Search Results
Boş arama ile 110 sonuç bulundu
- Öğretmen ve Askere düşen görev...
YAZAN : Mehmet ASAL 18 Kasım 2007 Öğretmenler ve askerler en büyük sorumludur… Her Türk genci 8 yıllık ilköğretim eğitimi almak ve askerliğini yapmak zorundadır. Diğer bir ifade ile halen Türkiye’de yaşayan 35 milyon erkek önce zorunlu ilköğretim yapmak ve yaşı geldiğinde de askerlik hizmetini, vatan borcunu yerine getirmek durumundadır. Hizmet süreleri itibarıyla ele aldığımızda öğretmenlerimizin en az 8 yıl, Silahlı Kuvvetlerimizin ise 1,5 yıl süreyle her Türk gencini gözlemleme, eğitme ve yetiştirme şansı vardır. Durum böyle iken, hala Atatürk’ü anlayamamış, hatta ona saygısızlık edebilen ve Türkiye gerçeğini bilmeyen insanlar yetişiyorsa, Kadınına seçme ve seçilme hakkını en önce tanıyan bir ülkenin kadının başı isteği ve iradesi dışında erkeklerce kapatılmaya çalışılıyorsa, koca karısının yanına 3 kadın daha alabilmeyi düşünebiliyorsa, dini inancını sosyal hayatından ve günlük yaşamından ayıramayan, laikliğin ne olduğunu dahi bilmeyen ve anlamayan gençler ve siyasetçiler yetişiyorsa, imamlık yapamayacağı halde imam hatip liseleri kız öğrencileri de alıp, hangi meslek için olduğu anlaşılmadan eğitebiliyorsa, bu ülkede birileri gerçekten büyük hatalar yapmış ve yapıyor demektir. En önce öğretmenleri ele almak gerekir. Sağladığı ekonomik koşullar nedeniyle pek te tercih edilmeyen öğretmenlik özellikle yurdumuzda çok büyük oranda kadınların seçtiği bir meslek durumundadır. Ne yazık ki, “kadının sözü dinlenmez” ya da “saçı uzun aklı kısa” anlayışının hâkim olduğu ülkemizde, bu öğretmenlerimiz ne kadar gayret gösterseler de özellikle erkek öğrencileri yeterince eğitebilmeleri ve bundan da önemlisi etkileyebilmeleri mümkün olamamaktadır. Atatürkçü düşünce felsefesinde yetiştirilmiş, kaliteli ve bilinçli olarak öğretmenlik yapacak çok sayıda gence ihtiyaç olduğu açıktır. Yaşken eğemediğimiz bir ağacı daha sonra ancak kırabiliriz ki ülkemiz maalesef bu durumdadır. Askerlere gelince, daha 18 inde vatani görev için kıtalara gelen bu gençler üzerine eğilerek gerçekçi bir biçimde, gerekli eğitimin verilmesi gerekir. Belki de ordunun asli görevi olan ülkeyi savunmaktan çok daha önemli bir görevdir bu. Çünkü bizler artık ülkeyi dış düşmana değil, içimizdeki hainlere karşı savunmak durumunda kalıyoruz ki, bu durum en tehlikeli dış düşmandan daha da büyük bir tehlike demektir. Türkiye coğrafyasının ve ülke üzerinde yüzyıllardır oynanan oyunların zorunlu kıldığı bilinçlenme ve Atatürkçülük felsefesi doğru ve ısrarlı bir biçimde işlenirse, bu gençler birer yurtsever, çağdaş, sosyal, yere tükürmeyen, kadına önem veren ve hepsinden önemlisi ülkemizin yüz yüze olduğu gerçek tehditleri ve mücadele yollarını bilen kişiler olarak yetişirler. Böylelikle daha saygın bir ülke haline geleceğimiz gibi ulu önderimizin de ruhu daha da fazla sızlamaz. Bu noktada en büyük görev de Öğretmenler ve Askerlere düşmektedir.
- Türkiye nihayet doğru dilimi buldu. Yaz saati.
YAZAN : Mehmet ASAL 28 Eylül 2017 BU YAZININ BİRAZ DAHA HARİTA VE ŞEKİL İÇEREN KAPSAMLISI, 2007 YILINDA TÜBİTAK İLE ENERJİ VE TABİ KAYNAKLAR BAKANLIĞINA TEKLİF OLARAK TARAFIMDAN İLETİLMİŞTİR. BUGÜNKÜ İLERİ SAAT UYGULAMASININ FİKİR BABASI BU YAZI OLMUŞTUR. İleri saat uygulaması her yıl Mart ayının son hafta sonunda, Kuzey Yarımküredeki ülkelerde başlatılmakta ve bu ülkeler, Türkiye’de dahil saatlerini 1 saat ileri alarak yaz saati uygulamasına geçmektedir. Bu uygulama Ekim ayının son hafta sonuna kadar sürmektedir. Türkiye, geçtiğimiz günlerde çıkardığı bir KHK ile bundan böyle Ekim ayında saatlerin geri alınmayacağını ve 365 gün aynı saat diliminin kullanılacağını, böylece İngiltere ile (Grenwich) kış aylarında 3 saatlik bir farkın olacağını kabul etmiştir. Bu karar coğrafi konumumuz itibarıyla doğrudur. Yanlış olan ise bu yıla gelinceye kadar Türkiye’nin genelde İngiltere ile saat farkını 2 saat olarak uygulamış olmasıdır. Böylelikle yaz aylarında saatlerin ileri alınmasıyla normale dönen saat farkı bu yıla gelinceye kadar ülkemizde kış aylarında saatlerin geri alınması nedeniyle hep hatalı uygulanmıştır. Yaz saati uygulamasının amacı günün aydınlık saatlerini, insanların uyanık oldukları zamana uydurmak, dolayısıyla evlerde ve sokaklarda yanan lambalar için gerekli enerjiden tasarruf sağlamaktır. Saatlerin ileri alınmasının asıl amacı gün ışığından daha fazla istifade ederek enerji tasarrufu sağlamaktır. Yaz saati uygulamasına geçiş sürecini hızlandıran en önemli etken, 1974 Petrol Krizi olmuştur. Ve nihayet, 1980’den itibaren bu saat uygulaması bütün Avrupa Birliği ülkelerinde geçerli hale gelmiştir. Yaz günlerinde gün ışığı, yani aydınlık saatler çok daha uzun olmasına rağmen hala tasarruf için saatlerin niçin bir saat ileriye alındığı çoğunlukla anlaşılmaz. Bunun en kısa açıklaması 'gece zamanını da gündüze katmaktır' ama kişiler zaten karanlık olan saat 24.00’de değil de 23.00’de yattıklarında ülkelerine ne kazandırdıklarını genelde anlayamazlar. Kış aylarında standart zaman uygulanır. Ancak yaz günlerinde çok uzun aydınlık geçen bir zaman süresi vardır. Amaç bu sürenin başlangıcını ileri kaydırarak, akşam olma süresini bir saat uzatmaktır. Yaz günleri hava çok erken aydınlanır. Gün ışığından tasarrufun sanayinin kullandığı elektrikle ilgisi yoktur. Sanayi, gece de, gündüz de olsa zaten aynı elektrik enerjisini harcar. Fark edecek olan sanayi tesisinin aydınlatılması olabilir ki zaten biz de onu incelemekteyiz. Öte yandan, uygulamayla her yıl, “orta ölçekli” bir hidroelektrik santralin yıllık üretimi kadar tasarruf sağlanır. Türkiye tam olarak 25° 40' ve 44° 48' Doğu boylamlarında yer alan, yaklaşık olarak alırsak 26° - 45° Doğu boylamları arasında kalan bir ülkedir. Ülkeler, başlangıç ya da 0 boylamı kabul edilen İngiltere’de ki Greenwich meridyeninden olan uzaklıklarına göre 1,2,3,4…v.b. gibi tam sayılarla ifade edilen zaman dilimleri uygularlar. Zaman diliminin bulunmasında temel esas, her bir boylam derecesi için 4 dakikalık (saat dakikası) fark olduğudur. Buradan bir hesap yaparsak, Türkiye’nin üzerinde yer aldığı boylamlar 26 ve 45 olduğuna göre, 0 boylamına göre zaman farkı da 4x26= 104 dakika ve 4x45=180 dakikadır. Yani 2 ila 3 saat arasındadır. Yani Türkiye 0 Boylamına göre İngiltere’den 2–3 saat arası bir ileri saat uygulaması gerekirken, biz bu yıla kadar hep 2 saati uygulamış, sadece ileri saat uygulamasına geçince 3 saat farka çıkmış olan bir ülkeyiz. Diğer bir deyişle Türkiye aslında bu güne kadar hep geri saat uygulaması yapmış bir ülke olmuştur. ABD’nde bu fark, 0 boylamına göre 4–9 saat arasında geri olmayı gerektirmektedir. Ama ABD bu farkı doğudan batıya doğru 5 ayrı zaman dilimi uygulayarak çözmüştür. Yani aslında Türkiye’nin de, aralarında 1 saat fark olan 2 ayrı zaman bölgesi uygulaması gerekirken, karışıklığa sebep olmamak için tüm Türkiye’nin her yerinde aynı saat dilimi kullanılmaktadır. Türkiye daima saatleri yaz saati uygulamasında olduğu şekilde tutma (+3), yani Ekim ayı sonunda geri almama kararıyla çok daha ciddi bir enerji tasarrufu sağlanabilecek aynı zamanda da saatlerin ileri ve geri alınmasının insan bünyesinin biyolojik zamanlaması üzerindeki menfi tesirinden de kurtulacaktır. Bu “saatlerle oynama” âdeti, alışma yönünden de ciddi farklılıklar göstermektedir. Bazı insanlar için alışılmışın dışında bir saat önce uykuya dalmak ve uyanmak ve günlük hayat ritmini yeni rejime kolaylıkla uyarlamak sorun teşkil etmeyebilir. Ama herkes için bu böyle midir? Bazı insanların kendilerine özgü biyolojik ve buna bağlı olarak psikolojik ritimleri yok mudur? Özellikle de çocukları, yaşlıları ve hastaları düşünün. Öğrencileri ele alın. Mesaiye bağlı olarak çalışan insanları ele alın. Bu çerçevede insanlarla ilişkileri içinde bu saat değişikliklerine bağlı olup da saat ayarlarına akılları yatmayan hayvanları hatırlatanlar bile vardır. Daha anlaşılır olması için, en kısa ve en uzun gündüzlerin olduğu tarihler ile Türkiye’nin batısında yer alan İstanbul ile en doğu da yer alan Iğdır ele alınarak aşağıda bir tablo hazırlanmıştır. Bu tablodaki saatler güneşin doğuş ve batış saatleri değil, sabah alacakaranlık başlangıç ve akşam havanın kararma saatleridir. iğimiz yıllarda saatlerimiz Kasım ayı ile Nisan ayı arasında Greenwich’e göre 2 saat ileri olan dilimi kullanmış(+2), Mart ayı son haftasında 1 saat ileri alınarak (+3) dilimine geçilmiş, Ekim ayı Oysa yukarıdaki tablodan da görüleceği gibi, ülkemiz için daima +3 dilimini uygulamak (Ekim ayı sonunda saatleri geri almadan 365 gün aynı saati kullanmak), hem günün aydınlığından en fazla istifade edilmesi bakımından, hem de senede 2 defa saatlerle oynanarak biyolojik ritmin bozulmaması açısından önemli ve olması gereken durumdur. Bu yeni durumun trafik kazalarının azaltılması yönünden de önemli bir katkısı olacaktır. İstatistikler sürücülerin, uykudan kalkıp işe giderken ortamın karanlık olmasının, tüm gün yorulduktan sonra işten çıkıp eve giderken ortamın karanlık olması durumuna göre dikkat ve kazaların önlenmesi açısından daha uygun olduğunu göstermektedir. Karanlık ilk saatler, karanlık sonraki saatlerden daha tercih edilir bir durumdur. Saatlerin geri alınmamasının yaratabileceği bir sıkıntı, Batı illerimizde 01 Aralık-10 Ocak tarihleri arasında ortamın aydınlanma saatinin 07.30 ila 08.00 arasında değişmesi nedeniyle öğrencilerin ve çalışanların bu 40 gün süre zarfında karanlıkta yola çıkacak olmaları şeklinde söylenebilir. Aslında Valilikler okul başlangıç saatleri ve işe başlama saatlerini de bu dönemlerde buna uygun olarak ayarlama yetkisine sahiptirler. Türkiye’nin coğrafi konumu, realitede her zaman + 2,5 gibi ortalama bir saat farkı uygulanmasını, ileri saat uygulaması yapılırsa da bunun + 3,5’a çıkarılmasını gerektirmektedir. Pratikte bu mümkün olmadığından ve zaman aralıklarının tam saatlere göre saptanması gerektiğinden, +3 saat uygulaması ve yaz saati uygulanması illa ki isteniyorsa o zaman da yaz aylarında +4’ e geçilmesini icap ettirmektedir. Tüm bu nedenlerle ülkemiz için en uygun çözüm saatlerle oynamayıp her zaman İngiltere’ye göre + 3 uygulanması olarak karşımıza çıkmaktadır. Türkiye’nin aldığı yeni karar, ileri saat uygulaması ile ilgili bir karardan ziyade, bu güne kadar Türkiye’nin yanlış konumlandığı zaman diliminin düzeltilmesidir. Bu olayı “Suudi Arabistan ile aynı zaman dilimine geçtiler, acaba neden” gibi teorilerle değersizleştirmeye çalışmak yanlış olur. Astronomi ve coğrafya biliminin birlikte ortaya çıkardıkları bir doğruyu bulmadır bu.
- Atatürk'çülük Nedir?
Yazan: Fatma Candan ASAL 10 Kasım 2012 Bir bilinçtir Atatürkçülük.. Çok insanın zannettiği gibi bir kumaşa, bir kitaba, bir şekle, bir kalıba sığmaz. Bu bilinci şekillendiren fikirler, dogma ve batıl inançlardan arınmış, bilimsellikle bezenmiştir. Çok ya da az Atatürkçü olunmaz. Ya Atatürkçü olunur ya da olunmaz.. Özde hümanist bir bilinçtir Atatürkçülük. Doğaya saygıdan başlar en yüksek hak ve özgürlüklere kadar her şeyi kapsar. Tüm hayatın kalite sistem yönetimi gibidir; tarımdan, sanayiye; bilimden, sanata; spordan zanaata; hukuktan, siyasete kadar hemen her alana uyarlanabilecek, her alanı düzenleyebilecek, yüksek bir bilinçtir.. Yine zannedildiği gibi statik değildir, tam aksine bu bilinç yapısı dinamiktir. Gelişmeye, daha ileriye, daha kaliteliye, daha mükemmele doğru yol almaya mahkumdur. Her alanda neredeyse aşılması imkansız en yüksek vizyona sahip bir bilincin ve bu bilince sahip insan topluluğunun dünya üzerindeki en gelişmiş uygarlığı oluşturmaları hiç te şaşırtıcı olmaz. Bu kadar mükemmel bir reçeteye sahip olan bu ülkenin çocuklarının, tüm dünyaya bu saygın ve sağlam bilinç yapısı ile liderlik etmeleri, bu bilinci yaymaları en temel misyonudur. Tekrar söylersek; “Bir bilinçtir ATATÜRKÇÜLÜK.. Çok ya da az ATATÜRKÇÜ olunmaz; Ya ATATÜRKÇÜ olunur, ya da OLUNMAZ”
- TÜRKİYE SANAYİ DEVRİMLERİNİ NEDEN ATLADI?
YAZAN ve DERLEYEN: Mehmet Asal Mayıs 2020 Bazı Kısımları Mahfi Eğilmez’in Kitabından aynen alınmıştır. (Değişim sürecinde Türkiye: Osmanlı'dan Cumhuriyet'e sosyo-ekonomik bir değerlendirme) Avrupa, imparatorlukların dağılmasıyla ulus devletlere dönüşüp aydınlanmanın ardından sanayi kapitalizmine geçerken, Osmanlı İmparatorluğu hep bir ümmet devleti olarak kalmıştır. Osmanlı; ne tam olarak aydınlanmaya girebilmiş ne de sanayi kapitalizminin getirdiği rüzgârı yakalayabilmiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla aydınlanma ve sanayileşme atılımı gibi kazanımlar ortaya çıkmıştır. Ne var ki bunlar, toplumca bir çaba karşılığı elde edilmiş kazanımlardan çok, ilerici bir kadronun getirdiği düzenlemelerdi. O nedenle de toplum tarafından tam olarak sahiplenilmediler. Son yüz yılda ülkemizde yaşanan sosyo-ekonomik evrim, başlangıçta ileriye doğru olsa da sonradan çok daha karışık bir görünüm içine girdi. Bizde hiçbir zaman geniş bir sanayi burjuvazisi oluşamadı. Daha çok bir esnaf burjuvazisi oluştu. Hiçbir zaman kapitalizm, ahbap-çavuş kapitalizmini aşamadı. Türkiye bazen Batı’ya bazen Doğu’ya, bazen ileriye bazen geriye doğru kararsız bir denge içinde savrulup durdu. Osmanlı'nın başından beri yönetimde din etkeni belirleyici rol oynamıştır. Din; giderek genellik özelliğini koruyamamış, mezhep ve tarikat ayrımları din öğesinin yerine belirleyici olmuşlardır. Tasavvufi tarikatların gerek halk üzerinde, gerekse asker-sivil yönetici bürokrasi üzerindeki belirleyici ve yönlendirici etkinliği; 19. yüzyılın ikinci yarısı ile 20. yüzyılın ilk çeyreğinde daha öne çıkmıştır. Devlet-siyaset adamları, bilim adamları ve düşünürler arasında herhangi bir tasavvufi tarikatın bağlısı olmak, bir dergâha / tekkeye devam etmek, bir mürşide bağlanmak geçerli bir moda olmuştur. Mevlevilerle Bektaşiler arasında öteden beri gelen bir devlet içinde egemenlik kurma, yönetim kadrolarını oluşturma yarışı vardır. Bu durum, her iki tarikatın da çok erken dönemlerden beri egemenlik kurmak için örgütlendiklerini, birçok devlet adamını yanlarına çektiklerini, bunlar yoluyla devleti yürütmede söz sahibi olduklarını ve söz sahibi olmak için çabaladıklarını gösterir. Bunun en yakın örneklerini de Türkiye 2002-2016 yılları arasında yaşamıştır. Osmanlı’ya baktığımızda; Padişah I.İbrahim döneminden (1640- 1648) beri sarayda Mevleviler egemendirler. 3. Ahmed, 1703'de bir Yeniçeri ayaklanması sonucu yönetime getirildi. Padişahın Kılıç Kuşanma Töreni'nde Silahtar Ağa ile Nakibüleşraf bulunmasına karşın, asıl rolü Yeniçeri Ağası oynadı. Bu tarih ve olay siyasal bakımdan Yeniçerilerin resmen Bektaşilerle birleştiği ve kendilerini "Bektaşi köçekleri" olarak niteledikleri tarihe rastlar. Bektaşilerin, Mevlevilerin elindeki ayrıcalık ve yetkileri ele geçirdikleri biçiminde ilk görünüş Hasluck'a göre bu olaydır. Padişaha yasallık sağlayan güç böylece Yeniçeri-Bektaşi bütünlüğüyle simgeleşmiş olur. Böyle olmasına karşın sadrazamlık, şeyhülislamlık gibi en üst görevler hala Mevlevilerin elindedir. 18. yüzyılda siyasal alanda Bektaşilerle Aleviler arsında bir uzlaşma, bir alan ve görev paylaşımı, bir dengelenme kurulur. Böyle olmasına karşın, yine de bu yüzyıl boyunca padişahlık makamının yasallaştırması (meşrulaştırması) konusunda Alevi-Bektaşi yarışı sürer. 2. Mahmud Bektaşilere, tarihleri boyu en büyük darbeyi vurmuştur. Onun Yeniçeri ve Bektaşilere uyguladığı 1826 kırımı ve yasaklaması üzerine geri kalan Bektaşi ve Yeniçeriler özellikle Balkanlardaki Dere beylerle birleşerek son savaşlarını verirler. Yeniçeriler küçük esnaf ve halk kesiminin bir bölümünde Bektaşilik güçlenmesine karşın, 2. Mahmud ulemayı ve öteki Sünni tarikatları yanına alabilmiştir. Öyle ki, ulema arasında da Mevlevilik tutulmaktadır. Yeniçerilik-Bektaşiliğin kaldırılışında da tüm Sünni tarikat şeyhleriyle, asker-sivil Sünni bürokrasi ve Sünni ulema padişahın destekçisi olmuş, Bektaşiliğin gücünü kırmada, dahası ortadan kaldırmada ortak hareket etmişlerdir. Bektaşiler, yedikleri darbe sonucu Tanzimat dönemine kadar bellerini doğrultamamışlardır. Fakat ondan sonra Bektaşilik-Masonluk-Jön Türklük bağlantısı biçiminde yeniden gücünü toparlamış ve yönetime yön verme savaşımına başlamıştır. Bektaşilik, Alevilik zemininde bir tarikat olmasına karşın, Mevlevilerin ancak bir bölümü Alevi eğilimlidir. Bunlar zaten Sünni Mevlevilik içerisinde Alevi bir inanç çizgisi izlemişlerdir. Mevleviler Sünni ve Ortodoks yanları nedeniyle zaman zaman yönetimlere ortak edilmişlerse de, Alevi ve Bektaşilere hiçbir zaman bu olanak tanınmamıştır. Bektaşilerin asıl kaynağı Balkanlardaki ve Anadolu'daki köylülerdir. Eski Türklük özünü bağrında taşıyıp getirmiştir. Mevleviler ise, özellikle Anadolu kentlerinde etkin olmuş, kentli bir tarikattır. Tarikatlarda, 2. Meşrutiyet'in ilanından sonra ayrışma olur. Sünni tarikatlar padişah ve halife yanlılıklarını açıkça ortaya koyarlar. Bektaşilerle Mevleviler padişah-halife karşıtı bir siyaset izlerler. İttihat ve Terakki Partisi'nin yönetimi yıllarında toplumda yapılan her ileri reformu desteklerler. Sünni tarikatlar Milli Mücadele'ye de yer yer karşı çıkıp, halifenin sesini dinlerken, Alevi toplumuyla Bektaşi ve Mevlevi tarikatlar Milli Mücadele'nin doğrudan içinde yer alır, emperyalizme ve halife-padişahlığa karşı M. Kemal'in önderliğindeki ulusal bağımsızlıkçı hareket olarak savaşım yürütürler. Mustafa Kemal Atatürk, Alevi-Bektaşilerle "ittifak" kurar. Emperyalizmin ve ülkede gericiliğin temsilcisi padişah-halifeliğin gücü bu ulusçu, bağımsızlıkçı ve yurtsever bağlaşıklıkla kırılır. İslam’daki tarikatların çoğu Anadolu'da kitle bulabilmiş, 11. yüzyıldan itibaren Türk toplumunun yerleştiği bu bölgede yayılabilmiş ve yandaş bulabilmişlerdir. Osmanlı'nın Yakınçağında özellikle askeri kesimler arasında Bektaşilik; yüksek yönetici kesimde Mevlevilik; ulema arasında Nakşibendilik; halk arasındaysa Kadirilikle Halvetilik daha çok tutunabilmiştir. Bektaşiliğin liberal, laik, demokratik, ulusal bağımsızlıkçı niteliği bağımsızlık hareketinde bizzat yer alan kadrolarla harekete katılmıştır. Atatürk de bu inançtan olanlardan biridir. 2. Mahmud'un Bektaşi ve Yeniçeri yasağı, Bektaşi yazınının yeraltına çekilmesine neden olmuştu. Fakat 1869'dan itibaren yeniden basımlar başlamıştır. Abdülhamid'in 1908'de Jön / Genç Türklerce devrilmesiyle Bektaşiliğin "küçük Rönesans’ı" başlar. Son iki yüz yılda birçok paradigma değişimi yaşandı. Bunlar arasında her türlü sistemin değişmesine yol açan iki tanesi çok önemli: Sanayi devrimi ve küreselleşme. Batı dünyasında sanayi devriminin yarattığı paradigma değişimi, esnaf sınıfının bir bölümünün, birikimini ve kredi sistemini kullanarak sanayici veya tüccar konumuna geçmesini sağladı. Böyle bir birikimi olmayan ve kredi de kullanamayan esnaf da ücret karşılığı çalışan emekçi sınıfına geçti. Sanayi devriminden önce de zengin çiftçilerin, tüccarların ve büyük esnafın oluşturduğu bir burjuva sınıfı vardı. Sanayi devriminden sonra sanayici olan esnafın da katılımıyla bu sınıfı oluşturanların hem sayısı hem de zenginliği arttı. Ve ilk kez sanayi ve ticaret burjuvazisi, aristokrasi ve emekçi sınıfının karşısında yeni bir sınıf olarak yer aldı. Bu yeni burjuva sınıfı, bir yandan edindikleri eğitim ve kültür düzeyiyle aristokrasiye yakın bir yer edinirken bir yandan da esnafın çalışkanlığına yakın bir çalışma disiplininin içinde oldu. Osmanlı İmparatorluğu, aydınlanmaya geçemediği, oradan da sanayi devrimine giremediği, dolayısıyla ekonomik yapıda bir paradigma değişimi yaşamadığı için Osmanlı esnafı böyle bir dönüşümden geçmedi ve esnaf olarak kalmaya devam etti. Sanayi devrimine geçiş kısmen Cumhuriyetle birlikte başladı ve halen devam ediyor. Bu gecikmiş sanayi devrimine giriş, esnafın sanayi burjuvasına dönüşümünü henüz sağlayamadı. Aradan geçen 100 yılda gelinen noktada esnafın az sayıda bir bölümü sanayi burjuvası olurken daha çoğu ya esnaf burjuvası oldu ya da esnaf olarak kaldı. Esnaflıktan sanayi burjuvalığı na değil de esnaf burjuvası konumuna geçen kuşakların kafası karışıktır. Bir yandan daha üst değerleri benimser görünse de bir yandan aklı hep daha alt değerler de takılı kalır. Bunu, çocuğuna klasik piyano veya bale dersleri aldıran ama yalnız başına kaldığında arabesk müzik dinleyen ailelerin durumuna benzetebiliriz. Aradan 3-4 kuşak geçmeden bu kafa karışıklığı kaybolmaz. Küreselleşme, paradigma değişimlerinin sonuncusu olmayacaktır. Küreselleşme ile birlikte soğuk savaş sona erdi, küresel sistemde Amerika Birleşik Devletleri ile Rusya ya da kapitalizm ile sosyalizm arasında bölünmüş, iki kutuplu olmuş dünya tek kutuplu hale geldi. Soğuk savaş döneminde var olan dengelerin yok olmasıyla Amerika Birleşik Devletleri tek başına sistemin lideri konumuna geldi. Küresel sistemin Amerika Birleşik Devletleri’nin liderliği altında toplanması pek çok kişi tarafından coşkuyla destekten ve beklenen bir gelişmeydi. Kötülüğün lideri olarak görülen Sovyetler birliği dağılmıştı. Beklentilere bakılırsa barış gelecek çekişmeler bitecek dünyanın geliri dünyanın ortak refahı için harcanacaktı. Ne var ki gelişmeler beklentilerle aynı yönde olmadı. Amerika Birleşik Devletleri bu dönemde dünyaya liderlik edebilecek bir olgunluk içine girip barışa önderlik edemedi, hatta tam tersine birçok bölgesel savaşın ya düzenleyicisi ya da yönlendiricisi konumunda oldu. Karşısında onu dengeleyecek bir gücün olmaması Amerika Birleşik Devletleri’ne küstahça hareket edebilme olanağı verdi ve Amerika Birleşik Devletleri bunu aşacak bir olgunluğa erişmediğini her fırsatta ortaya koydu. Bugün geldiğimiz aşama soğuk savaşın sağladığı güç dengesinin, bugünkü dengesiz güç durumundan daha iyi bir durum olduğunu gösteriyor. Bütün bunlar bize gelecekte küreselleşmenin bir başka paradigma değişimi ile sona erebileceğini gösteriyor. Türkiye Cumhuriyetin kurulduğu günden bu yana sosyal ekonomik ve kültürel bir değişim yaşıyor. Bu değişimin ekonomi açısından birçok dönüm noktası var. Değişimin giderek hızlandığı ve farklılaştığı son 35 yılda yaşamış dört dönüm noktası önemli. Birinci dönüm noktası 1980’lerde başlayan ekonomik sistem değişikliğidir Türkiye 1980 lere kadar arada bir değişim denemesi geçirmiş olsa da kamu kesimi ağırlıklı karma ekonomik yapıyı 1980’lerden başlayarak özel kesim ağırlıklı hale getirmeye yöneldi ve bu alanda epeyce yol aldı. İkinci dönüm noktası 2001 ekonomik krizidir. Bu kriz eski yapıyı, eski düşünceleri ve dayanaklarını büyük ölçüde tasfiye ederek paranın en kutsal değer hale gelmesine yol açtı. AKP’nin iktidara gelişinde 2001 ekonomik krizi son derece ağırlıklı bir rol oynadı.Birinci ve ikinci dönüm noktalarının geçilmesi sonuçta bir esnaf iktidarına zemin hazırladı. Üçüncü dönüm noktası, Türkiye’nin Amerika Birleşik Devletleri’nin güdümünde ki büyük Orta Doğu Projesi’nde rol almasıdır. Bu Türkiye’yi Orta Doğu’dan uzak durmayı Öngören altın kuraldan uzaklaştıran tarihi bir karardır. Dördüncü dönüm noktası çok uzun bir süreden beri Avrupalı olmayı hedeflemiş ve bu yolda Avrupa birliği ile tam üyelik müzakerelerine başlamış olan ülkenin küresel kriz sonrasında değişen eğilimleri sonucunda Avrupa’dan giderek uzaklaşmaya başlamasıdır. Türkiye’de geçmişte sanayici büyük çiftçi tüccar asker ve bürokrat tek başına ya da birlikte temsil edilebilecek şekilde iktidar olmuştu. 1960’larda işçiler iktidar olacakmış gibi görünüyordu ama olmadı. Esnaf ise ilk kez 2002 sonunda iktidar oldu. Özal iktidarı sırasında da iktidarda küçük bir payı olmuştu ama ilk kez tek başına iktidara gelmesi 2002 seçimiyle oldu. Esnaf dediğimizde mutlaka iktidar sahiplerinin esnaf olması gerektiği anlaşılmamalıdır. Esnaflık tıpkı bürokratlık gibi biraz da zihniyet meselesidir. Esnaf hem emeği hem de sermayeyi temsil eder. Halkın içinde olduğu için dertlerini ve basit sorunlarını en iyi bilen kesimdir. Esnaf iktidarında; çözümler, destekler ve ilgi göçle gelip te bir türlü kentli olamamış olan, geleceği sıkıntılı algılayan insanlara yöneldi ve büyük oy desteği sağladı. Türkiye’nin değişimi açısından hedef olarak aralarına girmeye çalıştığı Avrupalı devletlerden en büyük farkı, esnafın iktidar olması meselesidir. Bu farklılığın temel nedenlerinden birisi Avrupa’da esnafın sayıca ve güç olarak çok geriye düşmüş olmasına karşılık Türkiye’de tam tersine sayıca artmış ve güçlenmiş olmasıdır. Türkiye’nin içine girmeye çalıştığı Avrupa ailesinde hiçbir ülkede esnaf iktidarı söz konusu değildir. Ya sermayenin tarafındaki muhafazakârlar ya da emeğin tarafındaki sol partiler, ya da her iki kesimin oluşturduğu koalisyonlar siyaset dümenindedir. Dolayısıyla Türkiye’nin ekonomik sosyal ve kültürel değişimi aralarına katılmaya çalıştığı gruptan farklı bir yöne doğru hareketlenmiş bulunuyor. Türkiye bu dönemde Amerika Birleşik Devletleri’nin güdümü ile Orta Doğu’nun liderine soyundu. Ne var ki bu liderliği yürütemedi. Başlangıçta Avrupa ailesine katılmayı hedeflemiş görünüyordu. Son dönemlerde tersi söylemler gündeme gelmeye başladı. Bir süre sonra çok daha net bir yön düzeltmesi olması kaçınılmaz görünüyor. Yani Türkiye ya Avrupa’dan başka bir yöne doğru gidecek ya da Türkiye’yi yeniden Avrupa’ya yönlendirecek bir iktidar değişimi olacaktır. AKP, iktidara ekonomik kriz sonucunda geldi. Ekonomi AKP’nin iktidara geldiği ortamdan daha kötüye gitmedikçe, insanlar o referans tarihindeki durumdan daha kötü duruma düştüklerini görmedikçe, AKP’nin ekonomi kökenli bir gelişmeyle iktidarı kaybetmesi pek olası görünmüyor. Ekonomik krizlerde ilk ve en büyük darbeyi esnaf alır. Satışları düşer para kazanamaz hale gelir, hatta bir bölümü işini tasfiye eder. Esnaf ancak o zaman Siyasal iktidardan desteğini çeker. İlginç bir biçimde bugün esnaf, kendi iktidarına son verebilecek en önemli güç gibi duruyor.
- EVREN VE SONUMUZ
DERLEYEN : Mehmet ASAL https://www.youtube.com/watch?v=if6LZst6bZM ÖNSÖZ: Evren nasıl meydana geldi? Ne kadar zamanda oluştu? Gök cisimleri neden hep yuvarlaktır? Kaç yılda yuvarlaklaşmıştır? Yuvarlak olmayan gök cismi var mıdır? Gezegenler de 1 gün ve 1 yıl eşit midir? Evrenin sonu olacak mıdır? Bu konular hep merak edilen ve bilimsel açıklamalarına ihtiyaç duyulan konulardır. Ben de aslında binlerce sayfa tutabilecek bu cevapları hem kendi merakımı gidermek hem de sitemi ziyaret edecek dostlarıma belki faydalı olur düşüncesi ile derledim. Bu soruları cevaplamaya çalıştım. Evren veya kâinat, uzay ve uzayda bulunan tüm madde ve enerji biçimlerini içeren bütünün adıdır. Pozitif bilimler açısından Evren, gök cisimlerini barındıran uzay ve uzayda yer alan her şeyin toplamıdır. Enerji dalga veya partikülleri homojen ve dengeli olarak çözüldüğünde 'var oluş' ile 'anti-varoluş' olamayacağı ya da toplam karşıtları 'yok oluşta' ise bir patlama olamayacağından, Evren soğuyor mu, ısınıyor mu, Evrenin durması sonu mudur, Büyük patlama Evrenin merkezi mi, başlangıcı mıdır, güneş Evrenin merkezinde midir gibi problemler hareket veya başka deyişle zamanın popüler sorularını teşkil etmiştir. Evrenin oluşumuna dair günümüzde en çok benimsenen teori, Büyük Patlama teorisidir. Bu teoriye göre Evren, sıfır hacimli ve çok yüksek bir enerji potansiyeline sahip, sıkışmış bir noktanın patlamasıyla oluşmuştur. İlk patlamanın nasıl oluştuğu, Evren meydana gelmeden önce Evrenin yerinde ne olduğu ya da Evrenin neyin içinde genişlediği sorularına günümüzde bile tam olarak bilimsel bir cevap bulunamamıştır, bununla birlikte Evren öncesi durum, Evren dışı varoluş hakkında çeşitli hipotezler öne sürülmüştür. Büyük Patlama sonucunda uzun bir dönem boyunca cisimler/gezegenler/yıldızlar birbirlerinden bağımsız hareket etmiştir. Sürekli genişleyen Evrenin her yerinde geçerli olan fizik kanunlarından “Kütle Çekimi” kanunu vasıtasıyla bağımsız gazlar birleşerek galaksileri (Gök adaları) oluşturmuştur. Aynı Evrensel fizik kanunu neticesinde gökadalar da birbirlerine yaklaşarak devasa gruplar oluşturmuştur. Galaksiler içinde yıldızlar ve bazı yıldızların çevresinde sistemler oluştu. İçinde yaşadığımız Güneş Sistemi bunlardan birisidir. Keşfedebildiğimiz Evrende 400 milyardan fazla galaksi ve 300 sextillion (3 × 1023)yıldız olduğu tahmin edilmektedir. EVRENİN YAŞI: “Büyük Patlama”dan günümüze dek geçen zamandır. Şu anki teori ve gözlemler, Evren'in yaşının 13,5 ile 14 milyar yıl arası olduğunu önermektedir. Bu yaş aralığı birçok bilimsel araştırma projesinin görüş birliğiyle elde edilmiştir. Bu projeler arasında “arka plan ışınımı” ölçümlerini ve “Evren'in genişlemesinin” ölçümü için kullanılan diğer pek çok farklı yöntemi de içerir. Arka plan ışınımı ölçümleri Evren'in “Büyük Patlama” dan bu yana olan soğuma süresini verir. Büyük patlamanın zaman ve mekânın mutlak başlangıç noktası olduğu, bütün bilim dünyası tarafından kabul edilmiş bir teori değildir. Kendi üzerine çöken ve yeniden genişleyen Evren modelleri de farklı çevrelerde kabul gören Evren teorilerindendir. EVRENİN SONU: Evrenin yaşı gibi Evren'in sonu, bu "son" un zamanı ve gerçekleşme şekli değişik Evren modellerine göre farklılık gösteren, teorik fiziğin çalışma alanlarındandır. Örneğin çoklu Evren modellerinde Evren için bir başlangıç ve son öngörülmez, ancak bir Evrensel alan, bir karadelik veya solucan deliği üzerinden başka bir Evrensel alana aktarılır. Bilinen Evren için öngörülen sonun zamanı ise Evren'in hesaplanan13,5 milyar yaşından daha uzun, 20 milyar yıldır. BÜYÜK ÇÖKÜŞ: Evren teorisine göre Evrenin itme gücü bitince çekme gücü başlayacak ve böylece tüm evren büzüşecek, gök cisimleri çarpışarak kaynaşacak ve büyük bir patlamayla Evren tekrar genişlemeye başlayacaktır. Gold Evreni olarak bilinen bu modelde, Evren Büyük Patlama ile başlar sonra yükselen Entropi ve zamanın termodinamik oku genişlemeyi işaret eder. Evren, çok düşük yoğunluğa ulaşınca da çekilmeye başlar. Böylelikle entropi çok fazla alçalır ve zamanın termodinamik oku bu kez ters istikameti işaret eder ve Evren çok düşük entropi çok yüksek yoğunlukta Büyük Çöküş ile sona erer. “Büyük Patlama”nın daha önceki Büyük Çöküşlerden meydana geldiği ihtimalini ortadan kaldırmamasına rağmen, Özellikle Evrenin genişlemesinin hızlanması ve karanlık enerjinin keşfi ile eski popülerliğini kaybederek yerini bilimsel çevrelerde 'Heat Death' adı verilen, Evrenin en sonunda ısı ölümü ile tamamen son bulabilmesi görüşüne bırakmıştır. BÜYÜK DONMA: Teorilerine göre ise sıcak patlama ve kaotik bir karmaşa ile var olan Evren zaten soğumaya çalışmaktadır. Evren genişlemeye devam edecek, yeteri kadar büyüyünce yoğunluğu aşırı azalacak ve sıcaklığı gittikçe düşecek, bunun sonunda kutupsal graviteler eşdeğer düzeye inecek ve Evren donacaktır. Karanlık enerji; “Big Bang” (Büyük Patlama)den itibaren 5 milyar yıl geçinceye kadar Evrenin genişleme hızı yavaş yavaş azalıyordu, fakat bilinmeyen ve bu sebeple karanlık olarak nitelenen bir etki (karanlık enerji) nin varlığı hızlanmayı yavaşlatan Evrenin kütlesel çekim gücünü yenerek genişlemenin gittikçe hızlanmasına yol açmıştır. GÜNEŞ SİSTEMİ Güneş Sistemi, Güneş ve çekim etkisi altında kalan sekiz gezegen ile onların bilinen 150 uydusu, beş cüce gezegen (Ceres, Plüton, Eris, Haumea, Makemake) ile onların bilinen toplam 8 uydusu ve milyarlarca küçük gök cisminden oluşur. Küçük cisimler kategorisine asteroitler, Kuiper kuşağı cisimleri, kuyrukluyıldızlar, gök taşları ve gezegenler arası toz girer. Dört adet Yer benzeri iç gezegen, küçük, kaya ve metal içerikli asteroitlerden oluşan bir asteroit kuşağı, dört dev dış gezegen ve Kuiper kuşağı denen buzsu cisimlerden oluşan ikinci bir kuşaktan ibarettir. Neye Gezegen diyoruz: Güneş'in etrafında dolanan, kendine küresel bir biçim verecek kadar kütlesi olan ve yörüngesinin yakın çevresini (doğal uyduları dışında) temizlemiş gök cisimlerine gezegen denir. Güneş'ten olan uzaklıklarına göre gezegenler sırasıyla Merkür, Venüs, Dünya, Mars, Jüpiter, Satürn, Uranüs ve Neptün'dür. Bu sekiz gezegenin altısının çevresinde doğal uydular döner. Ayrıca dış gezegenlerin her birinin toz ve diğer parçacıklardan oluşan halkaları vardır. Dünya dışındaki tüm gezegenler adlarını Eski Grek ve Roma mitolojisinin tanrılarından alır. Beş cüce gezegen ise; Kuiper kuşağında yer alan Plüton, Haumea ve Makemake; asteroit kuşağındaki en büyük cisim olan Ceres ve seyrek diskte yer alan Eris'tir. Plüton bilinen en büyük cüce gezegendir. Kuiper kuşağının ötesinde ise seyrek disk, gündurgun (İngilizce: heliopause) ve en son olarak da varsayımsal Oort bulutu bulunur. Konuyu biraz daha açmak gerekirse; Güneş etrafındaki bir yörüngede dolanan cisimler bilim insanlarınca üçe ayrılır: Gezegenler, Cüce Gezegenler Küçük Güneş Sistemi Cisimleri. 24 Ağustos 2006'da Uluslararası Astronomi Birliği (IAU), Plüton'u dışarıda bırakarak "gezegen" teriminin tanımlamasını değiştirdi. Plüton ile birlikte, Eris, Ceres, Haumea ve Makemake yeni 'cüce gezegen' sınıflaması içerisinde tanımlandı. Cüce gezegenler, “Kütle Çekimi” dairesel bir şekle sahip olmalarına yeten fakat yörüngeleri etrafındaki diğer cisimleri temizlemeye yetmeyen gök cisimleridir. Cüce gezegen sınıflamasına aday gösterilen gök cisimleri ise Vesta, Pallas, Hygiea ve Charon'dur. (IAU tarafından Charon'un uydu mu yoksa ikili bir sisteminin parçası mı olduğuna henüz karar verilmemiştir. IAU'da Charon'un cüce gezegen olduğuna dair görüşler daha fazla olduğu için, söz konusu karar netleştiğinde Charon'da cüce gezegen olarak sınıflandırılacaktır.) Plüton, 1930 yılındaki keşfinden, 2006 yılına kadar geçen sürede Güneş Sistemi'nin dokuzuncu gezegeni olarak kabul edilmiştir. Ancak 20. yüzyılın sonlarında ve 21. yüzyılın başlarında Plüton'a benzer birçok gök cismi keşfedilmiştir. Bu cisimlerin arasında en çok dikkati çeken Plüton'dan az küçük olan Eris'tir Bunların dışında kalan ve Güneş'in etrafında dolanan gök cisimlerine Küçük Güneş Sistemi Cisimleri denir. Doğal uydular ya da aylar Güneş'in çevresinde değil de gezegenlerin, cüce gezegenlerin ya da küçük Güneş Sistemi cisimlerinin etrafında dolanan gök cisimleridir. Bir gezegenin Güneş'ten olan uzaklığı kendi yılı boyunca değişir. Güneş'e en çok yaklaştığı duruma günberi, en uzak olduğu duruma da günöte denir. Gök bilimciler, Güneş Sistemi içindeki uzaklıkları genellikle astronomi birimi (AB) ile ölçer. Bir AB, Güneş ile Dünya arasındaki yaklaşık uzaklıktır ve kabaca 149.598.000 km’dir. Plüton Güneş'ten yaklaşık 38 AB uzaktayken Jüpiter kabaca 5,2 AB uzaklıktadır. Yıldızlararası uzaklık birimlerinin en bilineni olan bir ışık yılı kabaca 63.240 AB'dir. (AB Astronomik birim (ya da astronomi birimi), astronomide çok sık kullanılan uzaklık birimlerinden biridir. Dünya ve Güneş arasındaki mesafe olan yaklaşık 150 milyon kilometrelik mesafeyi ifade eder. ... Sembolik olarak kısaca AB olarak gösterilir, İngilizcede ise AU (astronomical unit) olarak ifade edilir.) Güneş Sistemi bazen gayri resmî olarak farklı bölgelere ayrılır. İç Güneş Sistemi, dört Yer benzeri gezegenden ve asteroit kuşağından oluşur. Bazıları Dış Güneş Sistemi tanımını asteroitlerin ötesindeki her şey olarak yapar. Diğerleri ise dört gaz devini "orta bölge" olarak tanımlayıp Dış Güneş Sistemi'ni Neptün ötesi bölge olarak nitelendirir. YAPISI: Clementine uzay sondasından çekilen ve Ay'ın ardından gelen günışığıyla görünen tutulum çemberi. Soldan sağa: Merkür, Mars, Satürn. Güneş Sistemi'nin asıl bileşeni sistemin bilinen kütlesinin %99,86'sını oluşturan ve çekim kuvveti ile sistemi bir arada tutan ana kolda yer alan G2V tipi bir sarı cüce olan Güneş'tir. Sistemin kalan kütlesinin % 90'ından fazlasını da Güneş'in etrafında dolanan en büyük iki gök cismi olan Jüpiter ve Satürn oluşturur. Güneş etrafında dolanan büyük gök cisimlerinin çoğu Dünya'nın yörüngesinin tutulum adı verilen düzleminde bulunur. Gezegenler tutuluma çok yakın bulunurken kuyruklu yıldızlar ve Kuiper kuşağı gök cisimleri tutulum çemberi ile büyük açılar yapar. Güneş Sistemi'nde bulunan gök cisimlerinin ölçekli yörüngeleri. (Sol üstten başlayarak saat yönünde) Gezegenlerin hepsi ve diğer gök cisimlerinin çoğu, Güneş'in kuzey kutbunun üzerindeki bir noktasından bakıldığında, Güneş'in çevresindeki yörüngede saat yönünün tersinde dolanmaktadırlar. Ancak Halley kuyruklu yıldızı gibi istisnalar bulunur. Gök cisimleri Güneş'in çevresinde Kepler yasalarına uygun olarak devinirler. Her gök cismi, odak noktalarından birinde Güneş'in bulunduğu yaklaşık bir elips yörünge üzerinde hareket eder. Güneş'e daha yakın olan gök cisimleri daha hızlı hareket eder. Gezegenlerin yörüngeleri hemen hemen daireseldir ama birçok kuyruklu yıldız, asteroit ve Kuiper kuşağı gök cisimleri oldukça dar eliptik yörüngeler izler. Güneş Sistemi gösterimlerinde çok büyük uzaklıkları tasvir etme zorluğuna karşı, yörüngeler genellikle eşit uzaklıkta gösterilir. Gerçekte, birkaç istisna dışında bir gezegen ya da kuşağın Güneş'e olan uzaklığı arttıkça bir önceki yörünge ile olan uzaklığı da büyür. Örneğin Venüs, Merkür'den 0,33 AB daha dışarıdadır, Satürn ise Jüpiter'den 4,3 AB daha uzaktadır. Neptün de Uranüs'ten 10,5 AB daha uzaktadır. Bu yörünge uzaklıkları arasında bağıntı kurmaya çalışan Titius-Bode yasası gibi bazı girişimler olmuş ama kabul gören bir teori çıkmamıştır. OLUŞUMU VE EVRİMİ: Güneş Sistemi'nin ilk olarak Emanuel Swedenborg tarafından 1734 yılında öne sürülen, daha sonra Immanuel Kant tarafından 1755 yılında genişletilen bulutsu varsayıma uygun olarak oluştuğuna inanılmaktadır. Benzer bir teori Pierre-Simon Laplace tarafından bağımsız olarak 1796'da üretilmiştir. Bu teoriye göre Güneş Sistemi 4,6 milyar yıl önce dev bir moleküler bulutun çökmesi sonucu oluşmuştur. Bu ilk bulutun birkaç ışık yılı genişliğinde olduğu ve birkaç yıldızın doğumuna sebep olduğu sanılmaktadır. Çok eski gök taşlarının incelenmesi sonucunda; ancak çok büyük patlayan yıldızların merkezinde oluşabilecek kimyasal elementlere rastlanması Güneş'in bir yıldız kümesi içinde ve birkaç süpernova patlamasının yakınında oluştuğuna işaret eder. Bu süpernovalardan gelen şok dalgası çevrede bulunan bulutun içinde yüksek yoğunluk bölgeleri oluşturarak iç gaz basıncını yenecek ve içe çöküşe neden olacak “Kütle Çekimsel” kuvvetlerin oluşmasına izin vererek Güneş'in oluşmasını tetiklemiş olabilir. Sonradan Güneş Sistemi olacak olan ve Güneş öncesi bulutsu olarak bilinen bölge 7.000 ile 20.000 AB çapında ve Güneş'in kütlesinden biraz daha fazla bir kütleye sahipti (0,1 ile 0,001 Güneş kütlesi kadar). Bulutsu içe doğru çöktükçe açısal momentumun korunması nedeniyle daha da hızlı dönmeye başladı. Bulutsunun içindeki maddeler yoğunlaştıkça içindeki atomlar artan frekanslarla çarpışmaya başladı. Hemen hemen kütlenin tamamının toplandığı merkezin sıcaklığı, etrafındaki diske göre giderek daha da arttı. “Kütle Çekimi”, gaz basıncı, manyetik alanlar ve dönüş, küçülen bulutsuyu etkiledikçe kabaca 200 AB çapında kendi etrafında dönen gezegen öncesi bir diske dönüştü ve merkezde sıcak ve yoğun bir ön yıldız oluştu. Güneş'in evriminin bu dönemine benzeyen, genç, birleşme öncesi Güneş kütlesine sahip Tauri yıldızları üzerine yapılan incelemeler sıklıkla gezegen oluşumu öncesi disklerin bu tür yıldızlarla bir arada bulunduğunu gösterir. Bu diskler birkaç yüz astronomik birim genişliğe ve en sıcak oldukları noktada ancak bin Kelvin sıcaklığa ulaşırlar. Işık yılları genişliğinde, güneşin oluştuğu öncül bulutsuya benzeyen, Orion Bulutsusu'nda gezegen öncesi disklerin Hubble tarafından çekilmiş görseli Yaklaşık 100 milyon yıl sonra içeri çöken bulutsunun merkezinde bulunan hidrojenin yoğunluğu ve basıncı ön yıldızın nükleer füzyona başlamasına yetecek miktara gelmişti. Termal enerjinin “Kütle Çekimsel” daralmaya karşı durabildiği hidrostatik dengeye ulaşana kadar bu artış devam etti. İşte bu noktada Güneş artık tam bir yıldız olmuştu. Geride kalan gaz ve tozdan ibaret Güneş bulutsusundan çeşitli gezegenler oluşmuştur. Bu oluşumun kaynaşma süreciyle olduğuna inanılmaktadır. Kaynaşma; gezegenlerin merkezde yer alan ön yıldız çevresinde dönen toz taneleri olarak başlamaları, yavaş yavaş bir ile on metre çapında topaklar hâline gelmeleri, daha sonra çarpışarak 5 km çapında gezegenciklere dönüşmeleri ve SONRAKİ BİRKAÇ MİLYON YIL boyunca çarpışmalara devam ederek her yıl kabaca 15 cm kadar büyümeleri sürecidir. İç Güneş Sistemi, su ve metan gibi uçucu moleküllerin yoğunlaşmasına izin vermeyecek kadar çok sıcaktı, dolayısıyla oluşan gezegencikler gezegen öncesi diskin yalnızca %0,6 kütlesinden ,ibaretti ve genel olarak silikatlar ve metaller gibi yüksek erime noktasına sahip olan kimyasal bileşiklerden oluşmuşlardı. Bu kayasal gök cisimleri sonunda Yer benzeri gezegenler oldu. Daha ötelerde Jüpiter'in “Kütle Çekimsel” etkisi gezegen öncesi gök cisimlerinin bir araya gelmesini engelledi ve geride asteroit kuşağı kaldı. Daha da ötede, donma hattının gerisinde, daha uçucu olan buzlu bileşiklerin katı kalabileceği yerde, Jüpiter ve Satürn gaz devi hâline geldi. Uranüs ve Neptün daha az madde yakalayabildi ve çekirdeklerinin hidrojen bileşiklerinden oluşan buzdan meydana geldiğine inanıldığı için buz devi olarak bilinirler. Genç Güneş enerji üretmeye başladıktan sonra Güneş rüzgârı gezegen öncesi diskte bulunan gaz ve tozu yıldızlararası uzaya doğru gönderdi ve böylece gezegenlerin oluşumunu durdurdu. Tauri yıldızları daha kararlı ve eski yıldızlara nazaran daha güçlü yıldız rüzgârlarına sahiptir. Gök bilimciler Güneş Sistemi'nin Güneş ana koldan uzaklaşmaya başlayıncaya kadar bugünkü hâliyle kalacağını tahmin etmektedir. Güneş hidrojen yakıtını yaktıkça geride kalan yakıtı yakabilmek için giderek ısınır, dolayısıyla da daha hızlı yakmaya devam eder. Sonuç olarak kabaca her 1,1 milyar yılda bir yüzde on oranında parlaklığı artmaktadır. Tahminlere göre bugünden yaklaşık 6,4 milyar yıl sonra Güneş'in çekirdeği o kadar sıcak olacak ki daha az yoğun olan üst katmanlarda da hidrojen kaynaşması oluşmaya başlayacak. Bunun sonunda Güneş şu anki çapının kabaca 100 katı kadar genişleyecek ve bir Kırmızı dev olacaktır. Sonra da oldukça artmış olan yüzey alanı nedeniyle soğumaya başlayacak ve parlaklığını yitirecektir. En sonunda Güneş'in dış katmanları ayrılacak ve geride olağanüstü derecede yoğun bir gök cismi olan beyaz cüce kalacaktır. Bu beyaz cüce Güneş'in ilk kütlesinin yarısına sahip olacak ancak büyüklüğü Dünya kadar olacaktır. GEZEGENLER NEDEN YUVARLAKTIR? Bakmakla görmek arasında çok fark var. Belki de birçoğunuz bu başlığı okuyunca fark ettiniz tüm gezegenlerin yuvarlak olduğunu. Nedenine gelirsek... Sebebi çekim kuvvetidir. Yuvarlak olmayan gezegenlerinin, merkezden uzak kısımları kütle çekimine karşı koyamaz çöker. Yuvarlak gezenlerde yüzeyde çekim kuvveti sabittir. Jeolojik olaylar dağları oluşturur ancak gezegen boyutlarında dağlar önemsizdir. Tam küre değil de elips olma sebepleri de kendi eksenleri etrafında dönüşlerinin merkezkaç kuvveti yüzünden, dönüş düzlemine kütlelerinin yayılmasıdır. Meteor, kuyruklu yıldız vs. yuvarlak olmayabilir. Bunların kütle çekimleri, kendini yuvarlayacak kadar olmadığından. Bir noktadan eşit uzaklıkta çizilen doğrular kümesi r³'de Küre tanımını verir. Newton’ın keşfettiği Kütle Çekimi Kanunu bugün hala pratikte işimize yaradığı için küresel yapıyı açıklamada onu kullanabiliriz. Evrende bulunan kütleler yakınlıklarına bağlı olarak birbirlerine bir çekim uygularlar; bunun sonucunda ise öbeklenerek gruplar, kümeler oluştururlar. Oluşan grup ve öbekler de giderek küresel veya çembere ait bir geometri oluşturur. Newton'un Evrensel çekim yasasına bakacak olursak f=g.m1.m²/r² dir. Yani merkezdeki çekim kuvvetinin belirli bir sabit olduğunu düşünürsek öyle bir nokta düşünmeliyiz ki o noktaların olduğu her yerde aynı kuvvet uygulansın. Daha da somutlaştırırsak, küp şeklinde bir gezegen düşünelim ve merkezden bir kütle çekim kuvvetimiz olsun. Yüzeylere olan uzaklıklar merkeze göre eşit olacaktır (çekim kuvvetinin etki edebileceği maksimum yerin yüzeyler olduğunu varsayarak) fakat köşeleri ve ayrıtları düşününce oralarda eşit olmayacaktır ve uzaklıkla ters orantılı olan kuvvetimiz bu noktalarda daha az oranda etkiyecektir. Bu durumda daha az kuvvete maruz kalan kısımlar kendini bu çekim kuvvetinden kurtaracaktır ve buna bağlı olarak merkeze göre bütün noktaların eşit olduğu noktalara kadar bütün noktalar elimine olacaktır. Küpümüz de adeta törpülenmiş gibi küre şeklinde dengeye ulaşacaktır. Daha da derine inelim şimdi; Kürenin yüzeyinden derine indik ve iç katmanlardayız. Iç katmanlarda olan çekim kuvveti dış katmanlara göre daha fazla etki göstereceğinden bu kuvvete karşı ağırlıklarını artırarak etki gösterirler tanecik bazında. Sıcaklık ve yüksek basıncın da etkisiyle tanecikler birbirleriyle çarpışırlar ve daha büyük tanecikleri oluştururlar. Böylece bu kuvvete karşı koyabilirler, bu olaya füzyon denir. Tanecikler en sonunda öyle bir noktaya gelir ki çok ağırlaşıp yeni bir element oluşturamaz hale gelirler, böylece kütle çekim kuvvetiyle aralarında olan çekişmeyi kütle çekimi kazanır ve içe doğru bir çökme meydana gelir. Bu çökme sırasında katmanlar arasındaki basınç farkından dolayı patlama meydana gelir buna Süpernova denir. Süpernova sırasında en son ağırlığına ulaşan parçacıklar (demir) proton bombardımanına maruz kalır ve böylece daha büyük tanecikleri meydana getirir böylece demirden ağır elementler oluşur. Evrendeki elementlerin oluşumu Süpernovalar sayesindedir anlayacağınız. Bir gökcisminin şeklini belirleyen en önemli etken “Kütle Çekimi”dir. Yıldızlar, gezegenler ve gezegenlerin uyduları yuvarlak şekle sahipken daha küçük gökcisimlerinin, örneğin asteroitlerin, şekilleri düzensiz olabilir. Bir gökcisminin şeklini belirleyen en önemli etken “Kütle Çekimi”dir. Yoğunluğu ne kadar yüksek olursa olsun, gökcismi yeterince büyükse şekli “Kütle Çekim” etkisi nedeniyle zaman içinde küreselleşir. Ancak daha küçük gökcisimlerinin “Kütle Çekimi” bunun için yeterli değildir. Örneğin çapı yaklaşık 950 kilometre olan Ceres cüce gezegeni küresel bir şekle sahipken, uzunluğu yaklaşık 34 kilometre olan Eros asteroidinin şekli yer fıstığına benzer. Ancak görece büyük gökcisimleri olan gezegenlerin, kusursuz bir şekilde küresel oldukları söylenemez, yüzeylerinde bazı girintiler ve çıkıntılar görülebilir. Örneğin “Kütle Çekimi” Dünya’dan yaklaşık üç kat küçük olan Mars’taki en yüksek dağ Everest’ten üç kat daha yüksektir. Ancak bilim insanları, “Kütle Çekimi” Dünya’dan 10 milyar kat daha büyük olan bir nötron yıldızının yüzeyindeki en büyük çıkıntının yüksekliğinin 1 milimetreden daha küçük olacağını tahmin ediyor. Gökcisimlerinin kendi etraflarındaki dönüşleri de şekillerini etkiler. Örneğin her 24 saatte bir kendi etrafında dönen Dünya’nın Ekvator hizasındaki yarıçapı (6378 km), kutuplardaki yarıçapından (6357 km) daha büyüktür. Uzaydaki pek çok cisim yuvarlak bir şekle sahip. Fakat bunun gerçekleşmesi için, cismin yaklaşık 965 kilometre ya da daha geniş bir çapa sahip olması lazım. Gök taşları ya da kuyruklu yıldızlar gibi küçük olan ve zayıf kütle çekimine sahip cisimlerin şekilleri daha garip olabilir. Gezegenimiz kendi etrafında döndükçe, kara ve su kütleleri, bu durumun yol açtığı kuvvetin bir sonucu olarak merkezden uzaya doğru yönelirler. Dünyanın kütle çekim kuvveti, dönüş boyunca her şeyi yerinde tutabilecek kadar güçlü olmasına karşın ekvator biraz çıkıntılıdır. Bununla birlikte, Ay da Dünya’nın şeklini bozar. Ay’ın Dünya üzerinde oluşturduğu gel-git etkisi, okyanusların yükselmesine neden olur. Sadece okyanuslar değil; karalar da gelgit etkisiyle Dünya’nın orta bölgelerinde çok az bir miktarda yükselir. Dönen her cisim, Ekvator bölgesinden dış yönde savrulur. Ucuna top bağlı bir ipi çevirdiğinizde, yeterli hızda çevirirseniz dışarıya doğru fırlamaya çalışacaktır. Buna benzer sebeple ekvator yönünde daha büyük yarıçapa sahip bir yapı ortaya çıkar. Biz bu yüzden gök cisimlerinin yarıçaplarını aşağıdaki gibi iki şekilde ifade ederiz, kutup bölgelerden ve ekvator bölgelerden. Çünkü kutuplarda bu etki en az iken, ekvatorda en fazladır. Dünya’nın kutuplardan basık, ekvatordan şişkince olması böylelikle açığa kavuşmakta ve şeklinin kusursuz yuvarlak değil geoit olduğunu söylememiz mümkün. Bu değerlere baktığımızda ise: Ekvator yarıçapı: 6378,1 km Kutup yarıçapı : 6356,8 km Bu ortalamaya oranlandığında 1.000’de 3’lük bir kusur. Güneş ise neredeyse kusursuz bir küresel yapıya sahiptir. 10 saatte bir dönüşünü tamamlayan Jüpiter’de ise ekvator yarıçapı kutup yarıçapından tam 5000 km fazladır. Bu neredeyse Dünya’nın yarıçapına eşit bir değer. Genel olarak baktığımızda bunlar, büyük bir gezegen için çok ufak kusurlar. Tüm bunlara rağmen, Dünya’ya, hatta Mars’a çıplak gözle baktığınızda, kusursuz birer küre gibi görünürler. Nedeninin de kütle çekim kuvveti GEZEGENLERDE GÜNLER VE YILLAR NE KADAR SÜRER? Güneş sistemimizi biraz tanıyanlar sekiz gezegen olduğunu, bu gezegenlerin yörüngesinde bulunan uyduların olduğunu ve yakın zamanda Plüton’un gezegen statüsünden düşürüldüğünü bilir. Peki bu gezegenlerde bir gün ne kadar sürmektedir? Veya diğer gezegenlerde bir yıl ne kadar sürüyor. Soruyu cevaplayabilmek için tabii ki kendi gezegenimizde var olan zaman kavramanı kullanıp, diğer gezegenlere uyarlayacağız. Örneğin bizim gezegenimizde 1 gün 24 saat sürüyor. Bu demek ki Dünya’mız kendi ekseni etrafında tam bir dönüşünü 24 saatte tamamlıyor. Öyleyse diğer gezegenlerde bir gün kaç dünya günü ve saati sürüyor? Aynı şekilde gezegenimizde bir yıl 365 gün sürer. Yani Güneş etrafındaki tam bir turunu 365 günde tamamlar. Buradan yola çıkıp diğer gezegenlerin Güneş etrafındaki tam bir turunu kaç günde tamamladıklarını bulmuş olacağız. Diğer gezegenlerde günler ve yıllar ne kadar sürer. Umarım ve dilerim ki bilgileriniz biraz tazelenmiştir. Mehmet ASAL
- SOL TÜRKİYE’DE NEDEN IKTIDAR OLAMAZ?
YAZAN: Mehmet ASAL Genelde iç politika ve siyaset konularına girmeyi pek istemem. Ancak insan zaman zaman ülkesini ve çocuklarının geleceğini düşündükçe, kendisini siyasete bulaşmaktan çok da alıkoyamıyor. Bugün, bir nebze Laik ve Atatürkçü kesimin sesine tercüman olmak istedim. Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), 9 Eylül 1923 tarihinde Mustafa Kemal Atatürk liderliğinde kurulan Cumhuriyet döneminin ilk Türk siyasi partisidir. Zaman zaman uzaklaşmış görülse ya da addedilse bile; sosyal demokrasi ve Atatürkçülük görüşlerini benimseyen ve merkez solda yer alan bir siyasi partidir. Parti tüzük ve programında belirtilen bu görüşlerin yanında içerisinde sosyal liberal eğilimler de barındırmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucu ve ilk yasal siyasi partisi olma özelliğini taşıyan Parti, 1923'ten 1950'ye kadar aralıksız iktidarda kalmış ve 1946'ya kadar genellikle tek parti yönetimini uygulamıştır. Türkiye'de en uzun süre iktidarda kalmış siyasi partidir. Atatürk tarafından "Halk Fırkası" adıyla kurulan partinin adının başına 1924'te "Cumhuriyet" sözcüğü eklenmiş, 1935'teki 4. Kurultay'da "fırka" sözcüğü yerine dış dünyayla daha uyumlu bir kelime tercih edilmesi kararlaştırılmış ve bugünkü "Cumhuriyet Halk Partisi" adı benimsenmiştir. 12 Eylül’ ün ardından, o dönem Bülent Ecevit'in genel başkanlık yaptığı Cumhuriyet Halk Partisi kapatılmış; daha sonra 3821 sayılı yasaya dayanarak, kuruluşunun 69. yıldönümü olan 9 Eylül 1992 günü tekrar açılmıştır. CHP'nin kapatıldığı dönemde, aynı gelenekten gelen üç siyasal parti kurulmuştur. Halkçı Parti (HP), Sosyal Demokrasi Partisi (SODEP) ve Demokratik Sol Parti (DSP). HP ve SODEP, 1985 yılında birleşerek SHP adını almıştır. CHP'nin yeniden açılmasından sonra, 1995 yılında SHP-CHP, CHP çatısı altında bütünleşmiştir. Bu yazının başlığında da olduğu gibi Sol’un daha çok uzun yıllar geçmeden, Türkiye’de laiklik anlaşılmadan ve uygulanmaya başlamadan, nüfusun şimdi olduğu gibi sadece % 36’sı Lise ve üstü okul mezunu, % 64’ü okuma yazma bilmez, ilkokul ve ortaokul mezunu olup bu oranlar tam tersine evirilmedikçe, (Bakınız, Türkiyenin Eğitim Seviyesi Başlıklı Makale) yani nüfusun en az 2/3’ü ya da % 66‘sı en az Lise mezunu olmadıkça iktidar olması veya en azından paralel siyasi görüşteki sol yelpazedeki partilerin ülkeyi yönetebilmesi mümkün değildir. Yani daha 2-3 nesil sürecek bir döneme ve bu arada ciddi eğitimsel kalkınmaya ihtiyaç vardır. Bu durumda ne olacaktır? Türkiye laikliği hazmedip en az %66’sı Lise ve üstü eğitim seviyesine kavuşuncaya kadar CHP’nin tek seçeneği asgari standartlarda anlaştığı diğer partilerle ittifak yapmasıdır ki CHP’de zaten bu yolu seçmektedir. Ancak CHP bunu ne kadar doğru yapabilmekte ya da kendisine oy verenlere anlatabilmektedir. Bugün CHP’nin oy oranı %23-27 seviyesindedir. Bunun içindeki kemikleşmiş oran ise %10-12’den fazla değildir. Bunların neredeyse tamamı da alevi nüfustan oluşmaktadır. Kemik oylar bir kenara ayrılınca kalan %13-15 seviyesindeki oyun CHP’ye, Laik-Sünni kesimin alternatifsizliğinden dolayı verdiği emanet oylar olduğu kolayca görülecektir. Diğer bir deyişle, %13-17 “kerhen verilmiş oylardır”. Türkiye’de yaklaşık 12,5 milyon alevi olduğu tahmin edilmektedir. Bu alevi gurubun oylarının da %75-80 civarında kısmının yelpazenin solunda yer alan partilere gittiğini ifade etmek kehanet olmaz. (Bakınız Konda ve diğer anketler) Yapılan bu anketlerde son seçimlerde Alevilerin yüzde 73’ünün CHP’ye, “Yüzde 21’ inin İYİ Parti ve HDP’ye, yüzde 6’sının AKP’ye oy verdiği değerlendirilmektedir. Bugün CHP’nin en büyük handikaplarından biri, kendisine kerhen oy verenleri kaçırma olasılığıdır. CHP yıllar içerisinde Alevi vatandaşların teveccüh gösterdiği, bir bakıma da partiyi ele geçirdiği bir yapı sergilemektedir. Son İstanbul seçim sonuçları tahlil edildiğinde, büyükşehir için CHP’ye verilen oyların, İlçe Yönetimlerinde aynı oranda CHP’ye gitmediğini, farklı şekillendiğini görmekteyiz. Bunun temel sebebi de CHP ilçe yönetimlerinin yeterince adil olmayışıdır. CHP’nin son 2-3 dönemdir kazandığı İlçelerdeki oy oranlarına bakılırsa bu eriyiş ve kayıp kolayca görülmektedir. Yani CHP İlçe Belediyelerinin aslında giderek irtifa kaybettiği, adam kayırmacılık ve rüşvet iddialarının arttığını görmemek mümkün değildir. Bunun farkına varan Sünni CHP’liler den bir kısmı bu nedenle yerel seçimlerde CHP’ye oy vermemişler, sonuçta bugünkü İstanbul Belediye Meclisinin garip aritmetiği ortaya çıkmıştır. CHP yerel yönetimlerdeki bu yanlı tutum ve tavrı değiştirmedikçe oylarını kemikleştiremeyeceği gibi korkarım ki İYİ Parti gibi sağ liberal partilere kaptıracaktır ve kaptırmaktadır. Bu arada biliyoruz ki CHP kendi seçmeni dışındaki gurupların da oyuna taliptir. Bu konuda en büyük destekçisi de HDP’dir. HDP’nin kapatılması, HDP seçmeninin ya hiç oy kullanmamasına ya da İstanbul seçimlerinde olduğu gibi, kendisi için en az zararlı göreceği partiye yönlenmesine yol açabilecektir. Burada CHP’ye düşen görev, oylarını arttırmak için yapacağı iş birliği veya görüşmeler sırasında Milliyetçi-Atatürkçü seçmenini partiden soğutmamak ve kopartmamak, tüm teşkilat yapısında nüfusun mezhepsel ve etnik köken oranını da göz önünde tutarak yeniden yapılanmaktır. Kurumsal yapılara aidiyet hissi ancak bu yolla sağlanabilir ve sürdürülebilir. Esen kalın...
- DEYİMLER ve hikayeleri...
Vermeyince Mabut Neylesin Sultan Mahmut TIKANDI BABA: Sultan Mahmut'un tebdil-i kıyafet (kılık kıyafetini değiştirip dolaşma) dolaştığı günlerden birinde, Sultan bir kahvehaneye girmiş ve ahaliden biri gibi oturmuş. Herkes Ocak kısmından bir şeyler istiyormuş. -Tıkandı baba, çay getir -Tıkandı baba, ıhlamur getir. Bu durum Sultan Mahmut'un dikkatini çekmiş. -Hele baba anlat bakalım, nedir bu Tıkandı baba meselesi? -Uzun mesele evlat, demiş Tıkandı baba -Anlat baba anlat merak ettim deyip çekmiş sandalyeyi. Tıkandı baba da peki deyip başlamış anlatmaya; -Bir gece rüyamda birçok insan gördüm ve her birinin bir çeşmesi vardı ve hepsi de akıyordu. Benimki de akıyordu ama az akıyordu. "Benimki de onlarınki kadar aksın" diye içimden geçirdim. Bir çomak aldım ve oluğu açmaya çalıştım. Ben uğraşırken çomak kırıldı ve akan su damlamaya başladı. Bu sefer içimden "Onlarınki kadar akmasa da olur, yeter ki eskisi kadar aksın" dedim ve uğraşırken oluk tamamen tıkandı ve hiç akmamaya başladı. Ben yine açmak için uğraşırken Cebrail göründü ve "Tıkandı baba, tıkandı. Uğraşma artık, dedi. O gün bu gün adım "Tıkandı baba" ya çıktı ve hangi işe elimi attıysam olmadı. Şimdide burada çaycılık yapıp geçinmeye çalışıyoruz." Tıkandı Baba’nın anlattıkları Sultan Mahmut'un dikkatini çekmiş. Çayını içtikten sonra dışarı çıkmış ve adamlarına ; -Her gün bu adama bir tepsi baklava getireceksiniz. Her dilimin altında bir altın koyacaksınız ve bir ay boyunca buna devam edeceksiniz. Sultan Mahmut'un adamları peki demişler ve ertesi akşam bir tepsi baklavayı getirmişler. Tıkandı Baba’ya baklavaları vermişler. Tıkandı baba baklavayı almış, bakmış baklava nefis. "Uzun zamandır tatlı da yiyememiştik. Şöyle ağız tadıyla bir güzel yiyelim" diye içinden geçirmiş. Baklava tepsisini almış evin yolunu tutmuş. Yolda giderken "Ben en iyisi bu baklavayı satayım evin ihtiyaçlarını gidereyim" demiş ve işlek bir yol kenarına geçip başlamış bağırmaya -Taze baklava, güzel baklava! Bu esnada oradan geçen bir Yahudi baklavaları beğenmiş. Üç aşağı beş yukarı anlaşmışlar ve Tıkandı baba baklavayı satıp elde ettiği para ile evin ihtiyaçlarının bir kısmını karşılamış. Yahudi baklavayı alıp evine gitmiş. Bir dilim baklava almış yerken ağzına bir şey gelmiş. Bir bakmış ki altın. Şaşırmış, diğer dilim diğer dilim derken bir bakmış her dilimin altında altın. Ertesi akşam Yahudi acaba yine gelir mi diye aynı yere geçip başlamış beklemeye. Sultanın adamları ertesi akşam yine bir tepsi baklavayı getirmişler. Tıkandı baba yine baklavayı satıp evin diğer ihtiyaçlarını karşılamak için aynı yere gitmiş. Yahudi hiçbir şey olmamış gibi -Baba baklavan güzeldi. Biraz indirim yaparsan her akşam senden alırım, demiş. Tıkandı baba da -Peki, demiş ve anlaşmışlar. Tıkandı babaya her akşam baklavalar gelmiş ve! Yahudi de her akşam tıkandı Baba’dan baklavaları satın almış. Aradan bir ay geçince Sultan Mahmut; -Bizim Tıkandı Baba’ya bir bakalım, deyip Tıkandı Baba’nın yanına gitmiş. Bu sefer padişah kıyafetleri ile içeri girmiş. Girmiş girmesine ama birde ne görsün bizim tıkandı baba eskisi gibi darmadağın. Sultan; -Tıkandı baba sana baklavalar gelmedi? Mi, demiş -Geldi sultanım -Peki ne yaptın sen o kadar baklavayı? -Efendim satıp evin ihtiyaçlarını giderdim, sağ olasınız, duacınızım. -Sultan şöyle bir tebessüm etmiş. -Anlaşıldı Tıkandı baba anlaşıldı, hadi benle gel, deyip almış ve devletin hazine odasına götürmüş. -Baba şuradan küreği al ve hazinenin içine daldır küreğine ne kadar gelirse hepsi senindir, demiş. Tıkandı baba o heyecanla küreği tersten hazinenin içine bir daldırıp çıkarmış ama bir tane altın küreğin ucunda düştü düşecek. Sultan demiş; -Baba senin buradan da nasibin yok. Sen bizim şu askerlerle beraber git onlar sana ne yapacağını anlatırlar demiş ve askerlerden birini çağırmış -Alın bu adamı Üsküdar'ın en güzel yerine götürün ve bir tane taş beğensin. O taşı ne kadar uzağa atarsa o mesafe arasını ona verin demiş. Padişahın adamları "peki" deyip adamı alıp Üsküdar'a götürmüşler. -Baba hele şuradan bir taş beğen bakalım, demişler. Baba, -Niçin, demiş. Askerler -Hele sen bir beğen bakalım demişler. Baba şu yamuk, bu küçük, derken kocaman bir kayayı beğenip almış eline -Ne olacak şimdi, demiş -Baba sen bu taşı atacaksın ne kadar uzağa giderse o mesafe arasını padişahımız sana bağışladı. Demiş. Adam taşı kaldırmış tam atacakken taş elinden kayıp başına düşmüş. Adamcağız oracıkta ölmüş. Askerler bu durumu Padişaha haber vermişler. İşte o zaman Sultan Mahmut o meşhur sözünü söylemiş; "VERMEYİNCE MABUD, NEYLESİN SULTAN MAHMUT" Eşek Sudan Gelinceye Kadar Dövmek (Adamakıllı dövmek anlamında kullanılan bir deyim.) Balkan Harbi sıralarında cephedeki bir askeri birlikte su ihtiyacını her bölüğün saka neferleri temin ederdi. O zamanlar, mekkâre katırlarından başka adına karanfil kolu denilen, merkepli nakliye kolları da vardı. Her bölüğe de bir merkep tahsis edilmiş. Saka neferleri bu eşeklere yükledikleri fıçılarla, ordugâha yarım saat uzaklıktaki bir pınardan su taşırlarmış. Bölüklerden birisinin saka neferi çok saf ve tembel imiş. Bir gün pınar başında yatmış, uyumuş. Eşek de çimenler üzerinde otlarken uzaklara gitmiş. Uyandığı zaman akşam olmak üzere imiş. Merkebi aramış, bulamamış. Koşarak bölüğe gelmiş. Susuzluktan kıvranan bölüğün çavuş ve onbaşıları sakayı yakaladıkları gibi, bölük kumandanı alaylı yüzbaşının karşısına çıkarmışlar. Çok sert ve aksi bir adam olan yüzbaşı saka neferini sorguya çekmiş. Neticede uyuduğunu ve eşeğini kaçırdığını öğrenince, hemen etrafa atlılar çıkarıp eşeği aratmaya göndermiş. Sakayı da çadırın direğine bağlayıp başlamış dayak atmaya. Can acısı ile avaz avaz bağıran saka: -Aman yüzbaşım, ölüyorum, bir daha uyumayacağım. Artık dövme! Diye yalvardıkça, yüzbaşı: -Acele etme, daha eşek bulunamadı. Eşek sudan gelinceye kadar dayak yiyeceksin ki bir daha eşeğine sahip olup, muharebe yerinde, vazife başında uyumayacaksın... Demiş. Kaş Yapayım Derken Göz Çıkarmak (İyilik yapayım derken, birine büyük zarar vermek ya da bir işi düzelteyim derken büsbütün bozmak.) Bir işi yaparken dikkatli ve tedbirli olmak lazım. Bir işte gerekli ustalık ve titizlik olursa zarar ziyan da o kadar az olur. Düğünlerde, perşembe günü gelin hanımın yüzü süslenirmiş. Eskiden kalemkâr denilen kadınlar gelinin yüzüne saatlerce makyaj yaparlarmış. Gelinin kaşlarına, gözlerine özel kalemlerle şekil verirlermiş. Bu tür işler yapılırken düğün evinde de davetliler çalgı çalıp oyunlar oynarlarmış. Ortalıkta oynamakta olan genç kızlardan birinin her nasılsa ayağı kaymış, bu arada makyaj yapan kadına çarparak yere düşmüş. Kadının elindeki sert uçlu kalem gelin hanımın gözüne batmış, zavallı kör olmuş. Bu olaydan sonra gelin hanım yüzünden makyajcı kadın da işinden olmuş. Bu kadını kimse çağırıp bir daha ona iş vermemiş. Herkes: - Bu kaş yaparken göz çıkaran kadını istemeyiz, demiş. Onun İpi İle Kuyuya İnilmez (Ona güvenilmez, onun dediğine inanılmaz, o insanı yolda kor.) Güven duymadığımız, sözlerine inanmadığımız insanlarla alışveriş yapmamak, bir arada bulunmamak lazımdır. Güven, insanı ve toplumu ayakta tutan manevi duygulardan biridir. Birine güvenmek ve inanmak zorundayız. Bir arada yaşadığımız için birbirimize muhtacız. Güven duygusunun kalıcılığı insanın inançlarıyla yakından ilgilidir. Eskiden, kendir ve keten liflerinden çul, yular, ip, urgan ve halat gibi günlük işlerde kullanılan eşyalar yapılırdı. Bu işlerle uğraşan, hileli malzeme ile çürük ip yapan Ali Usta adında biri varmış. Hatta bu adama İpi Çürük Ali Usta demeye başlamışlar. Bu ustanın yaptığı ip ve urganlar olmadık yerde kopar, birçok kazalara sebep olurmuş. Bir gün, derin bir kuyuya bir kuzu düşmüş. Kuyuya inmeye hazırlanan biri, ev sahibinden urgan istemiş. Getirilen urganı beğenmemiş: - Bu urgan, İpi Çürük Ali Usta'nın malıdır. Onun ipiyle kuyuya inilmez, demiş. - Haksızlık ediyorsun, Ali Usta'nın ipiyle kuyuya inilir, ama aynı iple çıkılır mı çıkılmaz mı, orasını bilmem, deyince çevresinde bulunanlar, gülüşmüşler. Ölme Eşeğim Ölme Yaz Gelsin De Yonca Bitsin (Şimdi gerekli olan şey, gelecekte temin edilebilir. O zamana kadar kim öle, kim kala. Belki de ileride hiçbir işe yaramaz. Bu deyim umutsuz bir beklentiyi anlatır.) İnsanları boş, gerçekleşmeyecek umutlarla oyalamamak lazım. İnsanın ömrü beklemekle geçer. Zamanımızı ve emeğimizi gerçekleşmeyecek umutlar için harcamamalıyız. Bu hikâyenin de kaynağı yine Nasreddin Hoca. Memlekette bir sene kıtlık olmuş; arpa, buğday kalmamış. Kış da gelip çatmış. Nasreddin Hoca, eşeğinin her gün arpasını azaltmaya ve hayvanın günlük payından kesmeye mecbur kalmış. Her gün birer parmak eksilen arpa, son zamanlarda iyice azalmış. Hoca hayvana yem verirken onunla konuşur gibi yaparmış; “Aman benim emektar eşeğim, sakın açlıktan ölme. Senin için on dönüm yonca ektirdim. Hele bir bahar gelsin, hepsi de senin olacak, bol bol yonca yiyeceksin. Yalnız şimdi biraz tasarruf etmemiz lazım.” deyip, arpayı günden güne azaltırmış. Buna alışamayan eşek günden güne zayıflamış, iskeleti çıkmış ve bir sabah Hoca, ahıra girince eşeğin ölüsüyle karşılaşmış, “Vah zavallı eşeğim vah… Tam tasarrufa alışmıştın ama ecel sana zaman tanımadı. Yemyeşil yoncalara hasret gittin.” demiş. Çil Yavrusu Gibi Dağılmak (Topluluk halinde bulunan insanların, hayvanların her birinin bir yana dağılması anlamında bir deyim.) Keklik kuşunun bir adı da çildir. Tüylerindeki benekler yüzünden bu isim verilmiştir. Dişi keklik yavru çıkarınca, onlarla hiç ilgilenmez, kendi başlarına bırakır. Yumurtadan çıkan yavrular, seke seke çevreye dağıldıklarından, sözün buradan kaynaklandığı söylenebilir. Afyonu Patlatmak Eski tiryakiler ramazanda afyonu macun haline getirir ve mercimek büyüklüğünde toplar her sahurda iki üç tane yutarlarmış. Ancak her bir macunu sırasıyla bir, İki, üç kat kâğıtlara sarmayı da ihmâl etmezlermiş. Böylece kâğıt mide özsuyunda eriyince macun midede dağılır ve bir kaç saatliğine keyif devam edermiş. Tabii iki kat kâğıda sarılan macun bir kaç saat sonra, üç kat kâğıda sarılı macun da onu takiben kana karışınca tiryaki iftara kadar rahat etmiş oluverir. Zülfüyâra Dokunmak (Hatırlı, güçlü bir kimseyi veya bir makamı gücendirecek sözler söylemek, bir kimsenin veya bir makamın darılmasına sebep olmak.) Eskiden devlet işlerini eleştiren, devleti veya bir daireyi yönetenlere dokundurucu, iğneli yazı ve sözle sataşanlara zülfüyâr dokunuyor, derlerdi. Bir de bunun hikâyesini âşıkla maşukun ağzından dinleyim: Âşığın sevdiği kız alıngan, her sözden bir anlam çıkaran bir afetmiş. Yüzünün her iki yanındaki zülüfler, âşığın hem hoşuna gider hem de onları bukleli ipeklere benzettirmiş. Bu benzetmelerden gücenen afet, “Demek benim zülüflerim ipek teller gibi cansız ve ruhsuz mu geldi sana?” diye âşığa sitem edermiş. Genç âşık bir gün sevgilisiyle güllerin açtığı, bülbüllerin öttüğü bir bahçede gezerken hırçın bir rüzgâr esmiş. Bu rüzgâr sevgilisinin saçlarını dağıttığı için kızmış. Sevgilisi bundan da bir anlam çıkarmış: “Anlıyorum, sen rüzgârı bahane ederek, benim ihmalimi yüzüme vurmak istiyor, saç ve zülüflerimi taramadığımı ima ediyorsun.” demiş. Âşık sevgilisinin bu sitemlerinden usanınca ağzına bir daha onun adını almamış. Âşık, cevr ü cefaya ne kadar katlanır… Tepeden İnme (Yüksek bir makamdan gelen emir, aniden gelen ve kaçınılması imkânsız bulunan durumlarda kullanılan bir deyim.) İşe göre memur mu, memura göre iş mi? Aslında ilk söz her vicdan sahibinin biricik arzusudur: Yani bir işi ehline vermek. Maalesef günümüzde memura iş aranıyor, işe memur değil. Birçok işimizde yukarıdan gelen emirlerle insanlara iş yaratılıyor. Acemi memur ya da işçi, işini öğreninceye kadar yıllar geçiyor. Emek, zaman ve para israfı… Kimin umurunda! Hâlbuki işe göre ehil memur ve işçi alınsa devlet işleri çabuk yürüyecek, sonunda olumlu sonuçlar ortaya çıkacaktır. Bir gün, bir balık, yavrularını etrafına toplamış onlara nasihat ediyor, hayatta karşılaşabilecekleri tehlikeleri anlatıyormuş: -Yavrularım, buna olta derler, sakın ucundaki yeme aldanıp da ağzınıza almayın. Sonra kendinizi yukarıda bulursunuz. Buna zoka derler, sakın yutmayın. Buna ağ derler, sakın içine düşmeyin. Buraya dalyan derler, sakın semtine uğramayın, demiş. Fakat bu sırada balıkçının biri, birden serpme ağı yukarıdan aşağıya indirivermiş. Ana balık ve yavruları ağın içinde kalınca şaşırmışlar. Yavrular annelerinin yüzüne bakarak sormuşlar: - Peki ama sen bize bu tehlikeden hiç bahsetmedin. Bu ağdan nasıl kurtulacağız? - Yavrularım buna tepeden inme derler. Hiç çaresi yoktur. Geçme Namert Köprüsünden Koy Aparsın Su Seni Köpeğe dallanmaktansa, çalıya dolanmak yeğdir, derler. Yani terbiyesiz ve namert bir insanla karşılaşmaktansa onun bulunduğu yere uğramamak çok daha iyidir. Kötü insanlarla karşılaşmamak için, her zorluğa katlanmak lazım. Kötünün herkese kötülüğe dokunur, demişler. Bu tip insanlardan uzak durmak, onlarla pazar ve onlara nazar eylememek için her türlü sıkıntıyı çekmek daha iyidir. Eskiden Adapazarı'na gidebilmek için sekiz gözlü köprüden geçmek gerekiyormuş. Zaman zaman Deli Dumrul misali zorbalardan biri bu köprünün üzerinden gelip geçenden haraç olarak geçiş parası alıyormuş. Günlerden bir gün fakir bir derviş, köprüden geçmek istemiş. Zorba yakasına yapışarak, geçiş parası istemiş. İhtiyar, kendisinin fakir bir derviş olduğunu, parası olmadığını ne kadar söylemişse de kâr etmemiş. Geri dönerek zorbaya da birkaç söz etmiş: Geçme namert köprüsünden, koy aparsan su seni Sinme tilki gölgesinde, koy yesin Arslan seni(*) “Destur ya pir!” diyerek nehrin içine dalmış. Derviş suya girdikçe Allah'ın hikmetinden olacak su çekilmiş, sular yatağını değiştirmiş, nehir kurumuş. Nehir kuruduğu için de köprüye gerek kalmamış. Zorbanın ağzı da bir karış açık kalmış. Dimyata Pirince Giderken Evdeki Bulgurdan Olmak (Daha fazla kazanacağını daha iyisini elde edeceğini umarken, elindekinden olmak anlamında bir deyim.) Dimyat Mısır’da Süveyş Kanalı ağzında ve Port Sait yakınlarında bir iskeledir. Eskiden Mısır’ın meşhur pirinçleri, ince hasırdan örülmüş torbalar içinde buradan Türkiye’ye gelirdi. Dimyat’a pirinç almaya giden bir Türk tüccarının bindiği gemi Akdeniz’de Arap korsanları tarafından soyulmuş ve adamcağızın kemerindeki bütün altınlarını almışlar. Bin bir müşkülât içinde Türkiye’ye dönen pirinç tüccarı o yıl iflas etmek durumuna düşmüş. İstanbul’dan kalkmış memleketi olan Karaman’a gitmiş. O sene tarlasından kalkan buğdayları da bulgur tüccarlarına sattığından, kendi ev halkı kışın bulgursuz kalmışlar. Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak sözünün aslı buradan kalmıştır. Bedavadan Geçinmek (İş yapmadan rızkını temin etmek, başkalarından karşılıksız faydalanmak.) Günümüzde öyle insanlar vardır ki çalışmadan başkalarının sırtından geçinirler. Bunlar ya bir grubun şakşakçısı ya da yaltakçısıdır. Yaltaklanmak, her ne kadar sosyal ilişkilerin merhemidir, derlerse de, menfaat sağlamada tutulan iyi bir yol değildir. Bir cemiyette bedava geçinenler çoğalırsa, alın teriyle kazananların vay hâline! Padişah I. Ahmet sarayın penceresinden bin bir güçlükle kürek çeken bir kayıkçıyı seyrederken, İncili Çavuş içeri girmiş. Padişah da pencereden kayıkçıyı göstererek: - Bak İncili Çavuş, bir lokma ekmek için ne kadar eziyet çekiyor. İncili: - Haklısınız, çok insan geçinmek için zahmet çeker. Fakat şu ölümlü dünyada bedava geçinen üç kişi var, der. Padişah meraklanır: - Kim bu üç kişi? - Biri silahtar ağanın imamı, öteki kızlar ağasının berberi, diğeri de kulunuz! - Anlayamadım, nasıl oluyor da bedavadan geçiniyorsunuz? - Çok basit efendimiz: Silahtar ağa namaz kılmadığı hâlde imama maaş verir. Kızlar ağasının başı kel, kendisi kösedir, boş yere berbere para verir. Benim görevimde sultanımızı güldürüp öfkesini teskin etmek. Böylelikle geçinip giderim. Şakaya Gelmek (Şakaya katlanır olmak.) İnsanlar birbirine söz veya elle şaka yaparlar. Kimisi şakayı götürür, kimisi götürmez. Şakalaşmak, güzel sözlerle insanların karşılıklı birbiriyle hoşsohbet olmaları iyidir. Ancak sözü ve hareketi ayağa düşürmemek kaydıyla. Vaktiyle Abdülaziz (1861-1876), sadrazamı Ali Paşa'yı hokkabaz seyretmeye davet eder. Padişah hokkabazın yaptıklarını neşeyle seyreder. Bir ara hokkabazın başına giydiği külahı Ali Paşa'ya uzatarak giymesini ister, Ali Paşa, “Ferman efendimizindir.” deyip cebinden sadaret mührünü çıkarır ve padişahın önüne bırakır. Sonra da külahı giymek ister. Padişah mührü işaret ederek, “Paşa bu nedir?” der. Ali Paşa, “Devleti Aliye’nin sadaret makamını işgal eden adam, bu rütbe ve mührü taşıdıkça başına hokkabaz külahı giyemez.” cevabını verir. Padişah da, “ Paşa, sen de hiç şakaya gelmezsin.” der. Musul Çeşmesinden Su İçmek Musul’da Yunus Nebi zamanından kalma bir çeşme varmış. Suyundan içen mahzunlara şifa, zalimlere zehir olurmuş. Ne zaman şehre bir zalim vali gönderilse, halk bir müddet sonra onu götürüp bu çeşmeden su içirirler ve bir kaç günde göçürterek zulmünden kurtulurlarmış. Musul’un zarif kişi zadeleri arasında zalimlere karşı ”İçtiğin Yunus Nebi çeşmesi ola! Demek bir darbı mesel olmuş. Ölür Müsün, Öldürür Müsün? (Öylesine bir iş yaptın ki buna fırsat tanıdığıma pişmanım. Şimdi kime zarar vereyim, kendime mi yoksa bu işi yapana mı?) İnsanlara kötüye kullanacakları fırsatları yani uygun zaman ve şartları tanımamak gerek. İnsan, çiğ süt emmiştir. Hangi insanın fırsatları iyi veya kötü olarak değerlendireceğini bilemezsin. Bundan dolayı insanlarla olan ilişkilerimizde dikkatli ve tedbirli olmak zorundayız. Vaktiyle bir ağanın kâhyası hacca gitmiş. Hac dönüşü ağasına bir hediye getirmek istemiş. Ağası da yaşlıymış. Bundan dolayı ona mukaddes topraklardan güzel, bembeyaz bir kefen almış. Kefeni koltuğunun altına alıp ağayı ziyarete gitmiş. Ağanın evine varınca onun uyuduğunu söylemişler. İçeri girmek isteyen eski kâhya, yeni kâhya ile tartışmaya başlamış. Ağa, tartışmadan dolayı uyanıp başını uzatınca, yeni kâhya ağaya: - Eski kâhyan sana hacdan hediye olarak bir kefen getirmiş. Sen ölür müsün, yoksa bu adamı öldürür müsün, demiş. Kel Başa Şimşir Tarak Şimşir sözcüğü, kılıç anlamına gelir. Deyimde kullanılan şimşir sözünün aslı çok sert ve dayanıklı olduğundan, tarak, cetvel vb. yapımında kullanılan 'şimşir' ağacından gelmektedir. Eskiden zengin bir aile, kızlarını gelin ediyorlarmış. Oğlan evine, adet olduğu üzere, bohça bohça hediyeler gitmiş. Kayınvalide, iki görümce ve eltilere, yaş ve aile içindeki durumlarına göre; altın, gümüş kaplamalı, fildişi ve şimşir taraklar, diğer armağanlarla birlikte verilmiş. Küçük elti ağır ve ateşli bir hastalık geçirdiğinden saçları dökülmüş. Aile içindekilerden başka kimsenin, kadıncağızın kelliğinden haberi yokmuş. Kendisine verile verile şimşir tarak verilmesi, küçük eltinin çok canını sıkmış. Kelliğini unutup, armağanları getiren kadına sızlanmış: "Herkese altın, gümüş tarak, bana da şimşir öyle mi? Yemi gelin, daha bu eve adımını atmadan benimle uğraşmaya başladı..." Oğlan anası gelininin bu hareketinden utanmış ve üzüntü duymuş. O kızgınlıkla çıkışmış: "Senin ki gibi kel başa, şimşir tarak çok bile" deyivermiş. Bu atasözü, yoksul, ya da durumu kötü bir kişinin, vaziyetine uymayan, pahalı, gereksiz şeyler almaya kalkması gibi durumlarda kullanılır. Çile Doldurmak (Zahmetli ve sıkıntılı bir hayat sürmek ve bu durumun sona ermesini beklemek.) Hayat, inişler ve çıkışlarla doludur. Dikensiz gül bahçesi değildir. İnsan, hayatta acılar ve sıkıntılar çeker. Bu sıkıntı ve acılar insanı olgunlaştırırken, ona yaşama kolaylıkları da sağlar. Tasavvufta, dervişlerin bir odaya çekilip yeme, içme ve uyku gibi ihtiyaçlarını azaltarak kırk gün kendilerini ibadete vermelerine çile doldurmak denir. Çile, eskiden beri her dinde, mezhep ve tarikatta uygulanan bir imtihan devresidir. Mesela, Mevlevilerde dergâhın bin bir gün hizmetinde bulunan kimse Mevlevi olurmuş. Aslında Farsça bir kelime olan çile (çille) dünya zevklerinden uzaklaşıp kırk gün ibadete dalma, demektir. Zaten kelime kırk anlamındaki “çihil” kelimesinden gelir. Yanlış Hesap, Bağdat’tan Döner İstanbul kapalı çarşıya kervanlar gelir. Tüccarların siparişleri kumaş, kürk, baharat neyse dağıtılır. Daha sonra tüccarlardan paraları tahsil edilirmiş. Yine bir alış veriş sonrasında, tüccarın biri hesap yaparken dört işlem hileleri ile kervancıyı 400-500 altın içerde bırakır. Hesaptaki yanlışlığı anlayamayan kervancı Bağdat –Hicaz ve Mısıra seferine çıkar. Tüccarda, şimdi bu Mısırdan altı-yedi ayda zor döner. Bende bu parayı işletirim diye düşünür. Kervancı yol uzun zaman bol bütün hesapları tekrar tekrar inceler. Tüccarın yaptığı hileyi anlar. Kervan Bağdat’a girmek üzereyken, kervanı oğlu ve güvendiği bir kişiye emanet eder, -Siz beni Bağdat’ta bekleyin. Der. İyi bir Arap atı alıp dörtnala İstanbul’a dönmeye başlar. Yolda, bu adam bu parayı hemen öyle vermez diye düşünüp bir plan kurar. İstanbul’da ki dostlarında plan için yardım ister. Ertesi gün tüccarın dükkânına iki kadın gelir. Tüccara , -Sorup soruşturduk bu civarda en dürüst, en güvenilir kişi sizmişsiniz. Biz Hicaza gideceğiz. Size bu iki çantayı emanet etmek istiyoruz Derler. Çantaları açıp tüccara gösterirler. Çantaların için inci. Altın, pırlanta envaı çeşit mücevher. -Olurda gelemezsek bunlar size helali hoş olsun, bize bir dua okutur, belki bir hayrat yaptırırsın. Derler. Bunları duyan tüccar sevinçten uçar. Kadınları hürmet, ziyafet. Bu sırada kervancı içeri girer, Bunu gören tüccar, daha kervancı lafa başlamadan , -Yahu hoş geldin, bizim hesapta bir yanlışlık olmuş. Paralarını ayırdım. Çocuklara da tembihledim, eğer ölürsem kervancının parasının mutlaka verin. Ben kul hakkı yemem kardeşim, der. Parayı hemen verir. Bu sırada kadınlar, –Biz bu sene gitmekten vazgeçtik. Kısmetse seneye! Deyip dükkân çıkarlar. Oyuna geldiğini anlayan tüccar, kervancının peşinden koşup , -hani sen mısıra gidecektin. Yaktın beni! Diye bağırır. Atına binen kervancı, -yanlış hesap adamı Bağdat’tan döndürür der ve yoluna gider. Beterin Beteri (Kötünün daha kötüsü var.) Aslında felaketlerin büyüğü küçüğü olmaz. Az ya da çok zararla atlatılan durumlar vardır. İnsan başına gelen her şeye tahammül edecek, her şeyin daha kötüsünden sakınmaya çalışacaktır. Eşkıyanın biri, yaptıklarından dolayı idam cezasına çarptırılır. Eşkıya idam edileceği yere götürülürken devamlı, “Allah beterinden saklasın.” dermiş. Bu sözleri duyan muhafız, “Yahu idam edilmeye gidiyorsun daha beterin beteri olur mu?” demiş. Bu arada atıyla hızla gelen bir süvari görülür. Atlı muhafız kumandanına padişahın fermanını uzatır. Fermanda ölüm cezasının asılarak değil; kazığa geçirilerek gerçekleştirilmesi emredilir. Suçlu bunu öğrenince, “Gördün mü beterin beterini?” demiş. Ağzından Baklayı Çıkarmak (Sabrı tükenip, o zamana kadar söylemediğini söyleyivermek anlamında bir deyim.) Eski zamanlarda çok küfürbaz bir adam varmış. Memleketin müftüsü bu adamı çağırıp sık sık nasihat edermiş. Küfür edeceği sırada aklına gelip, vazgeçmesi için de ağzında bir bakla tanesi tutmasını önermiş. Bir gün yine müftü efendi bu adama nasihat ederken, münasebetsizin biri içeri girmiş ve müftüye sormuş: -Müftü efendi, sağdıcım öldü. Bana mirasının kaçta kaçı isabet eder? Canı sıkılan müftü, küfürbaza dönmüş: -Çıkar ağzından şu baklayı da, bu herife gerekli cevabı kendi usulüne göre sen ver, demiş. İpliği Pazara Çıkmak Yalanı ve kusuru anlaşılmak, foyası meydana çıkmak. Yalan kalıcı değildir, gerçek bir gün mutlaka ortaya çıkar. Devamlı yalan söyleyemeyiz, kimseyi aldatamayız. Aldatan aldanır, bu şaşmaz bir kuraldır. Eski kültür hayatımızda, bereket ve kanaat vardı. Yiyimden giyime kadar hemen hemen her şey evde kızlarımız ve kadınlarımız tarafından yapılırdı. Çarşıdan eve sadece üç beyaz girerdi. Tuz, şeker ve un. Bugün ise parmaklar yoruluyor düğmeye basmaktan! Eskiden genç kızlar ve kadınlar evlerde yün ve pamuktan iplik büker, bunları pazara satmak için götürürlerdi. İpliği güzel ve gereğince kıvırmak ustalık isterdi, herkesin harcı değildi. Yeni yetişen kızların ipliği pazarda beğenilip, çabuk satılması bir övünç kaynağı olurdu. Ali Kıran Baş Kesen Külhanbeyi ağzında “Ali kıran baş kesen ” diye bir deyim vardır. Bıçkın ve acımasız serseriler hakkında kullanılır. Bu deyim aslında “Dal kıran baş keser” atasözünden galattır. Atalarımızın insanları ağaç ve bitki sevgisine teşvik için dal kıranın baş kesmiş kadar suçlu olduğunu belirtmeleri eskiden beri Türk-İslam töresinde ağaç ve bitki hukukunun derinliğini gösterir. Fatih’ affedilen “Ormanlarımdan bir dal kesenin başını keserim. Ağzınla Kuş Tutsan Nafile Bir kişi kendini, ya da yaptığı bir işi, karşısındakine bir türlü beğendiremediği, sevdiremediği hallerde söylenen bir deyim. Bu tabirin hikâyesi, Osmanlı devrinden kalmadır. Osmanlı Devletinin güçlü zamanlarında, Fransa ile iyi ilişkiler kurulmuş, bu arada, İspanya Kralım ezmek için Osmanlı Devletinin desteğini gören Fransa, Osmanlı Padişahını en büyük hükümdar olarak tanımıştı. Akdeniz'de Türk bayrağı çekerek, Barbaros'un enirine giren Fransız donanması gibi, Fransız ordusu da Osmanlı desteğine güveniyordu. O devirlerde, Topkapı Sarayı'nın arz odasında, huzura kabul edilmeyi bekleyen Fransız elçisi. Kızlar Ağasına, işinin önemli ve acele olduğunu bir türlü anlatamamış, içeri alınmayı sağlayamamıştı. Bin bir rica ve ısrar sonunda Kızlar Ağası, sabırsızlanan elçiye şöyle dedi: -Siz ne lâf anlamaz adamlarsınız yahu! Şevketli Sultanımız hazretleri bugün çok hiddetli. Demincek bir Frenk hokkabaz burada idi. Adamcağız ne hünerler gösterdi: Külahının altından tavşanlar çıkardı, alev alev yanan demir çubuklar ağzında söndürdü, sekiz arşın uzaklıktaki iğneye iplik taktı, havaya bir kuş uçurdu, uçun kuşa bir şeyler söyledi, kuş gelip ağzına kondu, o da ağzıyla ayaklarından yakaladı. Sultanımız onu bile huzurdan kovdu. Senin anlayacağın, ağzınla kuş tutsan nafile; ama daha büyük hünerlerin varsa bir kere Zat-ı Şahaneye arz edeyim. Yağma Hasan'ın Böreği Hakkı olanın da olmayanın da kolayca faydalandığı, sahipsiz hiç kimsenin korumadığı mal mülk kaynağı. Hiç kimse hak etmediği bir şeye el sürmemelidir. Alın teriyle sağlanan kazanç kutsaldır. Kısa yoldan zengin olmak isteyen köşe dönücüler hak hukuk tanımazlar. Bunlar emek ve alın teri hırsızlarıdır. Fatih'in Gebze'de ölümü (1481)’nden sonra İstanbul'da kıyamet kopmuş, zaten fırsat bekleyen asi yeniçeriler de İstanbul'a dağılmışlar. Kimse canından ve malından emin değilmiş. Yağmacı yeniçeriler, önce kendilerini aldatan sadrazam Karamani Mehmet Paşa'yı parçalayıp konağını yağmalamışlar. Daha sonra şehirdeki zenginlerin konaklarına hücum edip her tarafı talan etmişler. Zengin Yahudilerin oturdukları semtlere akın eden zorbalar büyük yağmalar yapmışlar. Bu sırada Hasan adlı bir yeniçerinin işlettiği börekçi dükkânını da yağma eden yeniçeriler, işin aslını öğrenince, “Oldu bir kere, Yağma Hasan'ın böreğidir.” diye, börekleri yemeye devam etmişler. Pösteki Saydırmak /İçinden çıkılmaz bir iş yükleyip, birini uğraştırmak.) Farsça bir kelime olan pösteki koyun veya keçi postu demektir. Bu deyim insanlar verim ve sonuç alınamayacak işlerde çalıştırıldığı için söylenir. Evvelce delilerin tedavi edildiği yere tımarhane denirdi. Buraya gelenler tedavi edilir, iyileşenler evlerine gönderilirmiş. Hastaları evlerine göndermeden son bir muayeneye tâbi tutmak âdettenmiş. Hastaya bir koyun pöstekisi verilir, pöstekinin kıllarını saymasını isterlermiş. Hasta kılları saymaya başlarsa, tedavinin sürdürüleceğine, “Yok, bu imkânsız, sayılmaz.” derse iyi olduğuna işaretmiş. Benim Oğlum Bina Okur Döner Döner Yine Okur Hep aynı şeyleri tekrar ediyor, çok çalışıyor; ama bir türlü ilerlemiyor; aksine yerinde sayıyor. Çocuklarımızı anlamadıkları ve sevmedikleri derslerle boşuna meşgul etmemeliyiz. Bu hem zaman kaybına hem de çocuğumuzun boş yere ziyan olmasına sebep olur. Çocuklarımızı yeteneklerine göre yetiştirirsek hem biz, hem çocuğumuz, hem de ülkemiz kazanacaktır. Çocuklarımız öğrenirken eğlenecekler, eğlenirken de öğreneceklerdir. Eskiden medreselerde Arapça öğretim yapılırdı. Arapça dersinin temeli “Emsele Bina” idi. Bina, Arapça dil bilgisinde fiillerin çatılarını, emsele de fiil çekimi ve örneklerini ihtiva ederdi. Bu ders, medreseye ilk başlayan çocuklar için çok zordu. Fakat bunları herkes öğrenmek zorundaydı. Arapça cümle yapmak “bina” ve “emseleyi” öğrenmekle mümkündü. Bu dersin zorluğu, hocaların sert ve titizliği yüzünden sınıfta kalan öğrenciler, eğitimini yarıda kesmek zorunda kalmışlardır. Bu durum ana ve babaları o kadar bezdirmiştir ki, “Benim oğlum bina okur, döner döner yine okur.” diye dert yanmışlardır. Balık Kavağa Çıkınca Eski İstanbul şimdiye göre tam anlamıyla balık ve balıkçı şehriymiş. Tutulan balıkların satılması Yemiş iskelesi ve Balık pazarından başlayan ve bu merkezlerin etrafında mahalle mahalle büyüyen pazarlarda yapılırmış. Balığın çok fazla çıktığı günlerde ise, Tophane’den Rumeli Kavağına ve Üsküdar’dan Anadolu Kavağına kadar her yere çeşitli vasıtalarla götürülüp satılırmış. Fiyat kırmak isteyen ya da çok düşük fiyata almak isteyen müşterilerine de balıkçılar, -Oooo! O fiyatı ancak balığı kavağa çıkardığımızda satarız biz derlermiş. Eline Su Dökemez (İki kişiyi karşılaştırırken, daha önemsiz, değersiz, yeteneksiz, geri gördüğümüz kişi için, ‘ötekinin eline su bile dökemez deyimini kullanırız.) Eskiden, namaz abdesti alınırken, abdest alan kişi, bir usta ise, çırakları, kalfaları, Medrese hocası ise mollaları, öğretmen ise öğrencileri, eline ibrikle su dökerek abdest almasına yardımcı olurlardı. Böyle önemli bir kişinin eline, yolu yordamınca, ibrikten su dökmek için, o kişiye biraz yakın olmak, onun yanında iyi kötü bir yer almış bulunmak gerekirdi. Yoksa her önüne gelenin yapacağı iş değildi. İşte bu nedenle, iki değerli kişi ölçülürken, bilgisi, yeteneği, zekâsı daha az olan için, bu deyim kullanılır. Etekleri Zil Çalmak (Çok sevinip mutlu olmak.) Başarılı ve mutlu olup sevinmek herkesin hakkıdır. Ancak her başarının ve mutluluğun bir bedeli vardır. İnsan bu bedeli ödemeden yani birtakım sıkıntılara katlanmadan başarılı ve mutlu olamaz. Bir zamanlar Anadolu'nun bir yerinde, herkesin sevip hürmet ettiği güler yüzlü, tatlı dilli bir şeyh yaşarmış. Şeyhin, pabuçlarının sivri ucunda ve cüppesinin eteklerinde yüzlerce kuzu çıngırağı bulunurmuş. Şeyhin uzaktan gelişi bu çıngırakların çıkarttığı sesten anlaşılırmış. Bir gün şeyhe bu çıngırakları niçin taktığını sormuşlar. O da: - Yürürken yerdeki karıncaları ürkütüp çiğnenerek ölmelerine engel olmak için, diye cevap vermiş. Bir gün güvenlik güçleri, çok tehlikeli bir hırsız çetesinin saklandığı yerden çıkmasını beklerken, çıngıraklı şeyh oradan geçiyormuş. Azılı hırsızlar çıngırak sesini duyunca ortaya çıkmış ve kaçmaya çalışırken yakalanmış. Azılı bir çetenin yakalanmasına sebep olan çıngıraklı şeyhi halk sevincinden kucaklayıp havaya kaldırırken, şeyhin eteklerindeki çıngıraklar, daha fazla ses çıkarmış, adeta zil çalmış. Halk da bu çıkan sesten çok mutlu olmuş. Bu olaydan sonra o yerin ahalisi, bir şeye çok sevinip mutlu olanları görünce, “Ne o eteklerin zil çalıyor.” demeye başlamış. Kozunu Paylaşmak Koz ceviz manasına gelir. Eskiden Kastamonu'nun iki köyü arasında ortak olarak kullanılan bir Cevizlik vardı. Ceviz toplama mevsimi gelince bir gün belirlenir ve iki köy halkı Cevizlik’te buluşur cevizleri paylaşırlardı. Ancak her seferinde haksızlık olduğu ileri sürülerek kavga çıkardı. Hatta olay öyle bir seviyeye geldi ki köylerde kavgaya müsait eli sopa tutan delikanlılar koz paylaşma gününden önce günlerce hazırlık yaparlardı. Bir ana oğlunun büyüdüğünü anlatmak için “BENİM OĞLAN KOZUNU PAYLAŞACAK ÇAĞA GELDİ" derdi... Mim Koymak (Unutulmaması için bir şeyi işaret etmek, dikkate almak.) Mim, Arap alfabesinin yirmi yedinci harfi olup “ebcet” hesabında kırk sayısına tekabül eder. Aynı zamanda muharrem ayını bildiren bir işarettir Günümüzde kullandığımız, birinin hoşuna gitmeyen bir davranışı sebebiyle birini, hakkında iyi düşünülmeyenler arasına koymak anlamına gelen “mimlemek” kelimesi buradan doğmuştur. Birinci Dünya Savaşı (1914-1918) sıralarında Osmanlı Devleti, Çanakkale, Suriye, Galiçya ve Kafkas cephelerinde savaşıyor, bu savaşlarda birçok asker kaybı oluyordu. Cepheden gelen bütün telgraflarda, “Aman, daha asker, daha asker gönderin.” istekleri doluydu. Onun için hükümet, İstanbul sokaklarına kâtipler gönderip askere alınabilecek erkekleri tespit ediyordu. Kâtip Kâşif Efendi, sokağın başındaki ilk kapıyı çaldı. Çıkan kadına şu soruları sordu: - Evde kaç erkek var? - Bir tane gözüm. - Yaşı kaç? - 17… - Güzel… Adı? - Mehmet. Hüsnü Efendi, bunları deftere uzun uzun yazdı. Diğer bir kapıya geçtiler. Orada da bir erkek çocuk vardı. Adı Mehmet. Diğer evlerde de erkek çocukların adları çoğu defa Mehmet çıkıyordu. Kâşif Efendi, arkadaşı Hüsnü Efendi'nin sıkıntısını görmüş, ona bir kolaylık sağlamıştı. Her Mehmet ismi yerine (M) harfi karşılığı olan “mim” koymak daha kolay olacaktı. Bundan sondaki evlerde Mehmet adıyla karşılaştıklarında Kâşif Efendi bağırıyordu: - Bir mim koy! Çağlar arasındaki ortak dil beynimizde ya im'dir, ya imge Ve ne yandan baksan mim mim'dir. Her şeye mim koymalı bu âlemde. Zıvanadan Çıkmak (Taşkın, aşırı davranışlarda bulunmak, aklını oynatmak, delirmek, çok sinirlenmek, öfkelenmek.) Bir söz, davranış ve olay karşısında hemen parlamak, yani öfkelenmek insana bir şey kazandırmaz, aksine zarar verir. Her şeyi düşünüp, akıl ve mantık yoluyla çözmek gerekir. Bazı insanlar bu yolu denemezler. Bağırıp çağırıp ve öfkelenmekle başkalarının üzerinde baskı kurup her şeyi halledeceklerini sanırlar ama aldanırlar. Zıvana, Farsça bir kelime olup, bir kilit dilinin yerleşmesi için açılmış delik anlamına gelir. Kapı zıvanadan çıkınca dik durmaz, devrilir. Kapı nasıl zıvanadan çıkıp ayakta duramazsa, çok sinirlenen bir kimse de kapı gibi ayakta duramaz, yıkılır. Nasip İse Gelir Hint'ten Yemen'den (Bir şey bir insana nasip ve kısmet olmuşsa, bu onun ayağına gelir.) İnsan nasibiyle doğar, derler. Hayatta talihi açık olan insanlar vardır. Bütün isteklerine ve arzularına kavuşup mutlu olurlar. Bazıları da o kadar nasipsiz ve talihsizdir ki dünyaya gökten altın yağsa, bir tanesi bu bahtsız insanların hisselerine düşmez. Sürekli sıkıntı çekerler. Eskiden Semerkant, bilim ve sanat merkezi olan bir Türk şehri idi. Semercilik sanatında çok ileri gitmişti. Bir kervancı, bir gün şehrin ünlü semer ustalarından birinin dükkânına gider. Semerci ustası namaza gitmiştir. Çırak dükkânda yalnızdır. Kervancı uzak yola gideceğini, develerinden birinin semersiz olduğunu çırağa söyler. Hemen acele bir semer ister. Çırak, hazır semer olmadığını, sipariş üzere semer yaptıklarını beyan eder. Kervancı işi acele olduğu için, telaşla sağa sola bakınır. Bu arada dükkânın tavanında asılı eski bir semeri görür. Eski de olsa yenisinin fiyatına alacağını söyler. Çırak eski semeri kervancıya satar. Ustası namazdan geldikten sonra bu alışverişi öğrenir, fakat usta bundan memnun olmaz. Meğer adamcağız bunca yıldır kazandığı paralarını bu satılan eski semerin içinde saklarmış. Çırak bu duruma çok üzülür. Semeri arayıp bulmak için yollara düşer. Ustasının, “Oğul, gel gitme beyhude, Semerkant'a, Buhara'ya Bulur elbet seni bir gün, nasip araya araya”(*) demesine bakmaz, semerin arkasından birkaç ay dolaşır, sonunda bulamadan geri döner. Usta, çırağının geri döndüğüne sevinir, onu teselli ederek der ki: “Nasip ise gelir Hint'ten Yemen'den Nasip değil ise, ne gelir elden” (**) Altı ay sonra kervancı, eski semerle birlikte dükkâna çıkagelir. Çırak adamı tanır ve ustasına da durumu anlatır. Kervancı: - Oğlum, bu semeri senden satın aldım ama aklıma takıldı. “Ustasının haberi olmadan bu çocuk, bu semeri bana sattı. Ya ustası gelip darılırsa?” diye üzüldüm. Alın eski semeri, bana yenisini yapın, der. Böylelikle semerci ustası, yıllardır biriktirdiklerine kavuşmuş olur. Çam Devirmek, Pot Kırmak (Başkalarını kızdıracak, üzecek, gereksiz, münasebetsiz söz söyleme anlamında bir deyim.) Zengin bir adamın, Göztepe Erenköy taraflarında, sekiz on dönüm bahçeli, büyük bir köşkü varmış. Adam bu bahçenin bir köşesine bir bina daha yaptırmaya karar vermiş. Eski binalar hep ahşap yapıldığı için, gereken keresteyi tomruk halinde getirtmiş ve inşaat yaptıracağı yere istif ettirmiş. Bu tomrukların içinde çam, gürgen, meşe ve ceviz ağaçları da bulunuyormuş. Sayfiye mevsimi olmadığı için Nişantaşı’ndaki konağında oturan zengin adam bir sabah, köşküne gitmiş ve köşkün saf bekçisine emir vermiş: -Bir hızarcı bul, bahçedeki ağaçların arasındaki çamları biçtir, tahta ve kalas yaptır demiş. Saf uşak da efendisinin emri üzerine hızarcıları bulmuş. Çam tomrukları yerine, köşkün bahçesinde ne kadar kıymetli çam ağacı varsa kestirip devirmiş. Bu akılsız uşağın adı, çam deviren uşak kalmış. Kazın Ayağı Öyle Değil (Sen öyle düşünüyorsun ama yanılgı içindesin. İşler senin bildiğin ve düşündüğün gibi değil.) İşler bazen umulduğu gibi gitmez. Bazıları ise bize ait işlerin tıkırında gittiğini zanneder. Ama işin içinde bulunan işlerin iyi ya da kötü gittiğini dışarıdaki insandan daha iyi bilir. Bu deyimin kaynağı yine Nasreddin Hoca'mız… Hoca bir gün Timur'a kızarmış bir kaz götürürken yolda canı çekmiş, hemen kazın bir bacağını gövdesine indirmiş. Hoca'yı huzura kabul eden Timur, bakmış ki kendisine sunulan kızarmış kaz tek ayaklı. Kendisi de malum topal. Hoca bunu bilerek hakaret olsun, diye yaptı sanarak, ona çok kızmış. Hoca durumu hemen sezerek: - Ulu hakanım, bizim Akşehir'in kazları hep tek bacaklıdır. Bakın çeşme başındaki kazlara, demiş ve çeşme başında tek bacaklarını altlarına almış uyuklayan kazları göstermiş. Timur, Hoca'ya bakarak gülmüş: - Yoo, Hoca, kazın ayağı öyle değil demiş. Adamlarına çeşme başındaki kazlara değnekle dokunmaları için emir vermiş. Kazlar, uykularından uyandırılınca iki ayakları üstünde kaçışmaya başlamışlar. Hoca'nın yüzüne alaylı alaylı bakan Timur: - Hani Akşehir'in kazları tek ayaklı idi, diye sorunca Hoca: - Vallahi hakanım, eğer o değnekleri size vursalardı, tövbeler olsun, dört ayaklı bile olur kaçardınız, diye cevap vermiş. Dananın Kuyruğu Kopmak (Gizli gizli süren anlaşmazlık patlak vererek ortaya büyük bir olay çıkmak veya korkulan bir sonuç gerçekleşmek.) İnsanlar arasındaki anlaşmazlıklar bir gün ansızın ortaya çıkıp olay hâline gelirler. Sonuçta her iki taraf da zarar görebilir. En iyisi anlaşmazlıkların kısa zamanda şeffaf bir şekilde çözüme kavuşturulması ve kimsenin zarara uğratılmamasıdır. Geçmişte düzenbaz ve yalancı bir adam varmış. Tüccar ve esnafa borç vermediği hâlde vermiş gibi gözükür, onların aleyhine dava açar, şahitler ve kadıya rüşvet vererek davayı kazanır, haksız kazanç elde edermiş. Bu sahtekâr adam, bir gün, kasabanın sözü geçen bir adamı hakkında dava açmış, kadıya da rüşvet olarak bir dana göndermiş. Davalı tüccar bunu öğrenince, daha büyük bir danayı kadıya teslim etmiş. İşin tadının kaçtığını anlayan kadı, her iki danayı getirtip mahkemenin avlusuna bağlatmış. Kadı makamına kurulup herkesin önünde şunları söylemiş: - Bu davayı görmek için uzun zaman vicdanımla savaştım. Ben adalet için çalışırım. Gelin görün ki, iki taraf da evime birer dana göndermiş. Şimdi kimin haklı, kimin haksız olduğunu danalara bakıp anlayalım. Avludaki danalar, kuyruklarından birbirine bağlanır ve kuyruk altlarına neft sürülerek hayvanlara birer diken batırılır. Hayvanlar böğürerek birbirini aksi yönde çekerler. Bu arada kadı bağırarak, “Kimin danasının kuyruğu koparsa, o taraf haksız çıkacak ve adalet yerini bulacaktır.” der. Kısa bir çekişmeden sonra sahtekârın getirdiği dananın kuyruğu kopar ve hayvan can acısıyla sokağa fırlar. Deve Etmek (Hak sahibini aldatarak, ona ait bir şeyi kendine mal etmek, zimmetine geçirmek.) Çocukların ellerindeki yiyeceklerin büyükler tarafından deve yapılması bir yana, günümüz fakirin, saçı bitmedik yetimin ve ihtiyaç sahiplerinin hakkını ve ihtiyacını deve yapanlarla dolu. Hesap, kitap hak getire! Çarşıda, pazarda, evde şaka yollu çocukların elindeki yiyecek ve içecek maddeleri büyükler tarafından aldatılarak alınır, büyükler de deve yaptıklarını söylerlerdi! “Sen elindeki incirleri bana verirsen, onları çiğneyip sana kocaman bir deve yapacağım.” diye çocukları aldatırlardı. Tabii bu oyuna aldanan ve aldanmayan çocuklar da vardı. Böylelikle zeki ve kurnaz çocuklarla, saf ve aptal çocuklar daha bu yaşlarda belli olurdu. Zurnada Peşrev Olmaz Davul ile zurnayı musikiden saymayan ve küçük gören bir sonradan görme İstanbul' lu, Edirne' de bir düğüne davet edilmiş. Yemekten sonra açık havada yapılan oyun ve eğlenceler sırasında bu hatırlı davetliye, zurnazen başı yaklaşarak sormuş: -Çalmamızı arzu ettiğiniz herhangi bir parça var mı? Ukala adam, dudak bükmüş: -Ayol, kala kala zurnaya mı kaldık. Bunun peşrevi olmaz. Ne nota bilirsiniz ki siz, ne de beste. Sizin çaldıklarınızı ben dinleyemem. İyisi mi, kendiniz çalın oynayın. Zurnazen, bu hakaretleri pek içerlemiş. "Görürsün sen efendi" diyerek, en kabiliyetli yamaklarını etrafına toplayıp başlamış çalmaya. O çalar, etrafındakiler söylermiş. Ne Itri' si kalmış çalmadık, ne Dede Efendi' si. Sonradan görme bey, ağzı bir karış açık onları uzun uzun dinlemiş. Adamlar, bir besteden bir besteye, bir makamdan bir makama geçtikçe, o da renkten renge geçmiş. Bu deyim, hikâyedeki anlamının dışında, "insanın kaderini zorlamamasını, ne çıkarsa bahtına razı olması gerektiğini anlatmak için kullanılır. İpe Un Sermek (İstenilen işi yapmamak için çeşitli bahaneler uydurmak, güç koşullar öne sürmek, güçlük çıkarmak anlamında bir deyim.) Nasreddin Hoca’nın, aldığını bir türlü geri vermeyen ya da kırık dökük, delik, kopuk, sakat olarak geri getiren bir komşusu Hoca’dan bir gün urgan ister. Hoca da ‘Bizim hanım biraz evvel urganın üzerine un serdi, veremeyiz.’ Der. Komşusu güler; ’Aman hocam, hiç urgan üstüne un durur mu, ipe un serilir mi?’ diye sorunca, Hoca cevabı yapıştırır. ‘Neden serilmesin. Vermeye gönlüm olmayınca, ipe un da serilir elbet.’ Eski Kulağı Kesiklerden (Kurnaz, becerikli, iş bilir, her işin altından kalkan…) İnsan tilki gibi kurnaz olup kimseye zarar vermemeli, bir usta gibi becerikli olup âleme faydalı işler görmeli; işini, aşını, eşini bilmeli, her faydalı işin üstesinden gelmelidir. Hacı Bektaşi Veli'nin tarikatına girmek isteyenlere tarikatın şartları açıklanır, gerekli öğütler verilir, tekkenin girişinde derviş adayının kulağına bir delik açılarak küpe takılırmış. Tarikatın şartlarından biri de hiç evlenmemekmiş. Sonradan bu kuralı bozanların kulaklarından küpeleri çekilerek alınır ve bu yırtık kulakla dolaşırlarmış. Halk, cezalı dervişlere “kulağı kesikler” diye hitap edermiş. Osmanlı sultanlarından Yavuz Selim'in kulağındaki küpe, bu tarikatın işaretlerinden biri olarak bilinir. Sultan Selim'in şeyhin eşiğine baş koyup kulağını deldirdiği rivayet edilir. Foyası Meydana Çıktı (Aslı astarı araştırıldı, hilesi meydana çıktı anlamında bir deyim.) Kuyumcular süs eşyalarında kullandıkları elmasların arkasına, ‘foya’ denilen bir madde sürer, ayna gibi, ışığı yansıtarak, daha çok parlamasını sağlarlar. Zamanla bu foya dökülür, taş da eski parlaklığını yitirir. Buna foyası çıkmış derler. Bunun gibi, hilekâr kişilerin yalanları ortaya çıkınca, aynı deyim kullanılır. Akla Karayı Seçmek (Bir işin üstesinden gelene kadar çok zorluk çekmek, güçlükle başarmak) Dinimize göre, sabah namazının kılınma vakti, güneş doğuncaya kadar geçerlidir. Ortalık ağarmaya başlayıp da ak iplik ile kara iplik birbirinden seçilinceye kadar sabah namazı kılma süresi devam eder. Ağır hastalar bütün gece sancı ve ıstırap içinde kıvranarak uyuyamadıklarından, sabahı zor ederler. Dokuz Doğurmak Vakti zamanında, Çengeloğlu Tahir Paşa o dönem için asayişi bozuk olan İzmir de geceleri belirli saatler arasında sokağa çıkma yasağı uygulamış. Bir gece o saatlerde yasağa uymayan ya da sokakta olan insanları Zaptiyeler toplayıp Karakol avlusuna getirmişler, Bu sorguyu da bizzat Tahir paşa yapmış, Sırayla her birine teker teker çok ağır sorular sormuş. Paşa baştan dokuzuncu sıradakine gelince tekrar sormuş. ‘’Yahu sen? Tellakları duymadın mı? Ne diye sokaktasın bu vakitte? Adam bir telaşlı bir terli; ‘’Paşa hazretleri, karım doğuruyordu. Valla ebe aramaya çıktım. Bir iki adım sonra zaptiyeler tuttu beni. Zavallı karım ne haldedir bilmiyorum ‘’ demiş. Tahir Paşa bir hata edildiğini anladıysa da sakallarını sıvazlayıp, ‘’Seni bu kez affediyorum. Amma, o karın olacak Hatuna söyle, bir daha öyle olur olmaz saatlerde doğurmaya kalkmasın ‘’demiş. Adam kan ter koşa koşa eve gelip, komşu kadınların arasından karısının yattığı yatağa gelmiş. Adam; ’’Nasılsın? Nemiz oldu ‘’ demiş. Karısı da ‘’ Sen ne biçim adamsın Ebe bulamaya diye gittin? Kim bilir nerelerde eğlendin? Sen benim nasıl doğurduğumu biliyor musun? Demiş. Adam ise hararetle, ‘’Ah bre hatun sen neler diyorsun? Sen bir kere doğurdun. Ben sıradaki sekiz kişiden sorgu nöbeti bana gelinceye kadar dokuz doğurdum.’’ demiş. Leb Demeden Leblebiyi Anlamak (Karşısındakinin daha söze başlar başlamaz ne demek istediğini anlamak, akıllı ve uyanık olmak.) İnsan hayatta akıllı, anlayışlı ve uyanık olmalıdır. Anlama yeteneği yüksek olanlar pratik zekâlı insanlardır. Bu özelliğe sahip olanlar her şeyi kolaylıkla çözümler ve her zorluğun içinden kolaylıkla çıkarlar. Her şey yerinde ve zamanında güzeldir. Bu tip insanlar yerinde ve zamanında susmasını da bilmelidirler. Medrese öğrencilerinden ukala bir molla varmış. Farsçadan imtihana girmiş. “Ne soracaklar?” diye öğretmenlerinin ağzına bakıyormuş. Hocalardan biri, Farsça, “dudak” anlamına gelen “leb” sözüyle işe başlamış. Ukala molla, “leblebi” diye lafa karışmış, “leb, leblebi kelimesinin bir hecesidir, efendim.” demiş. İmtihandaki hocalar gülmüşler. Soruyu soran hoca: - Maşallah 'leb' demeden 'leblebiyi' anladın. Yine de lafın sonunu beklesen iyi olurdu, çünkü akıllı olan, icabında susmasını bilmeli, demiş. Saman Altından Su Yürütmek Geniş bir ovanın üzerinde bir köy, bu köyünde bir tanecik ırmağı varmış. Irmağın suları aynı anda köyün bütün tarlalarına yetecek kadar gür olmadığından her gün bu ırmağı bir köylü kendi tarlasına sulamak için kullanıyor, diğerleri de sıranın kendisine geleceği günü bekliyorlarmış. Ancak bir gün köyün açıkgözlerinden biri ırmaktan kendi tarlasına gizli bir kanal yapıp, diğer köylüler bu durumu fark etmesin diye kanalın üstünü toprak ve samanlarla kapatmış. Böylece tarlasına her gün yeteri kadar su geliyor, bolca mahsul alıyormuş. Bir süre sonra ırmağın suları azalıp, bu açıkgözün tarlasından bereket fışkırınca köylüler vaziyetten kuşkulanıp adamın tarlasına baskın yapmışlar. Birde bakmışlar ki kanallar suyla dolu ve üzerinde otlar yüzüyor. Cevap belli: “Ulan köftehor, saman altından ne su yürütüyorsun!” Gözüne Girmek (Davranış güzelliği, çalışkanlık ve yeteneğimizle birinin sevgi ve güvenini kazanmak.) Kimimiz öğretmenimizin, patronumuzun kimimiz de anne ve babamızın gözüne girmek isteriz. Çalışkanlık ve efendiliğimizle öğretmenimizi, disiplin ve üretkenliğimizle patronumuzu, hayırlı bir evlat olarak da anne ve babamızı memnun etmeye çalışırız. Recep, Şaban derken ramazan ayı yaklaşmış. Mahalle kahvesinde ramazanın ne zaman başlayacağına dair sohbetler ediliyormuş. Orada bulunan hocanın biri, “Ay görülmeyince ramazan başlamaz.” dermiş. Bu sözleri duyan Bektaşi eve gelir gelmez hanımına: -Hanım perdeleri iyice kapat. Karısı: -Niçin Efendi? -A hanım niçin olacak? Yakında ramazan ayı başlayacakmış. Müslümanlar oruç tutacaklarmış. -Ne var bunda efendi? İyi ya sen de oruç tutarsın. -Hanım ne diyorsam onu yap demiş. Bektaşi, geceleri mahalle kahvesine gidip gelirken temkinli davranıyor, ayı görmemek için hep yere bakıyormuş. Bir gün yağmur yağmış, sokaktaki çukurlar sularla dolmuş, hava da açılmış. Bektaşi, bir akşam kahveye giderken Ay’ı görmemek için başını yerden kaldırmıyormuş. Fakat gözü birden bir su birikintisine çarpmış, orada gökteki ayın suya yansıdığını görmüş. Öfkelenen Bektaşi, sudaki ayın aksine, “Bre mübarek! Başımı yerden göğe kaldırmıyorum diye, yere inerek gözüme mi gireceksin?” “Nereme girersen gir, oruç falan tutmayacağım.” demiş. Mısır'daki Sağır Sultan Duydu B(u olaydan herkes haberdar oldu; ama bu ilgisiz ve kaygısız adam olayı daha yeni duydu, anlamında kullanılır.) Hayatta hiçbir şeyle ilgilenmeyen, hiçbir şeyin kaygısını duymayan insanlar vardır. Dünya yıkılsa bunların umurunda değildir. Kendilerine karşı ilgisiz, çevrelerine karşı ilgisiz, toplumsal olaylara karşı ilgisizdirler. Bu ilgisizlik insanı mutsuz ettiği gibi birtakım psikolojik problemleri de beraberinde getirir. Mısır'da Eyyubiler (1174 - 1250) den iktidarı devralan Memluklar (1250 - 1517), Kuzey Karadeniz'den Kıpçak Türklerini köle olarak Mısır’a getirmişler. Ordunun temelini bu köleler oluşturmuş. Mısır Kölemenlerinden bir sultanın kulağı ağır işitirmiş. Her şey olup bittikten sonra muttali olur, gizli devlet işleri konuşulacağı zaman, gizli bir odada vezirleriyle konuşup öyle karar verirmiş. Hapı Yutmak (Kötü ve zor bir duruma düşmek.) Kötü ve zor durumlara düşmemek için dikkatli olmak, akıllı davranmak, yasaklara uymak gerekir. Yasaklar mutlaka toplumun huzur ve faydası için konur. Sağlığımız, güvenliğimiz, canımız ve malımız için. Bu deyimin hikâyesi IV. Murat devrine aittir. Padişah, keyif veren her şeyi, tütünü, içkiyi ve afyon yutmayı yasaklamıştı. Bu konuda kimseye de müsamaha edilmiyordu. IV. Murat, çok sevdiği Hekimbaşı Emir Çelebi'nin afyon taşıdığını ve yuttuğunu saray casuslarından haber alır. Bu habere inanmaz ama tedbiri de elden bırakmaz. Padişah, Emir Çelebi'yi satranç oynamaya davet eder. Oyunun tam ortasında: - Çelebi, kuşağını çöz, içinde ne var ise boşalt, der. Çelebi, başına gelecekleri anlar. Kuşağında ne var ne yok hepsini ortaya döker. Padişah, mercimek büyüklüğündeki afyon haplarını görünce: - Çelebi bunlar ne? - Etkisiz afyon hapları. - Bunlarla ne yapıyorsun? - Bunları hastalara veriyorum. - Peki, hastalara zararı dokunuyor mu? - Hayır, padişahım. - Madem öyle, bunları birer birer yutmaya başla bakalım. Çelebi çaresiz, hiçbir şey söylemeden afyon haplarını birer birer yutmaya başlar. Üzerine de bir bardak şerbet içer, sonra da ruhunu teslim eder. Eğrilip kıvrılıp yoldan çıkanda Mutlaka hapı yutar demişler Bir sıçrar, iki sıçrar üçüncüde Mutlaka hapı yutar, demişler. O Kadar Uzun Değil (Bir konuşmada atıp tutan, ileri giden ve haddini bilmeyenler için söylenen bir söz.) Konuşmalarımız yalansız, riyasız ve abartısız olsun. Küçücük incir çekirdeğini doldurmayan konuları uzatıp, olur olmaz şeyleri konuşup da ileri gitmemeliyiz. İçimizde eli boş, gönlü hoş (!) tembel insanlar can sıkıntısından ne yapacaklarını bilemezler. Vakit öldürmek için ulu orta konuşurlar. Bunların kendileri gibi eli boş, gönlü hoş(!) dinleyenleri de vardır. Geveze ve boşboğaz adamın biri, bir yere misafirliğe gitmiş. Sürekli ve anlamsız konuşmalarıyla ev sahibini usandırmış. Bir ara ev sahibi misafirine mahsus adını sormuş. Geveze adam, ismini abartılı bir şekilde uzatarak, “Muuusaaa!” demiş. O da ev sahibinin ismini sormuş. Ev sahibi de, “Benim ki de Musa ama o kadar uzun değil, azıcık kısa.” demiş. Tilkiyi Yüzüp Kuyruğuna Gelmek (Bir işin sonunu getirmeye az kalmak.) İnsanlar çalışır çabalar, üstelik zaman ve emek harcayarak bir iş yapmaya çalışırlar. İşi tam bitirecekleri zaman -sabırsız olduklarından- yüzüstü bırakırlar, işleriyle hiç ilgilenmezler. Başladığımız her işi bitirmek zorundayız. Bunun sonunda başarı, para ve mutluluk vardır. Bu deyimin hikâyesi şöyle: İki avcı, bir kış günü dağa avlanmaya gitmiş. Akşama doğru bir tilki inini dumanlayıp, dumandan kaçan tilkileri birer birer vurmuşlar. Havanın iyice karardığını fark eden avcılardan biri, arkadaşını ikaz ederek kar ve tipiye tutulmadan dönmek istemiş. Arkadaşı ise tilkiyi yüzdükten sonra dönelim demiş. Bu konuda ısrar etmiş, “Tilkiyi yüzdük kuyruğuna geldik, hele bitirelim, gideriz.” demiş. Bu arada, öldürülen tilkilerin kokusunu alan kurtlar çevrelerini sarmış. Tilkileri kurtlara bırakan iki avcı, canlarını zor kurtarmış. Emekler de boşa gitmiş. Çadırını Başına Yıkmak Osmanlı hükümdarları, sefer esasında hareketlerinden ve hizmetlerin den hoşnut olmadıklar vezirlerini azletmek için kaldıkları çadırın direklerini söktürüp başlarına yıktırırlar. Bu hareket iktidardan düşme manasına eski Türk geleneklerinde mevcut olup Orta Asya’dan itibaren uygulanmıştır. Fatih’in, Karman seferi sırasında Mahmud Paşa’nın; Yavuz’un da çaldıran dönüşünde Hersekzade Ahmed Paşa ile Dukaginoğlu Ahmed Paşa’nın çadırlarını başlarına yıktırdıkları meşhurdur. Dağdan Gelip Bağdakini Kovmak (Hakkı olmadığı hâlde emek verilen bir yeri, bir işi sahiplerinden zorla almaya çalışmak.) Emek kutsaldır. Herkesin emeğine saygı göstermeli, kimsenin hakkını haksız yere elinden almamalıdır. Bir şeyi hak etmek için alınlar terlemeli, emek verilmelidir. Köylünün biri kendine ekecek bir saha açmak için dağdaki fundalık ve çalıları söküp temizliyormuş. Ayrık otu gibi çabuk üreyip etrafı kaplayan otları da söküp söküp atmış. Bu ayrık otlarından biri arazinin eğiminden olsa gerek, çok bakımlı bir bağın içine düşmüş. Bağ sahibi de bunu önemsememiş. Fakat bir de bakmış ki bağının her tarafının ayrık otlarıyla dolduğunu görmüş. Bir sürü işçi tutarak bağını bu ayrık otlarından temizlemiş, iyice masrafa girmiş. Toprağın derinliklerine salkım saçak kök salan bu ayrık otlarını temizletirken kendi kendine şöyle mırıldanmış, “Dağdan geldiniz, bağdaki asmalarımı kovmaya kalktınız. Öyle yağma yok!” Toprağı Bol Olmak İlk çağ inançlarına göre, insanlar öldükleri vakit birtakım eşyaları ile birlikte gömülürlerdi. Tanrılarına sunmak ve öte dünya da kullanmak üzere mezarlara birlikte götürdükleri bu eşyalar genellikle kıymetli maden ve taşlardan mamul kap kacak ile takılardan oluşurdu. Türk Beyleri de İslamiyet’ten önceki zamanlarda korugan dedikleri mezarlarına altın, gümüş ve mücevherleriyle birlikte gömülürler, sonra da üzerine toprak yığdırtarak höyük yapılmasını vasiyet ederlerdi. Eski medeniyetlerin beşiği olan Ortadoğu ve Anadolu'da, pek çok ünlü hükümdarlara ait bu tür mezar ve höyükler hala bulunmaktadır. Altın ve hazine her zaman insanoğlunun ihtiraslarını kamçılamış, nerede ve ne kadar kutsal olursa olsun elde edilmek için insanı kanunsuz yollara sevk etmiştir. Höyüklerdeki hazineler de zamanla yağmalanmaya başlanınca ölenin ruhunun muazzep edildiği düşüncesiyle üzerine toprak yığılır ve gittikçe daha büyük höyükler yapılır olmuş. O kadar ki ölenin yakınları ve cenaze merasimine katılanların birer küfe toprak getirip mezarın üstüne atmaları gelenek halini almış. Öyle ya, mezarın üzerinde toprak ne kadar bol olursa, düşmanlar ve art niyetliler tarafından açılması ve hazinenin yağmalanması, o kadar engellenmiş olurdu. Bu durumda toprağı bol olan kişi de öte dünyada rahat edecek, en azından kullanmaya eşyası ve tanrılara sunmaya hediyesi bulunacaktır. Bugün dilimizde yaşayan "toprağı bol olmak" deyimi, aslında ölen kişi hakkında iyi dilek ifade eder. Türklerin İslam dairesine girdikten sonra yavaş yavaş terk ettikleri höyük geleneği, "toprağı bol olmak" deyiminin de gayrimüslimler hakkında kullanılmasına yol açmıştır. Arslan Payı (Bir paylaşımda en güçlünün aldığı pay.) Hak kuvvetlinin olmamalıdır. Aksi hâlde cemiyette huzur ve güven kalmaz. Hak, hak edenin olmalıdır. Hak etmeden, alınlar terlemeden elde edilen kazançlar, insanlar arasındaki adalet duygusunu zedeler. Ağlayanın hakkı, gülene hayır etmez. Emek ve yemek hırsızı olmamak, insanlara maddi ve manevi yönden zulmetmemek lazım. Bir gün ormanda bir grup hayvan avlanırken, diğer grup da kralları olan aslanın hizmetinde bulunurmuş. Avladıkları büyük bir hayvanı paylaşmak için aslanın başkanlığında toplanmışlar. Kaplan, sırtlan, kurt, tilki ve çakal halka olmuşlar. Arslan da hayvanın parçalanarak taksimini kurda vermiş. Kurt avı eşit bir şekilde paylaştırmaya kalkınca, kükreyen Arslan bir pençe ile kurdu yere sermiş. Daha sonra taksim işini tilkiye vermiş. Tilki avın ön butlarını ayırmış: “Bunlar efendimizin sabah kahvaltısıdır.” demiş. Arka butlarını göstermiş: “Bunlar efendimizin öğle yemeğidir.” demiş. Gövdesini göstererek “Bu da akşam yemeğidir. Geri kalan işkembe bağırsakları biz kendi aramızda paylaşırız” demiş. Aslan keyifli keyifli tilkiye sormuş: - Aferin sen bu taksimi nereden öğrendin? Tilki de : - Yerde uzanan şu kurt babadan öğrendim, cevabını vermiş. Arslan payını almış Koca koca namertler İti sürüye salmış Koca koca namertler Bu İş İnada Bindi Adamın biri hayatında hiç namaz kılmamış. Bunu bilen bir arkadaşı da yahu şu mübarek ramazan bari bir-iki rekât namaz kıl demiş. O da tamam tamam kılarız. İki rekât deyip teravih namazına gitmiş. Teravih başlamış. Bir-iki-dört derken namaz devam ediyor. Bir camdan kafasını uzatıp cami önünde bekleyen oğluna , evlat sen eve git "bu iş inada bindi" demiş. Yalova Kaymakamı (Kendisine saygı duyulmayan insanlar için bu deyim kullanılır.) Eğer, sayılmak ve sevilmek istiyorsan bir mum gibi etrafını aydınlat, ağırbaşlı ol. Zulmetme, gönülleri fethet. Kimsenin kusurlarını araştırma, kıskançlık duygulardan arın. Yolsuzla alışveriş etme. Güler yüzlü ol. Aldatma, Hakk’ın rızasını almaya çalış. Bugün bir il olan Yalova'ya, eskiden genç, dinamik, iş yapmaya hevesli bir kaymakam tayin edilmiş. Gelir gelmez işine dört elle sarılmış. Başarılı olmak sevilip sayılmak için uğraşır dururmuş. Çalışmalarının herkes tarafından takdir edildiğini ve her tarafta duyulduğunu zannedermiş. İstanbul'a her gittiğinde ve her yerde kendini tanıtmak için fırsat kollarmış. Bir gün tıraş olmak için berber dükkânına gitmiş. Berberle oradan buradan konuşurken, laf arasında berbere sormuş: - Yahu hemşerim, duydun mu, Yalova kaymakamı İstanbul'a gelmiş. Herhâlde gazeteler yarın yazar, deyince berber küçümser gibi dudak bükmüş: - Beyim burası İstanbul, kim takar Yalova kaymakamını? Yağlı Kuyruk (Kolay ve bolca faydalanılabilecek kaynak veya sömürülecek, istifade edilecek kişi.) Her çağda olduğu gibi günümüzde de yağlı kuyruk peşinde koşan dalkavuklar, yaltakçılar ve çalışmadan parazit gibi başkalarının sırtından geçinmek isteyenler vardır. Makam ve mevki sahipleri karşısında virgül gibi eğilenler… Güneydoğuda Hindistan'a, kuzeybatıda Aral Gölü'ne, güneybatıda İran Körfezi'ne ve kuzeydoğuda Kaşgar'a kadar olan topraklara hükmeden Gazneli Mahmut (997-1030), bir gün yolda giderken bir deliyle karşılaşır. Onunla alay etmek ister. “Deli benden ne dilersin?” der. Deli de “Karnım aç yağlı bir kuyruk dilerim.” cevabını verir. Sultan Mahmut, adama kaynamış bir şalgam verilmesini emreder. Divane, verilen şalgamı iştahla yerken, nasıl bulduğunu sorar. O da, “Siz sultan olalı kuyruğun yağı da kalmamış.” der. Kıssadan hisse… Vur Abalıya (Hak, daima kuvvetli olanındır. Halk tabakasından olan insanlar daima sövülmeye, dövülmeye ve aşağılanmaya müstahaktır anlamında kullanılan bir deyim.) Dürüst, şerefli, hak hukuk gözeten fakat zayıf, fakir ve kimsesiz insanlar her zaman zengin, arkalı, kuvvetli ve nüfuzlu insanlar tarafından ezilmiştir. Hani derler ya, “Zenginin delisi ile fakirin velisi belli olmaz.” Zenginliğine ve nüfuzuna güvenen insanlar her yerde fakiri, köylüyü ve zayıfı ezmişler, onlara zulmetmişlerdir. Zavallı insanları üç kuruşa çalıştırmışlardır, emeklerinin karşılığını vermeyerek onlara köle muamelesi yapmışlardır. Eskiden zenginler çuha şalvar, fakir köylüler de aba giyerlerdi. Şehirli, küstah ve ahlaksız bir zengin, zavallı bir köylünün karısına göz koymuş. İşin içine namus meselesi de girince olay dallanıp budaklanmış. Ağa ile köylü arasında tekme tokat, gırtlak gırtlağa bir boğuşma başlamış. Halk da kavga edenlerin etrafına toplanmış. Dükkân sahiplerinden biri kavgayı yatıştırmak için çıraklarını gönderirken arkalarından da bağırmış: - Ulan seyre bakmayın, vurun, ayırın! Genç çıraklar uzaktan ustalarına seslenmişler: - Usta hangisine vuralım. Dükkân sahibi şaşırmış, başına dert açmamak için, aklını başına toplamış, çıraklarına: - Ulan bu da sorulur mu, abalıya vurun, abalıya vurun, demiş. Zavallı köylü neye uğradığını bilememiş. Uğradığı haksızlığa mı, dayağa mı, alnına sürülen kara lekeye mi yansın! Asayiş Berkemal Sultan Abdülaziz’in son yıllarında Musul ve Bağdat gibi illerde toplum içi anarşik olaylar artar. Irak ve çevresinde yabancı devletlerinde etkisi ile iyice asayiş bozulur. Durumları İstanbul’dan gizlemeye çalışan devrin yetkilileri , Vilayet gazetesine her baskısında şu şekil manşet atarlardı: ‘’Saye-i asayiş –vaye-i padişahide ,vilayetin her bir tarafında emn-ü asayiş berkemaldir.’ Padişahın şahane idaresi altında, vilayetimizin her tarafında asayiş ve huzur hâkimdir. Yine büyük olaylardan sonra ertesi gün aynı manşet verilince , Bölgenin ünlü şairlerinden Kerküklü Şeyh Rıza Efendi dayanamayıp Aşağıdaki beyti yazıp gazeteye gönderir. ‘’Katl ü nehb-i eşkiyadan millet oldu payimal, Emn-ü asayiş yine, elhamdülillah berkemal!’’ Eşkıyanın cinayet ve yağması yüzünden millet ayaklar altında kaldı ama Allaha şükür asayiş yine de sağlanmış durumda Sırra Kadem Basmak Sır gizli şey demektir. Tasavvuf çevrelerinde ve özellikle Mevlevilikte bu kelimenin sırlamak şeklinde fiil yapılmış hali sıkça kullanılır. Sırlamak, “kapmak, örtmek ses ve hava akımına müsaade etmeyecek derecede bir yere gizlemek” anlamına gelir. Nitekim Mevleviler kapıyı yahut pencere kapa yerine, “sırla, sırret” derler. Sıralamak ve sıralanmak ise gömülmek, ölünün gömülmesi anlamına da kullanılır. Bir Çuval İnciri Berbat Etmek (Yanlış bir davranış veya sözle, olumlu giden bir işi bozmak anlamında bir deyim.) İncir satılmak üzere hazırlanırken, içlerinde çürük, kurtlu, hastalıklı olanlar ayrılır. İyi ayıklanmaz da içlerinde kurtlu, çürük olanlar kalırsa, ötekileri de bozar, çürütür. İyi ayıklanmayan bir iki çürük incirin, bir çuval inciri bozduğu gibi, bir toplulukta bir kişinin ağzından çıkan münasebetsiz, gereksiz bir söz de, topluluğun neşesini kaçırır, keyfini bozar. Kuyruk Acısı (Vaktiyle yapılan bir kötülükten dolayı intikam alma isteği.) Kötülük eden kötülük, iyilik eden iyilik bulur, demişler. Hiçbir kötülük ve iyilik karşılıksız kalmaz. İnsanlar, hayatlarının geçmiş dönemlerinde zarar ve kötülük görmüş olabilirler. Kötülüğe kötülükle herkes karşılık verebilir. Asıl olan kötülüğe iyilikle mukabele etmektir. Geçmiş geçmişte kalmıştır. Eskiyi kurcalamak kimseye fayda getirmez. “Güneş battıktan sonra ağlamanın hiçbir faydası yoktur. Ancak güneş doğarken ne yapmamız gerektiğine karar vermemiz gerekir.” Rivayete göre bir adamın çok sevdiği bir çocuğuyla, yavru iken bulup besleyerek büyüttükleri bir yılanı varmış. Adam, yılana her gün bir kap süt verir, yılan da bunun karşılığı olarak adama bir altın bırakırmış. Zamanla adam zengin olmuş. Hac görevini yerine getirmek istemiş. Hacca gitmeden önce karısına yılanın sütünü düzenli olarak vermesini ve oğlunu yılandan uzak tutmasını tembihlemiş. Her gün yılanın getirdiği bir altına kanaat etmeyen evin oğlu, altınların tamamını ele geçirmek istemiş. Yılana sütünü verip altını alacağı sırada, bıçağı çıkararak yılanın kuyruğunu kesmiş. Yılan kuyruk acısıyla çocuğa saldırıp onu sokarak öldürmüş. Baba uzun süren hac yolculuğundan döndüğünde oğlunun ölmüş, yılanın da evden uzaklaştırılmış olduğunu görmüş. Zamanla adam, oğlunun acısını unutmuş. Yılanı tekrar eve getirmek istemiş. Yılanın yuvasını bularak ona birkaç kap süt götürmüş. Yılan delikten başını çıkararak adama şöyle seslenmiş: - Boşuna uğraşma, sende evlat, bende bu kuyruk acısı oldukça birbirimizle kolay kolay dost olamayız. Saçını Süpürge Etmek (Bir kadının isteyerek birinin hizmetinde bulunup çok emek vermesi.) Anneler… Anneler… Çocukları için her türlü zorluğa katlanan, gecelerini gündüzüne katan, evladına zarar gelmesin diye onların üzerine titreyen anneler… Evlat ise, annesinden her yaptığının karşılığını para olarak tahsil etmek ister. Ama annenin bir evlat için yaptıkları hiç parayla pulla ölçülür mü? Dokuz ay karnında taşıması, uykusuz geçen geceler, hastalandığında başında bekleyip edilen dualar, yapılan yemekler, yıkanan ve ütülenen elbiseler, verilen sevgi ve dökülen gözyaşları… Hep bedava değil mi? Eskiden kadınlar saçlarını topuklarına kadar uzatırlardı. En uzun saç da en güzel saç kabul edilirdi. Kadın evini süpürmek için yere eğilince arkasındaki çift örgülü saçlar yere düşer ve bir süpürge gibi her yeri öperdi. Yananı Allah Bilir (Herkesin kendine göre derdi büyüktür.) Herkesin kendine göre büyük küçük derdi vardır. Meselesiz insan yoktur. Kimse kimsenin iç hâlini bilemez. Dış görünüş insanı her zaman yanıltır. “Davulun sesi uzaktan hoş gelir.” derler ya… Bir de içine girsen, hâlini sorsan, derdine derman olsan… Bir gün Nasreddin Hoca'nın komşusu, bahçesindeki arı kovanlarından tenekelere bal dolduruyormuş. Bunu gören Hoca, hemen komşusunun bahçesine geçmiş, selam vererek bal teknesinin başına oturmuş. Hoca, o kadar bal yemiş ki, sahibinin içi gitmiş. Yeter artık da diyememiş. Sonunda, “Aman Hocam, o kadar bal yemeyiniz, içinizi yakar.” demiş. Hoca da, “ Yananı Allah bilir, sen işine bak!” cevabını vermiş. Atı Alan Üsküdar’ı Geçti (Becerikli, kurnaz, eli çabuk olanların, bir işi ötekilerden daha önce sonuçlandırdığını belirten, "İş işten geçti" anlamında bir deyim.) Bolu Bey'ine başkaldıran, çoğunlukla ünlü halk şairi ile karıştıran eşkıya Köroğlu, bir gün atını çaldırmış. Köroğlu, değerli ve akıllı bir hayvan olan atını aramak için diyar diyar dolaştıktan sonra, İstanbul'da satılık hayvanlar arasında kendi atını bulmuş. O'nu tanımayan satıcıya müşteri gibi görünmüş. Önce şöyle bir binip deneyeceğini, sonra satın alacağını söyleyerek ata atlamış, hayvan da bir binip deneyeceğini, sonra satın alacağını söyleyerek ata atlamış, hayvan da sahibini tanıdığından, atı mahmuzlamasıyla şimşek gibi fırlayıp kaybolmuş. Kıyıya varınca da sala fazla para verip Üsküdar'a çektirmiş. Öfkesinden küplere binip izlemeye yeltenen at cambazına, kalabalıktan biri seslenmiş: Beyhude çabalama atı alan Üsküdar'ı geçti. O adam Köroğlu’nun kendisi idi. Nuh Der, Peygamber Demez (Katı düşünceli, dediğim dedikçi, dünyaya tek pencereden bakan, düşüncelerini değiştirmeyen, inatçı.) İnatçı ve katı düşüncelere sahip olmak, düşüncelerinde ısrar etmek, insan ve toplum için bir fayda getirmez. Aksine esnek, ılımlı ve her türlü görüşe açık olan insan toplum için bir kazançtır. Çünkü dünya yerinde durmuyor. Her saat ve her gün yeni icatlar ve keşiflerle karşı karşıyayız. İnsan daima yenilikler peşinde koşuyor. İnsanların yanlış yollara saptıkların gören Allah, onları doğru yola iletmek için, onlara zaman zaman peygamberler göndermiştir. Bunlardan biri de Nuh Aleyhisselam’dır. Hazreti-i Nuh, yıllarca insanları iyiliğe, doğruluğa ve güzelliğe çağırdı. O'na oğulları Ham, Sam ve Yasef'le birlikte pek az insan inandı. Bunun üzerine Allah, kâfirleri cezalandırmaya karar verdi. Büyük bir tufan indireceğini Nuh'tan büyük ve üç katlı bir gemi yapmasını, bütün canlılardan erkekli-dişili birer çift alarak gemiye bindirmesini istedi. Nuh, 600 yaşında iken gemi bitti. Yam dışında kendisine inanan oğulları Nuh'a yardım etti. İnanmayan ve hâlâ sapıklıklarına devam eden halk inat ediyor, Nuh'u peygamber olarak kabul etmiyordu. Nihayet, ilk yağmurlar… Nuh, her canlıdan birer çift gemiye koydurdu. Oğlu Yam ve diğerleri gemiye binmek istemedi. Oğlu Yam, diğer kâfirlerle babasının aleyhinde çalışıyor, Nuh diyor da peygamber demiyordu. Kırk gün, kırk gece yağan yağmurlar sel olup taştı, yeryüzünü seller sular doldurdu ve böylece inananlar kurtuldu, inanmayanlar da helak oldu. Güme Gitti Yeniçerilerin günümüz polisliğini yaptığı dönemlerde olaylara müdahale edip, gözaltına alacakları adamları kodeslere götürür. içeri atarken de hooop...güümm derlermiş. Ahalide bir olay sırasında suçsuz yere içeri alınan insanlara. Vay be! Adam bağıra çağıra güme gitti! Derlermiş. Tuzlayayım Da Kokma (Hep tepeden konuşuyorsun; ama hiçbir şey bilmiyor, mantıksız, temelsiz laflar ediyorsun. Bundan dolayı sana değer vermiyorum.) Sonradan görme birtakım insanlar, kendilerini fasulye gibi nimetten zannederler. Gerekli gereksiz -sırf konuşmuş olmak için- yüksekten atar, akla mantığa uymayan cahilce laflar ederek gülünç duruma düşerler. Bu duruma düşmeleri umurlarında bile değildir. Kendilerine değer verildiğini zannedip aşağılandıklarının farkına bile varmazlar. Yolda giderken iki köylü, arkadaş olur. Biri az çok görgülü ve güngörmüş, diğeri ise acemi çaylağın biriymiş. Yolda giderken deniz görünmüş. Toy olanı denizi masmavi görünce, “Bu suları boyamak için kim bilir ne kadar boya katmışlardır?” demiş. Arkadaşı, “Deniz hiç boyanır mı? Bu renk, göğün mavi rengidir.” dese de toy olan inat etmiş. İş, kavgaya ve ağız dalaşına kadar gitmiş sonunda anlaşıp tekrar yola revan olmuşlar. Daha sonra acemi köylü, yüzünü yıkamak için kıyısından yürüdükleri denizden bir avuç su almış, suyun tuzlu olduğunu anlamış. Bu sefer de, “Bu suyu tuzlamak için ne kadar tuz kullandılar?” Demiş. Öfkelenen arkadaşı, “Denize düşenler kokmasın diye tuzlamışlar. Seni de tuzlayayım da kokma.” diyerek arkadaşını denize atmış. Kadir Gecesi Doğurmak (Çok talihli olmak, her işi yolunda gitmek, her istediğine kavuşmak.) Bu söz daha çok şanslı ve talihli insanlar için söylenmiştir. Bazı insanlar hayatta her istediğine, arzusuna nail olur, rahat ederler. Maddi sıkıntıları olmaz, her şeyi para ile alma gücüne sahip olurlar. Para, makam, mal, mülk içinde hayat sürerler. İslam inancına göre Ramazan ayının 27. gecesi, Kadir Gecesi'dir. Kitabullah bu gece inmeye başlamış, bu gecenin manen bin aydan daha hayırlı olduğu belirtilmiş, bu yüzden Müslümanlar bu geceye büyük değer vermişler, Müslüman'ın talih ve kısmetinin bu gecede açılacağına inanmışlardır. İşte bu deyim, böylesine mübarek bir gecenin dilimize armağanıdır. Acemi Çaylak (Toy, hayat tecrübesi olmayan, beceriksiz.) İşi ehline vermeli; çünkü bir insan kolay yetişmiyor. Yılları ve hayat mektebini bitirmek gerekiyor. Acemi ve tecrübesiz insanlara hak etmedikleri iş ve makam verilmemeli. Tecrübesiz insanların yapacakları eksik ve kusurlu işler, devlet ve milletleri geri dönülmez yollara sürükleyebilir. Çaylak; kartal ailesinden etçil ve yırtıcı bir kuştur. Gövdesi ağır olduğu için, yavrularına uçmayı öğretmek çok vakit alır. Bu uçma çalışmaları esnasında yavrularını sık sık yere düşürürmüş. Çaylak yavrularının toylukları yüzünden uçmayı bir türlü öğrenememeleri halk arasında bu deyimin doğmasına sebep olmuştur. İstim Arkadan Gelsin (Önce yapılacak işleri yapayım, her işi oldubittiye getireyim, gerekli hazırlıklar, ihtiyaçlar sonradan tamamlansın, ilkesiyle iş görme durumu.) Hiçbir işi oldubittiye getirmemek lazımdır. Bir iş, ancak bütün şartlar ve imkânlar tamamlandığında yerine getirilmelidir. Zamanın İran şahı, Urumiye Gölü'nde saray hizmetlerinde kullanılmak için alınan bir istimbota binmiş. Fakat buhar kazanı hareket için yeterli buhar tutamadığından istimbot birkaç dakika hareket edememiş. Bu beklemeden canı sıkılan şah, kızgınlıkla neyi, niçin beklediklerini sormuş. Yanındakilerin, “İstim bekliyoruz şah hazretleri!” cevabı üzerine, istim kelimesinin ne olduğunu bilmeyen şah, köpürerek bağırmış: - Canım bu ne saygısızlık? Bir istim için şah bekletilir mi? Biz gidelim, istim arkadan gelsin, demiş. Çizmeden Yukarı Çıkmak (Bilmediği işe, yetkisi dışındaki konuya karışmak anlamında bir deyim.) 19.yüzyılda, Fransız ressamlarından Delacroix Paris’te bir resim sergisi açmıştı. Sergiyi gezenlerden bir kişi, büyükçe bir şövalye tablosunun önünde uzun süre durarak, yakından uzaktan ciddi ciddi seyreder, beğenmediğini belirten bir biçimde de başını sallarmış. Bu durum ilgisini çeken ressam yanına gelerek sormuş. -Bu tablo ile çok ilgilendiğiniz belli oluyor. -Evet demiş adam. Şövalyenin çizmesindeki körük kıvrımlarında hatalar var. -Pekiyi nasıl anladınız, işiniz bu mu? -Ben kunduracıyım, çizme dikerim. Deyince ressam hemen tuvalini ve boyalarını getirerek adamın söylediği biçimde çizmeyi düzeltmiş ve gerçekten daha iyi olduğunu görmekten memnun olarak adama teşekkür etmiş. Fakat adam yine tablonun başından ayrılmadan, bu kez de şövalyenin pantolonunda ve kemerinde de hatalar olduğunu belirtince bu çokbilmişliğe dayanamayan ressam, -Bak dostum demiş, sen kunduracısın, çizmeden yukarı çıkma! Bu Boru Değil? Askeri okullarda nerdeyse bütün işler borunun verdiği sese göre yapılır. Öğrenciler bu boru sesine göre hareket ederlermiş. Kalk borusu, yat borusu, karavana, paydos, derse gir, dersten çık, istirahat vs. birçok boru sesi. Hikâyenin geçtiği askeri lisede o gün, sınıf kıdemlisi öğrenci, sınıfa dalar. -Çocuklar size havadisim var! Duydunuz mu? Diyerek bağırır. Diğer öğrenciler de –Duymadık! Ne ise borusu çalar biz de duyarız. Demişler. Kıdemli öğrencide -Çocuklar! Bu boru değil. Yarın yeni padişah tahta çıkıyor. Şenlikler var. Sınıf komutanın özel emri var. Bütün dersler paydos demiş. Diğer öğrencilerde çok sevinirler bu işe. O günden sonra o okul ve diğer okullarda öğrenciler aralarında konuşmaya başlamadan önce, -Dinle! Bu boru değil. Anlatacaklarım çok önemli... Diyerek lafa başlarlarmış. Dananın Altında Buzağı Aramak (Başkasını suçlamak için bahaneler bulmak.) Kusursuz kul yoktur. Herkesin bir kusuru vardır. Başkalarını haksız yere birtakım bahanelerle suçlamak doğru değildir. Biz başkalarını yargılama yetkisine sahip değiliz. Başkalarını hele hele haksız yere yargılama ne insanlığa ne de vicdana sığar. Eskiden zengin bir ağa, sahip olduğu bütün hayvanları, yavrularını yarı yarıya paylaşmak için verir, her yıl hayvanlar yavruladıktan sonra köye gider, yavruları iyice sayar, kulaklarına özel damgasını vurarak bunları defterine kaydedermiş. Köylülere de aksileşir, her hayvanı yavrularıyla görmek ister, köylülere, “Hani bunun kuzusu, hani bunun oğlağı, hani bunun malağı?” diye bağırıp çağırırmış. Sayım yaptığı bir gün, inek sandığı bir dananın altında buzağısını göremeyince boynuzundan tutup, “Hani bunun buzağısı?” diye bağırmaya başlamış. Ağa bir hırsızlık yakaladım diye şamatayı artırmış. Köylülerden biri durumu anlayıp, “Ağam, ağam!” demiş: “O hayvan inek değil, danadır. Erkek hayvanın buzağısı olur mu?” deyince, ağanın da hevesi kursağında kalmış. Laf Ola Padişahım (Saçma sapan konuşan kişilerin anlamsız konuşmalarını tanımlamak için kullanılan bir deyim.) Saçma sapan konuşan insanlar iyi ve güzel şeyler söylediklerini zannedip kendilerini fasulyeden nimet sanırlar. Hâlbuki bu tip insanlar zır cahil olup eksikliklerini anlamsız sözlerle örtmek isterler. İncili Çavuş, bir gece yarısı saraya gelmiş. Padişahı uyandırarak, yarı uykulu padişaha şunları sormuş: - Efendimiz zurna çalmasını bilir mi? - Hayır, bilmem. - Pederiniz sultan hazretleri de bilmez miydi? - Hayır bilmezdi. Niçin sordun? - Hiç, laf ola padişahım. Bendeniz de bilmem de… Bu münasebetsizlik için kızan padişah İncili Çavuş'u cezalandırmaya düşünürken, İncili: -Sultanım, zatı devletleriniz geçen gün, elinizde oynadığınız bir altıntopu, kim münasebetsiz bir zamanda, münasebetsiz bir lakırdı söylerse, ona vereceğim, demişti de. Lafla Peynir Gemisi Yürümez Bu deyimin de çok ilginç bir hikâyesi var. Bir zamanlar İstanbul'da Aksi Yusuf adında bir peynir tüccarı varmış. Bu tüccar çıkarcı ve cimri kişiymiş. Trakya'dan getirdiği peynirleri İstanbul'da satar, artanı da deniz yoluyla İzmir'e gönderirmiş. İzmir'de peynir fiyatları yükseldikçe elinde ne kadar mal varsa gemilere yükletir, ama taşıma ücretini peşin vermeyerek kaptanları yalanlarıyla oyalar durur. - "Hele peynirler sağ salim varsın, istediğiniz parayı fazla fazla veririm" diye vaatlerde bulunurmuş. Birkaç kez aldanan gemi kaptanlarından birisi yine İzmir'e doğru yola çıkmak üzere iken sinirlenmiş ve şöyle demiş. - Efendi, tayfalarıma para ödeyeceğim. Gemimin kalkması için masrafım var. Parayı peşin ödemezsen Sarayburnu'nu bile dönmem. Aksi Yusuf : " Hele peynirler sağ salim varsın..." demeye başlayacakmış ki, Gemici: -Efendi "Lâfla peynir gemisi yürümez." sözünü yapıştırıvermiş ve sözlerine "geminin yürümesi için kömür lâzım, yağ lâzım" diyerek devam etmiş. Bu sözler üzerine Aksi Yusuf parayı ödemiş. O gün akşama kadar şu tek cümleyi sayıklayıp durmuş. "LÂFLA PEYNİR GEMİSİ YÜRÜMEZ HA!" bu söz daha sonra iş yapmayıp sadece boş konuşanlar için söylenmeye başlanarak deyimleşip güzel Türkçe'mize yerleşmiş. Aklı Kesmek Deyiminin kullanıldığı söz gelişi: Bir işe girişmeden önce, onu yapmak akıl gücünün ve kabiliyetlerinin elverişli olup olmadığını tartmak, yollamak ve hesaplamak gerektiğini belirtmek için söylenen bir deyim. Bu ünlü tabirin hikâyesi şöyledir: Bilindiği gibi, Halk arasında Lokman Hekim diye ün salan meşhur bilgin ve filozof İbni Sina (Ebu Al'i Hüseyin) -980-1037 aslen Belh şehrinin yerleşmiş bir Türk ailesinin çocuğudur. Samani Devletinin başkenti olan Buhara yakınlarındaki Afşan kasabasında doğdu. On yaşında Kur’an’ı ezberledi, 18 yaşına kadar devrinin bütün bilimlerini okuyup en yüksek dereceyi buldu. En çok Tıp dalına merak etti, tıpla uğraştı. Yüzden fazla eseri olup Doğu ve Batı dillerinin hepsine tercüme edilmiştir. Eserlerin pek çoğu: Tıp, Fizik ve Astronomiye aittir. İbni Sina, tahsil hayatının ilk çağlarında (Riyaziye) denilen Matematik derslerim pek kavrayamamıştı. Bir türlü aklı eriniyordu. Bir gün kırda gezerken bir kuyu gördü. Kuyunun ağzında mermerden oyulmuş, çember şeklinde bir bilezik vardı, kuyu ağzının büyüklüğüne göre yapılmış ve konulmuş olan bu taşa dikkatle baktı, mermer bileziğin iç tarafları, kova ipinin sürtüşmesiyle sanki oluk oluk oyulmuş ve kesilmiş gibiydi. Kovanın bağlı bulunduğu urgan, kuyu dibine her iniş ve çıkışta bu mermere sürte sürte onu aşındırmış ve nerede ise kesecek kadar derin oluklar vücuda getirmişti... Büyük bilgin daha çocuk yaşta idi, fakat bu olay ona çok tesir etmişti. Derin derin düşündü ve şöyle dedi: -Urgan gibi yumuşak bir cisim nasıl oluyor da Mermer gibi en sert ve çetin bir taşı böyle kesiyordu? Demek ki herhangi. Bir işte azmetmek, çaba harcamak, sabır, sebat ve direniş göstermek başarının temeliydi. Urgan mermeri nasıl kesmiş ise, benim aklım da matematik derslerini aynı şekilde ve zaman harcayarak kesebilir. O günden sonra Matematik derslerine büyük bir sebat ve dikkatle sarıldı ve sonunda muvaffak olup eserler yazdı. Dilimizdeki: (Aklın kesiyor mu?) deyiminin kökü bu olaydan geldiği söylenmektedir. Bu bölüm yukarıda kapak sayfası görünen ZEK TOMURCUKLARINA DAMLALAR adlı kitaptan alınmıştır Ağız Yapmak (Birini yanıltma, kandırma maksadıyla duygu ve düşüncelerini olduğundan başka türlü gösterecek biçimde konuşmak.) Önce hiç kimseyi yanıltıp kandırmamalıyız. Sözümüz de özümüz gibi dosdoğru olsun. Lafı ağzımızda eveleyip gevelemeden, döndürüp dolaştırmadan söylemeliyiz. Meyvecilerin meyvelerini satmak için tuttukları bir düzen vardır. Bir şey üzerine yığdıkları meyveleri müşteriye olduğu gibi takdim etmezler. En öne meyvelerin en irileni ve en parlaklarını birer birer sıralarlar. Çürük, lekeli ve görüntüsü bozuk olan meyveleri iç kısma ve alta getirirler. En öndeki iri, parlak ve gösterişli meyveleri gören müşteride alma arzusu uyanır. Satış da böylece kolaylaşır. Meyvelerin satılması için meyvelerin bu şekilde düzenlenmesine “Ağız yapmak” denir. Ayakları Suya Erdi (Hatasını anladı, gerçeği buldu, anlamına bir deyim.) Uykuda gezme hastalığı olan kişilerin yatağı etrafına, sahanlar ve tepsiler içinde su koyarlarmış. Hasta, uyku arasında yataktan kalkıp yürürken ayaklan bu sulara deyince uyanırmış. Günlük hayatta, yanlış bir iş yapmağa yeltenirken, herhangi bir ikaz üzerine hatasını anlayarak vazgeçen ve doğru sapanlar için "ayaklan suya erdi" deyimi kullanılır. Ocağına İncir Dikmek (Birinin evini barkını dağıtmak, mutlu ve huzur içinde yaşamasına engel olmak, ocağını söndürmek.) Pek çok aileyi perişan eden zorbalardan ve zalimlerden uzak durmak lazımdır. Gerçi onlar yuva yıkmaya devam etseler de mazlumların ahıyla ettiklerini fazlasıyla bulmuş, zulüm yeryüzünde asla payidar kalmamıştır. Yaptığı zulümlerle tanınan bir devlet adamı, konağının bahçesini düzenletiyormuş. Kocaman bir incir ağacını görüntüyü bozuyor diye kestirmek istemiş. Bahçede bulunan İncili Çavuş, bunu duyunca devlet adamına şöyle seslenmiş: - İncir ağacı yerinde dursun, kestirmeyiniz. - Niçin? - Nasıl olsa bir gün birinin ocağına dikersiniz, cevabını vermiş. Boyunun Ölçüsünü Almak (Giriştiği işte umduğunu, beklediğini bulamamak, başarısız olmak.) Kimi insanlar, başarılı olabilmek için bazı işlere girişirler. Fakat hayat şartları, onların başarılı olmalarını engeller. Başarılı olup mutlu olmak isterler. Fakat bir türlü mutluluğa erişemezler. Çünkü çalışmayla ilgili bazı özelliklerden yoksundurlar. Bir yaz günü birkaç genç şehrin kıyısındaki ırmağa yıkanmaya gitmişler. Hepsi soyunup ırmağa atlamış. Uzun boylu olanı, boyunun uzunluğu ile gururlanarak arkadaşlarına büyüklük taslarmış: - Bu ırmağın en derin yeri bile boyumu geçmez, sizin gibi kısa boylu değilim, demiş. Diğer arkadaşları buna bir oyun oynamaya karar vermişler. Irmağın en derin yerlerinde yüzmüşler, yüzme bilmeyen uzun boylu arkadaşlarına: - Gel, bak buraları derin değil. Burada boyunu ölç de görelim, demiş. Uzun boylu arkadaşları bu söze inanmış, onların bulunduğu derin yerlere gireyim derken, su boyunu aşmış, çırpınarak batağa saplanmış. Telaşa kapılan arkadaşları, biçareyi sudan zor kurtarıp baygın bir hâlde evine getirmiş. Kapıyı heyecanla açan çocuğun anası, “Ne oldu oğluma?” demiş. Hazırcevap biri: - Bir şey yok teyzeciğim. Merak etme. Oğlun ırmakta boyunun ölçüsünü alıyordu, azıcık kısa geldi, boyuna göre tabut yapılacaktı ama bize dua et, demiş. Çalım Satmak (Böbürlenip büyüklenmek, gösteriş yapmak.) Dünya Sultan Süleyman'a kalmadı, sana mı kalacak? Ne oldum dememeli, ne olacağım demeli ve insanoğlu haddini bilmeli. Ecel erişince bir tüccar Allah'ın rahmetine kavuşur. Her şeyini haylaz, tembel ve beceriksiz oğluna bırakır. Fırsat bu fırsat, oğlan babasından kalan her şeyi yer, bitirir. Üzerine kürk giyerek her gün gelir boş dükkâna oturur. Oğlunu evlendirmek isteyen bir köylü alışveriş için şehre gelir. Aradığını hiçbir mağazada bulamaz. Sonunda bu mirasyedinin mağazasına gelir. Bakar ki bir adam içeride çalımlı çalımlı dolaşıyor. Köylü oradan geçen birine; “Bu kürklü adam ne satıyor?” diye sorar. Adamdan, “Çalım satıyor.” cevabını alır. Üsküdar'da Sabah Oldu (Bir şeyin zamanını geçirmek, geç kalmak, fırsatı kaçırmak.) Her şey zamanında yapılmalıdır. Zaman kavramı insan hayatının en önemli öğesidir. Atalarımız, “Vakit nakittir. Ve “Demir tavında dövülür.” demişler. Kıymetini bilmediğiniz ve değerlendiremediğimiz şeylerden biri de akıp giden zamandır. İşimizi zamanında yapmak, işe zamanında başlayıp işi zamanında bitirmek, randevularımıza zamanında gitmek, zamanında yatıp kalkmak, yiyip içmek, her şeyi zamanında gerçekleştirmek insan hayatını düzene sokacaktır. Üsküdar'da yakın planda iki Selâtin Camii bulunur. İlki Üsküdar iskele meydanındaki Yeni Valide Camii, diğeri ise Mihrişah Sultan Camii'dir. Bu camilerin güzel, gür ve yanık sesli müezzinleri, sabah ezanlarını karşı sahildeki müezzinlerden daha önce okurlarmış. Gayeleri Yıldız Sarayı'ndaki padişaha, sabahın sakin vaktinde seslerini duyurup padişahın dikkatini çekmek, ihsan koparmak, sonunda saray müezzinliğine tayinlerini sağlamakmış. Üsküdar'da sabah ezanları okunurken Beşiktaş'taki halk ve esnaf uyanır, diğerlerini de uyandırırmış. Uykuya dayanamayan ve uykudan bir türlü uyanamayan insanlara da: - Hayır vakti tamamdır, duymuyor musun? Dinle, bak, Üsküdar'da sabah oldu, derlermiş. Eski Çamlar Bardak Oldu (Devir değişti, her şey farklı olmaya başladı.) Gerçekten zamanla her şey değişiyor. Aslında, “Devam ederek değişmek, değişerek devam etmek.” esastır. Değişim iyiye ve güzele olmalı, asıl kaynaktan uzaklaşmadan, “Eskiyi eski diye atmadan, yeniyi de yeni diye hemen kabul etmeden.” Seçici olmak, faydalı olmak, toplumla uyumlu olmak. Küçük bir çam ormanının yanında şirin mi şirin bir köy varmış. Bu köyden bir Mehmet askere gitmiş. Vatani görevini yaparken, köylüler köye güzellik veren çam ormanını yok etmişler. Artık ormanın gölgesinde kimse oturmuyor, kuşlar cıvıldamıyor, sincaplar da zıplamıyormuş. Kesilen çam ağaçlarından, ibrik, bardak ve testi gibi su kapları yapmışlar. Askerliğini bitiren Mehmet, bir gün köye dönmüş. Evini barkını, anasını ve nişanlısı ile buluştuğu çam ormanını çok özlemiş. Yemyeşil çam ormanının yerinde yeller estiğini ve deve dikenlerinin her yeri kapladığını görünce çok üzülmüş ve etrafındakilere, “Bu güzel ormanı ne yaptınız?” diye sormuş. Köylülerden biri, “Eski çamlar bardak oldu.” demiş. Gölge Etme Başka İhsan İstemem (Fayda beklenilmeyen, zararlarının da dokunulmaması istenenler için söylenen bir deyim.) Kimseye eyvallah etmemek lazım. Kimseden bir lütuf, bir ihsan beklememek, aksine onların zararlarından da kaçınmak gerekir. Ünlü Yunan filozofu Diyojen, yazın kumlar, kışın da karlar arasında çıplak ayakla bir fıçı içinde gezen, eşyası bir değnek ve torbadan ibaret olan bir bilge kişi. Kendini Eflatun'un dediği gibi, “iki ayaklı ve tüysüz bir hayvan olarak” kabul eder, gündüz fenerle insan aramaya çıkarmış. Günlerden bir gün Büyük İskender, fıçısında güneşlenen Diyojen'in önünde durarak bir şey isteyip istemediğini sorar: Diyojen: - Güneşime engel olmamanı isterim, der. Bu söz zaman içinde, “Gölge etme, başka ihsan istemem.” şekline dönüşmüştür. Sakalını Kaptırmak (Başkasının emrine girip onun sözünden çıkmamak hatta onun oyuncağı olmak.) Hayatın yükü birlikte çekilir. Hiç kimse birbirinin oyuncağı olmamalı. Her şey, sevgi, saygı ve hoşgörüye dayanmalı. Vaktiyle zengin bir ihtiyar, karısının üstüne genç ve güzel bir hanımla evlenmiş. Genç hanım, zengin ihtiyarın sakalındaki beyaz kılları birer birer ayıklamış. Sonunda adamın seyrek siyah sakalı ortaya çıkmış. Bu durumu gören eski karısı kızıp geri kalan siyah kılları cımbızla bir bir temizlemiş. Adamcağız cascavlak kalmış. Dışarı çıkınca ihtiyarı gören ahbapları şaşırıp kahkahalarla gülmüşler. Zavallı adam boynunu büküp: - Ne yapayım, kadın kısmına sakalımı hepten kaptırdım. Yenisi akları, eskisi de siyahlarını cımbızladı, diye dert yanmış. Kazan Kaldırmak (İsyan etmek anlamında kullanılan bir deyimdir.) Yeniçerilerin her ortasının matbahı ve aşçısı ve aşçı ustası vardı ve her orta kendi yemeğini kendi arzusuna göre ayrı ayrı pişirirdi; bunun için orta efradı kendi yevmiyelerinden her hafta kumanya parası olarak levazım heyetine bir para verir ve bu para ile bir haftalık yemek ihtiyacı temin edilirdi; hükümet bunların iaşeleriyle uğraşmazdı; yalnız yeniçerilere verilecek etin fiyatı muayyen olup et fiyatı ne kadar yüksek olursa olsun yeniçerilere o fiyattan fazlaya verilmezdi. Fakat hükümet bu miktardan fazlasının parasını zarar-ı lahim ismiyle hazineden kasaplara öderdi. Yeniçerilerin yemekleri her ortanın matbahında pişerdi; yemek pişen kazan oda halkı tarafından mukaddes addolunurdu. Bir isyan vukuunda bu kazanlar meydanlara çıkarılırdı ki buna tarihlerde kazan kaldırma denilmektedir. Gâvur Ölüsü Gibi (Çok ağır, hareketsiz, hantal.) Hayatta oturduğu yerden kalkmayan, âdeta hayattan ve iş yapmaktan bıkmış insanlar vardır. Bu insanlara doğru dürüst iş yaptıramazsınız. Vurdumduymaz, kimseyi umursamayan ve sadece kendi rahatını düşünen bu insanlar ölüme terk edilmiş gibidir. İnancımıza göre, mümin olarak ölen bir kimsenin ruhu, bekletilmeden melekler tarafından cennete götürülür ve buradaki makamı gösterilirmiş. Bundan dolayı, mümin ölüsü mezara götürülürken devamlı “Çabuk olun, çabuk olun!” der, tabut hızla mezara götürülürmüş. Ölen kâfire cehennemdeki yeri gösterilir, ölü buraya gitmekten korkar, tabutu taşıyanlara “Yavaş olun, yavaş olun.” dermiş. Okka'nın Altına Gitmek (Haksızlığa ve iftiraya uğramak, yok yere suçlanıp ceza görmek.) Okka, eskiden kullanılan 1238 gram ağırlığında bir ağırlık ölçüsü birimi. Eskiden 400 dirhem bir okka gelirdi. Dirhem de okkanın 400’de 1’ine eşit olan, 3,148 gramlık bir ağırlık ölçüsü. Maalesef bazı insanlar, hoşnut olmadıkları insanları cezalandırmak için yok yere suçlar, iftira atarlar. Hani derler ya, “Çamur at, tutmazsa izi kalır.” misali. “Eden bulur, inleyen ölür.” Bu dünya etme, bulma dünyasıdır. Eskiden çarşı esnafını kontrol eden, gerekirse cezalandıran, iktisap ağalarından birine, “Falanca bakkalın dirhemleri noksandır.” diye şikâyet etmişler. Ağa, şikâyet edilen dükkâna baskın yapmış, okka ve dirhemlerle teraziyi alıp doğru kadıya götürmüş. Dükkân sahibi de tutuklanmış. Kadı efendi dükkân sahibine bir diyeceği olup olmadığını sormuş. Adam da: “Kadı efendi hazretleri, eşim hamile idi, doğum sancıları vardı. Dükkânı bırakıp eve gidecektim ki beni yakalayıp huzurunuza getirdiler. Bana bir saat izin verin, ebe bulup eve götüreyim, tekrar gelirim.” demiş. Kadı efendi, adamın kendisine rüşvet vermek için, para almaya gideceğini anlamış ve adamın eve gitmesine izin vermiş. Bakkal derhâl eve koşmuş, karısının altınlarını yoldan biraz zift alarak her altının üstüne zift yapıştırmış. Kadı huzurunda şikâyetçileri dinlemiş, sonunda dükkân sahibine söz vermiş: - Kadı efendi, ben kırk yıllık esnafım. Kullandığım okka ve dirhemler demir ve bakır karışımı olup tunçtan yapılmıştır. Belki kullanıla kullanıla aşınmış olabilir, şu okkalara bir bakayım, demiş. Kadı efendinin önündeki terazinin bir kefesinde bir okka, ötekinde adamın eksik okkası duruyormuş. Kontrol etmek için aldığı okkaların altına, ziftli altınları yapıştırıp koyan bakkal, okkaların eksik olmadığını söylemiş. Herkes, biraz önce kefeleri aynı hizada olmayan terazinin nasıl olup da düzeldiğini bir türlü anlayamamış. Kadı efendi ise işin iç yüzünü anlayarak bakkalın lehine karar vermiş. Sevinip, evine koşarak giden bakkal, altınların soran karısına durumu anlatınca, karısı: - Desene, benim altınlar okkanın altına gitti, demiş Meteliğe Kurşun Atmak Beş kuruşsuz kalmak, hiç parası olmamak. İnsanoğlu, kendini hem varlığa hem de yokluğa alıştırmalıdır. Sayısız parayla oynayan insan, bir gün bu paraların avcundan akıp gittiğini görür ve beş parasız kalır. Para amaç değil, yaşamamız için bir araçtır. Kimseye muhtaç olmamak için paramızı gerektiği yerde harcamalı, hesapsızlık yapmamalıyız. Zor günümüzde rahat etmek istiyor, kimseye muhtaç olmak istemiyorsak, tutumlu olmak zorundayız. Eskiden atış talimleri yapılırken, usta atıcılar hedef için metelik denilen bozuk paralar kullanırlarmış. Metelik, eskiden kullanılan on para değerinde olan bir sikke. Sikke de madeni para veya bu paralara vurulan damga demektir. Köyden çıkıp okuyarak yükselen, mal mülk ve şöhret sahibi olan bir adam köyünde yaptırdığı evde, gümüş paraları hedefe koyup atış talimi yaparmış. Onu ziyarete gelenler, gümüş mecidiyeye ateş ederken görünce, içlerinden biri, “Baksana bizimki meteliğe kurşun atıyor.” demiş. Ye Kürküm Ye... Günümüzde insanın ahlak ve karakterine bakılmıyor. Paraya, mala ve mülke itibar ediliyor. Her devirde itibar paraya, pula ve çuladır. Asıl olan insanın özü güzel, sözü güzel, çulu da güzelse amenna! Önünde herkes saygıyla eğilir. Böylelerini arayıp bulmak çok zor. Sinoplu Diyojen'in gündüz fenerle insan aramasına benzer bu. Bugün itibar, üstündeki çula, altındaki arabaya, sahip olduğun gelip geçici unvan ve makamadır. Nasreddin Hoca, bir gün tanımadığı bir yerde düğüne gider. Davetsiz misafir ya, kılık kıyafeti düzgün ve iyi olmadığı için itibar ve iltifat görmez, kapıdan geri çevrilir. Hoca, bu duruma çok bozulur. Hemen evine gider, gösterişli libasını ve kürkünü üstüne geçirir tekrar düğüne gider. Bu sefer itibar ve iltifatın sınırı yoktur. Başköşeye oturtulur. Yemekler gelince sofraya buyur edilir. Hoca sofranın başına kürkünü yerleştirip, “Ye kürküm ye. Bu iltifat ve ikram bana değil, sanadır.” der. Ders alana çok bile... Hem Ziyaret Hem Ticaret Birini ziyarete giden bir kimsenin bu ziyaretten faydalanarak başka bir işi de yapma durumu. Dinimizde ziyaretin de ticaretin de büyük önemi vardır. Ziyaret sırasında, ziyaret ettiğimiz insanlarla sıkı ilişkiler kurarken, onların ve bizim faydamıza başka işler de yapabiliriz. Eski çağlarda kabileler arası şölen vermek âdettenmiş. Şölen veren kabile halkı tarafından, misafir gelen diğer kabile halkına akşama kadar yemekler ikram edilir, çeşitli eğlenceler düzenlenir, oyunlar oynanır, yarışlar yapılırmış. Bu arada misafir gelen kabile halkı da beraberinde takas edeceği eşya ve yiyeceği getirir, ihtiyacı olan şeylerle değiş tokuş yaparmış. Böylelikle her iki kabile de bu işten hem kârlı çıkar hem de aralarında hoşça vakit geçirirlermiş. Bu İşin Altında Bi Çapanoğlu var Çapanoğlu Ahmet Paşa, Yozgat şehrinin kurucularındandır. 1764 Sivas valisi iken görevden alınır, bir süre sonrada öldürülür. Yerine Büyükoğlu Mustafa Bey daha sonra Süleyman Bey geçer. Süleyman Bey, Yozgat’ı imar ettikten sonra, Ankara, Amasya, Elazığ, Maraş, Niğde ve Tarsus gibi illeri idare etmeye başlar. Çapanoğullarının bu ünü her yana yayılır. Yalnız halk arasında değil, devlet adamları arasında da ‘’Çapanoğlu’’ ismi ünlü olur. Rivayete, devlet adamlarından biri, halktan bazı insanların aleyhine verilecek kararı sonuçlandırmak için soruşturma yaparken, Çapanoğullarından birinin adı da bu olaya karışır. Çapanoğullarının nüfuzundan çekinen diğer bir memur, ‘’bu işi fazla kurcalamayalım bence altından bir Çapanoğlu çıkar’’ der. Soruşturma aynen kapatılır. Öküz Öldü Ortaklık Bozuldu Birlikte iş yapan taraflar arasındaki yakınlaşmayı sağlayan sebep ortadan kalkınca ortaklık da bozulur. İnsanlar birlikte yaşar, birlikte iş yapar ve ortaklıklar kurarlar. Ortaklık karşılıklı güven, saygı ve sevgiye dayanır. Bu değerler yıkılınca ortaklık da ortadan kalkar. Kısa ve uzun süren ortaklıklar vardır. Mesela iki kardeşin kurduğu iş ortaklığı uzun sürmez. Birbirleriyle geçinemeyen kardeşler, aralarındaki ortaklığı da bozarlar. Bir de birbirini tanımayan; ama birbirine güvenen, inanan, dış tesirlerden etkilenmeyen ortaklıklar vardır ki ölünceye kadar devam eder. Evvelce fakir bir köylünün çift sürmekte kullandığı bir çift öküzü varmış. Bunlardan biri ölmüş. Köylü, toprak ağasına giderek yalvar yakar bir öküz parası istemiş. Ağa, köylüye: - Öküzün parasını ödeyinceye kadar hayvan ortak malımız sayılacak. Elli dönüm tarlamı süreceksin, ağılıma bakacaksın, harmanda yardım edeceksin, diyerek ağır şartlar ileri sürmüş. Ağanın şartlarını kabul eden köylü ona kul köle olmuş. Fakat aradan üç yıl geçtikten sonra parasının yarıdan fazlası ödenen öküz, gördüğü ağır işlere dayanamayıp ölmüş. Ağa, eskisi gibi köylüye angarya işlerini yaptırmak istemiş. Sabrı tükenen köylü: - Ağam, gayrı öküz öldü, ortaklık bozuldu, deyip ağanın zulmünden kurtulmuş. Buyurun Cenaze Namazına IV. Murad zamanında tütün, içki, keyif verici madde yasağı koyar ve yasağa uymayanları şiddetle cezalandırır. Bugünkü Üsküdar civarında bir kahvehanede tütün vs. içildiğini istihbarat alır. - Baba erenler kahve içer mi diye sorar. - Padişah. Evet. Kahveci; - Tütün içer misin? Der. Padişah -Hayır. Der. Kahveci işkillenir. Tütün içilmiyor da ne işi var burada zaten padişahın tebdili kıyafet dolaştığı haberleri var. Eli titreye titreye kahveyi götürür. Kahveci -Baba erenler ismini bağışlar mı? Padişah -Murad. Kahveci -Peki isimde sultanda var mı? Padişah -Elbette var. Deyince kahvecinin bet beniz atar. Zangır zangır titrer. Ve. -Öyleyse buyurun cenaze namazına, der. Olduğu yere yığılır. Padişah IV. Murad bu lafa çok güler ve kahveciyi bir defalığına af eder. Maymun Gözünü Açtı Artık bu insan, bu halk akıllandı. Geçirdiği acı tecrübeler onun aklını başına getirdi. Bu insanı, bu halkı artık aldatamayacaksınız. İnsanları ve toplumları sürekli olarak kandıramaz ve bunlara sürekli zulmedemezsiniz. Halkın çektiği sıkıntılar ve edindiği acı tecrübeler onun aklını başına getirir, daha ölçülü adımlar atmasına sebep olur. Halkı soyamaz, halka yalan söyleyemez, halkın canını çıkaramaz ve halkın hassasiyetleriyle oynayamazsınız. Eğer, bunlar yapılarsa, halk demokratik yoldan ve hukuk devleti yasalarına göre bunları karşılıksız bırakmaz. Evvelce bir adamın her şeyi taklit eden bir maymunu varmış. Her gün maymununu yanında dükkâna götürür, namaz vakti gelince da onu dükkâna gözcülük etsin diye kapının önüne bırakırmış. Bir gün maymun dükkânda, sahibi de namazda iken, hırsızın biri, maymunun karşısına geçip esnemeye başlamış. Maymun da aynısını taklit etmiş. Derken adam uyuma taklidi yapmış. Maymun da aynısını yaparak sonunda uyuyakalmış. Hırsız da fırsattan istifade dükkânda ne varsa alıp götürmüş. Dükkân sahibi camiden gelip dükkânının soyulduğunu görünce maymuna bir güzel dayak atmış. Hırsız birkaç gün sonra yine çıkagelmiş. Bu defa maymun yediği dayağın etkisiyle, karşısında esneyen hırsızı taklit etmemiş. Maymun, “Pışşşt, pışşşt!” yapmış. Hırsız da kendi kendine, “Maymun gözünü açtı, artık burada ekmek yok.” demiş. Dostlar Alışverişte Görsün (Aslında doğru dürüst bir işle meşgul değilken, öyleymiş gibi göstermek; boş durmamak için yapılan, fazla kârı olmayan işler hakkında söylenen bir deyim.) Nasreddin Hoca, yumurtanın sekizini bir akçeye alır, dokuzunu bir akçeye satarmış. Hoca’nın bu acayip ticaretini görenler, nedenini sormuşlar. Hoca da cevaben: -Dostlar alışverişte görsün... Demiş. Haddini Bilmek Bir insanın neler yapması gerektiğini bilerek onun sınırlarını geçmemek. “Hadd” kelimesi, Arapça sınır, derece, gerçek değer ve ceza gibi anlamlara gelir. İnsan melek değildir. Kusur ve hataları olacaktır. Ancak insan kendi kusur ve hatalarını unutup başkalarının kusur ve hatalarıyla uğraşırsa haddini aşmış sayılır. Kıbrıslı Kemal Paşa ile Erzurumlu Sait Paşa birbirlerini takdir etmelerine rağmen birbirlerini sevmezlermiş. Sait Paşa'nın adamlarından biri, bir gün Kemal Paşa'yı çekiştirmeye başlayınca Sait Paşa adamın sözünü keserek: - Kişi haddini bilmek gerek. Kemal Paşa'yı beğenmiyor, onu çekiştiriyorsunuz ama siz onun mühürdarı bile olamazsınız. Memlekete kimin daha faydalı olacağını takdir edip, gerekirse yerimizi ona vermek büyüklüğünü göstermeliyiz. Kaz Gibi Yolmak Padişah yanında veziri ile birlikte tebdil-kıyafet yola düşmüş. Bir evin önünden geçerken bahçede çalışan bir kız görmüş. Selamdan sonra aralarında şöyle bir konuşma geçmiş: -bacanız eğri -baca eğri ama dumanı doğru tüter. -annen nerde? -biri iki etmeye gitti. -baban nerde? -azı çok etmeye gitti. -sana bir kaz göndersem yolar mısın? -hem de ciyaklamadan. vezirle birlikte kızın yanından ayrılmışlar fakat vezir merak içinde. Konuşmalardan hir şey anlamamış. Ne konuştuklarını sormuş padişaha. Padişah;sen vezirsin anlamış olman gerekirdi, akşama kadar ya açıklarsın ya da kellen gider demiş. vezir padişahı saraya bıraktıktan sonra gerisi geri kızın yanına dönmüş. Padişahla ne konuştuklarını sormuş. kız: bir kese altın verirsen söylerim. Almış bir kese altını ve -padişah bana bacanız eğri derken gözümün şaşı olduğunu ima etti ben de gözüm şaşı ama doğru görüyorum dedim. -ya ikinci soru? Tekrar bir kese altın alan kız -benim annem ebedir bir kadını doğum yaptırmaya gitti dedim. Tekrar bir kese altın -babam çiftçidir tarlaya tohum ekmeye gitti dedim. -ya bir kaz göndersem yolar mısın? Derken vezir başına geleni anlamış. Devlet Kuşu Konmak (Deyimin kullanıldığı söz gelişi: Beklenmeyen, büyük, önemli kısmet; şans.) Bir rivayete göre, vaktiyle İran’da hükümdarlar öldüğü zaman, bütün şehir halkı sarayın önündeki meydanda toplanırmış. Sarayın balkonundan, adına devlet kuşu denilen bir kuş uçurulur, kimin başına konarsa, o adam ülkeye hükümdar olurmuş. Gerçi tarihte, gerek İsa’dan önce İran’da yaşayan Medler ve Persler, gerek İsa’dan sonra yaşayan kavimler zamanında, böyle garip bir yolla hükümdar seçildiğini gösterir bir kayıt yoktur; üstelik böyle bir seçim yapılmış olması, mantığa da uygun düşmemektedir. Ama hak etmediği yerlere, şans eseri gelenler için, ‘başına devlet kuşu kondu’ denmesi, yukarıda sözü edilen masaldan gelmiş olsa, yerinde ve anlamlı bir sözdür. Bel Bağlamak Birisine güvenmek bir işe ümit bağlamak yerinde kullanılan bel bağlamak dilimize tarikat ritüelleriyle yansımış bir deyimdir. Sufiler, bir tarikata girmek ve ikrar vermek anlamında bel bağlamak derler. Fütüvvet ehli, kendi halklarına dâhil olanlar şedd (yünden dokunmuş kemer)kuşata gelmişlerdir. Mevlevilikte buna elif nemed (keçeden dokunmuş uzunca kuşak), Bektaşilikte de tiğ-bend denilir. Bir kişi tarikata girince beline bağlanan bu kuşak, dervişin, artık o yolun bütün yasaklarını kabul ettiği, bütün emirlerini yerine getireceği anlamına gelir ve bu husus da kuşak kuşatma merasiminde kendisine telkin olunurdu. Başının Kaygısına Düşmek Kendi derdine düşmek, kendi derdiyle ilgilenmek. Her dağın kendine göre bir dumanı vardır, derler. Herkesin kendine göre bir derdi vardır. Felaketli günlerde herkes kendi başının telaşına düşer. Kendi üzüntüsünü kendi hafifletmeye çalışır. Her ormanın bir tilkisi vardır, derler ya… Bir gün ormanda bir tilki, yolda resimli bir kitap bulmuş. Kitaba bakarken bunu kurt görmüş. “Tilki kardeş, o nedir?” demiş. Tilki, “Bu bir fermandır. Bana padişah tarafından gönderildi. Şu gördüğün her yer bana ait. İstersen birlikte gezip dolaşalım.” demiş. Bir gün kurtla gezip dolaşırken uzaktan bir grup avcının geldiğini görmüşler. Tilki kaçmaya başlayınca kurt, “Beni bırakıp nereye gidiyorsun, arkadaşlık bu mudur?” demiş. Tilki de, “ Başımın kaygısına düştüm, eşi, dostu, arkadaşı kim düşünür?” demiş. Keçileri Kaçırmak Sosyal ve toplumsal olaylara uyum sağlamayıp düşünce dengesini bozmak, aklını kaybetmek. Hepimiz bir aile, bir topluluk içinde yaşıyoruz. Aile içi ilişkiler olduğu gibi, toplumun içinde de insanlarla ilişkimiz olacaktır. Bu ilişkilerin sağlıklı olması için karşılıklı güven, sevgi, saygı, hoşgörü ve fedakârlık gerekiyor. Her şeyi kafaya takmadan, olaylara sağlıklı ve mantıklı yaklaşıp meseleleri çözümlemeliyiz. Her şeyden önce uyumlu olmalıyız. Uyumsuzluklar beraberinde psikolojik rahatsızlıkları getirecektir. İnsuyu mağarası, Burdur'a 12 km. uzaklıkta olan, içinde sarkıt ve dikitlerle irili ufaklı göller bulunan Türkiye'nin en büyük ve en ilgi çekici mağaralarından biridir. Bu mağara sonradan keşfedilmiştir. Dağda keçilerini otlatan bir çoban, öğle sıcağında, bir ağacın altında uyuyakalmış. Uyandığında keçilerin otladığı yerde bulunmadığını görmüş. Aramış, aramış, keçilerini bir türlü bulamamış. Kendi kendine, “Şimdi keçilerin sahibine ne söyleyeceğim? Ağa beni döve döve öldürür, koca sürü nereye kaybolur?” demiş. Çoban, sağa sola koştururken, “Çobanlık görevimi yapamadım, keçileri kaçırdım.” diye yakınırmış. Önüne gelene, “Keçileri kaçırdım, şimdi ben ne yapacağım?” diye sormaya ve anlamlı anlamsız konuşmaya başlamış. Köylüler de merak edip keçileri aramaya başlamışlar. Bu arada suları içip serinleyen keçiler, mağaradan çıkmış, çobanın bıraktığı yerde otlamaya başlamışlar. Köylüler sürüyü yerinde bulunca şaşırmış ve keçileri tek tek saymışlar. Ortada bir durumun olmadığını gören köylüler, çobanın aklını oynattığına hükmetmişler. Mürekkep Yalamak Uzun yıllar tahsil görmüş, ilim öğrenmiş kişiler hakkında "mürekkep yalamış" denir. Bu deyim bize matbaadan evvelki zamanların elyazması kitapları ve hattatları yahut müstensihlerin yadigârıdır. El yazması kitapların sayfaları hazırlanırken pürüzleri kaybolsun ve kalemin kayganlığı sağlansın diye parşömenlerin üzeri aher denilen bir tür sıvı ile cilalanır ardın da mühürlenirmiş. Aher, yumurta akı ve nişasta ile hazırlanan muhallebi kıvamında bir hamule olup kâğıt üzerinde bir tabaka oluşturur. Kitap kurtlarının pek sevdiği aher, aslında suyu görünce hemen erir. Aherlerin bu özelliğinden dolayı eski zamanların hattatları yahut kopya usulü kitap çoğaltan zanaatkârları (müstensihler), bir hata yaptıkları vakit onu silmek için (mürekkep silgisi henüz icat edilmemiştir) serçe parmaklarının ucunu ağızlarında ıslatıp hatalı harf veya kelimenin üzerine sürerler, böylece zemindeki aher dağılır ve aherle birlikte hata da kendiliğinden kaybolup gidermiş. Bazen bütün bir cümlenin silinmesi gerektiğinde aynı işlemi tekrarlamak gerekir, hattatın serçe parmağına gelen mürekkep ister istemez diline geçer, böylece hattat mürekkebi yalamış olur. Mürekkep bezir isinden hazırlandığı için suda çözülmesi tabidir. Bu yüzden el yazması eserler asla su ve türevleri ile temas ettirilmez. Ancak kitap henüz yazılma aşamasındayken mürekkebin bu özelliği hattatların işine yarar, gerek divitlerin ucunda kalan mürekkep lekelerini gidermek ve temizlemek, gerekse sayfaya küçük bir tırfil yahut imla koymak için diviti tekrar mürekkebe bandırarak israf etmek yerine ucunu dillerine değdirir ve oradaki mürekkebin çözülüp kullanılmasını sağlarlarmış. Bu durumda da dillerinin mürekkep olması, yani mürekkebi yalamış olmaları kaçınılmazdır. Bu durumda da dillerinin mürekkep olması, yani mürekkebi yalamış olmaları kaçınılmazdır. Sonuçta eskiler, bir insanın yaladığı mürekkep miktarca ilminin ziyadeleştiğini varsayarlar ve okuma yazma bilenlerin pek az olduğu çağlarda azıcık da olsa mürekkep yalamış olmayı toplum içinde saygı alameti olarak alırlarmış. Ayıkla Pirincin Taşını (Bir zorluğu çözümlerken, bir engeli ortadan kaldırmaya çalışırken bazen hiç beklenmedik sürpriz olaylar çıkar ve daha büyük engeller karşınıza dikilir. Böyle durumlarda bu deyim kullanılır.) Deyimin öyküsü Osmanlı tarihine dayanır. Yavuz Sultan Selimin Yemen’i Osmanlı topraklarına katmasından bir süre sonra Yemen’de isyan çıkmış, uzun uğraşmalar sonunda Yemen Fatihi Sinan Paşa duruma hâkim olmuş; Yemen bundan sonra 400 yıl Osmanlı egemenliğinde kalmıştı. Söylentiye göre Sinan Paşanın askerleri bir gün çölde konaklamış. Yemek pişirmek üzere hasır torbalar içindeki mısır pirinçlerini yere serdikleri büyük bir çadırın üstüne dökmüş ve taşlarını ayıklamaya başlamışlar. Bu sırada bir fırtına çıkmış ve rüzgârın savurduğu bir kum bulutu pirinçlerin üstüne inerek, ufak bir tümsek halinde yığılmış. Kumların altında kalan pirinçlere bakakalan yeniçeriler arasından şakacı bir asker, arkadaşlarına: -Biz Allah’ın nimetini taşlı diye beğenmiyorduk, bizim gibi günahkâr kullara üç beş taş az bile gelir. Asıl şimdi ayıklayın bakalım pirincin taşını. Ulu tanrımız, Kâbe’ye hücum eden fil sahiplerinin başına ebabil kuşlarından taş yağdırmıştı. Bizim başımıza da daha büyük taş yağdırmadan hemen tövbe edelim, diyerek arkadaşlarını güldürmüş. Ateş Pahası (Çok pahalı anlamında kullanılan bir deyim.) Kanuni Sultan Süleyman, adamlarıyla avlanmaya çıkmış. İstanbul çevresinde avlanırken oldukça uzaklaşmışlar. Hava birden bozmuş ve çok şiddetli bir yağmura tutulmuşlar. Islanmış ve üşümüş olarak bir kömürcü kulübesine sığınmışlar. Her ne kadar kendilerini tanıtmak istemeseler de kömürcü işi anlamış. Bunlara hemen bol ateş yakmış, ısıtmış, sıcak bir şeyler ikram etmiş. Gidecekleri sırada, Sultan Süleyman, kömürcüye ateş yaktığından dolayı kaç para borçları olduğunu sormuş. O da: -Bin altın, demiş. Parayı çok fazla bulan veziri: -‘Bu ateşin ücreti çok pahalı’ demesi üzerine padişah: -‘Bu ateş değdi pahasını da verin’ demesi üzerine bu deyim ‘ateş pahası’ olarak dilimize yadigâr kalmıştır. Demokles'in Kılıcı Devamlı bir tehlike altında yaşamak, hayatı pamuk ipliğine bağlı olmak. Her şeyin bir riski vardır. Herkes devlet adamlığının mutluluk ve refahtan ibaret olduğunu sanır. Davulun sesi uzaktan kulağa hoş gelir, derler. Gerçek devlet adamlarında sürekli bir korku ve huzursuzluk vardır; çünkü devlet işleri kıldan ince, kılıçtan keskindir. Kurnaz ve gaddarlığı ile tanınan Dionysios'un Demokles adında bir hizmetçisi vardı. Durmadan krallığın nimetlerinden, faydalarından ve kolaylıklarından konuşup efendisini usandıran bu adama Dionysies bir gün: - Senin de bir müddet krallığın mutluluğunu tatmanı istiyorum, diyerek ona bırakır. Demokles tahta oturduktan sonra, tahtın tam üstünde bir tek at kılına bağlı olarak asılı duran bir kılıç görür. Her an başına düşecekmiş gibi duran kılıç, Demokles'in tahtta mutluluk içinde değil, korku ve huzursuzluk içinde oturmasına sebep olur. Demokles, krallığın dışarıdan görüldüğü gibi mutluluk ve refahtan ibaret olmadığını anlar. Alnı Açık Olmak Geçmişinde utanılacak bir davranışta bulunmamak. Temiz karakterli, helalinden kazanıp yiyen, kimseyi aldatmayan, kimseye zulmetmeden ve ailesini utandırmadan yaşayan insana ne mutlu! Eskiden suçluların alınlarına, cezalarına uygun olarak kızgın demirle damga vururlar, suçluların bu usulle topluluk içinde tanınmaları sağlanırmış. Şimdiki gibi adli kayıtlar yokmuş. Alnından damgalanan suçlular, bu damgalarını halktan saklamak için, alınlarını göstermeyecek şekilde başları öne eğik dolaşırlar, külahlarıyla alınlarını kapamaya çalışırlarmış. Alnımız açıktır yüzümüz de pak Alın terimizle yaşar gideriz Sökecektir artık nur yüzlü şafak Kendi deryamızda coşar gideriz Taşı Gediğine Koymak Söylemek istediği sözü, en uygun zamanı kollayıp tam sırasında söylemek. Konuşma meclislerinde çok kullanılan bir deyim. Muhabbetler koyulaşıp sözler söylenildiğinde… Kayseri'ye zamanında bir kadı gelmiş. Bu kadı, hem hırsız hem de huysuzmuş. Vicdanı bırakıp cüzdana sarılmış. Kadı’nın bu ünü hemen şehre yayılmış, hakkında bir sürü dedikodu yapılmış. Taş duvar işçiliği yapan bir halk şairi kadıya bir hiciv yazmış. Kadı: “Hicve yeltendi beni, Kayseri'nin bir hödüğü Dinlemek bence tenezzüldür, çatlak düdüğü” * diye cevap vermiş. Taş ustası şair, hiç geri kalır mı? Hemen kadıya karşılık vermiş: Haksızlarla uğraşırken “Hakk’a değil, nakde tapar” Paraları üleşirken “Hakkı koyup, şerre sapar” yollu bir şiir söyleyerek taşı gediğine koymuş. Pabucu Dama Atılmak Osmanlı döneminde esnaf ve sanatkârların bağlı bulunduğu teşkilat, ticaretin yanında sosyal hayatı da düzene sokuyordu. Kusurlu malın, malzemeden çalmanın ve kalitesiz işin önüne geçmek için de ilginç bir önlem alınmıştı. Bir ayakkabı aldınız veya tamir ettirdiniz diyelim. Ama kusurlu çıktı. Böyle durumlarda heyet şikâyeti ve sanatkârı dinliyor. Eğer şikâyet eden gerçekten haklıysa, o ayakkabıların bedeli şikâyetçiye ödeniyordu. Ayakkabılar da ibret-i âlem olsun diye ayakkabıyı imal edenin çatısına atılıyordu. Gelen geçen de buna bakıp kimin iyi, kimin kötü ayakkabı tamir ettiğini biliyordu. Böylece pabuçları dama atılan ayakkabıcı maddi kazançtan da oluyor ve gerçekten pabucu dama atılmış oluyordu. Çingene Çalar, Türk Oynar Kimin ne yaptığı bilinmeyen düzensiz, karmakarışık bir iş. Kimin ne yaptığının bilinmediği toplumlarda düzen yoktur; kargaşa ve anarşi vardır. Bu kargaşa ve anarşi çalışmayı ve verimi azaltır, disiplini yok eder. Toplumun huzuru bozulur. Tanzimat döneminde (1839 ve sonrası) Çingene lakabıyla tanınan Hüsam Efendi İstanbul Belediye Başkanı, Türk Ahmet Efendi ise onun muhasebecisiymiş. Hazırcevaplığıyla tanınan Keçecizade Fuat Paşa'nın bulunduğu bir toplantıda konuşurken konu İstanbul Belediyesi'ne gelmiş. Belediyede ne var ne yok, sorusu üzerine Fuat Paşa şu cevabı vermiş: - Çingene çalar, Türk oynar. Yelkenleri Suya İndirmek Gerçekleri görüp durumu düzeltmek, direnmekten vazgeçmek, durumuna göre hareket etmek, alçaklarda oturup kendini gözetmek, haddini bilmek, daha önce yaptıklarından dönmek. Eskiden yelkenli gemiler, rüzgâr veya kürek gücüyle yüzdürülürdü. Bir gemi yabancı sulara girince, saygı ifadesi olarak yelkenlerini indirirmiş. Fatih Sultan Mehmet, Rumeli Hisarı’nı yaptırdıktan sonra, Karadeniz'den gelen bir Ceneviz gemisine yelkenlerini indirmesi emrolunmuş. Fatih, yelkenlerini indirmeyen gemilerin topa tutulmasını emretmiş. Gemiler de yelkenleriyle birlikte denizin dibini boylamış. Ne Şam'ın Şekeri Ne Arap'ın Yüzü Çıkar sağlayacağımı bilsem bile onunla karşılaşmak istemem. Âlemde huzur kalmayıp, sükûn bozulduktan sonra… Ağız tadı dünyanın en büyük zenginliğidir. Ağız tadını bozacak insanlardan uzak dur. Onlarla bir yerde bulunma. Onlardan çıkarın bile olsa, onlarla alışveriş yapma. Dün Osmanlı, bugün ise Suriye toprakları içinde bulunan Şam, tatlıları ve şekeri ile ünlü imiş. İngilizler bütün Araplar gibi, Şam halkını da Türklere karşı kışkırttıkları için Şam halkı huzursuz olmuş ve bu şehri idare etmek güçleşmiş. Ünlü şair Ziya Paşa bile burada valilik yapmaktan bıkmış usanmış. Şam'da Ziya Paşa gibi idarecilik yapıp da İstanbul'a dönenler, bir toplantıda hatıralarını anlatırken Şam'ın baklava ve şekerlerinden söz açılmış. İçlerinde bulunan ve Şam'da idarecilik yapan biri “Aman istemem, ne Şam'ın şekeri, ne Arap'ın yüzü.” demiş. Vur, Fakat Dinle Acele karar verme, önce gerçeği araştır. Maalesef pek çok insan gerçeği araştırmak, doğruyu bulmak istemez. Gerçekler insanları korkutur. Böyle bir uğraşa girmek işine de pek gelmez ya! Karşısındaki insan haklı mı haksız mı demeden hemen karar verip işi bitirmek ister. Hiçbir zaman acele karar vermemek lazım. Bir işin aslını esasını araştıralım, gerçekleri söylemekten korkmayalım. Tarihte, İranlılar Anadolu'yu işgal ettikten sonra, Isparta ve Atina'yı da işgal etmek için uzun yıllar hazırlanıp değişik milletlerden binlerce ordular kurdular ve Çanakkale'yi geçmek için de köprüler yaptılar. Atina'yı işgal ettiler. Şehri terk eden Atinalılar, Themistokles'in kumandasında yurtlarını savunmaya karar verdiler. İki yüz parça da gemi yaptırdılar. Harp planı üzerinde çalışan kumandanların hepsinin de sinirleri bozulmuş olduğu için tartışmalar çok sert geçiyordu. Kendi iddiasında ısrar eden Themistokles, filo kumandanı tarafından tehdit edilince kızgın bir tavırla bastonunu kaldırarak, şu karşılığı verdi: “Vur, fakat dinle!” Bundan sonra Themistokles, görüşlerinde haklı çıktı ve İran donanması yenilgiye uğratıldı. Diş Bilemek Bir başkasına kötülük yapmak için fırsat kollamak. Hiç kimseye kötülük etmemeliyiz. Maddi ve manevi hiçbir zararda bulunmamalıyız. Aksine iyilik etmeliyiz. İnsanlarla iyi geçinmeli, onlarla yardımlaşmalıyız. Onlara intikam hissi beslememeliyiz. Atalarımız, diş temizliğini ve ağız bakımını Orta Asya'dan beri ihmal etmedikleri gibi, İslamiyet'ten sonra da sürdürmüşlerdir. Türk ordusunun düşmanıyla karşılaştığı sıralar… Uzaktan düşman askerleri, Türk askerlerinin dişlerine bir şeyler sürterek temizlediklerini görmüşler. Türklerin kendilerini yemek için, dişlerini bilediklerini zanneden düşman askerleri daha savaşa girmeden meydanı Türklere bırakıp kaçmışlar. Arkanızda Deniz Önünüzde Domuz Bir gayeye ulaşmak için, iyi karar vererek bir işe başlayınca; sonuca varmak için çaba göstermenin daha iyi olacağını, yanda bırakmak veya geri dönmenin daha tehlikeli olduğunu anlatmak için söylenen bir deyim. Endülüs'ü fetheden ve Müslüman bir kumandan olan İbni Zeyyad, Hazar Türklerinden Afrika'ya göç etmiş bulunan Berberi kabilesine mensuptu. Babası Zeyyad Müslümanlığı kabul etmişti. Endülüs'ü almaya gönderilen Tank, 711'de kendi adını taşıyan Cebel-i Tank sahiline çıktı. Askerlerinin geri çekilme ümidini kırmak için gemilerini yaktıktan sonra, onlara hitaben: "Önünüzde düşman, arkanızda deniz; zaferden başka selamet yolu yoktur", dedi. Püf Noktası Vaktiyle testi ve çanak-çömlek imal edilen kasabalardan birinde, uzun yıllar bu meslekte çalışan bir çırak, kalfa olup artık kendi başına bir dükkân açmayı arzu eder olmuş. Ne yazık ki her defasında ustası ona: - Sen, demiş, daha bu işin püf noktasını bilmiyorsun, biraz daha emek vermen gerekiyor. Ustanın bu sonu gelmez nasihatlerinden sıkılan kalfa, artık dayanamaz ve gidip bir dükkân açar. Açar açmasına da yeni dükkânında güzel güzel yaptığı testiler, küpler, vazolar, sürahiler onca titizliğe ve emeğe rağmen orasından burasından yarılmaya, yer yer çatlamaya başlar. Kalfa bir türlü bu çatlamaların önüne geçemez. Nihayet ustasına gider ve durumu anlatır. Usta, - Sana demedim mi evladım; sen bu işin püf noktasını henüz öğrenmedin. Bu sanatın bir püf noktası vardır. Usta bunun üzerine tezgâha bir miktar çamur koyar ve - Haydi, der, geç bakalım tezgâhın başına da bir testi çıkar. Ben de sana püf noktasını göstereyim. Eski çırak ayağıyla merdaneyi döndürüp çamura şekil vermeye başladığında usta önünde dönen çanağa arada sırada "püf!" diye üfleyerek zamanla testiyi çatlatacak olan bazı küçük hava kabarcıklarını patlatıp giderir. Böylece çırak da bu sanatın püf denilen noktasını öğrenmiş olur. Her sanatın incelik gereken nazik kısmına da o günden sonra püf noktası denilmeye başlanır. Hoşafın Yağı Kesildi Yeniçeri ocaklarında efrada yemek dağıtılırken mutfak meydancısı elinde tuttuğu üzeri ayet ve dualar yazılı kallavi koca kepçe ile evvela yağlı yemekleri ve pilavı dağıtır, sonra da hoşaflara daldırırmış. Hal böyle olunca, sofralara gelen hoşaf bakracının üstünde, bir parmak kalınlığında yağ tabakası yüzermiş. Bu durumu gören Yeniçeri ağalarından akıllı birisi meydancıya emir vererek "Kepçeyi yağlı yemeklere batırmadan evvel temiz iken hoşafları dağıt, sonra yemek tevziatına geç..." demiş. Demiş amma, bu sefer sofralara giden hoşaf bakraçlarının üzerinde yağ tabakasını göremeyen Yeniçeriler isyan bayrağını çekmişler: - "Hakkımızı yiyorlar, istihkakımızdan çalıyorlar, zira hoşafın yağını bile kestiler, yağlı hoşaf isterük..." diye bağırmışlar. İşi Sağlama Bağlamak Bir işin bitirilmesine engel olacak etkenleri ortadan kaldırmak, bir işin aksamadan yürümesini sağlayacak gerekli tedbirleri almak. Bir işin bitirilmesinde karşılaşılacak olan engeller; sabırsızlık, tembellik, başkalarını işimize karıştırma olabilir. Bir işin aksamadan yürümesi ve neticelenmesi için bu ve buna benzer etkenleri ortadan kaldırmak gerekir. Bu deyimin de hikâyesi yine bizim Nasreddin Hoca'nın bir alışverişine dayanmaktadır. Nasreddin Hoca, borcunu bir türlü alacaklısına ödeyemez. Adam her gördüğü yerde Hoca'dan alacağını ister. Hoca alacaklısına: - Üzülme ağa, senin paranı verme zamanı yaklaştı, der. - Ne zaman Hoca? - Gayet kısa zamanda... Evin önüne çalı diktim. Çalılar büyüyecek, buradan koyunlar geçecek, koyunların yünü bu çalılara takılacak, onları toplayacağım, ip yapıp satacağım. Kazanacağım parayla önce senin borcunu ödeyeceğim. Adamın memnun memnun güldüğünü gören hoca: - İşini sağlama bağlayınca gülersin tabi, der. Eli Kulağında (Hemen, az sonra beklenen işler için kullanılan bir deyim.) İslamiyet’in ilk yıllarında ezan okunurken. Mekkeli müşrikler(inanmayanlar) alay ettikleri ve okuyanı şaşırttıkları için, ilk müezzin Bilal Habeşi, elleri ile kulaklarını tıkayarak okurdu. Birisi yanındakine, ‘Ezan okundu mu?’ diye sorduğu zaman, eğer ezan çok yakın ise, diğeri şöyle cevap verir: ’Hayır okunmadı ama eli kulağında’ Olması çok yakın işler için hemen, eli kulağında gibi sözlerin kullanılması buradan kalmıştır. İki Dirhem Bir Çekirdek Keçiboynuzunun, Yunanca adı keration, İngilizcede carob, Arapçada kırrıt tır. Keçiboynuzunun tohumu yıllarca elmas ölçmek için kullanılmış. Elmaslar, keçiboynuzu tohumları ile tartılıp satılırmış. Bu nedenle keçiboynuzu, kırat veya karat dediğimiz ölçü birimine isim babalığı yapmış. Prof. Dr.aydın Akkaya açıklamasına göre; Keçiboynuzu çekirdeği doğada ağırlığı değişemeyen bir tohumdur. Tohumlu bitkilerden yalnız keçiboynuzu uzun süre suda bekletildikten sonra filiz verebilir. Bu, hem çok kuruduğu ve meyvesinden çıktıktan sonra son ve sabit ağırlığını aldığı için hem de içine su alması ihtimalinin çok az ve çok uzun süreye bağlı olduğu içindir. Bu sebeple Araplar, Selçuklular, Osmanlılar dönemlerinde ağırlık ölçüsü olarak kullanılmıştır. Dört tanesi bir dirhem eder. Dirhem 3 gr. ağırlığa eş kabul edilir. Satıcı, iki dirhemlik bir şey satarken (sekiz çekirdek) deyip, buda benim ikramım olsun derse, müşterinin saygın ve itibarlı olduğunu gösterirmiş. Çok şık ve gösterişli giyinen kişilere ‘’iki dirhem bir çekirdek ‘’ denmesinin kökü buymuş Karaman'ın Koyunu Sonra Çıkar Oyunu Dış görünüşe aldanmamalı. Bu işin altından neler çıkacak sonra görürsün. Şimdi hiçbir şey anlaşılmaz. Dış görünüş insanı her zaman aldatır. Dışı çok güzel olup da içi fitne, fesat ve kötülükle dolu olan insanlar vardır. Bir yazarın dediği gibi, “Kitabın ve insanın dış görünüşüne aldanmamalı, iç hâline bakmalıdır.” Ama zamanımızda insanlar, makama, mevkie, paraya ve giyime yani dış güzelliğe önem veriyorlar. Para, mal ve mülk her şey değildir. Bir gün bunların yerinde yeller eser. Anadolu'da kudretli bir beylik olan Karamanoğlu Beyliği vardı. Karamanoğlu Mehmet Bey, bir daha isyan etmeyeceğine dair II. Murat'a söz verir. Buna rağmen sonradan yine bir hileye başvurur. Karamanoğlu Mehmet Bey, Karaman cinsi koyunlardan özel olarak seçilip yetiştirilmiş büyük bir koçu II. Murat'a verirken: - Bu can bu koçta olduğu müddetçe Osmanlı Devleti'ne isyan etmeyeceğim, diye birkaç defa yemin eder. Karamanoğlu Mehmet Bey, koçun öldüğünü haber aldıktan sonra: - İşte bu can, koçtan ayrıldı, ettiğim yeminin de hükmü kalmadı, diye övünecektir. Böylece Karamanoğlu Mehmet Bey, vermiş olduğu sözden dönmüş ve kendisine güvenilmeyeceğini göstermiş olur. Bazı insanlar bol keseden atar tutarlar, yerine getiremeyecekleri sözler verirler. Kabak Tadı Vermek Aynı şeyleri sık sık söyleyip birilerini bıktırmak, usandırmak. Çenesi düşük olmamak, aynı konuları tekrarlayıp başkalarını bıktırmamak lazım. Söylenecek sözü, yapacak işi olmayanlar kabak tadı verirler. Bekri Mustafa, bir gün Ahmet Ağa ismindeki bir arkadaşının evine misafirliğe gitmiş. Ev sahibi, cimri mi cimriymiş. Bekri'ye arkadaşı her gün kabaktan yapılmış yemekler ikram etmiş. Sabrı tükenen Bekri Mustafa, “Bu iş kabak tadı verdi.” diyerek bir akşam arkadaşının evinin yanında bulunan bir camiye gitmiş, minareye çıkarak şunları söylemiş: Ahmet derler var bir kişi Hayra yorar yoktur işi Sabah akşam kabak aşı Yenir mi ya Resul Allah!(*) Yorgan Gitti, Kavga Bitti Anlaşmazlık ortadan kalkınca, kavga da sona erer. Her mesele konuşularak halledilir. Kavga hiçbir şeyi halletmez. Bazı insanlar anlaşmazlıkları bağırıp çağırarak çözmeye çalışırlar. Ya da bazıları bilerek anlaşmazlık ve uzlaşmazlık oyunu oynayarak kavga eder görünüp başkalarını aldatarak onlara zarar vermek isterler. Nasreddin Hoca, bir gece uyurken, dışarıdan gelen gürültüyle uyanır. Gürültünün gittikçe arttığını görünce, meraklanır. Yorgana bürünüp sokağa çıkar. Adamlar Hoca' yı böyle görünce üzerine hücum ederler. Yorganı kaptıkları gibi kaçarlar. Hoca, yorgansız eve dönünce, hanımı dışarıdaki gürültünün ne olduğunu sorar. Hoca, “Gürültü bizim yorgan içinmiş: Yorgan gitti, kavga bitti.” der. Gır Gır Geçmek Alay etmek, takılmak, dalga geçmek. Hiçbir kimsenin hâl ve hareketini beden diliyle göz kaş oynatarak taklit etmemeli, kimseyi küçümsememeli ve kusurlarını eğlence konusu yapmamalıyız. Kötü söz ve hareket sahibine aittir. Alay edenle alay edilir. Başkalarıyla alay edenler, haddini bilmez, kişiliği oturmamış, ne oldum delisi olan insanlardır. Kıraathanenin birinde bir adam, boş bir nargilenin marpucu ile sürekli çekip fokurdatıyormuş. Nargilenin çıkardığı sesten rahatsız olan bir müşteri sormuş: - Yahu birader! Tömbeki yok, ateşi yok, dumanı yok. Niye boş nargileyi çekip duruyorsun? - Ben onun dumanında değil, gırgırındayım. O, gır gır ettikçe keyfim geliyor, demiş. Gemileri Yakmak Gemiyle işgale gittikleri bir yerde ordusu rakibin gücü karşısında korku duymaya başlayınca Sezar askerlerini yüksek bir tepeye çıkartır ve aşağıda kalan bir kaç askere gemileri ateşe vermeleri emrini verir. Geldikleri gemiler gözlerinin ününde çatır çatır yanan ordu şok geçirmiştir. Sezar 'gördüğünüz gibi gemileri yaktık artık dönüş yok ya bu savaşı kazanırsınız ya da hepimiz burada ölürüz' şeklinde bir konuşma yapar. Savaş Sezar’ın ordularının ezici zaferiyle sonuçlanır Avucunu Yala (‘Beklediğin olmadı; umduğunu bulamadın’ anlamında kullanılan bir deyim.) Bu deyim, kışın karlı ve soğuk havalarda inine kapanarak, tabanlarının altını yalamak suretiyle karın doyurmaya uğraşan ayıların hareketinden alınmadır. Çünkü ayılar kışın arasa da yiyecek bulamaz hareket edecek olsa da, boşuna enerji tüketmiş olur. Bunu iyi bilen ayılar kış uykusuna yatar. Ayağını yalamakla yetinir yazın gelmesini bekler. Başka yapacak bir şeyi yoktur. İlk Göz Ağrısı Eskiden savaşlar şimdikinden çok olduğu için, Anadolu' nun hemen her köyünden, hemen her hanesinden şu ya da bu cephede savaşan bir asker olurmuş. Bu askerlerin geride kalan anaları, kardeşleri, hanımları, nişanlıları, yavukluları olurmuş elbette. Bu biçareler, vatanını, milletini, dinini muhafaza için cephe cephe koşan yiğitleriyle elbet gurur duyarlarmış ama ağlamadan, gözyaşı dökmeden de gün geçirmezlermiş. Bazen aşikâr, bazen gizli gizli ağlayan genç kız ve gelinlerimizin göz pınarları kuruyup gözleri çapaklanmaya ve ağrımaya başlarmış. Birbirleriyle konuşurken, o zamanın terbiyesi icabı: "Senin yavuklun, senin kocan" diyemezler, utanırlarmış. "Benim göz ağrımdan hiç mektup gelmiyor, seninkinden haber var mı?" diye sorarlarmış. Dolap Çevirmek Eskiden paşa, vezir, sadrazam, komutan gibi ileri gelen veya mal varlığı iyi olan kişilerin konakları olurdu. Bu büyük evler kadınların kısmına haremlik, erkeklerin kısmına selamlık adı altında iki kısım bulunur. Kadınlar kısmı ile erkek kısmı arasındaki duvarda tam bir ekseni etrafında dönen, silindir biçiminde kapaksız bir dolap yerleştirilirdi. Yarısı açık, yarısı kapalı bu dolabın içinde sıra sıra geniş, dar raflar bulunurdu. Kadınlar kısmında pişen yemekler, içecekler diğer ikramlar bu dolap ile erkekler kısmına servis edilirdi. Kadınlar ikram edilecekleri dolabın kapalı kısmına yerleştirip, erkekler kısmına çevirir, tabaklar, fincanlar boşalınca erkekler tarafından kadınlar kısmına çevrilirdi. Böylece kadın erkek birebirini görmeden servis yapılmış olurdu. İşet bu servis dolaplarının zaman zaman gönül işlerinde kullanıldığı da olurmuş. Örneğin delikanlının biri sevdalısına kimsenin haberi olmadan çaktırmadan mektup, çiçek vesaire. Verecek olursa bu dolaptan yararlanırmış. Delikanlıya mendil mi gelecek yine bu dolap hizmet verirmiş. Adam Yerine Koymamak Bir kimseye değer vermemek, adamdan saymamak. Bir insan adam yerine konup saygı görmek istiyorsa, bir makama ilmi ve ahlaki faziletleriyle gelmelidir. Onun bunun torpili, hatırı ve nüfuzuyla bir yerlere gelenler adam yerine konulmadığı gibi, saygı da görmezler. Kethüdazade Arif Efendi, hatır gönül yoluyla tanıdıklarından birinin oğluna bir memuriyet verilmesini ister. Devrin şeyhülislamına bir tavsiye mektubuyla birlikte delikanlıyı gönderir. Şeyhülislamdan: - Önce imtihana girsin. Kazanırsa bir yer bulunur, tayinini yaparız, cevabını alır. Aradan zaman geçtikten sonra Arif Efendi ile şeyhülislam karşılaşırlar. Arif Efendi: - Efendi hazretleri, size gönderdiğim adama imtihana girsin, kazanırsa bir yerlere tayin ederiz, demişsiniz. Siz bu makama imtihanla mı geldiniz, deyince, Şeyhülislam: - Beni de işte bunun için adam yerine koymuyorlar ya, diye cevap vermiş. Pusulayı Şaşırmak Doğru yoldan ayrılmak ve güç duruma düşerek ne yapacağını bilemez hâle gelmek. İnsanları güç duruma düşüren, onları doğru yoldan ayıran sebepler şüphesiz insanların hâl ve hareketleri ve edindikleri kötü alışkanlıklardır. İnsan, hâl ve hareketlerinde mantıklı ve düzenli, alışkanlıklarında ölçülü olursa hiçbir problem çıkmaz. Daima iyiyi ve güzeli istemek, kötü alışkanlıklardan uzak durmak, aklı başında hareket etmek, insana insanca yaşamanın yollarını açacak, zorlukları kolaylaşacak ve ne yaptığının farkına varmasını sağlayacaktır. Valilerden biri afyon çekmeden hiçbir işe bakamaz, kendini bir türlü toparlayamazmış. Sadece kâtibinin bildiği bu alışkanlıklarını herkesten gizler, afyon kutusuna “pusula” adını vererek, ihtiyaç duyduğu zaman kâtibinden istermiş. Bir gün, kendisine bir dilekçe vermeye gelen adamın biri, valinin karşısında saygı için eğilince, cebinden afyon kutusunu düşürür. Kutunun içindeki haplar saçılır. Adam, afyonkeş olduğu anlaşılıp vali kızacak diye korkarken, aynı alışkanlığa müptela olan ve bunun ne demek olduğunu bilen vali, kâtibine: - Adamcağız pusulasını şaşırdı. Dilekçesini al, haplarını da topla der. Tabanları Yağlamak Uzak bir yere yürüyerek gitmek için, bütün gücünü toplayıp yola koyulmak, bir yerden koşarak uzaklaşmak. Bir gün Nasreddin Hoca, yağmurlu bir günde evinin balkonunda oturmuş gelen geçenleri seyrediyormuş. Bu arada herkes yağan yağmurdan kaçışmaya başlamış. Bunlar arasında Hoca'nın tanıdığı yaşlı başlı, aksakallı, cüppesiyle yağmurdan kaçan bir adam da varmış. Hoca adama oturduğu yerden seslenerek: - Çoluk çocuğun koşmasına şaşırmadım da senin şu saçın ve sakalınla Allah'ın rahmetinden kaçtığını biraz tuhaf karşıladım, demiş. Zavallı adam evine yürüyerek gitmiş, gitmiş ama yağmurdan da sırılsıklam olmuş. Bir başka yağmurlu gün, bunun tam tersi olmuş. Daha önce yağmurdan sırılsıklam olan adam evinin penceresine oturmuş, yağmuru ve yağmurdan kaçan insanları seyrederken bir ara paçalarını sıvayıp yağmurdan kaçan Hoca'yı görmüş: - Bu ne hâl Hoca? Ele verirsin talkını, kendin yutarsın salkımı, demiş. Hoca bu, hiç altta kalır mı? Hemen cevabı yapıştırmış: - Ben senin gibi yağmurdan kaçmıyorum ki. Allah'ın rahmetini çiğnememek için tabanları yağlıyorum. Derdini Anlat Marko Paşaya Marko Paşa, Sultan Abdülaziz döneminde yaşayan Rum hekimidir. Üstat bir hekim olan Paşa çokça hastayı tedavi eder ve sağlığına kavuşturur. Halk arasında da çok ünlü dür, her gün belki yüzlerce insan kapısını çalar, hastalıklarına çare arar. Bunca insanın bırakın derdine çare olmayı, dinlemek bile imkânsız bir hal alır. Bu duruma kendince bir çözüm bulur. Kapısına gelen hastalarını dikkatle dinler, Onlara şöyle der; ‘’Anladım, anladım ama ne?’’ Biçare hastada bu anlamsız soru karşısında, herhalde iyi anlatamadım diye düşünür ve tekrar anlatır. Ama yine Marko Paşa ; ‘’Anladım ama ne?’’der. Bu böyle olunca, hastalar çareyi oradan uzaklaşmakta bulurlar. Zamanla Marko Paşanın ünü unutulur gider. Elinin Hamuru İle Erkek İşine Karışmak Yapamayacağı bir işe kalkışmak. Herkesin kendine göre bir işi vardır. Kimse kimsenin işine karışmamalıdır. Hele bir insan yapamayacağı, üstesinden gelemeyeceği bir işle uğraşmamalıdır. İşi ehline bırakmalıdır. Köyün birinde bir erkek, evinin bahçesinde çamurdan kerpiç, karısı da duvar dibindeki ocakta, sacın üstünde, yağlı közleme yapıyormuş. Erkek iki de bir közlemenin iyi pişip pişmediğine karışırmış. Karısı da kocasının kestiği kerpiçlerin düzgün olmadığını söyler, kocasının beceriksizliğini yüzüne vururmuş. Adam dayanamamış, karısına: - Ben elimin çamuru ile senin işine karışmayacağım. Sen de elinin hamuru ile erkek işine karışma, demiş. Rahmet Okutmak Gelenin gidenden daha kötü çıkması, gelenin gideni aratması. Birlikte çalıştığımız fakat hiçbir şeyinden hoşnut olmadığımız gider, onun yerine ondan daha beter bir insan gelirse, eskiden birlikte çalıştığımız insanı arar hâle geliriz. Eskiden yaşlı hırsızın biri, hastalanarak yataklara düşmüş ve Allah'a şöyle yalvarmış: - Ey büyük Allah'ım, ne kazandıysam hepsini hırsızlıktan kazandım. Bu kadar günahla huzuruna nasıl çıkacağım? Dünyada herkes arkamdan lanet okuyacak, öldü de kurtulduk, diyecekler, sen beni affet! Hırsızın oğlu: - Baba sen hiç merak etme. Ben seni her gün rahmetle andırırım. Yüreğin rahat olsun, demiş. Babası öldükten sonra evi geçindirmeye ve baba mesleğini sürdürmeye başlamış. Hırsızlık için girdiği evden iğneden ipliğe ne varsa hepsini götürür, evi tam takır bırakırmış. Evleri soyulanlar hırsızın babasını arar olmuşlar: - Allah rahmet eylesin, babası da hırsızdı ama girdiği evlerden ihtiyacı kadar alır çıkardı. Oğlu gibi girdiği evi soyup soğana çevirmezdi, demişler. Hariçten Gazel Okumak Bilmediği, aklı ermediği, üstüne vazife olmayan işlere karışmak, söz söyleyip akıl öğretmek. Herkesin aklı kendine. Bilmediğimiz, üstümüze vazife olmayan işlere karışmamalıyız. Bilmediğimiz işlere karışıp kimsenin karşısında küçük düşmemeli ve hakarete uğramamalıyız. Eskiden İstanbul'da müzik dinlemek ve hoşça vakit geçirmek için sazlı sözlü eğlence yerlerine gidilirmiş. İçkili olan böyle yerlere, kafaları çeken müşterilerden güzel sesli olanlar, aşka gelip oturdukları masadan gazel okumaya başlarlarmış. Bunlar arasında sahnedeki sanatçıları bile gölgede bırakanlar varmış, bu sebeple disiplini sağlamak için, sahnedeki saz takımının arkasına, “Hariçten gazel okumak yasaktır.” diye bir uyarı yazısı asılmış. Denize Düşen Yılana Sarılır Dönem II. Mahmut dönemi ve Kavalalı Mehmet Paşa Mısır Valisi dir. Kendine aşırı güvenen Kavalalı Mehmet Paşa nın amacı önce Suriye, ardında Osmanlı yı ele geçirmektir. Oğlu İbrahim Paşa, Suriye’yi ele geçirmiş Osmanlının yolladığı gücüde yenmişti. İstanbul’a doğru yola çıkmıştı. II. Mahmut, ordunun o an için bunlarla baş edebilecek vaziyette olmadığından Ruslarda yardım isteme taraftarıdır. Rus çarı Nikola’dan yardım ister. Bir Osmanlı sultanın Ruslardan yardım istemesi yadırganır. Bir takım vezirler ‘’bu nasıl işdür?’’ diye mırıldanınca, Sultan Mahmut Ne yapalım? Düştük denize sarılırız yılana der. Yok, Devenin Başı Daha neler, çok abartıyorsun. Bu deyim varı yok, yoğu var göstermek için de kullanılır. Konuşmaları abartmamak lazım. Bazı insanlar abartılı konuşmayı severler. Kısa ve kesin sözler insan zihninde daha fazla yer eder. Abartılı sözler ise unutulur gider. Kısa, kesin ve etkili konuşmak insanın kendini yetiştirmesine ve olgunlaştırmasına bağlıdır. Bir hacı adayı, çölde haftalardır deve üzerinde Hicaz'a yolculuk yaparken, bir gece uykusunda bir rüya görmüş. Rüyasında kendi evinde karısı ve çocuklarıyla berabermiş. Karısı yer döşeklerini sermiş, örtü ve yorganları düzeltiyormuş. Adam karısına seslenmiş: - Hanım, döşekleri serdin mi? - Serdim, serdim, hepsi hazır, seni bekliyor. - Öyle ise hemen yatayım mı? - Yat, kocacığım yat da dinlen, deyince yatağa yatmak için kendini bırakan zavallı adam, devenin sırtından kumlara düşmüş. Uyanıp, can acısıyla bağırıp çağırmaya başlamış. Kervancılar gelip adamı yerden kaldırmışlar. Devesini de çöktürmüşler. Uyku sersemi adam deveye ters binmiş. Kimse işin farkında değilmiş. Tekrar yola revan olmuşlar. Sıcak beynine vuran hacı adayı, her yanım kırıldı, diye inlerken devenin başını aramış fakat bir türlü bulamamış. Bu sefer de, “Yok, yok, vallahi yok, devenin başı yok.” diye bağırarak yolculara seslenirmiş. Yanına gelenler, ne oluyorsun, diye sormuşlar: “Yahu size yok bu devenin başı diyorum, devenin başını nereye koydunuz?” diye şaşkın şaşkın söylenmeye başlamış. Çayı Görmeden Paçaları Sıvamak Zamansız iş yapmak, ortada hiçbir sebep yokken hazırlanmaya kalkışmak. İnsan her işini gerekli şartlar oluştuğu zaman yapmalı. Zamanında yapılan iş, verimli ve faydalı olur. Zamansız ve düşünülmeden yapılan iş, verimli olmadığı gibi zaman ve emek kaybına da sebep olur. Serapsız çöl olmaz. Serap, ışığın kumlara yansımasıyla ve kumların uzaktan su gibi görünmesiyle oluşur. Hiç serap görmemiş bir insan, kervanla çölde giderken sıcağın ve yorgunluğun etkisiyle serap görmüş. Suya yaklaştıklarını sanarak, sevinçle koşmaya başlamış. Bu hareketi gören tecrübeli bir güngörmüş: - Oğlum, o gördüğün su değil, seraptır. Çaya varmadan paçaları sıvama, demiş. Tadını Kaçırmak Bir şeyin ölçüsünü kaçırıp zevkini bozmak. Her şeyi tadında bırakmak lazım. Yani ölçüyü kaçırmamak… Yemede ölçü, konuşmada ölçü, harcamada ölçü ve uykuda ölçü. Yemekte ölçüyü kaçırmak sağlıksızlık işaretidir. Konuşmada ölçüyü kaçırmak insanları birbirinden uzaklaştırır. Harcamada ölçüyü kaçırmak insanı borçlu kılar, başkalarına muhtaç eder. Davranışta ölçüyü kaçıran insanlar komikleşir ve nihayet uykuda ölçüyü kaçırmak insanı tembelleştirir. Bir şehre gelen saf bir köylü, çarşı pazar dolaşırken manav dükkânında taze incirler görmüş ve onlardan bir kilo almış, mendiline doldurarak köyünün yolunu tutmuş. Yolda giderken incirlerin tadına bakmış, yedikçe yiyeceği gelmiş. İncirin tadı damağında kalmış. Aylar sonra tekrar şehre inmiş. Daha önce incir aldığı manavı arayıp bulmuş. Mevsimi olmadığından manavda incir yokmuş. İncirin de adını bilmediğinden, manava, “İncir var mı?” diye soramamış. İnciri tarif ederek manava anlatmaya çalışmış. Manav, “Olsa olsa bunun anlatmak istediği patlıcandır.” diyerek, köylüye bir okka patlıcan vermiş. Patlıcanları incire benzetemeyen köylü, o zamandan bu zamana kadar, meyvenin boyu büyümüştür, rengi değişmiştir, diyerek patlıcanlardan birinin tadına bakmış. Çiğnedikçe tatsız, tuzsuz bir şey olduğunu anlamış. Suratını ekşiterek manava, “Bak hemşerim, gücenme dediğime, sen bunların Şapa Oturduk! Kızıldeniz’in eski bir adı Şap denizidir Mercana benzeyen büyük beyaz taşlar genelde bu denizden getirilir. Bu taşlar su altında hacimlerini büyüterek yayılır ve gemiler için tehlike oluşturur. Seyir haritalarında normal derinlikler gösterisede bu tip yerlerde bu şap kayaları büyüdk göründükleri için tehlikelere neden olmuşlardır. Eski dönmelerde Hacca gemiyle giden hacı adayları için sıklıkla başa gelen en önemli tehlikeli geçişlerden biri bu bölgeden yapılan geçişlerdir. Hacı bekleyen ahali "İnşallah bizimkiler şapa oturmaz" deyip dua ederlermiş. Şapa oturmak tabiri buradan gelmektedir.
- YANLIŞ BİLİNENLERİN DOĞRULARI
SIRA NO : 1 YANLIŞ BİLİNEN : Su küçüğün, söz büyüğün DOĞRUSU : Sus küçüğün, söz büyüğün AÇIKLAMASI : İlk cümlede geçen su ile ikinci cümlede geçen söz arasında bir bağ kurulamaz, çünkü saçma bir anlam çıkar ortaya! Ama doğrusunu okuduğumuz zaman tamam deriz. SIRA NO : 2 YANLIŞ BİLİNEN : Su uyur, düşman uyumaz DOĞRUSU : Doğrusu: Sü uyur, düşman uyumaz AÇIKLAMASI : Sü, 'asker' demek. Yani deyimimiz diyor ki, "Asker uyur, düşman uyumaz." SIRA NO : 3 YANLIŞ BİLİNEN : Güzele bakmak sevaptır DOĞRUSU : Güzel bakmak sevaptır AÇIKLAMASI : İslam dini, hatta tüm dinler canlılara “güzel” bakmayı emreder. SIRA NO : 4 YANLIŞ BİLİNEN : Saatler olsun DOĞRUSU : Sıhhatler olsun AÇIKLAMASI : Genelde tıraş olduktan sonra sağlıklı olunması temennisidir SIRA NO : 5 YANLIŞ BİLİNEN : Sıfırı tüketmek DOĞRUSU : Zafiri tüketmek AÇIKLAMASI : Zafir, 'nefes' demektir, yani 'nefesi tüketmekten' bahsediliyor. SIRA NO : 6 YANLIŞ BİLİNEN : Ana gibi yar, Bağdat gibi diyar olmaz DOĞRUSU : Ane gibi yar, Bağdat gibi diyar olmaz. AÇIKLAMASI : Deyimde aslında bahsedilen Ane, Bağdat'ta / Bağdat Yolu üzerindeki bir yar, yani bir uçurum. "Ane gibi uçurum olmaz demek. SIRA NO : 7 YANLIŞ BİLİNEN : Azimle sıçan mermeri deler DOĞRUSU : Azimli sıçan mermeri deler AÇIKLAMASI : En saçma değişime uğramış sözdür. Fareler isterse mermeri delebilir. SIRA NO : 8 YANLIŞ BİLİNEN : Enikonu DOĞRUSU : Önü sonu AÇIKLAMASI : Doğrusu 'önü sonu'. Deyimin kullanılma yeri de 'bir şeyin etraflı şekilde belirtmek' anlamındadır... SIRA NO : 9 YANLIŞ BİLİNEN :"Göz var nizam var" DOĞRUSU :"Göz var izan var" AÇIKLAMASI : İzan: anlayış, anlama yeteneği. Nizam: düzen, kural SIRA NO : 10 YANLIŞ BİLİNEN : Elinin körü" DOĞRUSU : Ölünün kûru AÇIKLAMASI : Kûr: mezar, gömüt SIRA NO : 11 YANLIŞ BİLİNEN : Aptala malum olurmuş" değil DOĞRUSU : Abdal'a malum olurmuş AÇIKLAMASI : Abdal: Ermiş, bilgin. Bilgin kişi hemen sezer. SIRA NO : 12 YANLIŞ BİLİNEN : Geçti Bolu'nun pazarı, sür eşeği Niğde'ye" değil DOĞRUSU : Geçti Bor’un pazarı, sür eşeğini Niğde’ye AÇIKLAMASI : Bor, Niğde’nin her hafta pazar kurulan bir İlçesi SIRA NO : 13 YANLIŞ BİLİNEN : Haydan gelen huya gider" değil DOĞRUSU : Hayy'dan gelen Hu'ya gider AÇIKLAMASI : Hayy, Hu: Tanrı’nın İslam dinindeki isimlerinden ikisi SIRA NO : 14 YANLIŞ BİLİNEN : Kısa kes Aydın havası olsun DOĞRUSU : Kısa kes Aydın abası olsun AÇIKLAMASI : Aba bir giysidir ve Aydın efesinin abası kısa ve dizleri açıktır SIRA NO : 15 YANLIŞ BİLİNEN : Fukaranın düşkünü beyaz giyer kış günü" değil DOĞRUSU : Zürafanın düşkünü, beyaz giyer kış günü AÇIKLAMASI : Daha önce iyi bir durumda olan kişi bu konumunu kaybettiğinde uygun olmayan, yersiz davranışlarda bulunur demektir. Ancak buradaki zürafa bizim bildiğimiz hayvan türü zürafa değil zarafetine önem veren kişi anlamındadır SIRA NO : 16 YANLIŞ BİLİNEN :"Altı kaval, üstü şişhane" değil DOĞRUSU : Altı kaval, üstü şeşhane AÇIKLAMASI : Kaval: namlu mermiyi nereye atacağı çok da kestirilemeyen düz bir borudur. Şeşhane: mermiyi atış ekseni etrafında döndürerek çok daha hassas nişan almayı sağlayan altı yivli namludur SIRA NO : 17 YANLIŞ BİLİNEN : Eşek hoşaftan ne anlar DOĞRUSU : Eşek hoş laftan ne anlar? AÇIKLAMASI : Eşek ile hoşafın doğrudan bir ilgisi olmayıp, yanlış bilenler suyunu içer tanesini bırakır diye açıklarlar. Oysa eşek hoşaf verildiğinde tanelerini de yemektedir. Buradaki konu üzüm değil, HOŞ KELAM anlamında, hoş laftır. SIRA NO : 18 YANLIŞ BİLİNEN :Su içene yılan bile dokunmaz DOĞRUSU :Su içen yılana bile dokunulmaz AÇIKLAMASI : Muhtaç ve biçare kişilere dokunulmamalı anlamında SIRA NO : 19 YANLIŞ BİLİNEN : (Kaba) ağaç dalıyla gürler DOĞRUSU : (Kaba) ağaç yaprağıyla gürler AÇIKLAMASI : İnsan önemli işleri akrabası, yakınları, yandaşlarından güç alarak daha kolay yapar. SIRA NO : 20 YANLIŞ BİLİNEN : Ziyaretin kısası makbuldür DOĞRUSU : Ziyaretin kısas’ı makbuldür. AÇIKLAMASI : Yani karşı ziyaret yapılması gerekir SIRA NO : 21 YANLIŞ BİLİNEN : İnce eleyip sık dokumak DOĞRUSU : İnci eğirip sık dokumak AÇIKLAMASI : Eğirmek, yün pamuk gibiİpliklerin iğ ile bükülüp iplik durumuna getirildikten sonra dantelin/giysinin sık şekilde örülmesi anlamındadır SIRA NO : 22 YANLIŞ BİLİNEN : Burası Muş’tur Yolu yokuştur. DOĞRUSU : Burası Huş’tur Yolu yokuştur AÇIKLAMASI : Meşhur Yemen Türküsünde Burası Muş`tur, yolu yokuştur. Sözünün doğrusu, Burası Huş`tur şeklindedir. (Huş, Yemen`in vilayetidir. Yemen neresi, Muş, neresidir Allah aşkına? SIRA NO : 23 YANLIŞ BİLİNEN : Kelli Felli DOĞRUSU : Kerli, Ferli AÇIKLAMASI : Ker: kuvvet Fer: İktidar anlamındadır. SIRA NO : 24 YANLIŞ BİLİNEN : Sütten ağzı yanan yoğurdu üfleyerek yer DOĞRUSU : Sütten ağzı yanan ayranı üfleyerek içer AÇIKLAMASI : Ayran ve süt içilen gıdalar olup süt sıcak ve soğuk içilmesine rağmen ayran her zaman soğuk içilir SIRA NO : 25 YANLIŞ BİLİNEN : Darısı başıma DOĞRUSU : Darisi başıma AÇIKLAMASI : Darisi (ilacı) başıma. Saçı dökülenler için söylenmiş söz. SIRA NO : 26 YANLIŞ BİLİNEN : Eski camlar bardak oldu DOĞRUSU : Eski Çamlar bardak oldu. AÇIKLAMASI : Eski çam ağaçları oyulup tahta bardak yapılırmış Deyim oradan geliyor. Zaten camın eskisi diye bir tabir olmaz. Beydağlarında konuşlanmış, ormancılıkla ilgilenen Yörükler yaşını başını almış çamları keser kereste yapıp, arta kalan materyalden bardak kap kacak gibi şeyler yaparlar. BAZI DEYİMLER : DEYİM :‘TABAKANEYE BOK YETİŞTİRMEK’ AÇIKLAMASI : Eski deri atölyelerinde derinin işlendiği, yani tabaklanıp kullanıma hazır hale getirildiği yerlere tabakhane denir. Henüz tabakama işlemi kimyasallarla yapılmadığı dönemlerde derileri tabaklamak için köpek pisliği kullanılırdı. Bunun sebebi ise; köpek pisliğinde bulunan ve tabaklama reaksiyonlarının gerçekleşmesi için gereken enzimlerdir. Ve tabi ki bu enzimlerin faaliyet gösterebilmeleri için malzemenin çok acil olarak tabakhaneye yetişmesi gerekir. DEYİM :‘ İKİ DİRHEM BİR ÇEKİRDEK’ AÇIKLAMASI : Giyim kuşamına özen göstermiş şık kıyafetleriyle dikkat çeken insanlar hakkında ”iki dirhem bir çekirdek” sözü kullanılır. Bu yakıştırma ağırlık ölçüsü olarak okkanın kullanıldığı eski devirlerden kalmadır. Belki biliyorsunuz; bir okka bugünkü ölçülerle 1283 gram tutar. Okkanın dört yüzde birine dirhem adı verilir (Şimdiki gram ile aynı birim olduğunu sanarak gram diyecek yerde dirhem denilmesi hatalıdır.) Dirhem daha ziyade hassas teraziler için kullanılan bir ölçüdür. Ancak sarraflar dirhemden daha hassas ölçümler için bir ağırlık birimi daha kullanırlar. Buna çekirdek (keçiboynuzu çekirdeği) denir ki toplam 5 santigram karşılığıdır. Eski devirlerin en kıymetli parası olan bir Osmanlı altını toplam iki dirhem bir çekirdek ağırlığa sahiptir. Bu durumda süslenmiş kimselere iki dirhem bir çekirdek yakıştırmasında bulunanlar mecaz yoluyla onlara altın demiş olurlar ki bizce pek zarif bir nüktedir. DEYİM :‘ PABUCU DAMA ATILMAK’ AÇIKLAMASI : Osmanlı döneminde esnaf ve sanatkârların bağlı bulunduğu teşkilat, ticaretin yanında sosyal hayatı da düzene sokuyordu. Kusurlu işin önüne geçmek için de ilginç bir önlem alınmıştı. Tamir ettirdiniz ayakkabı kusurlu çıktı diyelim. Böyle durumlarda heyet şikâyeti ve sanatkârı dinliyor. Eğer şikâyet eden gerçekten haklıysa, o ayakkabıların bedeli şikâyetçiye ödeniyordu. Ayakkabılar da ibret-i âlem olsun diye ayakkabıyı imal edenin çatısına atılıyordu. Böylece pabuçları dama atılan ayakkabıcı maddi kazançtan da oluyor ve gerçekten pabucu dama atılmış oluyordu. DEYİM :‘ AĞZINA TÜKÜRMEK’ AÇIKLAMASI : Vaktiyle, saçma sapan şiirler yazan bir şair, Molla Camii’nin meclisinde, -Üstat, demiş, dün gece rüyamda şiirler yazıyordum ki Hızır Aleyhi selamı gördüm. Mübarek ağzının tükürüğünden bir parça benim ağzıma tühledi. Molla Camii, adamın şiirlerinde keramet sezilmesi için böyle söylediğini ve yalancı şöhret peşinde koştuğunu anlayıp cevabı yapıştırmış: - Be ahmak, öyle değil. Bence Hızır Aleyhi selam bu şiirleri senin yazdığını görünce yüzüne tükürmek istemiş, ama o sırada ağzın açık olduğundan, tükürük ağzına girmiş! DEYİM :‘ TEŞBİHTE HATA OLMAZ’ AÇIKLAMASI : TDK: "yeri geldiği zaman çirkin, kaba bir benzetme ile anlatıma daha etkili bir hava verilmesi, saygısızca bir davranış değildir, kimse bundan alınmamalıdır" anlamında kullanılan bir söz. Doğrusu: ''Teşbih hata kaldırmayan bir durum olup, benzetme yapılırken hata yapılmaması gerektiği anlamını taşır.'' Kaynak: Aksoy, Ömer Asım (1995). Atasözleri ve Deyimler Sözlüğü 2 Deyimler Sözlüğü. İstanbul: İnkılâp Kitabevi Velhasıl kelam, toplum içinde çeşitli sebeplerden dolayı derin anlamları olan ve günlük hayatta kültürümüzü arttıran bu güzelim söz ve deyimler değişime uğramış ve anlamlarını yitirmişler. Bize düşen ise, bu mirası doğru kullanmak ve gelecek nesillere aktarmak. Unutulmamalı ki, dil ve iletişim bir ülkeyi, bir toplumu ayakta tutan en önemli öğelerin başında geliyor. DEYİM :‘ AVA GİDEN AVLANIR' AÇIKLAMASI : Burada anlatılmak istenen ava giden kişin av olabileceği değil. Atasözünde tembellikten kaçınılmayı öğütlemekte ve sadece ava giden kişilerin avlanabileceği vurgulanıyor. Yani sadece ava gidenler avlanabilir, evde oturup yatanlar değil. DEYİM : 'YALANCININ MUMU YATSIYA KADAR YANAR' AÇIKLAMASI : Bu söz insanlar tarafından yalancının yalanı en kısa sürede anlaşılır diye yorumlanıyor. Bu yorum doğru olmakla birlikte eksik ve hatta yanlıştır. Zira bu sözün ortaya çıkışı şöyle imiş: eskiden yatsıyı kılmadan yatan bazı kişiler dışardan bakanlar yatsıyı kılıyor sansınlar diye yatmadan önce yatsının sonuna kadar yanacak bir mum yakarlarmış. Sözün aslı da budur. DEYİM : 'ASLAN YATTIĞI YERDEN BELLİDİR.' AÇIKLAMASI : Çoğu kişi bu sözü yatağın temizlenmesi anlamında algılar ama aslan yattığı yeri temizler mi ki temizlik için aslan örnek gösteriliyor. Hâlbuki sözün asıl anlamı 'Bir aslanın aslan olduğunu belli etmesi için ayağa kalkıp kükremesine bile gerek yoktur yattığı yerde bile o aslandır.' şeklindedir.
- OKULLARIN GUVENLIGI
YAZAN : Mehmet ASAL http://www.guvenlikyonetimi.com/okullarda-g%c3%bcvenli%c4%9fin-sa%c4%9flanmas%c4%b1/ Bir okul için veliler tarafından aranan özellikler; Eğitim Felsefesi, vizyon ve misyonu, akademik başarıları, deneyimli öğretmen ve alanlarında profesyonel olan öğretim kadrosu, öğretmen başına düşen öğrenci sayısı, kazandıracağı yabancı dil yeteneği, vereceği özgüven, üst okul sınavlarına ve hayata hazırlamadaki başarıdır. Okullarının fiziki yapısı planlanırken, sağlamlık ve depreme dayanıklılık, dış ve iç güvenlik, çevreye ve meteorolojik koşullara uyum, eğitim amaçlarına hizmet, modern ve estetik bir görüntü, geniş, büyük ve aydınlık alanlar amaçlanır. Bir sistemin, hele bu Eğitim ise, yer aldığı mekânın özellikleri ile sistemin araç, süreç ve hedeflerinin uyuşum içinde olması gerekir. Herhangi bir uyumsuzluk durumunda, güvenlik ve huzurun olmadığı bir ortamda eğitim sisteminde aksaklıkların oluşabileceği söylenebilir. (William E. Hathaway, Department of Pediatrics, University of Colorado, School of Medicine, Denver, CO 80262) “Eğitsel Binalar” adlı makalesinin girişinde şöyle diyor: “Bizler ilk önce binaları şekillendiririz sonra onlar bizleri şekillendirir. Okullar için bu çok önemlidir, çünkü gerek öğrenmeye ve insan becerisine yardımda ya da her ikisini de dengelemek için eğitsel binaların birçok özelliğinin gizil güçleri vardır”. Özellikle veli çocuğunu okula bırakırken ve sonrasında duyacağı güven, öğrencinin okuldaki huzuru ve emniyeti eğitim hayatındaki başarısında oldukça önemlidir. Zira bir yılın en az 180 gününü okulda geçirecek bir öğrenci ve onun velisi için eğitimden de önce gelen ilk unsur, çocuğunun güvenli bir ortama gelip gelmediği ve günlük ders sonunda güvenli bir şekilde evine dönüp dönmediğidir. Bir okul için güvenlik açısından en kritik zaman sabahları eğitim başlamadan önceki 1 saat ile, öğleden sonra ders bitimini takip eden 1 saattir. Bu süreler içinde giriş ve çıkış sayıları pik noktalara ulaşır ve hata yapma riski de çok yükselir. Bu konuyu iyi bilen Okul Yöneticileri; toplam 2 saatlik bu dönemi azami personel ve dikkat ile kontrol etmeli, Okul İdari Personeli de bu süre içerisinde Güvenlik Personeline yardımcı olacak tarzda ve sistematik bir şekilde organize edilmelidir. Gerektiğinde Güvenlik Görevlilerinin değişim saatleri bu dönemlerin sonuna denk getirilerek ve görevlilere 2 saat fazla mesai verilerek bu dönemdeki güvenlikçi sayısının arttırılması pratik bir çözüm olabilir. Ben burada Devlet Okullarından ziyade Güvenlik Personeli bulundurmak zorunda olan Özel Okullar itibarıyla konuya yaklaşmaya çalıştım. Zira biliyorum ki Devlet Okullarının bu tarz bir Güvenlik Kadrosu İdameleri mümkün değildir. Devlet Okullarında bu görevleri Okul Müdürü koordinesinde tüm çalışanlar üstlenmektedir. Ancak ne kadar iyi niyetli ve çalışkan olsalar da sistematik bir düzen kurmak mümkün olamaz. Toplumların, okul güvenliği konusundaki duyarlığı son yıllarda giderek artmaktadır. Bu sorun sadece ülkemizin değil, tüm gelişmiş ülkelerin en önemli eğitim sorunlarından biri hâline gelmiştir. Okul güvenliği; öğrencilerin, öğretmenlerin ve diğer personelin kendilerini fiziksel, psikolojik ve duygusal bakımdan özgür hissetmeleridir. Eğitimde verimlilik üzerine yapılan araştırmalarda okul ortamının güvenliği ve huzurunun öğrencilerin başarıları üzerinde etkili olduğu ve aynı zamanda istenen davranışlara ulaşma konusunda bir gösterge olarak kabul edilebileceği, eğitimde istenen verimin alınabilmesi için sınıf ve okul binalarının güvenliğinin önemi üzerinde durulmaktadır. Özetlemek gerekirse, Mekân olarak okul veya fiziksel ortam düzeni ve güvenliği insanların; sağlıklarını, duygusal dünyalarını ve performanslarını olumlu veya olumsuz yönde etkileyebilmektedir. Bu durum, okul mekânlarında özellikle öğrencileri ve öğretmenleri çok fazla ilgilendirmektedir. Eğitim ve öğretim faaliyetlerinin yapıldığı okullarda bu konu üzerinde önemle durulması ve gerekli düzenlemelerin yapılması eğitimin kalitesini arttırmada oldukça etkili olacaktır. Bu yüzden eğitim kurumlarında; velilerin en kıymetli hazinesi olan çocuklarının güvenlik içinde olması “Olmazsa olmaz” bir faktördür. İster aday veli olsun ister okul velisi, okula gelişinde ilk karşılaşacağı kişi Güvenlik Görevlisidir. Onun nezaketi, güler yüzü, kıyafeti, tavırları ve profesyonelliği veli için en etkileyici faktördür. Zamanımızda ve özellikle yurtdışındaki bazı okullarda meydana gelen “silahla hedef gözetmeksizin toplu tarama” gibi olaylar güvenliği daha da önemli hale getirmiştir. Güvenlik hizmetini bazı okullar kendi kadrolarına aldıkları personel ile sağlamaya çalışmışlarsa da sektör giderek artan oranda Güvenlik Hizmetinin Taşeron Profesyonel Firmalardan alınması şekline dönüşmüştür. Her iki sisteminde fayda ve mahzurları olsa da Profesyonel bir Firmadan Hizmet alınması, özellikle mazeretleri nedeniyle göreve gelemeyen personelin yerini çok çabuk doldurabilmek ve güvenlik eğitimleri anlamında önemlidir. Okulların kendi Güvenlik Personelini istihdam etmesinin en büyük faydası ise süreklilik ve tanıma kolaylığıdır. Ancak artık modern elektronik ve otomatik okuyuculu kart sistemleri, görerek yapılacak bir tanıma ve güvenlikten daha da süratli ve güvenilir hale gelmiştir. Güvenlik Şirketi; personeli daha sistematik bir şekilde ve konunun uzmanlarınca eğitebileceği gibi, personel eksilmesi durumunda çok kısa sürede de reaksiyon gösterebilir, memnun olunmayan bir güvenlik personelin değiştirilmesinde zaman kazandıracak bir inisiyatif avantajı sağlar. Ancak şurası mutlaka akılda tutulmalıdır. Hizmet hangi firmadan alınırsa alınsın Okul içerisinden yetkili ve konuları vakıf bir kişi Şirketle sürekli irtibat halinde olduğu gibi, özellikle Okulda Hizmet yapan birimin Proje Şefini/kıdemlisini bilgilendirmeli ve istenenler/yapılacaklar konusunu koordine etmelidir. Okullara Güvenlik Hizmeti verecek personelin “Güvenlik Sorumluluk alanı”; Okulun dışarıdan gelebilecek tehlike ve tehditlere karşı korunması, Okul ana girişlerindeki giriş-çıkışların kontrol altında tutulması ve Varsa otopark düzeninin sağlanması ile sınırlı olmalıdır. Güvenlik Görevlilerinin Okul binaları içinde Okul İdaresi tarafından talep edilmediği sürece güvenlik sorumlulukları olmaması en uygun hal tarzıdır. Bir okul için güvenlik dediğimizde akla şu hususlar gelmelidir; Fiziki Emniyet ve dışarıdan kaçak girilebilir ligin önlenmesi, -Çevre Duvarları, tel çitler ve jilet teller, -Tüm çevre duvarları ve/veya tel çitleri görüp kayıt altına alabilen kamera ve kayıt sistemleri, -Tüm çevreyi sürekli ya da harekete duyarlı olarak aydınlatabilecek gece ışıklandırma sistemi, -Tur saati sistemi ve tur istasyonları. Okul Dış Kapı güvenliği ve giriş/çıkış kontrol sistemleri, -Giriş kapı bariyerleri, -Giriş Turnike sistemleri, -Giriş/çıkış insan tanıma sistemleri -Okul çalışanları, -Öğrenciler, -Veliler, -Ziyaretçiler. -Giriş/çıkış araç tanıma sistemleri. Güvenlik Timi (Güvenlik Görevlilerinin Görev öncelikleri) Öğrencilerin Güvenliğinin sağlanması, Okul Personelinin güvenliğinin sağlanması, Bina içi ve dışı malzemelerin hırsızlığa karşı korunması Yangın Güvenliğinin sağlanması. Okul içerisindeki kayıp ve hırsızlık gibi olayların önlenmesinde direkt veya doğrudan sorumlu tutulmaları da doğru ve uygulanabilir olmaz. Bu konuda yardım ve destek talep edilmesi halinde yardımcı olmaları en uygun tarz ve edinilmiş tecrübedir. Okul çevresinin tel çit ve üzeri korumalı özel tel ile çevrilmesi, devamlı ya da harekete duyarlı sistemlerle aydınlatılması ve 24 saat kamera ile izlenerek kayıt altına alınması çok önemlidir. Bu aynı zamanda ciddi bir personel tasarrufu da sağlar. Herhangi bir okul için Ana giriş kapısının tek ya da en çok iki kapı olarak düzenlenip kullanılması halinde daha etkin giriş ve çıkış denetimi sağlanır. Dışarıdan girilip çıkılan kapı sayısının artması, güvenlik koordinasyonunu zorlaştıracağı gibi güvenlik ve tanıma/tanıtma kontrollerini de sıkıntıya sokar. Gece devriyeleri için özel “tur saati” uygulanmalı ertesi sabah devriye güzergahı bilgisayar ortamında kontrol edilerek ve zaman zaman güvenlik kameralarından da teyit edilerek var ise aksamalar tespit edilmelidir. Okul çalışanlarına giriş ve tanıtma kartı, öğrenciyi getirip götüren bir ya da en çok iki veliye tanıtma, giriş ve öğrenciyi teslim alabilme yetki kartları verilmelidir. Okulda yeterli park alanı varsa her veli aracı için de bir kart düzenlenebilir. Ziyaretçiler özel olarak kayıt altına alınmalı ve geçerli bir kimlik karşılığı “Ziyaretçi Kartı” verilerek bir güvenlik görevlisi nezaretinde okula girmeleri sağlanmalıdır. Okullarda en hassas konu; Öğrenci çıkışlarıdır. Çıkışlar çok ciddi ve sıkı bir şekilde kontrol ve takip edilmelidir. Velisi tarafından tanıtıcı kartı taşımadan veya “Çıkış izin kâğıdı” almadan rutin dışı öğrenci çıkışına müsaade edilmemelidir. Okullarda yaşanan en ciddi sorunlardan biri de boşanmış aileler ve çocukların velayetidir. Bu konuda sorumlu kişi Mahkeme ile velayeti alan veli olduğundan, onunla okul arasında yakın temas ve bilgilendirme olmalıdır. Bu tarz aileler ile Okul iletişim kurarak Güvenlik Birimini yazılı olarak bilgilendirmeli ve uygun giriş/çıkış kartı tanzim edilmelidir. Okullar, öğrencilerin geliş ve gidiş saatleri arasında onlar için hazırlanmış ikinci bir yuva ve barınaktır. Bu nedenle, bu Yuva içerisinde aşağıda yazılı sakıncalı hususlara izin verilmemelidir: Okul sınırlarının içine herhangi tür bir kesici/ateşli silah sokulmamalıdır. (Ailelere ait güvenlik-koruma birimleri dahil) Okul içinde/yakın çevresinde hiçbir yerde, tütün ve tütün mamulleri bulundurulmasına ve kullanılmasına izin verilmemelidir. Okul sınırları içine eğlence maksadıyla da olsa patlayıcı maddeler, havai fişek, alkol, uyuşturucu getirilmesi ve kullanımına müsamaha edilmemelidir. Okul çevresinde öğrencilerle temas edecek, onlara uyuşturucu madde verebilecek kötü amaçlı kişilerin okula yaklaşmasına müsaade edilmemelidir. Gelişmiş ülkelerde okulların güvenliğini belirlemeye yönelik olarak NSSC [Ulusal Okul Güvenliği Merkezi] gibi profesyonel kurumlar oluşturulmuştur. İsteyen okullar bu kurumlara başvurarak okulun ne düzeyde güvenilir olduğu konusunda değerlendirme çalışması yaptırabilir. Değerlendirme sonucuna göre okulun güvenliği konusunda eksiklikleri giderme ya da güvenliği devam ettirme konusunda önlem ve politikalar geliştirebilir. Ülkemizde de buna benzer kurumlara ihtiyaç vardır. Okullarda etkili öğrenmenin gerçekleştirilmesi ve öğrencilerin kendi potansiyelini geliştirebilmeleri için, okulun öğrenci, öğretmen ve diğer çalışanlar ile veliler açısından güvenli bir yer olması gerekir. Güvenli bir öğrenme ortamı olmadan; öğretmenler öğretimde, öğrenciler öğrenmede veliler de huzur ve güven de sıkıntılar yaşarlar. Öğrenciler güvenlik endişesi taşırsa öğrenmeye yoğunlaşamazlar. Bu nedenle okulların güvenli hale getirilmesi önemli bir zorunluluktur. Güvenlik, biraz olmaz. Tam olmak zorundadır. Bu nedenle Okullar çok dikkatli bir çalışma ve planlama ve bu konuda uzmanlar yardımı ile Güvenlik Sistemlerini planlayıp kurmak zorundadır. Güvenlik Protokol gibidir. Zafiyet kaldırmaz, hata kabul etmez. Esen kalınız.
- OKUL SEÇİMİNDE TEMEL KRİTERLER:
YAZAN : Mehmet ASAL Çocuğunuz 3 yaşına geldi ise artık önünüzde çok uzun bir Eğitim Dönemi var demek ki bu da üniversiteye kadar 15 yıl ( k12) + 4 yıl yüksek okul, yani toplamda 19 yıllık bir dönem demektir. (Master ve Doktora sayılmadan ve 4 yıllık Fakülteler dikkate alınarak) Bunun en azından ilk 15 yılını baştan çok iyi düşünerek seçeceğiniz Özel bir okulda, çocuğunuzu yarış atı gibi bir sınav sistemine sokmadan (Lise giriş sınavları, kolej giriş sınavları vb. gibi) hem zihinsel hem de bedensel yönden gelişimini sağlayabilirsiniz. Hatta Üniversiteyi de Yurt dışında okutmayı düşünürseniz ki ben bunu öneririm, çocuğunuzun ruh sağlığını çok daha iyi koruyarak onu hem bir dünya vatandaşı olmaya hazırlar, hem zihinsel, hem bedensel, hem de sanatsal yönlerini ve becerilerini ortaya çıkararak geliştirebilir ve mükemmel bir İngilizceye sahip kılabilirsiniz. (Dikkat ederseniz İngilizce diyorum, yabancı dil demiyorum. Bunun birçok nedeni var ki bu da bir başka tartışma ve inceleme konusudur) Ben size burada araştırma ve gözlemlerin sonuçlarını özet olarak vererek yardımcı olmaya çalışacağım. Yoksa her bir konu binlerce sayfa araştırma tutacak kadar kapsamlıdır. Konumuz özel okul ve 15 seneden bahsediyoruz. Bu size en az 500 000 – 600 000 TL Okul masrafı demektir. Üniversite hariç. Önce bunu unutmayınız. Okuldan beklenen 3 temel hedef nedir? Bunlar okulun çocuğunuza: Özgüven, Akademik mükemmeliyet, Ana dile eşit ikinci bir yabancı dil verebilmesidir. DİKKATE ALINMASI GEREKLİ KRİTERLER: OLMAZSA OLMAZ KRİTERLER: Okul mutlaka bir Vakıf Okulu olmalıdır. Şahıs okullarını seçmeyiniz. Okul bir siyasi, dini amaca, gayeye veya sermayeye hizmet eden bir okul asla olmamalıdır. Çok güçlü bir İngilizce Eğitimi olmalı ve İngilizceyi “Native Speaker” seviyesinde öğretmelidir. Bu amaçla okulda bulunan Yabancı Öğretmen sayısı önemlidir. Öğretmen başına düşen öğrenci oranı, 1/10 dan fazla olmamalıdır. Okulun iyi bir Akademik Eğitim verdiğinden emin olunmalıdır. Yetiştirdiği çocukların zgüveni yüksek kişiler olduğundan emin olunmalıdır. Okulun fiziki imkânları ile spor, sanat alanındaki kapasite ve yetenekleri incelenmelidir. Yeterli bahçe ve oyun alanı ile Rehberlik ve Psikolojik Danışma ve Yönlendirme sistemi güçlü olmalıdır. OLURSA İYİ OLACAK ÖZELLİKLER: Okulun öğrenciye yakın olması yolda ve serviste geçecek süre itibarıyla önemli bir kazançtır. Özellikle köprü geçişi olmamalıdır. Ancak yakınlık seçimdeki son kriterlerden biridir. Okulun Akademik ve Sportif başarıları araştırılmalı ve incelenmelidir. Sınıf mevcutları; yuvada 10-12, Anaokulunda 15-18, Hazırlık ve ilkokulda 20-22’yi geçmemelidir. Çok yeni bir okul olmamalıdır. (Kendini henüz ispatlamamış) Mezunlarının toplum içindeki durumları, meslek ve yaptıkları araştırılmalıdır. Çocuğunuzu okula kendiniz götürmek yerine Servis aracı sistemine dâhil ediniz. Böylece daha paylaşımcı ve sosyal olacaktır. 3 - 6 Yaş Dönemi Çocukların Anaokulu Seçiminin önemi 3 - 6 yaş dönemi çocukların zihinsel, duygusal ve sosyal gelişimleri için en önemli dönemdir. Çocuklar öncelikle gelişimlerinin bir özelliği olarak sosyalleşmek, başka çocuklarla bir arada olmak ihtiyacındadırlar. Yuvalar çocukların paylaşma, bir arada olma, birlikte hareket edebilme ve oyun oynama ihtiyacını karşılarlar. Becerileri ve zihinsel kapasiteleri birbirine denk olan yaşıtlarıyla bir arada olmak çocukların yaşayarak öğrenmelerini sağlar ve sosyal paylaşımın öğrenilmesinde etkilidir. Çocukların var olan ilgi ve yeteneklerini geliştirmeye yönelik değişik aktivitelerin sunulması önemlidir. Çocuklar hem eğlenmeli, hem öğrenmeli hem de yeni ilgi alanları bulmalıdırlar. Öğrenirken eğitim hayatlarının temeli olan birlikte hareket edebilme, grupla birlikte karar alabilme, sıra bekleme, kendini grup içinde ifade edebilme, ihtiyaçlarını ifade etme, belirlenen kuralları öğrenme ve bu kurallara-sınırlara uyma gibi becerileri kazanmaları da önemlidir. Anaokulunda daimi bir pedagog veya çocuk gelişimi konusunda deneyimli bir psikoloğun bulunması yuva seçiminde birinci koşul olmalıdır. Çocukların becerilerinin ve gelişimlerinin takibini yapabilmek ve olası bir aksaklıkta aileyi uyarabilmek çok büyük önem taşımaktadır. Çünkü olası bazı problemler erken yaşta keşfedildiklerinde hızlıca çözümlenebilmekte aksi halde uzun yıllar süren, eğitim hayatını ve çocuğun sosyal hayatını etkileyen başka zorluklara dönüşebilmektedirler. Temizlik ve fiziksel ortam zaten anne-babaların dikkat ettikleri ve fark etmekte zorlanmadıkları özelliklerdir. Burada da dikkat edilmesi gereken şey fizik ortamın nasıl düzenlendiğidir. Örneğin çocuklar hangi aktivite sırasında nerede bulunuyorlar? Bu ortamlar o aktivitenin rahatça gerçekleşmesi için uygun ortamları mı? (örneğin boya yapılan yerde zeminin halı olması hem çocukların rahatı hem de sağlığa uygunluk açısından uygun olmayabilir) Merdivenler ne kadar korunaklı? Çok önemli bir konu da sınıf mevcududur. Okul öncesi sınıflar 3 yaşta 10-12 civarı olmalıdır. Daha fazla sayıda çocuk için tek öğretmen yeterli olmamaktadır. 4 ve 5 yaş grubunda bu sayının biraz daha üzerine çıkılabilir. (15-18) Anaokulu Eğitmenlerinde Olması Gereken Vasıflar Anaokulunda çalışan öğretmen, yönetici ve çocuklarla teması olan her türlü personelin pedagojik bir eğitimden geçmiş olması önemlidir. Çünkü çocuklar için yuva içinde gördüğü ve temas ettiği herkes ve her şey okulu temsil etmektedir. Benzer bir dilin kullanılması, ses tonunun çocukları rahatsız edecek şekilde kullanılmaması, güler yüzlü olunması, mümkün olduğunca bakımlı ve temiz bir görünümde olunması çocuklar için önem taşımaktadır. Özellikle öğretmenlerin çocukların duygularını anlamak konusunda yetenekli olmaları, empatik olmaları, problem çözme yeteneğine sahip olmaları, oyuna, dramatizasyona yatkın olmaları, kendi duygularını iyi ifade edebilmeleri, düzgün bir diksiyona sahip olmaları önemlidir. Öğretmen: * Öğretmenin şefkatli, güler yüzlü ve sevgi dolu olmasına dikkat edin * 0-6 yaş kritik bir dönem olduğundan eğitimli ve tecrübeli öğretmen olması oldukça önemlidir. Öğretmen ne kadar eğitimli ve tecrübeli olursa çocuklarımızın gelişimini o kadar iyi destekler. * Okulun bütün çalışanlarının arasındaki iletişim de önemlidir. Herkes ne kadar mutluluk içinde çalışırsa bu mutluluk çocuklara da yansır. NEDEN DEVLET OKULU DEĞİL DE ÖZEL OKUL; (Bu konu aşağıdaki bir başka makalede daha etraflıca ele alınmıştır.) Özel Okulların Devlet Okullarına göre çeşitli avantajları vardır. Bunları bilen öğrenci velileri, çocuklarının özel okullarda öğrenim görmesi için her türlü imkânı seferber ederler. O avantajlardan bazıları, aşağıdaki gibi sıralanmaktadır. Eğitim: Eğitim müfredatı devlet kulları ile aynı olmasına karşın özel okullar, müfredattaki teorik bilgileri uygulamaya dönüştürmeleri bakımından farklılık yaratırlar. Bir yabancı dilin kesinlikle öğretilmesi, ikinci veya üçüncü yabancı dilin ise temellerinin atılması özel okulların tercih sebebi olmasında göz önünde bulundurulan bir diğer faktördür. Özel Okulda çocuğunuzun kişiliği daha düzgün gelişebileceği gibi ilgi duyduğu ve yetenekli olabileceği alanların ortaya çıkarılmasında okulun önemli katkıları olacaktır. Özel okullarda yönetim ve öğretim kadrosunun seçilerek alınmasından kaynaklanan kalite farklılığı da, özel okulların tercih edilmesinde önemli rol oynar. Özel okullar müfredatın uygulamaya dönüştürüleceği, derslik ve laboratuvar imkânları sağlar. Teknoloji donanımlı yabancı dil, müzik, bilgisayar, satranç derslikleri; fen bilimleri laboratuvarları; görsel sanatlar atölyeleri; dans ve spor salonları bunlara örnek olarak verilebilir. Okul ruhu ve birlik beraberlik: Bazı özel okulların okul yıllarında öğrencileri arasında oluşturmuş oldukları birlik ve beraberlik duygusu o kadar güçlüdür ki, bu duygu öğrencilerin iş yaşantılarında da devam eder. İşe girişte okulun önemi: Bazı işverenler, işe alım tercihlerini yaparken aday çalışanlarının özgeçmişlerini de göz önünde bulundururlar. Bu noktada, öğrenim görülen okullara da önem verirler. Adaylarının hangi disiplinle yetiştirildikleri önemlidir çünkü. Prestij kaynağı olması: Okulun ismi öğrenci için olduğu kadar veli için de saygınlık kaynağıdır. Bazı çevrelerde, velinin çocuğunu özel okula gönderip göndermediği veya hangi özel okula gönderdiği önemlidir. Özel okullarda öğrencilerin gelişimlerinde önemli rol oynayan sosyal etkinlik sayısı fazladır ve öğrenciler bu etkinliklere ücretsiz olarak katılırlar. Öğle yemeklerindeki, ara öğünlerdeki beslenme seçeneklerinde, çok çeşit bulunmasına dikkat edilir ve sağlığa uygunluk esastır. Okul sınırları içinde, dışında; temizlik ve sağlığa uygunluk konularına büyük önem verilir. Özel okullardaki sınıf mevcutları, devlet okullarına göre çok çok azdır. Bu, öğretmenin sınıftaki öğrencilerine, ders içi ve ders dışında, daha fazla vakit ayırmasını sağlar. Okulda çocukların yaşayacakları sağlık problemlerinde ilk müdahaleyi yapmak için, kadrolu sağlık personeli bulunur. Özel okullar, yangın ve doğal afetleri mümkün olan en az kayıpla atlatma mantığından hareketle inşa edilmiş veya aynı düşünce tadilattan geçirilerek güçlendirilmiştir. Okul sınırları içinde ve dışında özel güvenlik görevlileri, tatsız olayların yaşanmaması için sürekli denetim yaparlar. Özel okulların tam gün eğitim yapması ve çocukların etüde kalma imkânları, çalışan veliler için önemli bir avantaj sağlar. Lise ve üniversite sınavlarındaki başarı ya da yurtdışı üniversitelerden alınan kabul sayıları da, özel okulların tercih edilmesinde önemli pay sahibi olan durumlardan bir tanesidir. Özel okulların devlet okullarından farkını, avantajlarını, artılarını öğrenip çocuğunu özel okula kayıt yaptırmayı düşünen veli bu aşamada başka bir soru ile karşı karşıya kalmaktadır. '' Hangi özel okul? '' Okul Değerlendirmesi ve Seçimi Sırasında Ortaya Çıkan Davranışlar: İlk yapılması gereken, çocuğun neden özel okula gönderileceğine dair kriterlerin önceden belirlenmesidir. Aklınızda belirli kritelerin bulunması, ilgili kişilerden bilgi alımı sırasında soracağınız sorularda ve yapacağınız okul değerlendirmelerinde size önemli faydalar sağlayacaktır. İkinci olarak çevrenizden ve internet üzerinden, bulunduğunuz bölgede bulunan özel okullar hakkında ön bilgi toplamalı ve kriterleriniz doğrultusunda ilk elemenizi yapmalısınız. Bu ilk eleme size hem zaman hem de para tasarrufu sağlayacaktır. Okul ziyaretlerinin okulda eğitim-öğretim' in olduğu zamanlar dâhilinde yapılması önemlidir. Size göre değeri olan her şey gözlemlenmelidir. Bunu, okul kapısının yeri, şekli, kapıda karşılaştığınız güvenlik görevlisinin sizi karşılama şeklinden, teneffüse çıkmış öğrencilerin kıyafet ve davranışlarına, nöbetçi öğretmenlerin hareketlerinden, okulun fiziksel yapısına, çevre düzenlemesinden, temizliğine kadar geniş bir çerçeve içinde yapmalısınız. İlk izlenim oldukça önemlidir. Sizin için yabancı dil mutlaka büyük önem taşır. Yabancı dil eğitimi hakkında daha fazla bilgi almak için “Native Speaker” denen öğretmen olup olmadığına, sayısına, yabancı dil laboratuvar imkânına bakın. Mümkün olur ise 4-5nci sınıftan bazı öğrencilerin yabancı dil dersini izlemeye ve konuşmalarını duymaya çalışın. Okuldaki Kulüp ve Etkinlik sayısı ve çeşidi ile yerleri hakkında bilgi edinin. Gözlemden sonra görüşme safhasına geçilmelidir. Bu safhada, okulda görev yapan hizmetlilerle, öğrencilerle veya orada bulunan ve çocuğu o okulda öğrenim gören velilerle, okul imkânları, uygulamaları, başarıları, vb. hakkında sohbet (sorgulama değil) edilmelidir. Şimdi geldik bir sonraki aşama olan; okul yöneticileri ve öğretmenleri ile görüşmeye. Bu görüşme sırasında yöneticilere, öğretmenlere (kriterleriniz çerçevesinde); internet araştırmanız, çevreden duyduklarınız, okulda bulunduğunuz süre içerisinde gözlemler ve sohbetlerden edindiğiniz bilgiler ışığında açıklanmasını istediğiniz konular hakkında sorular sorulmalıdır. Örneğin; kriterleriniz arasında okul ücreti varsa, yıllık ücret artışlarının neye göre yapıldığını ve zam oranının belli olup olmadığı sorulmalıdır. Görüşmenin ardından, yönetici veya bir öğretmenle birlikte okulu dolaşılmaya çalışılmalıdır. Yine kriterleriniz çerçevesinde çabuk kirlenebilecek yapıdaki, mutfak, yemekhane, tuvaletler, soyunma odaları, vb. gibi yerleri gezilip görülmelidir. Çöp kutularındaki, çöp birikme miktarlarına bakılabilir. Ders işleniş şeklini doğal ortama müdahale etmeden izleme şansı varsa bu yapılmalıdır. Çocuğunuzun derslerine girebilme olasılığı olan öğretmenler ile tanışıp, sohbet etmeye çalışın. Hatta yemekhanedeki yemeklerden yiyin. Amacınız her bakımdan okulu en iyi şekilde tanımak olmalıdır. Okul ziyaretinizin sizde yarattığı izlenimi unutmamak için: Ziyaretiniz sırasında ne yaşadıklarınızla ilgili, bir kâğıt veya bir deftere, notlar almalı ve şayet gidecekseniz gittiğiniz diğer okullarla kıyaslamalısınız. Son olarak, notlarınız doğrultusunda yapmış olduğunuz değerlendirmenin ardından, okul seçenek sayınızı 2 veya 3' e düşürmelisiniz. Ve bu okullara son defa çocuğunuzla beraber giderek gezmeyi deneyin. Uzun yıllarını geçireceği okulunun seçiminde çocuğunuzun da söz hakkı olması gerektiğini unutmayınız. NETİCE : Seçim sizindir. Okulu sonradan değiştirmek çocuğunuzda psikolojik sıkıntılar yaratabilir. Bu nedenle seçimi en baştan ve en doğru şekil de yapmalısınız. İyi bir eğitim anaokulundan meslek edininceye kadar bu günkü rayiç ile 1 000 000 TL demektir. Ama buna acımayınız. Bu para hayatınızın en büyük ama en doğru yatırımı olacaktır. Eğer ileride ödeme sıkıntısına düşebileceğinizi düşünüyorsanız ayağınızı yorganınıza göre uzatıp, daha butik bir okul da seçebilirsiniz. Veya çocuğunuza öğrenim sigortası yaptırabilirsiniz. Okulu satın almıyorsunuz. Bu nedenle Okul İdarecisi ve Yöneticilerine, Migros’ta alışveriş yaptığınızdaki gibi davranamazsınız. Onlarla işbirliği içerisinde, OKUL-AİLE olarak paydaş olduğunuzu unutmadan yanlarında yer alınız. Özellikle Rehberlik Servisleri ile ilişkilerinizi koparmadan onların öğüt ve yönlendirmelerine kulak veriniz. İki tür özel okul dikkat çekmektedir. Çocuğunuzu hayata hazırlayan okullar Çocuğunuzu sınavlara hazırlayan okullar. Siz çocuğunuzu hayata hazırlayan okulları seçiniz ve çocuğunuz zihin, beden ve ruh sağlığı açısından mükemmel olsun. Bu nedenle Eğitimci olmayan, eğitimden anlamayan kişilerin görüş ve tavsiyelerine fazla kulak asmayın. Aklınızın yolundan gidin. En büyük ve kıymetli varlığınız, çocuğunuz için yapacağınız seçim için şimdiden başarılar. Mehmet Asal K12 Okulları Yönetim ve İşletme Danışmanı
- SOKRATES VE DEMOKRASI
DERLEYEN : Mehmet ASAL Eski Yunanya da Demokrasi fikri ilk ortaya çıktığında Sokrates bu fikri hiç benimsemediği gibi şiddetle de karşı çıkmıştır. Hatta Platon’un yazılarından da öyle anlıyoruz ki Sokrates’in idamına sebep de demokrasiye karşı oluşudur. Bir gün Sokrates yine talebeleriyle sohbet ederken bir talebesi Sokrates’e sorar: - Eğer demokrasi çoğunluğun kararını kabul etmekse adil olan da bu değil midir? Mesela yüz kişinin rey kullandığı bir yerde elli bir kişinin kararına mı uymak daha adil ve doğru olur yoksa kırk dokuz kişinin kararına uymak mı? Hem çok mümkündür ki daha çok insanın yanılma ihtimali daha az insanın yanılma ihtimalinden daha azdır. Şu hâlde sizin demokrasiye karşı çıkmanız doğru olmadığı gibi haklı da sayılmaz. Bunun üzerine Sokrates her zaman olduğu gibi soru-cevap yöntemini kullanarak o talebeye önce sorar; - Bize söyler misin bilge olmak mı daha zordur yoksa cahil olmak mı daha zordur? Talebe; - Elbette ve hiç şüphesiz bilge olmak daha zordur. Bilge olmak için çok okumak araştırmak ve yorulmak gerekirken cahil olmak için bir şey yapmaya gerek yoktur. Sokrates; - Peki o halde bize yine söyler misin toplumlarda cahil insanların sayısı mı çok olur yoksa bilge insanların sayısı mı çok olur? Talebe; - Elbette ve hiç şüphesiz cahil insanların sayısı fazla olur. Sokrates; - Peki bize yine söyler misin, bir gemide yüz yolcu bulunsa geminin nerde nasıl hangi yönde yelken açması gerektiğini kaptan mı daha iyi bilir yoksa o yüz yolcu mu? Talebe; - Eğer yolcular içinde Denizcilik bilgisi olan yoksa pek tabi en iyi bilen kaptandır. Sokrates; - Peki o halde diyebilir miyiz ki herkes her konuda karar veremez? Herkes bildiği yerde konuşmalı. Her iş ehline verilmeli. Talebe; - Pek tabi olması gereken budur. Sokrates; - Peki o halde bize yine söyler misin kimin hangi konuda bilgili olup olmadığını bilmeden sadece çoğunluk oldukları için kararlarını doğru bulmak adil ve doğru olabilir mi? Hem sen de kabul ettin ki bir toplumda cahillerin sayısı bilgelerden hep daha çok olur. 26. Eki, 2018
- SPOR GÜVENLİĞİ
Spor, Bir ülkenin uygarlık ve kültür seviyesinin göstergesidir. Toplumsal bağları kuvvetlendirmek, sağlıklı nesiller yetiştirmek için o ülkenin ve ulusun en önemli vasıtalardan biridir. Günden güne yaygınlaşması ve toplumun neredeyse tüm kesimlere hitap etmesi sonucu önemli ve vazgeçilmez bir olgu haline gelmiştir. Bu nedenle de spor dünyada her kesimden insanların ilgisini çeken ve onları severek meşgul eden bir olgudur. Spor sözcüğünün kökeni Latince, “Desportare ve İsportus” (eğlenmek, hoşça vakit geçirmek, oyalanmak) kelimelerinden gelir. XI. yüzyılda Fransızcadan İngilizceye geçmiş ve “Sport” (eğlendirme, zaman öldürme, oyalanma, hobi) biçiminde kullanılmıştır. Spor güvenliği dediğimizdeki bu makalenin konusu budur, aklımıza birden fazla husus gelebilmektedir. Her ne kadar ben burada Güvenlik şirketleri açısından olan boyutuna ağırlık verecek olsam da genel olarak SPOR GÜVENLİĞİ neleri kapsar çok kısa bahsetmeden olmaz. Spor Güvenliği dediğimizde; Sporcunun bireysel sağlığı, Fiziksel eksiklik, Kas zayıflığı, Aşırı yüklenme, Yorgunluk ve spora başlanmadan önce sağlık kontrolleri yaptırılmaması, Yanlış ayakkabı ve malzeme seçimi, Spor öncesi iyi ısınmamak, Spor sonrası esneme germe hareketleri yapılmaması Spor sırasında oluşan sıvı ve eiektrolit kaybını önlemek için başta su olmak üzere bol sıvı tüketilmesi ibi kişisel nedenler akla gelir. Spor yaptığı alanın bireysel/fiziksel güvenlik koşulları, Spor yapılan ortamın zemininin bozuk olmaması, İklim koşulları uygun olması, (aşırı sıcak ya da soğuk hava) Zeminin çok kaygan ya da aşırı kuru olması, Sahanın temiz olmaması, hatırlanır. Bu kısa daha ziyade Sporcu güvenliğini oluşturan bilgi hatırlatmasından sonra asıl konumuz olan SPOR ORGANİZASYONLARI GÜVENLİĞİ ve SPOR TESİSLERİ GÜVENİK HİZMETLERİ’ ne gelirsek ki burada üzerinde durulması gereken asıl konu; Stadyum ve Spor tesisinin korunması ile maç/müsabaka güvenliğidir. Spor karşılaşmalarında ve sportif faaliyetlerde yöneticilerin ihtiyaç duyacağı güvenlik sistemleri ve nitelikli güvenlik personeliyle özel güvenlik ihtiyacını karşılanır. Spor organizasyonu ve Maçlarda Genel asayişin sağlanması, davetsiz seyircilere veya istenmeyen maddelere karşı davetiye/bilet ve müsabaka giriş kontrolü, seyirci yönlendirme, kalabalık kontrolü, sporcuların ve spor malzemelerinin korunması amacıyla gerekli tedbirleri almak suretiyle spor salonları ve stadyumlar da profesyonel güvenlik hizmeti ihtiyacı oluşur. Antik Yunanda M.Ö VI.ve V. Yüzyılda olimpiyat oyunları ve benzeri müsabakalara başlamadan önce oyunlara katılacak olan sporcular, aileleri, organizasyon komitesi ve hakem heyetleri ile Zeus tapınağına giderek oyunlara hile katmayacaklarına, kavga çıkartmayacaklarına dair kutsal yemin ederlerdi. Yine seyircilerin arasına, oyunların kurallara uygun devam edebilmesi için “HELLANODİKAI” denen olimpiyat yöneticileri yerleştirilirdi. Hakemler, başlangıç ve bitiş kontrol denetmenleri ve gerektiğinde sükûnet ve asayişi sağlamak için dayakçılar görev yapardı. Ayrıca güvenliği sağlamak için de polis müdürlerine görev verilirdi. Günümüzde de spor ve spor alanlarında güvenlik son derece önemli bir konu haline gelmiştir. Stadyumlarda, spor salonlarında çıkan olaylar yetkilileri ister istemez bir takım polisiye ve hukuki tedbirler almaya mecbur bırakmıştır. Özellikle spor branşları içinde günümüzde en çok sevilen ve tutulanlar sırasıyla futbol, basketbol ve voleyboldur. En çok güvenlik ihtiyacı da bu alanlarda olmaktadır. Oluşan bu büyük endüstride para kazanma hırsı ve/veya özdeşleşme düşüncesi şiddet ve saldırganlığı da beraberinde getirmiştir. Özellikle de sporun en gözde branşı olan futbol sahalarında şiddet, saldırganlık, şike, teşvik, ırkçılık, kötü tezahürat, olumsuz davranış ve demeçler büyük ölçüde ortaya çıkabilmektedir. Öyle ki kişiler artık kendilerini tanıtırken veya anlaşırken hangi takım taraftarı olduklarını sorar ve buna göre ilişkilerini devam ettirir hale gelmişlerdir. Rakip takım taraftarlarının geliş-gidiş güzergâhlarında ve stada giriş kapılarında gereken tedbirlerin alınması, tüm izleyicilerin ve özellikle hizmet verilen kulüp taraftarlarının huzur ve güvenlik içerisinde maçları takip etmesi ana hedeftir. Sporda şiddet ve saldırganlığın, şike ve teşvikin kısacası aşırılıkların önlenmesi adına çok kurumlu yaklaşım ile hareket etmek, işin içine kulüpleri, taraftarları, medyayı, güvenlik görevlilerini, akademik dünyayı, sporcuları, hakemleri ve teknik adamları da alarak çözüm aramak, kanunu şeffaf olarak uygulamak ve kamuoyuna belirli periyotlarla duyurmak gerekir. Bu konularda ciddi mücadele edip belli bir seviyeye getiren özellikle İngiltere, İspanya ve Almanya uygulamalarını incelemek ve değerlendirmekte yarar vardır. Türkiye’de özellikle son yıllarda bu konuda ciddi başarılar ve ilerlemeler elde edilmiştir. İnşa edilen salonlar ve statlar sayesinde eskiye oranla daha konforlu ve güvenli maçlar izlenebilmektedir. Elektronik Bilet sistemleri güvenliğe çok büyük katkı sağlamış, personel de tasarruf sağladığı gibi tespitte de büyük kolaylık getirmiştir. 6222 sayılı kanunla güvenlik konularında çok önemli ilerlemeler sağlanmıştır. Tüm bu gelişmeler sonucunda özellikle seyirci sayısında artışlar yaşanmaya başlamıştır. İçinde bulunulan Pandemi dönemini geçici kabul ederek saymazsak, bundan sonraki hedef bu artışın devamını sağlamak olmalıdır ki işveren Kulüplerin en büyük arzusu da budur. Stat ve salonların tamamen dolması. Bu konuda yukarıda bahsi geçen kanun ve kapsamı aşağıdadır; SPORDA ŞİDDET VE DÜZENSİZLİĞİN ÖNLENMESİNE DAİR KANUN Kanun Numarası: 6222 Kabul Tarihi: 31/3/2011 Yayımlandığı Resmî Gazete: Tarih: 14/4/2011 Sayı: 27905 Yayımlandığı Düstur: Tertip: 5 Cilt: 50 Kapsam MADDE 2 –(1) Bu Kanun; müsabaka öncesinde, esnasında veya sonrasında, spor alanları ile bunların çevresinde, taraftarların sürekli veya geçici olarak gruplar halinde bulundukları yerlerde veya müsabakanın yapılacağı yere gidiş ve geliş güzergâhlarında, takımların kamp yaptığı yerlerde uygulanacak güvenlik önlemlerini, şike, teşvik primi ve diğer yasak fiil ve davranışları, bunlara uygulanacak yaptırımları, spor kulüplerinin, spor kulübü yöneticilerinin, sporcularının ve diğer görevlilerinin, genel kolluk veya özel güvenlik görevlilerinin, hakemlerin, taraftarların, taraftar derneklerinin, taraftar temsilcilerinin, spor federasyonlarının, yazılı veya görsel ya da işitsel kitle iletişim kuruluşları ile mensuplarının ve diğer ilgili kişi ve kurumların spor müsabakaların şiddet ve düzensizliğin önlenmesine ilişkin hususlardaki görev ve sorumluluklarını kapsar. Kulüplerin, sporda şiddetin önlenmesi noktasında ilgili tüm paydaşlarla ortak hareket etmeleri, il ve ilçe spor güvenlik kurullarıyla ilgili yaşanan sorunları çözümlemeleri, stat içi ve dışı güvenlik tedbirlerinin yanı sıra özel güvenlik konusunda da doğru tercihler yapılması önemlidir. Başarılı bir organizasyon hizmetinin oluşması için ihtiyaç duyulan en temel sebeplerden biri olan organizasyon güvenliği hizmetini sunan Güvenlik Firmalarının, organizasyonun ihtiyaçlarına göre uyum eğitimlerini alarak mevzuat hakkında bilgi sahibi olan, yetki ve sorumluluklarını bilen, potansiyel olaylara karşı önceden hazırlıklı olan temsil kabiliyeti yüksek sertifikalı özel güvenlik personeli sahibi olmaları çok önemlidir. Spor Karşılaşmaları Güvenliği denildiğinde akla şu hususlar gelmelidir: Müsabaka ve seyir alanlarının güvenlik ve düzenine ilişkin tedbirler Müsabaka, antrenman ve seyir alanlarının güvenliği Müsabaka esnasında güvenlik ü Müsabaka ve seyir alanlarına usulsüz seyirci girişinin önlenmesi, ü Yasak alanlara girişin engellenmesi ü Spor alanlarında taşkınlık yapılması ve tesislere zarar verilmesinin önlenmesi Seyirci güvenliğinin sağlanması Taraftar derneklerinin yükümlülüklerinin koordinesi Taraftardan sorumlu kulüp temsilcisi ile koordinasyon Bu hususların sağlanabilmesi için ihtiyaç duyulacak hususlar aşağıda sıralanmıştır; Özel Eğitimli Güvenlik Personel Hizmeti Deneyimli Yöneticiler ve Kalabalık Kontrolü eğitimleri Yerel kolluk kuvvetleri ile irtibat ve koordine Teknolojik Destek CCTV Sistem Kurulumu ve Yönetimi Halkla İlişkiler Uygulamaları Temsilciler ile ilişki, koordine ve iş birliğinin sağlanması. Ülkemizin ulusal ve uluslararası saygınlığının korunması, yurttaşların can ve mal güvenliğinin sağlanması, sporda şiddet ve düzensizliğin önlenmesi, müsabakaların güvenli bir şekilde huzur ortamında gerçekleştirilebilmesi amacıyla spor kulüplerine özel güvenlik hizmeti verecek güvenlik şirketleri tarafından, bu müsabakalarda görevlendirilecek şirket elemanlarına; Özel Güvenlik genel kolluk kuvveti ilişkisi, Özel güvenliğin yetki alanları, Güvenlik sistem ve cihazlarının kullanımı Spor Güvenliği mevzuatı Üst arama yöntemleri, Kitle psikolojisi, Gurup dinamikleri, Öfke kontrolü, Toplumsal olaylarda teknik, taktik ve düzenler, Konularında eğitimler verilmelidir. Ayrıca Güvenlik Firmaları; müsabakalar öncesinde risk analizleri yapmalı, müsabakaları en riskliden en düşüğüne doğru A, B, C, D ... gibi sınıflandırmalı, Spor müsabakalarının yapıldığı alanlar ile eklenti ve çevresinde müsabaka öncesinde, müsabaka esnasında veya sonrasında şiddetli rekabet ve bunu doğurduğu fanatizm sonucu çıkacak olayların yaşanmaması için gerekli güvenlik ve koruma önlemlerini almalıdır. Taraflar ve izleyiciler stadyuma/müsabaka alanına alınmadan belli süre önce (en az 5 saat önceden) stat da görev dağılımı yapılmalı, görev dağılımından sonra yöneticiler stadın iç- dış ve giriş çıkışlarının koruma planlarını hazırlayıp, yaşanacak muhtemel risklerin analizini yapmalıdır. Tüm hazırlıklar tamamlandıktan sonra taraflar ve izleyiciler kontrollü bir şekilde X-RAY cihazından geçirilip aramaları yapılmalı, eğer Pandemi kapsamında ateş ölçülmesi gerekiyorsa ölçülmeli, biletleri kontrol edildikten sonra stadyuma/müsabaka alanına alınmalıdır. Stadyuma/müsabaka alanına patlayıcı, yanıcı, kesici, dilici ve uyuşturucu maddeleri sokmaya çalışan taraftarlar hakkında 5188 sayılı kanunun vermiş olduğu yetkiyi kullanarak işlem yapılmalı, müsabaka esansında ve sonrasında iki takım taraftarlarının karşı karşıya gelmemesi için takımlar arasında tampon bölge oluşturulması, böylelikle hakemlerin ve futbolcuların güvenliğinin sağlanması düşünülmelidir. Tabii ki bunlara yapılacak “risk analizi” büyük ölçüde ışık tutacaktır. Spor Özel Güvenlik hizmetlerinin verilmesinde, bugün karşılaşılan en ciddi sorunun nitelikli çalışan bulabilmek olduğunu görüyoruz. Mevcut düzenlemelere göre “temel eğitim” alanlar özel güvenlik sektöründe çalışabilmek için aranan asgari şartı yerine getirmiş olmaktadırlar. Ancak bundan sonraki kademeler için bir düzenleme henüz yapılmamıştır. Sektörde güvenlik şirketleri arasında oluşan rekabet ve neredeyse sıfır karla alınan ihaleler hem sektördeki işletmeleri hem de sektörde çalışan özel güvenlik görevlilerini mağdur etmektedir. Avrupa özel güvenlik sektöründe yıllık 25 milyar Euro civarında bir ciro oluşmaktadır. Türkiye’de istihdam edilen özel güvenlik elemanı sayısının büyüklüğüne rağmen Avrupa’daki emsalleri ile karşılaştırıldığında oluşan ciro miktarının hayli düşük olması ülkemizde uygulanan düşük ücret politikasının bir sonucudur. Ülkemizde uygulanan düşük fiyat politikaları personel ücretleri ve hizmetin kalitesini düşürmektedir. Spor Güvenliği konusunda sektörün önemli bir handikabı da genelde hizmetin müsabaka süreçleri ile sınırlı olması nedeniyle devamlılığın sağlanamayışıdır. Bu da şirketlerin Spor Kulüpleri ile sürekli anlaşmalar yapmasını engellemekte, sürekli anlaşmalar yapılsa da hizmet sürekli olarak değil dönemsel ya da gün bazında istendiğinden personel sürekliliği sağlanamamakta, personel istenildiği gibi eğitilip yetiştirilememekte, genel de hep geçici görevli personel ya da istirahatli personele fazla mesai verilmesi gibi yollara gidilebilmektedir. Kar marjlarının düşüklüğü, kulüplerin kaliteden çok maliyete önem vermeleri gibi unsurlar rekabeti teşvik etmediği gibi kaliteyi yükseltmeye de engel olmaktadır. Mehmet ASAL K12 Okulları Yönetim ve İşletme Danışmanı, EDUB&N Eğitim Enstitüsü Danışmanı