla durdurulduktan sonra Yunan Hükümetini temsilen iki subay ve bir sivil vapura gelirler. Yunanlılar vapurda bulunan esirlerin tamamının kendilerine teslim edilmesini isterler. Japon Yarbay Çomora mert askerlere yakışan bir yanıt verir: “Hükümetimden, bu yolcuların hepsini İtilaf Devletleri işgali altındaki İstanbul’daki Türk hükümetine teslim etmek emri aldım. Elimde bütün devletlerce kabul edilmiş ve imzalanmış bir de protokol var ve bu sebeple size Türkleri esir veremem.” Bu cevap üzerine Yunan heyeti gider. Birkaç gün sonra ikinci bir heyet gemiye gelir, Kaptan Çomora’dan aldıkları cevap yine aynıdır: “Hayır!” Bundan sonrası Japon Yarbay Çomora ile Yunan temsilcileri arasında tam bir sinir harbine döner. Yunan heyeti gemiye her geldiğinde biraz daha sert ve aksi cevaplar alırken gemiden de sinirli bir şekilde ayrılır. Bu esnada Japon elçiliği de devreye girer ama sonuç yoktur. Türk esirler ise meraklı ve endişeli şekilde olayları takip ederken, kısıtlı imkânlara ve ağır gemi şartlarına katlanmak zorundadırlar. Heimei-maru Türk Esirler İle Birlikte Pire Limanına Çekiliyor Yapılan görüşmeler sonuç vermemiştir. Yunanlılar gemiye hareket izni vermemekte, Japon Yarbay da Türk esirleri Yunan Hükümetine teslim etmemekte kararlıdır. 13 Nisan 1921 tarihinde geminin Midilli’den Pire limanına çektirilmesi uygun görülmüştür. Böylece Türk esirleri için ikinci esaret dönemi başlar. Bu uluslararası skandalı çözmek için de diplomatik faaliyetlere girişilir. Yunan hükümetine vapurdaki esirlere muharip unsur olarak bakmanın yanlış olduğunu belirten ve 14 Nisan 1921 tarihli telgrafla kendilerini uyaran Uluslararası Kızılhaç Teşkilatı’na, 17 Nisan 1921’de cevap verir. Yunan Başbakanı Gunaris esirlerin İstanbul’a nakli konusunda Japon Hükümeti ile müzakerelerin devam ettiğini söyleyerek kaçamak ifadeler kullanmıştır. Yunan Heyet Israrla Türk Esirleri İstiyor Pire limanında da Yunan Hükümeti esirlerin kendilerine iadesini talep ederler. İki küçük rütbeli subaydan oluşan bir heyet, Japon Yarbay Çomora’ya gelir ve esirlerin teslim edilmesini isterler. Yarbay Çomora askeri görgü kuralları gereği “Benimle konuşacak zatın benim rütbemde bir asker olması lazım” diyerek gemiden uzaklaştırır. Yunanlar daha sonra gemiye bir yarbay ve bir binbaşıdan oluşan başka bir heyetle gelir, Çomora onlara da: “Bu gemi bir Japon gemisidir ben de bir Japon askeriyim. Hükümetimden aldığım emir gereği Kızılhaç Örgütü’nün izin ve İtilaf Devletlerinin onayı üzerine bu esirleri İstanbul’a götürüp Türk makamlarına teslim etmekle görevliyim. Aynı zamanda bir asker olduğum için bu görevi yerine getirmeye mecburum. Yok, Yunan hükümeti derse ki bu esirleri sizden alırız; o takdirde önce bizleri sonra da Türkleri alırsınız!” der. Japon gemisi ve mürettebatını esir almanın uluslararası yeni bir krize yol açacağını bilen Yunan Hükümeti böyle bir şeye cesaret edemese de gayri insani yollara başvurmaktan çekinmez. Yunanlılar hem Türkleri hem Japonları yıldırmak için gemiye erzak vermez. Ne var ki ne Türkler de ne de Japonlar da yılgınlıktan eser vardır. Yarbay Çomora “Çok ümitliyim Yunanlılar sizleri elimizden kolay kolay alamayacaklardır.” diye moral tazelemektedir. Türk esirlerin de Japon Yarbay’a güvenleri tamdır. Esirlerden biri olan Binbaşı Halil Ataman; “…umudumu kırmıyorum, Japonlar ayak direyecek ve bizleri Yunanlılara vermeyecekler” diyerek Yarbay Çomora’ya güvenlerini belirtmektedir. Bu kuvvetli ruh halinin, her geçen gün biraz daha ağırlaşan gemi şartlarında ne kadar daha süreceği belirsizdir. Pire’de Türk esirlerin zorla tutulmasının üzerinden 5 ay geçmiştir. Japonlar, Türkiye’ye götürmek üzere aldıkları esirleri İstanbul’a ulaştırmak için direnç gösterirken, Yunanlılar Heimei-maru vapurunun Pire’den ayrılmasına izin vermez. Japon mürettebat ve askerlerin bir kısmı bu sıkıntılı sürece ve ağır gemi şartlarına dayanamamış, geminin ikinci kaptanı da dâhil çoğu hastalanıp Yunan hastanelerine kaldırılmıştır. Milletler Cemiyeti Durum İncelemesi İçin Heyet Gönderiyor Türk esirleri, Milletler Cemiyetine başvuruda bulunarak Heimei-maru’yu incelemek üzere bir sağlık heyetinin gemiye gönderilmesini sağlarlar. 1 Ağustos 1921’de incelemelere başlayan heyet üyeleri, gördükleri manzara karşısında şaşkına döner ve üzüntülerini gizleyemezler. Muayeneler sonucunda malul sayılan 395 kişi, 6 Ağustos 1921’de, önceden büyük baş hayvan taşımak için kullanılan Olympos vapuru ile İstanbul’a gönderildiler. 13 Nisan 1921’den beri Pire’de tutulan Türk esirlerinin tarafsız bir ülke arazisine yollanmasına karar verildi. Varılan anlaşmaya göre sevk, iskân ve iaşe masraflarını Osmanlı Devleti karşılayacak, Türk kafilesi Türk– Yunan Harbi sonuna kadar İtalya’nın Asinara Adasında misafir edilecekti. Heimei-maru Pire Limanından Ayrılarak Asinara Adasına Gidiyor Heimei-maru ve taşıdığı 620 Türk esiri 13 Ekim 1921’de Pire’den ayrılarak 17 Ekim 1921 tarihinde Sardunya Adası’nın Porto Torrres limanına vardılar. Japonya’nın Roma Askeri Ataşesi bizzat Asinara Adasına gelerek Türklere ne kadar değer verdiğini gösterdi. 18 Ekim sabahı Asinara Adası’na varan Türk esirleri derme çatma bir iskeleden karaya çıkarlar. Viladivostok’tan beri esir Türk gazilerinin kaptanlıklarını yapan, Türkleri Yunanlara Teslim Etmeyen Yarbay Çomora kader arkadaşlarına hüzünlü bir veda konuşması yapar; “Arkadaşlar sizi, siz Türkleri tanımış olmak benim için hayatım boyunca taşıyacağım çok canlı ve daima benimle yaşayacak bir şeref ve iftihar vesilesi olacaktır. Siz Türkleri tanımış olma fırsatına nail olduğum için çok bahtiyarım. Sizlerde çok üstün bir seciye (ahlak) ve karakter, aynı zamanda fazilet gördüm. Bu söylediklerim bilmüşahade (gözlemlerime dayanarak) duygularımın kendisidir. İşte bu görüşüm bana şu gerçekleri söyletiyor: Sizler insanlığın öğüneceği üstün insanlarsınız. Bütün iyi ve güzel vasıflar sizde toplanmış. Sizler şayan-ı hürmet bir milletin çocukları olduğunuzu fiilen ispat ettiniz. Bu gerçeğin bizzatihi şahidi benim. Sizlerle geçirdiğim sekiz aylık süre, bana çok kıymetli hayati mevzular öğretti. Şimdi burada sizleri müjdelemek değil, olanı ve yarınlarda olacağı söylemek istiyorum: Yaşamak, var olmak sizin ve siz ayardakilerin hakkıdır. En şayanı hürmet, kendine inanılır, güvenilir, en yüksek ahlaka sahip, yaşamaya en çok layık olan bir milletsiziniz. Bir gün memleketinizin giriştiği mücadele, zaferle sona erecektir. Çünkü var olmak ve yaşamak isteyen sizsiniz; Türk milletidir. Yakından gördüğüm kaypak ve kahpe milletler size dem vuramaz. Parlak yarınlar sizindir. Sizler sevdiğiniz vatanınıza götüremediğim için çok üzgünüm ve müteessirim. Çünkü sizleri bu ıssız, insansız, vahşi ve kötü görünüşlü bir yere indirdik. Umarım, bu yerden de kurtulursunuz. Şimdi en iyi dileklerimle hepinizi selamlarım.” Asinara Adası’na Yerleşen Türk Esirleri Sibirya’nın soğuğunda esir kamplarında açlık ve her türlü sefaletin içinde ölüm kalım savaşı veren Türk esirlerini Asinara Adasında da sıcak, susuzluk, hastalık ve kötü yaşam şartları bekliyordu. İtalyanların ağır suçlular için sürgün ve salgın hastalıklar için de karantina merkezi olarak kullandıkları bu adada yetişen sebze, meyve et ve süt ürünleri ülkeye sokulmuyordu. Denizde köpek balıkları, karada ise zehirli yılanlarla kuşatılan esir gazilerimiz buraya sekiz ay kadar katlanmak zorundaydılar. Ne yazık ki bazıları vatan toprağının kokusunu alacak kadar memlekete yaklaşmalarına rağmen yılan sokması ve hastalık yüzünden Asinara Adasında şehadet şerbetini içmiş, adaya defnedilmiştir. Nihayet Milletler Cemiyet ve Türk Kızılay’ının çalışmalarıyla 19 Haziran 1922 tarihinde Ümit Vapuru ile İstanbul’a doğru seyre çıkar. 25 Haziran 1922’de yedi buçuk yıllık esaret hayatı bitmiş, sırada fazlası ile özgürlüğü anavatanda kucaklamak kalmıştır.