top of page

Search Results

Boş arama ile 110 sonuç bulundu

  • FİNLANDİYA VE İSVEÇ FIRSAT MI YOKSA TEHLİKE Mİ?

    FİNLANDİYA VE İSVEÇ’İN NATO’YA GİRMESİ TÜRKİYE İÇİN FIRSAT MI YOKSA YENİ BİR TEHLİKE Mİ? YAZAN: Mehmet ASAL, 14 Mayıs 2022 Dün; tüm Dünya basını, Finlandiya ve İsveç’in NATO’ya girmek istemesi ile çalkalandı. Bilindiği gibi Türkiye'nin de üye olduğu NATO, ya da açık adıyla Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü, 1949 yılında aralarında ABD, Kanada, İngiltere ve Fransa'nın da bulunduğu 12 ülkenin kurduğu bir askeri ittifak. 2000’li yıllara gelinceye kadar 16 üye ülkesi olan NATO bugün 30 üye ülkeye ulaşmıştır. Finlandiya ve İsveç’in de ittifaka alınması halinde 32'ye çıkacaktır. NATO'nun Kuruluş amacı, Rusya'nın 2. Dünya Savaşı sonrasında Avrupa'ya doğru daha da genişlemesini önlemekti. İsveç ve Finlandiya, 1995 yılından bu yana Avrupa Birliği üyeleri olmalarına rağmen NATO'ya üye olmamışlar, bu yönde bir istek göstermemişlerdir. Şimdi ise ister görünmekte veya ABD ve İngiltere baskısıyla ve Rusya korkutması ile üye olmaya teşvik edilmektedirler. Ancak burada hatırda tutulması gereken, AB’nin genişlemesinde olduğu gibi amacın Birliğin güçlenmesinden ziyade siyasi olmasıdır. Nitekim NATO 16 ülkeden 30 ülkeye çıktığında da sayısal anlamda %88 büyüdüğü halde, Askeri gücü ancak %10 seviyelerinde artmıştır. Finlandiya Savunma kuvvetlerinin toplam mevcudu 34 700 (27 300 Kara Kuvvetleri, 3 000 Deniz Kuvvetleri ve 4 400 Hava Kuvvetleri) kişidir. Bu birimlerin içinde ayrıca 8,900 subay ve 15,800 profesyonel asker bulunmaktadır. İsveç Savunma Kuvvetlerinin toplam mevcudu ise 30 000 dir. İsveç, 1814 yılından beri hiç savaşmamıştır. Yan, daha açık bir ifade ile Finlandiya ve İsveç’in NATO’ya bir katkıdan ziyade daha önce alınan 14 ülke gibi yükü olacaktır. Rusya ile 1,300 km uzunluğunda kara sınırı olan Finlandiya, Rusya’nın 2014 yılında Kırım’ı ilhak etmesinden bu yana NATO ile iş birliğini kademeli olarak artırmıştır. Ancak Rusya’nın Ukrayna’yı işgaline kadar, Finlandiya doğudaki komşusu İsveç, Rusya ile dostane ilişkileri sürdürmek için NATO’ya katılmaktan kaçınmıştı. Bun da İsveç’te Sol Siyasi Partilerin de rolü olmuştur elbette. Almanya 2 ülkenin katılımı ile ittifakın güçleneceğini söylese de Macaristan, Hırvatistan gibi ülkeler de aslında Finlandiya ve İsveç’in NATO’ya alınmasına sıcak bakmamaktadır. Türkiye’nin bu noktada durumu ve duruşu diğer ülkelerden çok farklıdır ve bence farklı da olmak zorundadır. Zira; 2009 yılında Danimarka teröre arka çıktığı ve terör örgütlerini desteklediği gerekçesi ile önceki Danimarka Başbakanı Anders Fogh Rasmussen’in NATO Genel sekreterliğine Türkiye itiraz etmiştir. Ama konu sadece geçici bir başkanlık olduğundan o zaman çok fazla direnememiştir. Hatırlanacağı gibi Kıbrıs Barış Harekâtı sırasında NATO’dan ayrılan Yunanistan daha sonra tekrar NATO’ya dönmek istediğinde Türkiye yine önce karşı çıkmış ancak sonrasında fazla diretememiş, 20 Ekim 1981’de geri dönmüş daha sonra da Yunanistan’ın şımarık ve ardı arkası kesilmez hareketlerine maruz kalmıştır. O tarihlerde, bu hareketlere diğer NATO Müttefikleri de sessiz kalmış ya da Yunanistan’dan yana tavır almışlardır. Yani Türkiye aldığı 2 karşı duruştan hem de ciddi hiçbir kazanç elde edemeden döndürülmüş ve ciddi prestij ve Yunanistan’a karşı da hak kaybına uğramıştır. Cumhurbaşkanı Erdoğan konuyla ilgili olarak, “Yunanistan’la ilgili NATO konusunda bizden önceki yönetimler yanlış yaptı. Yunanistan’ın, NATO’yu arkasına alarak Türkiye’ye karşı takındığı tavrı biliyorsunuz. Bu konuda ikinci bir yanlışı Türkiye olarak işlemek istemiyoruz” demişti. Ancak geçmişteki olaylara, Türkiye’nin mevcut ekonomik krizine ve dış ilişkilerinde tarihin en kötü döneminde olduğu gerçeğine baktığımızda, FİNLANDİYA VE İSVEÇ’ in NATO’ya alınmasına ne kadar süreyle ve ne pahasına direnebileceği ciddi bir sorudur. NATO’ya yeni üyelerin dahil edilebilmesi aslında 30 üyenin de olumlu görüşüne bağlıdır. Bu bakımdan aslında Türkiye ya da bir başka üye diretebildiği sürece bu ülkelerin NATO’ya alınabilmeleri mümkün değildir. Bu Türkiye için bir fırsat mıdır? Yoksa yeni bir kriz başlangıcı mıdır? ABD ve Batı ülkeleri Türkiye’nin Rusya’nın işgali sonrasında Ukrayna’yı desteklemesinden memnun olmuştur. Ankara, Kiev’e SİHA göndermiş ve Rus savaş gemilerinin geçişini engelleyerek hava sahasını askeri uçaklara kapatmıştır. Fakat Batı ülkelerinin Moskova’ya yönelik yaptırımlarına katılmamıştır. Finlandiya ve İsveç’in buradaki durumuna gelince; İskandinav ülkeleri ne yazık ki terör örgütleri için misafirhane gibidir. PKK’sı DHKP-C’si İsveç’te yuvalanmış durumdalar. İsveç ve Hollanda parlamentolarında bile yer almaktadır. Bu durumda bizim özellikle İsveç için olumlu bakmamız mantıken ve müttefiklik ilişkileri açısından aslında mümkün değildir. Konuyu biraz açarsak; İsveç 40 yıldır PKK’yı desteklemektedir. İsveç, 1980’lerden bu yana PKK’lı teröristlerin nihai rotasıdır. İsveç’te siyasetçiler, PKK’nın AB terör örgütleri listesinden çıkarılması için girişimlerde bulunmuştur. Örgüt ülkede, kültür-dil temalı dernekler aracılığıyla para bulmakta, militan devşirmekte ve lobi faaliyetleri yürümektedir. PKK’lı teröristler, siyasi partiler ve STK’larla iç içe bulunmaktadır. İsveç, PKK/YPG’ye finansal destek de vermektedir. Bu nedenle de İsveç ile Türkiye arasında, uzun yıllardır PKK ve Suriye uzantısı PYD/YPG’ye destek politikaları nedeniyle güvensizlik bulunmaktadır. PKK’nın İsveç’te artan etkinlikleri, personel ve finansman çabalarının desteklenmesi ve buna bakanların açık destek vermeleri iki ülke arasında büyük yaralar açmış durumdadır. 1980’lerde Kürt diasporasının yayımladığı Kurmanji ve Sorani isimli dergiler nedeniyle milliyetçi Kürtlerin nihai rotası haline gelen İsveç, yoğun olarak siyasi sığınmacı olan PKK’lı grupların kurduğu diaspora üzerinden uzun yıllardır PKK etkisi altına bulunmaktadır. PKK/PYD-YPG’li terörist unsurlar “Rojava Solidarity” adlı STK’ları üzerinden faaliyet yürüttükleri AB üyesi ülkelerde örgütün sözde TV kanalları üzerinden de mali destek almaktadır. 2005-2017 yılları arasında İsveç’te bulunan terör örgütünün sözde TV kanallarında çalışanların maaşlarından kesinti yapılarak 3,5 milyon avro’ ya yakın para elde edildiği ortaya çıkarken, yine söz konusu seçilmiş AB ülkelerinde PKK’nın yönettiği ve zorunlu “haraç” kestiği restoranların mevcut olduğu bilinmektedir. İsveç’te Kürt Medya Vakfı’nın1997’de kuruluşuyla başlayan PKK’nın medya yapılanması dahilinde halen Aryen TV ve Rohani TV’nin de bulunduğu 4 yayın organı faaliyetlerini yürütmektedir. Örgüte 2023 yılına kadar 376 milyon dolar destek verilmiş olacaktır. Bunlara ilave olarak, PKK’nın STK yapılanmaları başta olmak üzere Türkiye, Irak ve Suriye’de bulunan örgüt uzantılarına maddi kaynak bulmakla görevlendirilen sözde Kürdistan Kızılay’ı, İsveç’te de faaliyet göstermektedir. Avrupa ülkelerinde bağış adı altında yıllık 30 milyon avro para topladığı hesaplanmaktadır. Finlandiya’nın durumu İsveç kadar vahim ve çözümsüz değildir. Finlandiya, PKK’yı doğrudan terör örgütü olarak tanımasa da AB kararlarından dolayı bir AB Ülkesi olarak yine de terör örgütü olarak tanıyan ülkeler arasında sayılabilir. Bireysel bazı PKK/PYD destekleri dışında Finlandiya teröre doğrudan açık destek vermemektedir. Yani FİNLANDİYA’DAN DOLAYLI DESTEK var fakat İSVEÇ’İN VUKUATI ÇOK. Bu durumda Türkiye için şöyle bir seçenek de ortaya çıkıyor: FİNLANDİYA’NIN NATO’YA ALINMASINI BAZI ŞARTLARLA ONAYLAMAK AMA İSVEÇ’İ TAMAMEN REDDETMEK. Rusya'nın Ukrayna'yı işgali sürerken Finlandiya ve İsveç'in NATO'ya girme ihtimalleri Rusya'yı harekete geçirmeye başlamıştır. Rusya tarafından yapılan açıklama da Finlandiya’nın NATO’ya katılmasının uluslararası yasal yükümlülüklerinin, özellikle de tarafların ittifaklara girmeme veya bunlardan birine yönelik koalisyonlara katılmama yükümlülüğünü sağlayan 1947 Paris Barış Antlaşması’nın doğrudan ihlali olacağı belirtilmiştir. Bunun yanı sıra, Moskova yönetiminden dikkat çeken bir hamle gelmiş, Rus ordusu, Devlet Başkanı Vladimir Putin'in talimatıyla Finlandiya sınırına ağır askeri teçhizatlar yerleştirmeye başlamıştır. Aslında burada ilk bakışta Putin’in daha haklı olduğu ve 2000 öncesi yapılan uzlaşma/anlaşmalara rağmen NATO’nun sürekli büyüme ve Rusya’yı kuşatma içinde olduğu söylenebilir. Aslında bu davranışların temelinde, daha önce başka makalelerimde de vurguladığım gibi, ABD’nin tek kutuplu dünya düzeni oluşturma ve tüm dünyaya egemen olma emperyalist emelleri bulunmaktadır. Tekrar Türkiye’ye dönersek; Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın özellikle İsveç’in teröristlere ev sahipliği yaptığına dair açıklamaları İngiliz Financial Times gazetesinin manşetlerinde yer almıştır. Gazetelere beyanat veren bazı İsveçli siyasetçiler, Türkiye’nin kendi NATO üyelik süreçlerini engelleyebileceğini belirtmiştir. Financial Times’a bu ayın başında konuşan bir başka İsveçli üst düzey yetkili, “İsveç’te çok Kürt var, Kürt kökenli çok vekil var. İsveç Kürt konusunda aktif ve bu sebeple Türkiye’den bir tepki gelmesinden korkuyorum” demiştir. İsveç Dışişleri Bakanı Ann Linde, 13 Mayıs akşamı İsveç radyosuna yaptığı açıklamada, Türkiye’nin bu üyelik sürecinden bir şey elde etmek isteyebileceğini söylemiştir. Linde, “Biz biliyoruz ki onay süreçleri her zaman belirsizlik içeriyor, bu onayın iç siyasette kullanılabilecek olma ihtimali de az değil” ifadesini kullanmıştır. Yani bir bakıma “Merdi kıpti şecaat arzederken sirkatin söylemiştir.” (Çingenenin mert olanı, kendini överken hırsızlık yaptığını söyler.) Finlandiya Dışişleri Bakanı Pekka Haavisto da üyelik sürecinden her türlü sonuç çıkabileceğini söylerken bazı Fin yetkililer, Erdoğan’ın açıklamalarını üzerine almadıklarını söylemiştir. Financial Times’a konuşan yetkililer, “Ankara ile yaptığımız görüşmeler pozitif geçti ve bu açıklamalar genelde İsveç’i ilgilendiriyor gibi” demiştir. Fin yetkililer Macaristan’dan da bir sürpriz beklediklerini de dile getirmişlerdir. Rusya'nın Ukrayna'yı işgalinde üçüncü aya yaklaşılırken, Finlandiya'nın NATO üyeliğini hızlandırma kararı Rusya'da ciddi bir gerginliğe neden olmuştur. Daha önce NATO'ya katılım konusunda Finlandiya'yı uyaran Rusya, bu kez de Kremlin Basın Sözcüsü Dimitri Peskov aracılığı ile, Finlandiya'nın NATO'ya girmesinin Rusya için "kesin" bir tehdit oluşturduğunu söylemiştir. Peskov gazetecilere verdiği demeçte, ‘NATO’nun genişlemesi ve ittifakın sınırlarımıza yaklaşması dünyayı ve kıtamızı daha istikrarlı ve güvenli kılmıyor’ demiştir. Rusya ile 1,300 km uzunluğunda kara sınırı olan Finlandiya, Rusya’nın 2014 yılında Kırım’ı ilhak etmesinden bu yana NATO ile iş birliğini kademeli olarak artırmıştır. Ancak Rusya’nın Ukrayna’yı işgaline kadar, Finlandiya doğudaki komşusu Rusya ile dostane ilişkileri sürdürmek için NATO’ya katılmaktan kaçınmıştır. Finlandiya ve İsveç ittifaka katılırsa, Rusya Baltık Denizi ve Kuzey Kutbu’ndaki NATO ülkeleri tarafından tamamen çevrilmiş hale gelecek. İngiltere Başbakanı Boris Johnson, İsveç’e yaptığı ziyaretin ardından Finlandiya’ya geldi. Johnson, Finlandiya Cumhurbaşkanı Sauli Niinistö ile başkent Helsinki’de bir araya gelirken, İngiltere ve Finlandiya arasında askeri eğitim, savunma ve tatbikat gibi unsurları kapsayan bir güvenlik anlaşması imzalayarak anlaşmasını imzaladı. Niinistö ile düzenlediği ortak basın toplantısında konuşan Johnson, “Bugün Finlandiya ve Birleşik Krallığı’n daha da yakınlaştığını söylemek doğru olur. Bugün imzaladığımız güvenlik anlaşması, iki ulusun ortaklığını yoğunlaştırmasını ve benzersiz bir şekilde yükseltmesini sağlıyor. Kuzeyden, Baltıklara ve daha ötesine, silahlı kuvvetlerimiz birlikte eğitim ve tatbikat yapacak, savunma ve güvenlik yeteneklerimizi birleştirecek ve her zaman birbirine yardım edeceğiz” dedi. Bugün İsveç’le imzalanan anlaşmayla benzer özellikleri taşıyan İngiltere – Finlandiya Güvenlik Anlaşmasının taraflar arasında askeri yardımlaşmayı sağlayacağını belirten Johnson, “Her iki ülkeden birinde bir felaket olması durumunda, birbirimize yardıma gideceğiz. Yardımın niteliği elbette karşı tarafın talebine bağlı olacaktır, ancak aynı zamanda askeri yardım da dahil olarak güvenliğimizin ve savunma ilişkimizin yoğunlaştırılması temel olarak amaçlanmaktadır” ifadelerini kullandı. Aslında gerek İngiltere’nin İsveç ve Finlandiya ile imzaladığı anlaşmalar gerekse her iki ülkenin de NATO’ya girmek istemesi onlar için GERİ DÖNÜLEMEZ BİR YOLA GİRİŞ anlamı taşımaktadır. Şöyle ki; bu saatten sonra herhangi bir nedenle bu ülkelerden biri ya da her ikisi NATO’ya giremez ise; MOSKOVA MUHTEMELEN ÜYELİĞİ REDDEDİLEN ADAYI BUNDAN BÖYLE DÜŞMAN OLARAK GÖRMEYE DEVAM EDECEKTİR. Yukarıda yer alan bilgileri vermekteki asıl amacım Türkiye’nin tutumunu tartışmadan evvel mevcut durumu tüm çıplaklığı ile ortaya koyabilmektir. Finlandiya ve İsveç’in NATO’ya alınmaları konusunda Türkiye’nin önünde 3 yol vardır. 1. HER İKİ ÜLKENİN DE VETO EDİLMESİ A. FAYDALARI (1) Rusya’dan çok büyük bir destek alınıp ilişkiler daha iyi bir seviyeye gelir. (2) Biri dolaylı, diğeri sürekli olarak Terörü destekleyen 2 ülkeye ve diğer ülkelere çok anlamlı bir mesaj verilmiş olur, (3) Belki de 3ncü Dünya Savaşı çıkmasının önüne bile geçilmiş olunabilir. B. SAKINCALARI (1) NATO ve Batı Avrupa nezdinde Türk Düşmanlığı daha da artar (2) Doğrudan olmasa da ülkemize karşı hasmane davranışlar ve bazı aleyhte uygulamaların sıkılaştırılması/zorlaştırılması, vize zorlukları vb. gibi gündeme gelebilir (3) Diğer NATO ve Batı Avrupa ülkelerinden sürekli VETO’yu kaldırma baskısı görülür. 2. HER İKİ ÜLKENİN DE NATOYA ALINMASI A. FAYDALARI (1) NATO ve Batı nezdinde iyi karşılanır (2) Finlandiya ve Özellikle İsveç ile Terör konusunda bazı mutabakatların sağlanmasına katkı yapar (Önceki hatalara düşülmediği takdirde) B. SAKINCALARI (1) Rusya ile ilişkiler çok bozulup yaşanan ekonomik kriz daha da büyüyebilir. (2) ABD ve Batı bundan sonra başka tavizler de isteyebilir. 3. FİNLANDİYA’NIN KABUL EDİLMESİ, İSVEÇ’İN VETO EDİLMESİ A. FAYDALARI (1) Ne ABD ve Batı ne de Rusya tam olarak kızdırılmamış olur. (2) İsveç gibi Teröre doğrudan destek veren ülkelere ciddi bir mesaj olur. (3) Türkiye’nin kararlı olduğu anlaşılır ve bundan sonra daha dikkatli olunmasının önünü açar (4) Hem Rusya hem de Avrupa ile ilişkilerde ciddi bir kırılma yaşanmamış olur B. SAKINCALARI (1) İsveç iyice kızdırılıp Teröre ve Terör örgütlerine daha büyük destek verebilir (2) Baskılara dayanamayıp tarihte 2 defa daha olduğu gibi geri adım atılır ve Veto kaldırılırsa Türkiye’nin itibarı SIFIRA inebilir. NETİCE VE GÖRÜŞ: Yukarıdaki tüm fayda ve sakıncalar dikkate alınarak, karşılaşılabilecek diğer durumlar da çok iyi etüt edilerek ŞAYET GERİ ADIM ATILMAYACAK VE TEPKİLER GÖĞÜSLENEBİLECEKSE Türkiye için en uygun çözüm; FİNLANDİYA’NIN KABUL EDİLMESİ, İSVEÇ’İN VETO EDİLMESİ dir. Ancak özellikle VETO yönünde karar verilirse, en azından Türkiye gibi Vetoyu düşünen bir ya da birkaç NATO üyesi ülkenin desteği de alınmalıdır. Esen kalınız. Mehmet ASAL

  • RUSYA - UKRAYNA KRİZİ

    YAZAN: Mehmet ASAL Bu makale 4 Mart 2022’de yazılmıştır. İkinci Cihan Savaşından sonra geçen 40 yıllık Soğuk Savaş Dönemi (1949-1989) ABD liderliğinde Batını Üstünlüğü ve zaferle sonuçlanmış, Sovyetler Birliği kaybedip çözülmüş ve Rusya dahil 15 ülke ortaya çıkmıştır. Bu dağılma ve çözülme sonucunda Moskova, Doğu Avrupa’dan, Güney Kafkasya’dan ve Orta Asya’dan büyük ölçüde çekilmek zorunda kalmıştır. Rusya 1994’te NATO’nun Barış İçin Ortaklık Programına katılmıştır. 20-21 Mart 1997’de Clinton ve Yeltsin Helsinki’de bir araya gelerek NATO-Rusya arasında bir sözleşme imzalayarak, “NATO’nun Savunma işlevini sürdüreceği ama arttırmayacağı, NATO’nun üye ülkelere asker ve nükleer güç yerleştirmeyeceği ve artık Rusya ve NATO’nun birçok alanda ortak hareket etmesi kararı almıştır. Bu sürdürüldü mü? Elbette hayır. Çünkü ABD’nin bir türlü gözü doymuyordu. Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra ortaya çıkan “Yeni Dünya Düzeni” adı verilen nizam aslında adil, eşitler arasında olan ve sürdürülebilir bir düzen de değildi. NATO 1994 ve 1997’de Rusya ile artık işlevine gerek kalmadığına karar vermek yerine daha da büyüme kararıyla “açık kapı” politikası uygulamaya başladı. Bir dönme “Potansiyel düşman” gibi görülen dağılan “Varşova Paktı’nın üyeleri ABD’nin başını çektiği NATO şemsiyesi altına katılmak için sıraya girdiler. Kendini Dünyanın tek hükümdarı olarak gören ABD’nin dayatması sonucu 12 Mart 1999’da Çek Cumhuriyeti, Macaristan ve Polonya NATO’ya kabul edildi. Bunu 2002’de Bulgaristan, Estonya, Letonya, Litvanya, Romanya, Slovakya ve Slovenya izledi. Sovyetlerin dağılması sonrası ABD dünya liderliğine eline geçirmiş ve dünya tek kutuplu hale dönmüştür. ABD düzeni ise uluslararası ilişkilerde karşılıklı saygıya, güvene ve çıkara değil bir tarafın baskı hegemonyasına dayanan bir sistem olmuştur. Direnenleri ezmeye çalışan, kural ve hukuk tanımayan, rejimleri değiştirmeye çalışan, tüm dünyayı yeniden şekillendirmek isteyen, yeni siyasi haritalar yaratma peşinde koşan eli kanlı ve acımasız bir düzen haline gelmiştir. NATO’nun işlevsiz kalmaması ve onun patronunun (ABD) da bir daha böyle bir ittifak kuramayacak olma endişesi NATO için yeni düşman tanımları geliştirilmesini gerekli kılıyordu. Bu dönemde NATO adeta bir savunma paktından saldırı paktına dönüştürüldü. NATO, Sovyetler Birliği dönemi sonrası Rusya’nın içinde bulunduğu şaşkınlık, yapılanma, ekonomik sıkıntı ve istikrarsız ortamdan istifade ile eski Varşova Paktı devletlerini pakta üye kabul ederek Moskova’ya doğru genişlemeye başlamıştır. NATO’nun 16 olan üye sayısı Varşova Paktı’ndan gelenlerle 30’a çıktı. Bir başka deyişle NATO melezleşerek büyüdü. Bu, Rusya’nın güvenlik stratejisi açısından kabul edilebilir değildi. Nitekim Rusya kapalı bir odada köşeye sıkıştırılan bir kedi gibi karşısındakilerin üstüne atlamaya ve onları parçalamaya hazır hale gelmişti. Aradan geçen 30 yıl içinde artık 1990’lardaki gibi, ekonomisi güçsüz ve istikrarsızlık içinde bulunan bir Rusya yoktu. Putin liderliğinde Rusya pek çok sorununu aştı. Birçok Batı ülkesini kendisine bağımlı hale getirdi. Dağılma sonrasında yaşadığı kayıplar Rusya’yı kendine getirdi. Etrafındaki çemberin giderek daraltılması ve sıkıştırılma sonucunda Ukrayna, güvenlik açısından Rusya’nın kırmızıçizgisi haline geldi. Aslında Rusya, durumun bu tarzda gelişeceği mesajını daha 2014’te, Ukrayna Devlet Başkanı Viktor Yanukoviç’e yapılan Batı yanlısı darbe sonrası Kırım’ı ilhak ederek göstermiş ve NATO’nun ve Batı’nın artık doğuya doğru genişlemesini kabul etmeyeceği mesajını vermiştir. Bu noktada Batı’nın ve özellikle ABD’nin yanlış hesaplar yaptığı açıktır. Eğer Ukrayna’daki Rusya yanlısı ayrılıkçıları maddi olarak destekleyip Batıya müzahir hale getirebilse, CIA, M16, BND, MOSSAD gibi yapıları daha etkin kullanıp, NATO Hudutlarını bu kadar genişletmeden eski Varşova Paktı ülkeleri ile Ukrayna’yı etki altına alabilse, bugünkü Rus işgali ve savaş yaşanmayabilirdi. ABD hala Ukrayna konusunu zorluyor. Esasında ABD açısından gerçek sorun Ukrayna da değildir. Esas problem; tek kutuplu düzenini sürdürmek, Özellikle son 20 yılda Çin’in de olağanüstü büyümesi ile, dünyanın ekonomik, siyasi ve askeri ağırlık merkezinin Atlantik üzerinden Asya-Pasifik bölgesine doğru kayış ve kaymasını engellemektir. ABD bu kaymayı frenleyebilmek için NATO’yu kullanıyor, AB’yi kullanmaya çalışıyor, Rusya ve Çin’i aynı Sovyetler Birliği’ne yaptığı gibi kuşatmaya, çevresini istikrarsızlaştırmaya çalışıyor, ticaret savaşları ve yaptırımlar ile bu durdurmaya çalışıyor. Bu yeni Soğuk Savaşın genel anlamda iki tarafı var. Birincisi ABD liderliğinde, ABD ve AB. İkinci tarafı ise liderliği olmayan, gelişmelerin ve ABD’nin hegemonik girişimlerine karşı tepkisel olarak yan yana gelmiş olan Çin ve Rusya. Rusya; güvenlik endişelerini gidermek için, savunma durumundan saldırı durumuna geçmiştir. Bugün Ukrayna üzerinden yaşanan gerginliğin esas tarafları ise Ukrayna ve Rusya değil, ABD ve Rusya’dır. Gürcistan, Kırım, Donbas, Suriye, Libya ve şimdi tekrar Ukrayna, bu yeni Rus stratejisinin hesaplı hamleleridir. Rusların şarklı olmalarının yanı sıra sert güç kullanmaya meyilli oldukları da hiçbir zaman unutulmamalıdır. Ukrayna gerilimini Rusya’nın güvenlik endişeleri üzerinden Putin arttırmış, ABD’de ateşe benzin dökmüştür. Putin öyle bir yola çıkmıştır ki eğer İstediklerini alamaz ve somut kazanımlar elde edemezse kendi sonunu getirebilecektir. Dünya nezdinde geri adım atan bir lider konumuna düşecek, bu da onu bir anda hem Rusya hem de kendi destekçileri nezdinde tamamen itibarsızlaştıracaktır. ABD; Ukrayna konusunda AB’nin desteğini almış gibi görünse de aslında Fransa ve Almanya bu konuda çok kararlı duruşlar da sergilememektedir. Bu noktada ABD ve özellikle Biden’ın yapmaya çalıştığı şey Almanya’yı ikna etmektir. Almanya AB’nin lider ülkesi ve jeopolitik konumu nedeniyle Rusya karşıtlığında mutlaka desteği alınması gerekli ülkedir. ABD daha önce Merkel’i ikna edememiştir ama Almanya’nın yeni Şansölyesi Olaf Scholz’u ikna edebilmesi biraz daha kolay gibi görünmektedir. Netice de Scholz; nispeten deneyimsiz ve Merkel kadar güçlü olmayan bir liderdir. Aslında ABD isteseydi ya da tercih etseydi Irak’ta yaptığı gibi NATO içinden ya da dışından birçok ülkenin katılımıyla bir koalisyon gücü oluşturur ve Ukrayna’yı savunabilirdi. Ama ABD bunu da istemedi aksine “yalnız değilsiniz” sözleriyle kışkırttığı Ukrayna’yı ortada bıraktı. Ya da bir başka teze göre; Ukrayna’yı yem olarak kullanıp Rusya’yı batağa çekmek için tuzak kurdu. Rusya’nın Ukrayna’yı/belli bölgelerini işgali nasıl sona erdirilebilir. Bu konuda en güçlü silah Rus kamuoyu ve dünya medyasıdır. Haberleşme araçlarının ve sosyal ağların bu kadar yoğun olduğu 2022’de eğer Rusya harekâtı sonlandırırsa bunda en büyük etken Rus halkının baskısı ve insani bakış açısı olacaktır. Rusya istilaya başladığı bir hafta içerisinde o kadar çok ekonomik ve siyasi baskıya maruz kalmıştır ki bunun bir örneği geçmişte yoktur. Rus parası çok ciddi değer kaybetmiş, ekonomik ambargo ciddi şekilde hissedilmeye başlamış, Ukrayna Başkanı telekonferans yöntemi ile tüm dünyaya ve özellikle Batıya hitap etmiş, her gün edebilmekte ve büyük destek toplamaktadır. Ukrayna halkı bir Afgan, Suriye halkı değildir. Bugün Ukraynalıların %70’i inançlı ve bunların neredeyse tamamı Hristiyan’dır. Yani nüfusun büyük bir çoğunluğu Hristiyan’dır. Bunların da %67’si Ortodoks tur. Afganistan’da, Irak’ta, Suriye’de halkın neredeyse tamamı Müslüman olduğu için bu insanları umursamayan ABD ve Batı için bu defa durum farklıdır. Rus halkı Rusya Uçaklarına kapanan hava sahaları ve uluslararası havaalanları nedeniyle giderek dünyadan kopmakta ve uzaklaşmaktadır. Sberbank, VTB gibi ülkenin önemli finans kurumlarının yanı sıra, Rusya Merkez Bankası da yaptırımların hedefi olurken, Avrupa ve ABD gibi bölgelerdeki hava sahaları Rus uçaklarına kapandı. Batılı ülkeler, Rus bankalarının uluslararası para transferi sağlayan SWIFT sisteminden çıkarılması yönünde de karar alırken, ABD, Japonya ve Avrupa ülkeleri ayrıca Rusya'nın 640 milyar doları bulan rezervlerinin yarısını dondurmuş durumdadır. Gelişmeler nedeniyle Moskova piyasaları kapalı kalırken, Rusya Merkez Bankası, yaptığı açıklamada ülkedeki nakit talebinin geçen haftaya göre 25 kat artarak 1,4 trilyon rubleye ulaştığını duyurmuştur. Ülke vatandaşlarının ise banka kartlarında sorunlar yaşanabileceği endişesiyle ATM’ler önünde kuyruklar oluşturdukları görülmektedir. Ruslar karamsarlık yaşamaktadır. Muhabirlerin sorularını yanıtlayan Rus vatandaşları, gelişmelerden ötürü endişeli olduklarını ve kısa süre içerisinde barış sağlanması gerektiğini söylemektedir. Sosyal haberleşme siteleri, telefon ağları kapandıkça ve Rus halkı giderek zorluklarla karşılaştıkça Putin’in durumu daha da zorlaşacaktır. Kaldı ki her iki ülkede de akrabaları, dostları yaşayan çok sayıda Rus ve Ukraynalı vardır. Tüm dünya Rusya’ya ve operasyona karşı iken 9 ülkenin desteği görülmektedir. Bunlar; BELARUS, KÜBA, NİKARAGUA, ÇİN, HİNDİSTAN, İRAN, KUZEY KORE, SURİYE, BAE dir. Aslında bir sürpriz göze çarpmamaktadır. BAE biraz şaşkınlık yaratmışsa da önemsenecek bir ülke değildir. Çin ve Hindistan’ın şimdilik ÇEKİMSER kalmaları ve BM’de bu yönde oy kullanmaları bile Ukrayna karşıtı olmadıkları yönünde düşünmek için olumlu değerlendirilebilir. Türkiye’nin konumuna gelince; Türkiye bu savaşta Ukrayna’dan sonra en çok kaybeden ikinci ülke olma potansiyeline sahiptir. İthal ettiğimiz ayçiçeğinin yüzde 54'ünü Rusya'dan, yüzde 14'ünü Ukrayna'dan almaktayız. Buğdayın yüzde 64-65'i Rusya'dan, yüzde 13-14'ü de Ukrayna'dan gelmektedir. Bu iki ülkeye yaş sebze ve meyve ihraç ediyoruz. 2021'de Ukrayna ile 7,4 milyar dolar olan ticaret hacmi Rusya’yla 34,7 milyar dolar düzeyinde gerçekleşmiştir. Ukrayna ile ticaret hacmi genişlerken enerji ithalatı nedeniyle Rusya’ya bağımlılık giderek artmıştır. Halen doğalgazımızın %34’ünü Rusya’dan ithal etmekteyiz. İthalatta ve ihracatta bu ülkelere bağımlı olmamız sıkıntı yaratacak, savaşın uzun sürmesi, oradaki toprakların ve tarım arazilerinin zedelenmesi bizim o ürünlere ulaşmamızda sıkıntı doğuracaktır. Dolayısıyla bu, gıda enflasyonu ve fiyat artışı olarak ülkemize kaçınılmaz olarak yansıyacaktır. Hem tahıl, akaryakıt, doğalgaz ve diğer tarım ürünlerinin öncelikle ithalatı ve sonrasında çiftçilerimizin tarım ihracatı nedeniyle, hem de Rus ve Ukraynalı turistlerin uzunca bir dönem ülkemize gelemeyecek olmaları nedeniyle. Her ne kadar insani yönden Ukrayna’yı desteklemek doğru gibi görünse de ülkemizin menfaatleri açısından Türkiye; bu savaşa fazla bulaşmamalı, tarafsız kalmalı, SİHA’lar da dahil olmak üzere silah satmamalı veya vermemeli, NATO’nun daha fazla büyümesini desteklememelidir. Rusya ekonomisi ise uzun sürecek gerginlikleri, ambargoları, Ukrayna’yı tamamen istila etme seçeneğini ve yükünü kaldıracak durumda değildir. Buna Batı kadar kendi halkının da dayanamayacağını değerlendiriyorum. Ayrıca unutulmamalıdır ki ABD kendini rakipsiz ve dünyayı tek kutuplu gördüğü sürece istese de istemese de gelişmeler dünyayı çok kutuplu bir sisteme doğru götürecek, yeni bir denge düzeni oluşacaktır. Belki de bu yeni düzen tamamen hegemon ve emperyalist tek bir ülke tarafından sürekli istismar edilmekten daha iyi bir durum oluşturabilir. Bir an önce aklın ve sağduyunun egemen olması dileği ile esen kalın.. Mehmet ASAL

  • OLMADI BE TEĞMENİM HİÇ OLMADI!...

    OCAK 2021'DE CHP’DEN İSTİFA EDEN MEHMET ALİ ÇELEBİ’NİN İSTİFA AÇIKLAMASINA BİR VATANDAŞTAN CEVAP: Sen bizim gönlümüzde ve gözümüzdeki Kumpas Davalarının balyozuna karşı yumruğunu sallayan ve o demir kütleyi elleriyle toprağa gömen kahraman idin. Sen Mecliste yaptığın konuşmalarla gönüllere su serpen, bizlerin sesi ve yüreği olan “Deniz Gezmiş’imiz” idin. Sen Atatürk’ün kurduğu partiye adım atmış genç devrimcimiz, Mustafa Kemal’imizdin. Olmadı be teğmenim hiç olmadı. Senin yaptığın hiç olmadı. Kendi dururken Muharrem İnce’yi Cumhurbaşkanı adayı yapan, Mustafa Sarıgül’ü İstanbul gibi dünyanın 140 ülkesinden daha büyük şehre Belediye Başkan adayı gösteren, Öztürk Yılmaz’ı durup dururken onurlandırmak için milletvekili yapan ama her üçünden de nankörlük dışında bir şey görmeyen adamlardan farkın olmalıydı. Gerekiyorsa birçok kol kırılmalı ama o yenin içinde kalmalıydı. Olmadı be teğmenim. Hiç olmadı. Bizler seni benimsemiş, sevmiş, gençliğimizi sende görmüş, yapmak isteyip de yapamadıklarımızı başaracak Seyit Onbaşının, Nene Hatun’un yerine koymuştuk seni. Sen bizim Kınalı Ali’mizdin. Son ümidimiz olan kaleyi yıkanlardan oldun. Mücadeleni Partinin içinde vakur duruşunla, dürüst karakterinle, Atatürk çocuğu olarak sürdürecek ama parçalayıcıların peşinden gitmeyecektin. Olmadı be teğmenim. Hiç olmadı. “Vefanın küçüğü insana, vefanın büyüğü vatana, millete, Cumhuriyet’e, Atatürk’e” dir demişsin. Doğru demişsin de bizlerin son umudu olan CHP’yi karşısındaki partilerin ekmeğine yağ sürercesine terk etmeyecektin be delikanlım. Vefanın büyüğünü biz seni seven ve kucaklayan insanlara gösterecek ve yerinde kalıp, 100 yıllık partinin içinde yapacaktın mücadeleni. Olmadı be teğmenim. Hiç olmadı. “Yanlışları görüp susabilirdim, itaat edip rahat edebilirdim, “gelene ağam gidene paşam” anlayışına teslim olabilirdim” demişsin. Bizler senden bunu istemedik ki sanki mecburmuşsun gibi bunları yapmaya. Biliyoruz gençsin, heyecanlısın, siyaseti de birkaç yılda anlamak ve sindirmek kolay değil. Adı üstünde POLİ TİKA. Bilir misin? "Poli" Latince "Çok" demektir. "Tika" ise "Oyun" anlamına gelir. Sen de düştün bu Politika tuzağına. Bu ÇOKLU OYUN’ a. Sabırlı olacaktın, saygılı olacaktın, az konuşup çok dinleyecek ama yeri gelince sesini ve dişini gösterecektin. Çok acele ettin. Düştün kanının deli dolu akışına, düştün delikanlılığının sana kurduğu tuzağına. Olmadı be teğmenim. Hiç olmadı. “Bunu size yapamam, kendime yakıştıramam. Onurlu olmanın en büyük değer olduğu halkçı ve devrimci bir gelenekten geliyorum” diyorsun. “Bizi Amasya’nın bir köyünden alıp asker yapan, pilot yapan ve onun kurduğu Meclis’in milletvekili yapan Cumhuriyet’e ve milletimize bunu yapamazdım” diyorsun. Biliyor musun ki ben de Amasya’lıyım, bizler de senin gibi halkın içinden geliyoruz ve bu nedenle seni seviyorduk. Hepimiz halk çocuğuyuz. Ama olmadı be teğmenim. Hiç olmadı. “2018 kurultayında, Sn. Genel Başkanımızın listesine alarak onurlandırmasıyla Parti Meclisi üyesi oldum” diyorsun. Biz de sana biat et demiyoruz ama Nankör de olma. Senin gibi binlerce Balyoz ve Ergenekon mağdurunun bir aynasıydın sen. Kılıçdaroğlu seni simge kabul ederek parti içindeki muhalefete rağmen milletvekili adayı yaptı. Yoksa diğer mağdurlardan fazla da bir farkın yok aslında. Sen bunu anlamadın, anlayamadın. Bu istifa kararını alırken temsil ettiğin mağdurların onayını da aldın mı? Hiç sanmıyorum. Olmadı be teğmenim. Hiç olmadı. Her türlü hile ve desiseye rağmen İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı ve birçok ilde başkanlıklar kazanılmış, gelecek için umutlar tam yeşermişken yaptığın hiç olmadı. İnan ki bizlerin çoğu da kerhen CHP’yi desteklesek de ufukta yakın gelecekte tek çıkış yolu bu olduğu ve daha uygunu bulunmadığı için destek veriyor, sadece adı da kalmış olsa Sol Kanatta artık bölünmeyi istemiyoruz. Ama sen henüz çok gençsin. Ne 60’ları, ne 80’leri hatta ne de 90’ları bilemezsin. Sözlerinde fazla BEN gördüm. Ben zayıflık ve bencillik göstergesidir. Oysa keşke bunlar BİZ olabilseydi. Vefakâr CHP seçmeni, Sizlere, yakama Gazi Meclisimizin rozetini takarak beni milletin vekilliği ile onurlandırdığınız için teşekkür ediyorum. Beni sevdiğiniz ve sahiplendiğiniz için teşekkür ediyorum. Ben de sizleri çok sevdim. Demişsin. Biz de seni çok sevmiştik ama olmadı be yiğidim, olmadı be teğmenim. Bu yaptığın hiç ama hiç olmadı…

  • Çiğköfte satıcılığından Üfürükçülüğe...

    ADI : Milail (Muhtemelen Mikail ama onu bile düzgün yazdıramamış) YAŞI : 55 MEMLEKETİ : Van İŞYERİ : Tuzla- İstanbul TAHSİLİ : İlkokul (O da kendi ifadesi, bence ilkokul diploması bile yok) MESLEĞİ : Yok, 50 yaşına kadar seyyar tezgâhta Çiğköfte satmış Fox TV de yayınlanan “Fulya ile Umudun Olsun” programına katılan 3 kişi, babalarının/yakınlarının Tuzla-İstanbul’da bir Üfürükçü tarafından dolandırıldığını, daha da vahim olanı, bu üfürükçünün verdiği yarısına kadar tuz dolu ve suda eritilmiş kavanozdaki suları içen yaşlı babalarının komada olduğunu açıkladı. Yayına telefon yoluyla katılan birçok kişi de aynı üfürükçüye paralar kaptırdıklarını, şikayetçi olduklarını söyledi. Bunun üzerine Üfürükçülükle itham edilen kişi “Kişilik haklarına saldırı yapıldığı, kendisine hakaret edildiği” iddiası ve kim öğretti ise K.V.K. (Kişisel Verileri Koruma) Kanununa aykırı yayın yapıyorsunuz, kendimi aklayacağım iddiası ile ertesi gün (3 Mayıs 2022) canlı yayına katıldı. Program Sunucu ve yardımcıları sorular soruyor: - Nazar, Sara, Sarılık, Bel fıtığı, geçimsizliğe çare buluyormuşsun. - Evet bende Tanrının verdiği güçler var. Onunla yapıyorum - Peki mesela Sara için ne yapıyorsun. - Dua okuyorum. 61 defa, - Peki diyelim yine hasta iyileşmedi? - 3000 defaya kadar okuyorum duayı. - Hangi duaları? - Elham. - Onu herkes okur, başka bir şey yok mu? - Var. Rüyamda gördüğüm dualar var ama söyleyemem. - Sen, sana vahiy geldiğini ve rüyanda dualar indiğini söylüyorsun. Bu şirk koşmaktır. Sen bazı özel güçlerin olduğunu nasıl keşfettin - Dedemden geliyor. - Burada sana 10 000TL, 20 000 TL ödediğini söyleyenler var. - Ben 120 TL fatura kesiyorum. Onun vergisi, KDV’si düşünce bana 50 TL kalıyor. - Faturanda Şifacı Hoca yazıyor. Böyle bir iş için vergi numarası ve yetki nasıl aldın? - Maliye’ye müracaat ettim verdiler. - ……………………………… Bu minvalde konuşmalar sürüyor. Mikail, seyyar tezgahında yıllarca çiğköfte satmış, Kuran-ı Kerimi hiç okumamış (Kendi Beyanı), önce akrabalarına okuyup üflemiş, sonra çevrede adı duyulmuş, Tuzla’da kendisini tanımayanın olmadığını iftiharla söyleyen, yaşlı ve yalnız adamlara eşler bulmuş, şivesi son derece bozuk, kafasında siyah bir bere, her yanından cehalet akan, yüzünde nurun en ufak bir izi olmayan, dua bile bilmeyen, muhtemelen okuma yazması bile çok kötü, bozuk bir Kara cahil. 1 kg tuzu 1 kavanoz suda eritip 70 yaşında bir adama cinsel gücünde katkı için içirtebilecek kadar cüretkâr. Bu konuda “Düşünen Adam” isimli dergide yayınlanan ciddi bir araştırma sonucunda (Salih Yaşar Özden, Ferah Vedi, İlhan Yargıç, Nihat Kaya) üfürükçülere gidenlerin: % 40 inin Kültürel sebepler, % 29'unun dini sebepler, % 19.5'inin aile baskısı ile başvurdukları gözlemlenmiştir. Burada kültürel faktörler genel anlam gelenek ve göreneklerdir. Din de kültürel bir unsurdur. Vakaların % 30’unun dini sebepler ile tıp dışı kişilere başvurduklarını bildirirken % 50'sinin resmi din görevlisi ve dini unvanını kullanan kişilere müracaat etmesi dikkat çekici bulunmuştur. Bu sonuçlar bize tıp dışı kişilere başvuruda din faktörünün çok önemli olduğunu düşündürtmektedir. Burada irdelenmesi gereken birçok husus var: Nasıl böyle bir meslek için tabela ve vergi numarası tahsis edilebilir? Böyle bir sahtekarın yıllarca üfürükçülük yapmasına İstanbul’un Tuzla gibi bir ilçesinde nasıl göz yumulur? Sivil Toplum Örgütleri, Tabipler Odası, Siyasi Partilerin İlçe Örgütleri bu konularda halkı bilinçlendirmek, bu sahtekarları yakalatmak için hiç mi bir şey yapmazlar, yapamazlar? Hepsinden daha vahimi, böyle cahil cühela bir kişiden onlarca kişi nasıl medet umar, inanır, para kaptırır. Merak edenler için bu söylediklerimi içeren Video linkini aşağıda verdim. Lütfen zamanınız varsa izleyin. Benim yazdıklarımın aslında gerçeklerin yanında ne kadar az ve özet olduğunu gözlerinizle görüp, kulaklarınızla işitin. https://www.fox.com.tr/Fulya-ile-Umudun-Olsun/ozel-sahne/89845/cigkofteciydi-ufurukcu-oldu https://www.fox.com.tr/Fulya-ile-Umudun-Olsun/ozel-sahne/89846/sifa-diye-neden-tuz-yedirdi OXFORD SÖZLÜK; Üfürükçü için, dua okuyup hastaların üstüne üfleyerek hastalıkları iyileştirdiğini öne süren ve böylece bilgisiz insanları dolandıran, onlardan çıkar sağlayan kimse. Güncel Türkçe Sözlük Üfürükçü anlamı is. Okuyup üfleyerek hastalıkları savdığını ileri süren ve böylece bilgisiz kimseleri dolandıran düzenbaz kimse: "Eskiden üfürükçüler vardı, isteyenleri yere yatırıp pestil gibi çiğnerlerdi." -H. R. Gürpınar. Bu izleyip sizlere aktardıklarım aslında insanımızın cehalet ve fakirlik nedeniyle nasıl bir çıkmaz içinde olduğu, kimlerden ve nelerden medet umduğunu göstermesi bakımından ibret verici. Bu insanlar ile aynı sandıklara gidip aynı değerde ve geçerlilikte oy kullanıyor ve sonucunda da ülkemizin daha Demokratik ve Çağdaş Yönetilmesini bekliyoruz. “Türkiye’ye Demokrasi Kolay Kolay gelemez” başlıklı ve WEB Sitemde bulunan aşağıda linkini verdiğim yazımı okursanız ne demek istediğimi daha kolay anlayabilirsiniz. https://mehmetasal.wixsite.com/asal/post/t%C3%BCrkiye-ye-demokrasi-kolay-kolay-gelemez-neden-mi Esen kalın...

  • Neden Sürekli mutsuzuz?...

    NEDEN SÜREKLİ MUTSUZ VE HUZURSUZUZ? DERLEYEN : Mehmet ASAL Etrafınızda devamlı olarak kötü haberler paylaşan, sürekli sizleri huzursuz edici haberler ileten kişilerin sayısı ciddi ölçüde çoğaldıysa yapmanız gereken üç şey vardır. O kişilerle ilişkiyi ve haberleşmeyi askıya almak, asgari seviyeye indirmek, Kullandığınız sosyal medya kanallarını bir süre kapamak veya azaltmak, Derhal spor, kitap okuma, müzik dinlemek dahil yeni hobiler kazanmak. İngiltere’de Oxford Üniversitesinin yaptığı ve geniş çaplı katılımla gerçekleştirilen bir araştırma sonucunda ortaya çıkmıştır ki; (https://www.psych.ox.ac.uk/news/how-has-covid-19-impacted-on-peoples-vulnerability-to-mental-illness-and-depression/search?category=covid-19) Özellikle PANDEMİ’nin başlamasından sonra hemen herkes evine kapandığı için, Hobisi olmayan, okumayı sevmeyen kişiler en kolay ve tek şeye sığındı. Sosyal medya fırsatçılığı. Sosyal medya ağları üzerinden kendisini mutsuz ve huzursuz eden haberleri ve duyumları çok önemli bir şey yapıyormuş gibi paylaşmak. Hiçbir araştırma yapmadan, ciddi şekilde düşünüp muhakeme etmeden, haberin kaynağını ve doğruluğunu araştırmadan gelen, kendini mutsuz ve tedirgin eden bilgi/haberi derhal bu bende kalmasın dercesine etrafına yaymak. Bilinçaltı bu gibi konularda şu şekilde tetiklenir ve çalışır: “Mademki ben mutsuz ve huzursuzum beni mutsuz ve huzursuz eden şeyleri arkadaş ve dostlarım ile de paylaşayım.” Bu yaklaşım başlangıçta bize Psikolojik bir rahatlama gibi görünse de zamanla karşınızdaki kişilerin de benzer davranışları ve sizinle olan paylaşımları nedeniyle giderek yuvarlanan bir çığ veya heyelan gibi altından kalkılamayacak bir duruma gelir. Üstelik bu arada aynı haber ve yorumu farklı kaynak ve arkadaş çevresinden alıp okudukça bu fikirler beyninizde adeta perçinlenir. Doğru olamayacak fikirlerin ve paranoyaların en güçlü savunucusu haline gelebilirsiniz. İletilen bilgi doğru da olsa dezenformasyon da olsa sizi giderek daha bedbaht, daha isyankar, dokunulduğunda patlayacak duruma getirir. Toplumda bunun örneklerini sıkça görmek mümkündür. Yeşil ışık yandığı anda aracının gazını köklemeyene yapılan klakson uyarıları, Sonu cinayete veya ateşli silahla yaralamalara sebep olabilecek Yol verdin-vermedin tartışmaları, Çöpünü veya sigara izmaritini yola atan kişiye duyulan öfke, Bankada Doları olduğu için bir kriz olur da el konulur mu endişedi taşıyan kişilerin sürekli ekonomik felaket tabloları çizip bu tarz duyumları derhal paylaşmak istemeleri vb.gibi. Asla mutlu olmak için çaba sarf etmeyen, hayatın iyi yanlarını, güzelliklerini göremeyen, sürekli olarak kendini yönetenlere, amirlerine, halkının bir kısmına karşı haklı ya da haksız kızan insanlar aslında en kolay yolu seçenlerdir. Bu nedenle başkalarının da huzuruna ve mutluluğuna mani olur bu gibi insanlar. Bir yanlışı düzeltmek için yapacağınız bir şey yoksa ya da size öyle geliyorsa ve bu yanlışlığı sürekli başkaları ile paylaşma gayreti içinde iseniz DİKKAT. Anksiyete Bozukluğu (Kaygı Bozukluğu) hastalığının pençesine düşmek üzeresiniz. Kaygı, kişide her an kötü bir şey olacakmış hissi, örneğin her an kötü bir haber alacağı ya da kendisinin yahut yakınlarının başına kötü birşey geleceği endişesi ile giden bir bunaltı duygusudur. Kişi sıklıkla günlük olaylar karşısında beklenenin üstünde yüksek bir kaygı düzeyi yaşar. Zihni çoğunlukla felaket senaryoları ile doludur. Örneğin çocuğu eve bir saat gecikmeyle gelmiştir, ancak bu gecikme “mutlaka çocuğa araba çarpmıştır”, “birileri çocuğa bir şey yapmıştır” türünden kaygı içeren düşüncelerle karşılanır. Aslında kaygı günlük hadiselerde herkesin karşılaştığı bir ruh halidir ve aşırı boyutlara ulaşmadıkça bir teşvik aracı olarak insanlara yardımcıdır. Kaygı Oxford araştırmasında olduğu gibi kişinin günlük aktivitelerini aksatacak hale gelerek başlı başına bir problem meydana getirdiğinde artık hastalık adını alır ve tedavi edilmelidir. Yaygın anksiyete bozukluğu olan kişi uzun süren, kontrol etmekte güçlük çektiği bir endişe durumu yaşar. Bu kaygı huzursuzluk veya kendini tetikte hissetme, çabuk yorulma, odaklanma güçlüğü, unutkanlık hissi, sinirlilik, kas gerginliği ve uyku bozukluğu belirtilerinin tamamı ya da bir kısmı ile birlikte bulunur. Kişinin yaşadığı bu sıkıntılar kişinin hayatını olumsuz yönde etkilemektedir. NETİCE: Etraftaki felaket senaryolarına kulaklarınızı kapatın. Ne kadar felaket senaryosu dile getirirseniz daha kötüsünü çeker ve yaşarsınız.Zaten bazılarınca ve bazı baskı guruplarınca yapılmak istenilen topluca korku algısı yaratılarak, enerjiyi düşürmek ve bireyleri kurban psikoloji ile zapt etmektir. Güzellikleri ve mutlulukları paylaşmaya gayret edelim.

  • İstanbul Deprem Gerçeği

    BU YAZI KABUS İSİMLİ HİKÂYEYİ NEDEN KALEME ALDIĞIMIZI ANLATMAK İÇİN YAZILDI Arsal – Mehmet ASAL Türkiye, dünyanın sismik açıdan en aktif bölgelerinden biri olan Alp-Himalaya kuşağında yer almaktadır. Yaşanan onca depreme, can ve mal kayıplarına rağmen maalesef “Deprem Bilinci” toplumumuzda halen oluşmamıştır. Türkiye’de yaşanan depremlerin tarihi sürecine baktığımızda; yıllara göre nüfus artış oranından daha fazla can ve mal kaybı olduğunu görmekteyiz. Neden? Bunun ana nedeni bina yapım tarzımız, bina stoklarımızın durumu, rant ve ekonomik sıkıntılar nedeniyle sürekli dikey yapılaşmamızdır. ABD’de yaşarken hep şu ikilem dikkatimizi çekti. ABD kıyıları ve özellikle güneydoğu kısmı kasırga ve fırtınalar bölgesi ama evlerin çoğu prefabrik tipte hafif binalar. Alçıpanlarla yapılmış evler. Kasırgada paramparça olur ya da en azından çatıları uçar, evler parçalanır. Türkiye ise deprem bölgesi ve fay hatları üzerinde bir ülke fakat biz hafif, pratik ve depreme dayanıklı evler yerine sürekli betonarme binalar yaparız. Bina stokları değişik olsa; ne Türkiye’de depremlerde bu kadar can kaybı ne de ABD’deki Kasırgalarda bu kadar hasar olmazdı? Tabii bunun bir nedeni de bizdeki fakirlik ve ekonomik güçlükler nedeniyle dikey yapılaşma zorunda oluşumuz. Bu tarz yapılaşmanın en ucuz yönteminin de betonarme binalar olması. Peki betonarme bina yapmak zorunda isek bunu sağlam ve depreme dayanıklı yapamaz mıyız? Elbette yapabiliriz. Ne yazık ki, Türkiye’de 1980 öncesi yapılan binaların hiçbirinde “Deprem Güvenliği” hesabı yapılmamış çünkü o dönem de böyle bir kanuni zorunluluk yok. Buna mukabil inşaat yapımında o kadar çok deniz kumu ve homojen olmayan elle karıştırılıp hazırlanmış çimento harcı kullanılmış ki, 80 öncesi inşa edilen yapıların çoğunluğu güvenli değil. 1980-2000 yılları arasında Deprem Güvenliği nispeten dikkate alınmış ama bu defa da eski deprem yönetmeliği uygulanmış. Yani demek istediğimiz o ki; örneğin 25’lik olması gereken demir yerine 12’lik demir kullanılmış. Çimento CEM I 52,5 (Yüksek dayanımlı) olması gereken yerde bunun yerine CEM I 32,5 (Düşük Dayanımlı) kullanılmış vb. gibi. 1999 depreminden sonra yeni yönetmelik yürürlüğe girmiş ama bu defa da yönetmeliğin uygulaması zaman almış, ancak 2002-2003’den sonra yaygınlaşmış. Bu dönemde kontrol ve denetimler ne kadar sağlıklı yapılmış? Onu da sizlerin takdirine bırakıyoruz. Yani özetle; 1985 öncesi yapılmış binaların hemen tümü, 1985-2005 arası yapılmış binaların büyük çoğunluğu depreme karşı güvenli değil. Bu durumda yapılması gereken ne? Cevap çok basit. 2000 öncesi inşa edilmiş tüm binaların risk önceliğine göre dönüşüme sokulması, fay hattı üzerinde olanların ise yeniden yapılmayıp arsalarının yeşil alan olarak bırakılması. İstanbul’da 7,5 büyüklüğünde bir deprem beklenmektedir. İstanbul nüfusu 16,5 milyondur. Sadece bir metropol olmasına rağmen nüfusu dünyadaki 131 ülkeden daha kalabalık olan bir şehirdir. Türkiye’nin Marmara dışında meydana gelebilecek bir doğal afetine diğer şehirlerden çok büyük bir kitle yardımcı olabilecek iken, İstanbul’da meydana gelebilecek bir afete aynı ölçüde destek olunabilmesi mümkün değildir. İstanbul depreminde beklenen maddi kayıpların 120 Milyar TL olacağı hesaplanmaktadır. 1999 İzmit ve Düzce Depremlerinde Yaklaşık 52.000 bina hasar görmüş, 20 000’e yakın da can kaybı olmuştur. Bu depremde binaların; %70’i orta ve hafif, %25’i ağır hasar görmüş, %5’i yerlebir olacak şekilde çok ağır hasar alarak yıkılmıştır. Hasarlı binaların da %45’i kullanılamaz hale gelmiştir. İstanbul’da meydana gelecek bir depremde Gölcük depreminin en az 5-8 katı can kaybı olacağını söylemek bir kehanet değildir. Bu da 100.000-160.000 arası insan kaybı demektir. Aslında nüfusa birebir oranlarsak bu sayılar 300.000-400.000’lere de ulaşabilmektedir. Ne yazık ki aradan geçen 20 yılda İstanbul’da çok ciddi bir dönüşüm ya da sağlamlaştırma yapılamamış, yapılanlar da çoğunlukla rant ile sınırlı kalmış, 1nci Derecede Deprem Kuşağındaki bölgelerde ciddi bir sistem uygulanamamıştır. Gölcük merkezli deprem ile aynı büyüklükteki bir depremi İstanbul’da yaşadığımızda karşılaştığımız tablo çok vahim olacaktır. 2000’den sonra inşa edilen binaların daha sağlam yapıldığını varsaysak bile 7,5 büyüklüğündeki bir depremde, İstanbul’daki binaların sadece %57’sinin sağlam kalabileceği tahmin edilmektedir. İstanbul ilinin %58’inin I.ve II. Derece, %42’sinin ise III. ve IV. Derece deprem tehlikesi altında olan bölgelerde bulunduğu söylenebilir. İstanbul’daki bina sayısı 1.170.000, toplam konut sayısı 4.575.000 dir. 7,5 büyüklüğündeki bir depremde bu binaların ortalama; %26’sının hafif, %13’ünün orta, %3’ünün ağır ve %1’inin çok ağır hasar görmesi beklenmelidir. Yani 47 000 bina çok ağır ve ağır hasar, 152.000 bina orta hasar, 305.000 bina hafif hasar görecek, sadece 666.000 bina depremi hasarsız atlatacaktır. Ağır ve çok ağır hasarlı binaların aldıkları deprem zararı onarılamayacak boyutta olmakta, bu hasar seviyelerindeki binaların yıkılıp tekrar yapılması gereği ortaya çıkmaktadır. Öte yandan orta hasarlı binaların da onarılmak yerine yıkılıp yeniden inşası çoğunlukla daha uygun olmaktadır. Yani deprem sonrası yaklaşık 200 000 binanın yıkılıp yeniden inşası gerekecektir. Bu da 600 000 hane sakininin sırf bu yüzden barınmasız kalması demektir. Hafif hasarlı olanların da sağlamlık testleri yapılıncaya kadar oturulamayacağı varsayımı, her hane halkı ortalama 3 kişi hesabıyla yaklaşık 2.000.000 kişinin ilk andan itibaren barınma yerlerine ihtiyacı olduğu görülmektedir. Bu ihtiyaç sadece çadır olarak bile düşünülse 700 000 çadır demektir. Hangi alana bu kadar çadır, kim tarafından ve nasıl kurulacaktır? Hele bir de Aralık, Ocak, Şubat ayı ise. Toplanma alanları, bir afet anında insanların güvenli bir şekilde ulaşıp temel ihtiyaçlarını karşılayabileceği mekanlar olarak tanımlanır. Bu alanların, afetzedelerin acil bir durumda temiz su, yiyecek, giyecek, barınma, temel tıbbi yardım ve psikolojik rehabilitasyon imkanlarına erişimini sağlayacak şekilde tasarlanması gerekir. Uluslararası standartlar, toplanma alanlarının kişi başı 1,5 metrekarelik alana sahip olmasını gerektirir. Nerede İstanbul’da bu kadar alan? 3.000.000 m2 toplanma alanına ihtiyaç olacak. Üstelik içme suyu, barınma, tuvalet ihtiyacı nasıl karşılanacak bu alanlarda 2 milyon insan için? Onun için bu kadar barınma alanı bulmak yerine İstanbulluların bir deprem sonrası evlerinde yaşamaya devam edebilecekleri bir yapı stoğuna sahip olmak zorundayız. Yapılan hesaplar İstanbul’da deprem sonrası 25 milyon ton ağırlığında enkaz ortaya çıkabileceğini göstermektedir. Bu da 1.000.000 kamyon atık demektir. Hangi kamyonlarla? Hangi açık yollardan geçerek? Hangi iş makinaları ile ve nereye dökülecektir bu kadar atık? Toplumda deprem bilinci; insanın yaşadığı yerdeki deprem riskini tanıması ve depremden korunmak için yapılması gerekenleri bilmesi ve uygulayabilmesi olarak tarif edilebilir. Depreme karşı bilinçli olmak bu bilinci meydana getirecek doğru bilgilerle donatılmanın yanı sıra depreme karşı nerede nasıl davranılması gerektiğini belirleyecek doğru tutumlara sahip olmayı da gerektirmektedir. Bugün İstanbul’da Inci Deprem Bölgesinde ikamet eden kime sorsanız alacağınız cevaplar üç aşağı beş yukarı aynıdır. Bizim apartmanın altı kayalık, Temel kazılırken hep kaya çıkmış da inşaat bilmem kaç ay uzamış, Binanın müteahhidi (kızı, oğlu, kardeşi) burada oturuyor, sağlam olmasa hiç oturur mu? Nasıl olsa yakında dönüşüme girer daha yeni ve büyük bir daire alırız, Babam temel atılırken görmüş kalın demirler, tonlarca çimento dökülmüş, Yapılırken bilmem kaç tane kazık çakılmış, Bizim ev radye general temel ve tünel kalıp. (Ama inşa tarihi 1980 öncesi) Depreme nerede yakalanacağın belli mi ki. (Evet belli %60-70 ihtimalle yaşadığınız evde yakalanacaksınız, hele böyle pandemi dönemlerinde %90) Vb. gibi onlarca masal. Bu arada binasının depreme dayanıklılık testini yaptırıp da çok kötü çıkmasına rağmen evlerinin değeri düşmesin diyerek bu raporları saklayanlar cabası? Bu nedenle deprem bilincine sahip olmak sadece depremle ilgili temel bazı bilimsel gerçeklerin, deprem öncesi ve sonrasında nelerin yapılması gerektiği ile ilgili bazı genel kuralların ezberlenmesi demek değildir. Deprem bilinci, birey ve toplumda doğru yer ve zamanda doğru düşünme, doğru karar verme ve doğru davranış şekilleri gösterme ile netice verecek derecede depreme karşı şuurlu olmayı ifade etmektedir. Sosyal medya, yazılı ve görsel basın aracılığı ile sürdürülen programlar; seminer, konferans ve deprem tatbikatları şeklinde verilen eğitim programları toplumda bu bilinci artırmaya yönelik olarak başvurulan yaygın öğretim yöntemlerinden bazılarıdır ama bunlar çoğunlukla deprem olduktan sonra yapılması gerekenleri içermektedir. İlgili devlet kurumları, okullar ve sivil toplum kuruluşları tarafından da çeşitli çalışmalar yürütülmektedir ama tüm bunlar yeterli midir? 1999 yılına kadar Türkiye büyük depremlerini hep doğu bölgelerinde yaşadığı için Türkiye’nin bu konudaki hassasiyeti çok bilinmiyor ya da önemsenmiyordu. Ancak 99 yılında Gölcük Merkezli meydana gelen ve İstanbul’u da neredeyse 100 kilometre uzakta olmasına rağmen Avcılar’dan Silivri’ye kadar olan bölgede yaptığı hasar biraz gözlerimizi açtı. Aradan geçen 20 yılda İstanbul’da ciddi bir dönüşüm ya da sağlamlaştırma ne yazık ki yapılamadı. Bugün geldiğimiz durum bu nedenle oldukça vahim. Boğaziçi Üniversitesi Kandilli Rasathanesi ve Deprem Araştırma Enstitüsü ile İstanbul Büyükşehir Belediyesinin ortaklaşa yaptıkları çalışma, İstanbul için ne kadar vahim bir durum olduğunu ilçe ilçe ve tüm şehir olarak gözler önüne serdi. Biz de gerçek verilerden hareketle, İstanbul ilinin bir ilçesinin bir mahallesini seçtik. Yaşanacak olan olası İstanbul Depremini bölgede oturan bir aile ve sizlerle birlikte yaşayarak bu defa depremden sonra değil de depremden önce neler yapılması gereği konusunda sizleri düşündürmek istedik. Bir an önce depreme dayanıklı evlerde ve yerlerde yaşayan, bilinçli İstanbulluların oluşturduğu bir metropole kavuşabilme dileği ile… Arsal – Mehmet ASAL NOT: Lütfen aşağıda yer alan 20 dakikalık Videoyu izleyin. Bu konuda son derece bilgilendirici. Ben seyredinceye kadar birşeyler bildiğimi zannederdim ama seyrettikten sonra anladım ki bize doğru düzgün eğitim ve bilgilendirme yapılmıyor. https://www.youtube.com/watch?v=vyNa1B76OPs Beklenen Büyük İstanbul Depremi: İstanbul'da Neden Deprem Bekliyoruz? 250 000 kez izlenmiş.

  • NATO PAZARLIĞI ESNASINDA TÜRKİYE İÇİN AB ŞANSI...

    YAZAN: Mehmet ASAL Türkiye uzun yıllardır AB Üyesi olma hayali ile avutulmuş ancak din, eğitim, adalet ve kültür başta olmak üzere Fransa, Almanya, Avusturya, Belçika, İngiltere ve Yunanistan’ın başı çektiği ülkelerce AB dışında tutulmaya çalışılmış ve gelecekte de tutulacak bir ülkedir. Şimdi, belki de tarihteki en önemli fırsat ortaya çıkmıştır. Neden mi? Türkiye’nin özellikle AB ülkelerine karşı bugüne kadar bir pazarlık gücü yoktu ancak Rusya-Ukrayna Savaşı ve şimdi de İsveç ve Finlandiya’nın NATO’ya girmek istemesi Türkiye’ye için çok önemli bir fırsat doğurmuştur. NATO ÜYELERİ : Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü (NATO), Kuzey Amerika ve Avrupa'dan 30 üye ülkeden oluşan uluslararası bir ittifaktır. 30 üye ülkenin ikisi Kuzey Amerika'da (Amerika Birleşik Devletleri ve Kanada), yirmi sekizi ise Avrupa'da yer almaktadır. Başlangıçta 12 ülkenin kurucu olarak kurduğu örgüte, En son 27 Mart 2020'de Yunanistan’ın baskısı ile ülke ismini değiştirmek zorunda kalan Kuzey Makedonya katılmıştır. AB ÜLKELERİ : Avrupa Birliği (AB), yirmi yedi üye ülkeden oluşan ve toprakları büyük ölçüde Avrupa kıtasında bulunan siyasi ve ekonomik bir örgütlenmedir. NATO Genel Sekreteri Stoltenberg, AB'nin cephelerinin Kuzey Atlantik'ten Rusya'ya, AB üyesi olmayan NATO üyeleri ABD, Kanada ve İngiltere tarafından savunulduğunu, güneydoğu kanadı savunmasının da aynı şekilde AB üyesi olmayan Türkiye tarafından üstlenildiğini söylemektedir. Yukarıdaki haritada İngiltere AB'de görülmesine rağmen aslında ayrılmış bir ülkedir. ABD’nin Avrupa Birliği Üyesi olma imkânı yoktur. İngiltere’de zaten kendi isteği ile ayrılmıştır. Burada tamamen dışlanmış ancak omuzlarına da çok büyük bir yük yüklenmiş Türkiye vardır. NATO’nun bu derece yükünü çeken, Gümrük Birliği ile eli kolu bağlanmış Türkiye’ye şimdi de Teröristleri destekleyen ve Türkiye’nin başına çeşitli dertler açan İsveç ve Finlandiya’nın NATO’ya alınmasına onay verme baskısı yapılmaktadır. NATO Genel Sekreteri Stoltenberg, "AB'nin savunma alanındaki çabalarını destekliyorum. Çünkü savunma harcamalarının artırılması, yeni askeri kapasiteler yaratılması ve Avrupa savunma sanayisindeki parçalı görünüme karşı önlemler alınması Avrupa'nın güvenliği için, transatlantik güvenlik için, hepimiz için iyi bir şey. Sonuçta NATO'yu tamamlayıcı özellik taşıdığı sürece tüm bu çabaları memnuniyetle karşılıyoruz. Ama AB Avrupa'yı savunamaz" diye konuşmuştur. TÜRKİYE’NİN PAZARLIK GÜCÜ : Türkiye’nin özellikle AB ülkelerine karşı bugüne kadar bir pazarlık gücü yoktu ancak Rusya-Ukrayna Savaşı ve şimdi de İsveç ve Finlandiya’nın NATO’ya girmek istemesi Türkiye’ye çok büyük bir koz vermiştir. İsveç ve Finlandiya’nın PKK ve PYD ile diğer terör örgütlerine olan desteğini bir başka yazımda detaylı olarak anlatmış, Türkiye Finlandiya’yı şartlı olarak kabul edebilir ama İsveç’i asla kabul etmemeli ve böylece Terör Desteği üzerinden hem ABD’ye hem de Avrupa ülkelerine çok önemli bir mesaj vermeli diyerek düşüncemi paylaşmıştım. Aslında gözden uzak tutulmaması ve Türkiye için AB Trenini yakalamanın en önemli fırsatı, İsveç ve Finlandiya’nın NATO’ya alınmasını, önce Türkiye’nin Avrupa birliğine alınması şartına bağlanması olabilir. Her ne kadar; AB başka, NATO başka diyecekler olsa da aslında giriş bölümünde verdiğim bilgilere ve yukarıdaki haritaya bakıldığında durum hiç de öyle değildir. NATO büyük ölçüde AB, AB ise büyük ölçüde NATO dur. NATO’da olmayıp da sadece AB’de olan ve bu yüzden bu teklifi reddedip problem çıkarabilecek 2 ülke Avusturya ve İrlanda’dır. Yunanistan her zamanki gibi problem çıkarmak istese de bu şımarık çocuk diğer ülkelerce susturulabilir. Yani Türkiye’nin önce AB’ye alınması sonrasında da İsveç ve Finlandiya’nın NATO’ya dahil edilmesine karşı çıkabilecek, NATO’da olmadığı halde AB üyesi olan tek ülke Avusturya olacaktır. Burada akla şu soru gelebilir. Bugüne kadar Türkiye bu teklifi gündeme getirmediğine göre acaba Türkiye AB Üyeliğinden vaz mı geçmiştir? Bu mümkündür. Zira mevcut yönetimin AB’ye üye olması durumunda şu ana kadar yaptığı tek yönlü pek çok icraatı sona erdirmesi, birçok tutukluyu salıvermesi ve AB Standartları gereği daha demokrat ve özgürlükçü olması gerekecektir. Acaba Türkiye buna mı hazır değildir? Ancak son söz olarak şunu tekrar belirteceğim. İsveç ve Finlandiya’nın NATO’ya girmek istemeleri Türkiye’nin AB’ye girebilmesi için belki de bugüne kadar karşısına çıkan en önemli ve son fırsat olabilir.

  • SÜLEYMAN ŞAH SAYGI KARAKOLU Türkiye'nin sınırları dışındaki tek vatan toprağı

    DERLEYEN: Mehmet ASAL Bulunduğu alan Suriye'nin Halep ilinin Eşme köyü sınırları içerisinde bulunan, Türkiye'nin kendi sınırları dışında sahip olduğu eksklav statüsündeki tek toprak parçasıdır. (Siyasi coğrafyada, tamamen başka bir siyasi bölgenin sınırları dâhilinde yer alan siyasi bölgeye anklav toprak denmektedir. Eksklav toprak ise, siyasi olarak bağlı olduğu bölgeye coğrafi açıdan bağlı olmayan, bu bölge ile arasında başka bir siyasi bölge bulunan siyasi bölgedir.) Türbe'de Osmanlı İmparatorluğu'nun kurucusu ve ilk padişahı Osman Gazi'nin babası Ertuğrul Gazi'nin atası olabileceği farz olunan Süleyman Şah'ın ve iki askerinin naaşları bulunmaktadır. TARİHÇE: Büyük Selçuklu İmparatorluğu Sultanı Alp Arslan’ın Malazgirt Meydan Muharebesi’nden sonra yeni vatan edinmek maksadıyla batıya yönelen Oğuz boyları arasında Süleyman Şah önderliğindeki Kayı boyu da bulunmaktaydı. Süleyman Şah, yeni yurt aramak üzere çıktığı bu yolculukta Halep yakınlarındaki Caber Kalesi’ne gelir ve Fırat boylarına yerleşir. Buradan tekrar yeni yurt aramak üzere yola çıkar, ancak 1227 yılında Fırat nehrinin karşı kıyısına geçmeye çalışırken muhafızları ile Fırat sularında boğulur. Bu olayın 05 Haziran 1086 tarihinde Fırat nehrinin karşısına geçerken Süleyman Bin Kaya Alp’in atından düşmüş ve savaş zırhlarının ağırlığı nedeniyle yüzemeyerek boğulup ölmüş olduğu şeklinde de bir söylenti vardır. Diğer bir söylenti de, Süleyman Şah’ın Tutuş savaşında şakağına ok atılarak öldürüldüğü, başka bir söylentiye göre Süleyman Şah Tutuş savaşında kaybedeceğini kabullendiği zaman atından inip çizmesindeki bıçakla kendini öldürdüğüdür. Süleyman Şah’ın Bilinen Yakınları: Kaya Alp - Babası Ertuğrul Gazi - Oğlu Osman Gazi - Torunu Süleyman Şah’ın naaşı ve iki askeri Caber Kalesi eteklerine bir kümbete defnedilir. Osmanlı İmparatorluğu döneminde imparatorluk sınırları içerisinde olan mezarın bulunduğu yere bir türbe yapılarak buraya Türk Mezarı adı verilir. Türbe ve Caber Kalesi, Osmanlı İmparatorluğu yıkılınca Fransız Suriye Mandası sınırları içerisinde kalmıştır. 20 Ekim 1921 yılında Türkiye ile Fransa hükûmetleri arasında imzalanan Ankara Antlaşması'nın 9. maddesi ve 24 Temmuz 1923 Lozan Antlaşması'nın 3. maddesi gereğince Caber Kalesi ve türbe müştemilâtı ile beraber Türkiye Cumhuriyeti toprağı olarak kabul edilmiş ve Türkiye'ye burada muhafız bulundurma ve bayrağını çekme hakkı tanınmıştır. Türbede yatan Süleyman Şah'ın Osman Gazi'nin ecdadından olan Süleyman Şah değil, I. Kılıç Arslan'ın babası I. Süleyman Şah olabileceği konusunda farklı görüşler bulunmaktadır. Bir teoriye göre; Kutalmışoğlu’nun mezarı Halep Kapısı’ndadır. Çünkü Kutalmışoğlu Süleyman Şah öldüğünde Caber Kalesi henüz Selçuklular tarafından ele geçirilmemişti. Caber Kalesi ve nakli Süleyman Şah Türbesi'nin eski yeri Caber Kalesi, Rakka Kuzey Suriye’de Fırat’ın sol kıyısında Rakka’nın 50 km. batısında eski bir kaledir. Suriye hükûmeti, Fırat Nehri üzerinde 1968 tarihinde başlattığı Tabka Barajı'nın 1973 yılında tamamlanacağını ve barajın su toplamaya başlamasıyla Caber Kalesi ve Süleyman Şah'ın türbesinin tamamen sular altında kalacağını ileri sürerek Türk Hükümeti’mden türbenin yerini değiştirmesini ya da türbenin Türkiye'ye naklini talep eden bir nota gönderdi. Türkiye de buna karşılık Suriye'ye diplomatik nota verdi ve Keban Barajı'nın kapaklarını kapatarak Fırat Nehri üzerinden Suriye'ye su akışını engelledi. Karşılıklı bu restleşmenin ardından Türkiye bölgeye Devlet Su İşleri'nde (DSİ) görevli uzmanlar ve mimarlar gönderdi ve türbenin nereye taşınabileceğinin tespit edilmesini istedi. Bayındırlık ve İskân Bakanlığı Yapı ve İmar İşleri Etüt Proje Dairesi Müdürü Prof. Dr. Ünal Demirarslan, Dışişleri Bakanlığı'nın da talebiyle Süleyman Şah Türbesi'nin mimarı olarak görevlendirildi. Türbe, karakol ve lojman, iki Türk mimar ve yirmi işçisinin çalışmalarıyla dört ayda tamamlanmış ve masrafların tamamı Türk Hükûmeti tarafından karşılanmıştır. Ankara ve Şam hükûmetleri arasında uzun süren müzakerelerin ardından bir anlaşma imzalandı. Anlaşmaya göre; Türbe, müştemilatı ile Halep–Hasseki yolu üzerinde bulunan Karakozak köyü yakınındaki yeni yerine nakledilecek, Barajın kenarında türbenin bugünkü konumuna en yakın yerde mermerden bir kitabe dikilecek, Türbenin bugünkü yerini tespit etmek maksadıyla göl üstüne bir şamandıra konacaktır. Süleyman Şah Türbesi hem geleneksel Türk mimarî motiflerini hem de modern mimarî özelliklerini taşımaktadır. İnşaat çalışmaları sırasında Suriye Hükûmeti, yeni yapılacak türbenin Caber Kalesi'ndeki türbeden daha büyük olmaması şartını getirmiştir. Türbe'de ayrıca o dönemde dışarıdan gelen taciz ateşleri sebebiyle Türk askerlerinin nöbet tuttuğu yerler içe dönük olarak inşa edilmiştir. 1973 yılında türbe ve askerî karakol, Halep'e 123, Şanlıurfa'ya 92 km uzaklıktaki Fırat'ın doğu kıyısındaki Karakozak köyündeki 10.096 m²'lik yeni yerine taşınmıştır. 1995 yılında, Suriye Hükûmeti bu kez de Fırat’ın daha üst kotlarında inşasına başladığı Teşrin Barajı sebebiyle Karakozak bölgesindeki Süleyman Şah Türbesi’nin bölge dışında başka bir alana ya da Türkiye’ye taşınması hususunu yeniden gündeme getirdi. Bunun üzerine Türkiye ile Suriye arasında yapılan görüşmeler sonucunda türbenin mevcut yerinin baraj gölünün olumsuz tesirlerinden korunması için tahkim edilmesine karar verildi. 2001 yılında Fırat Nehri üzerindeki Teşrin Barajı'nın tamamlanması nedeniyle türbenin taşınması bir kez daha gündeme geldi. Suriye tarafı bu defa türbenin şimdiki yerinden de kaldırılarak gösterecekleri ve Türk tarafının da kabul edeceği bir yere taşınmasını istedi. Ancak 57. Türkiye Hükümeti’nin girişimleriyle proje, türbenin mevcut yerinin korunması yönünde değiştirildi. 23 Ocak 2003 tarihinde Ankara'da “Süleyman şah Türbesi Tahkimat Projesinin Uygulanmasına İlişkin Ana Tutanak” imzalandı. (Bu çerçevede 10 dönüm’ lük türbe arazisi sınırları tahkim edilmiş, türbe binasının içi ve dışı onarılmış, karakol binası da yeniden inşa edilmiş ve Süleyman Şah Türbesi yeniden ziyarete açılmıştır.) 13 Mart 2014’te Karakozak köyü ve türbenin bulunduğu bölge IŞİD kontrolüne geçmiştir. 20 Mart 2014’te IŞİD, YouTube üzerinden bir bildiri yayımlayarak: Süleyman Şah Türbesi üç gün içinde boşaltılmaz, Türk bayrağı indirilmezse türbeyi yerle bir edeceğiz demiştir. 22 Şubat 2015 tarihinde TSK, Şah Fırat isimli bir askeri operasyonla türbede bulunan 40 askeri ülkeye getirmek için Suriye’ye girdi. Türbe, patlayıcılarla havaya uçuruldu. Emanetler sınıra 200 metre uzaklıkta PYD kontrolündeki bölgeye taşındı. Üzerinden yıllar geçti. Süleyman Şah Türbesi’yle ilgili tartışmalar bitmedi. Peki, Suriye politikası çerçevesinde Süleyman Şah Türbesi ve Saygı Karakolu’nun eski yerinden sınırın içine taşınması stratejik bir hata mıydı? “Genel olarak ABD ve Batı cephesinde Suriye’deki iç savaşa taraf olmak jeopolitik hataydı. Bundan sonra yapılan en büyük hata Süleyman Şah Türbesi ve Saygı Karakolu’nun yerinden alınarak 22 Şubat 2015’te ülke içine taşınması oldu. 2014’te IŞİD, Irak’ta Musul’dan Suriye’de Ayn el Arab’a (Kobani) kadar olan alanda adeta kendi egemenliğini kurmaktaydı. Bu maksatla Irak’ta Peşmerge ve PKK, Suriye’de ÖSO ve PKK/PYD ile savaş halindeydi. O günün koşullarında henüz Rusya, Suriye’deki savaşa dahil olmamıştı. Türkiye, rejimin devrilmesini amaçladığı için IŞİD’in de içinde bulunduğu bütün örgütleri rejimi zayıflatan unsurlar olarak görmekteydi. Bu nedenle Süleyman Şah Türbesi’nin etrafı IŞİD unsurlarıyla sarıldığında onlara müdahale etmek yerine Saygı Karakolu’nu taşımayı tercih etti. O dönemde PYD/PKK’nin Suriye’de ulaştığı seviye de ciddi tehdit olarak görülmüyordu. Ülke içinde de ‘açılım’ politikaları yürürlükteydi. Salih Müslim’in Ankara’da itibar gördüğü günlerdi. Esad esas hedefti. Diğerleri henüz tali hedef bile değildi. Bu genel çerçeveyi bilemezsek, bölgeye müdahale ve takviye yerine neden anılan türbe ve karakolun taşındığını da anlayamayız.” Genel bakış açısındaki yanlışlık bölgeye “Eğer o gün bir anlamda Suriye rejimiyle iş birliği içinde kolordu seviyesinde bir kuvvetle bölgeye müdahil olunsaydı, bir taşla üç kuş vurulmuş olabilecekti” · Türkiye karada IŞİD ile ilk mücadele eden ülke olacaktı. Üstelik uluslararası ortamda IŞİD’i destekliyor algısının üstüne yapıştırılmasına karşı en etkili argümanı ortaya koyacaktı. · IŞİD’in de daha erken bir tarihte yenilmesini sağlayacaktı. Bunu 1,5 yıl sonra daha büyük bir maliyetle yapmak durumunda kaldı. · Suriye’deki varlığı meşruiyet anlamında hiçbir zaman sorgulanmayacaktı. Süleyman Şah'ın Caber Kalesi yakınında bulunan türbesindeki sandukası Türbe ve mimarî özellikleri Genel bilgiler Tür Türbe Konum Eşme, Halep, Suriye Koordinatlar 36°52′45″K 8°06′20″D Başlama 1973 Tamamlanma 1973 Yıkılma 22 Şubat 2015 Sahip Türkiye Teknik detaylar Zemin alanı 10.096 m² Tasarım ve inşaat Mimar Ünal Demirarslan 2008 yılında Teşrin Barajı'nın yükselen su seviyesinin yeniden türbeyi tehdit etmesi üzerine Türkiye Cumhuriyeti Orman ve Su İşleri Bakanlığı çevresindeki duvarların altına 11,5 m, boylarında 880 adet fore kazık ve geçirimsiz tabaka yerleştirmiştir. Ayrıca, türbenin çevresine beton duvar örülmüş ve iki bayrak direği dikilmiştir. Karakoldan çıkan atık suların Fırat'ı kirletmemesi için karakol binasının arka bölümünde paket arıtma sistemi kurulmuştur. Bunun yanında türbenin etrafı, Türkiye'den gönderilen ağaçlar ve hazır çim ile yeşil bir alan haline getirilmiştir. Saygı Karakolu Türbenin muhafazasını sağlamakla görevli olan Jandarma İhtiram Kıtası'nın ikameti için 30 Mayıs 1938 tarihinde modern bir askerî karakol yaptırıldı. 1949'da Caber Kalesi Jandarma Karakolu'nda bir astsubay, bir onbaşı ve sekiz er, türbeyi korumaktaydı. Türkiye ile Suriye heyetleri arasında 1956 yılında Halep’te yapılan üst seviyede bir toplantıda düzenlenen tutanağın 13 ve 14’üncü maddelerinde türbe için gönderilecek ihtiram kıtasının her ayın 7'sinde değiştirilmesi kabul edilmiştir. Türbe taşınıncaya kadar, her ayın 7 ve 20'sinde karakolun ikmali sağlanmakta ve personel değişimi yapılmakta idi. Türbe, Türkiye Cumhuriyeti 20. Zırhlı Tugayı 3. Hudut Alay Komutanlığı 2. Hudut Taburuna bağlı 25 asker tarafından korunmuştur. SÜLEYMAN ŞAH SAYGI KARAKOLU VE TÜRBESİ İÇİN HAZIRLANAN TASLAK PROJE

  • MERHABA ASKER...

    YAZAN :Mehmet ASAL MUSTAFA KEMAL’IN OSMANLI DÖNEMİ ADETİ “SELAMÜN ALEYKÜM” ŞEKLİNDE ASKER SELAMINI KOLAĞASI İKEN NASIL ORTADAN KALDIRDIĞINI BİLİYOR MUYDUNUZ? 22 Haziran 2022 günü, Suudi Arabistan Veliaht Prensi ve ülkenin fiili yöneticisi konumundaki Muhammed bin Selman Ankara'da Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile görüştü. Suudi Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın turu, Ürdün ve Türkiye’yi kapsayan bir gezi kapsamında Mısır’a iki günlük bir ziyaretle başladı. Turun son durağı olan Türkiye’ye, Suudi Gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın İstanbul’daki konsolosluğunda öldürülmesinden sonra Suudi-Türkiye ilişkilerinde yaşanan fırtınalı krizin ardından ilk resmi ziyaretini yaptı. Bu Ziyaret, muhalif gazeteci vatandaşının öldürülmesinden bu yana tahtı almaya en yakın hale gelen Emir için bir ilkti. Aynı zamanda, Krallığın ABD Başkanı Joe Biden’ın 15-16 Temmuz tarihlerinde gerçekleştireceği ziyaretin ilanıyla aynı zamana denk geldi. En öne çıkan şey, Veliaht Prensin Biden’ın Krallığa beklenen ziyaretinden önce hem bölgesel konumunu hem de Biden’a karşı konumunu güçlendirmeye çalışması olduğu çok açıktı ve davranışlarına da yansımıştı. Resmi ziyaret kapsamında Ankara’ya gelen Prens Selman’ın görüşmesinde en dikkat çeken husus, karşılama töreninde verdiği selam ve askerin tepkisi oldu. Protokol gereği Türkçe “Merhaba asker” demesi beklenen Veliaht Prens Muhammed bin Selman, tören alayını “Selâmün Aleyküm” diye karşılayınca askerlerden daha önceki törenlerde görülmemiş şekilde cılız bir karşılık geldi. Birçok asker de hiçbir cevap vermedi. Sosyal medyada bu durumun verilen selama karşılık askerin tepkisi olduğu iddia edildi. Bir diğer iddia da askerin sadece “Merhaba asker” selamına karşılık verecek şekilde emir ve eğitim alması nedeniyle net bir karşılığın verilmediği yönünde oldu. Kış aylarında resmi ziyaretle Türkiye’ye gelen Hırvatistan Cumhurbaşkanı Kolinda Kitaroviç’in “Merhaba asker” dediğinde çekilen görüntülere bakıldığında askerin verdiği gür ve tereddütsüz yanıt aradaki farkı ortaya koydu. Şimdi gelelim Osmanlı dönemine; 1800’ lerin son dönemi ve 1900 başlarında yoklama ve teftişlerde komutanlar askere: - Selâmün aleyküm... derler, asker de: - Aleyküm selâm... diye cevap verirdi. 1908 yılında, Mustafa Kemal Selânik'te 38 inci piyade alayı komutanlığına tayin edilmişti. Hikâyeyi o zaman o aynı alayın birinci taburunun üçüncü bölüğünde takım komutanı olarak bulunan Ziya Kılıç'tan dinleyelim: ''Alay komutanı Miralay (Albay) Sadettin Bey gözlerinden rahatsız olduğu için izin almıştı. Aynı günün akşamı kolordunun günlük emrinde beşinci kolordudan Kurmay Kolağası(Kolağası Kıdemli Yüzbaşı ya da ön yüzbaşı muadili bir rütbedir) Mustafa Kemal Bey'in alay komutanlığı vekilliğine tayin edilmiş olduğu bildiriliyordu. O vakit ki alaylar dört taburlu idi. Bu alayın tabur komutanı binbaşı rütbesindedir. Tabiî bir kurmay kolağasının böyle bir alay komutanlığına getirilmesi bütün komutanları şaşırtmıştır. Bir gün sonra alay komutan vekilinin alayı teslim almak üzere geleceği haber verildi. Alay kışla meydanında teftiş durumuna girdi. Biraz sonra enfes bir ata binmiş, heybetli, gür, dik bıyıklı ve keskin bakışlı kurmay kolağası geldi. Usul gereği en kıdemli tabur komutanı tekmil haberi verdi. Mustafa Kemal Bey alaya yaklaşınca gür bir sesle: - Merhaba asker, dedi. O tarihlerde yoklama ve teftişlerde komutanlar askere: - Selâmün aleyküm... derler, asker de: - Aleyküm selâm... diye cevap verirdi. Alışmadığı bu tek kelimelik selâm karşısında asker biraz irkildikten sonra aynı kelime ile cevap verdi. - Merhaba İşte o tarihten sonradır ki orduya bu tek kelime ile selâm usulü girmiştir.'' Mustafa Kemal iki saat gibi kısa bir süre içinde bütün bölük komutanlarını, bölüklere basit tatbikat yaptırarak, imtihandan geçirmiş, başarı gösteremeyenleri hemen Selânik'teki talimgâha yollayarak yeni askerî usulleri öğrenmelerini sağlamış, kısa zamanda 38 inci alayı kolordu içinde örnek hâle getirmiş, herkesçe anlaşılmış ki bu 28 veya 29 yaşındaki kolağası, rütbelerin basit sınırları içinde kalacak ve ölçülecek bir kimse değildir. İşte Türk Ordusunun ve askerinin “Selamün Alayküm” selamından “Merhaba Asker” selamına geçişinin öncüsü ve başlatıcısıdır, büyük önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk. Işıklar içinde uyusun. Referans: Falih Rıfkı Atay, Çankaya,1961

  • İSTANBUL’DA YAŞAYANLAR İÇİN DEPREM GÜVENLİĞİ

    DEPREM BİLGİLERİ Deprem Yönetmeliği; Türkiye Deprem Bölgeleri haritasıyla belirlenmiş tehlike bölgelerinde yapılacak bina türü yapıların, depreme dayanıklı olarak inşa edilebilmesi için gereken hesap esasları ile yapım kurallarını, binaların önem derecesi ve yerel zemin koşullarını da dikkate alarak belirleyen yönetmeliktir. İstanbul Bölgesi Deprem Riski Dağılım haritası kabaca yanda yer almaktadır. TÜRKİYE'DE KISACA DEPREM YÖNETMELİĞİ TARİHİ Türkiye'de deprem yönetmeliği ilk kez 1947 yılında İtalya’da kullanılan deprem şartnamesi temel alınarak hazırlanmıştır. Yönetmelik, 27 Aralık 1939 Büyük Erzincan Depremi’nden sonra uygulamaya sokulmuştur. Ancak bu şartname can ve mal kayıplarına engel olamadığı için yönetmeliklerde değişikliğe gidilmiştir. Ülkemizde, bugüne kadar 1947, 1953, 1961, 1968, 1975, 1998 ve halen yürürlükte olan 2007 olmak üzere, toplam 7 kez deprem yönetmelikleri yenilenmiştir. En son ve güncel Deprem Yönetmeliği 18 Mart 2018 tarihli Resmi Gazete'de yayınlanmış, 1 Ocak 2019 tarihinde de yürürlüğe girmiştir. Halen uygulamada olan bu düzenlemeye göre Türkiye’de yeni yapılacak binalar 7.6 büyüklüğe dayanacak şekilde inşa edilmektedir. (7 kata kadar olan binalar için) İSTANBUL’DA YAŞIYORSANIZ AŞAĞIDAKİLERİ YAPMALISINIZ “İBB DEPREME YENİLME” MOBİL UYGULAMASI”nı cep telefonunuza indirin. Adresinizi, bina tipinizi ve istenen diğer bilgileri girip rapor isteyin. Rapor “e-posta” olarak da adresinize gönderilecektir. Rapor da çıkan değer “2” den düşükse bir uzmanla görüşmeniz gerekir. ÇOK İYİ 3 VE ÜZERİ MAVİ İYİ 2-3 ARASI YEŞİL KÖTÜ 1-2 ARASI SARI ÇOK KÖTÜ 1 VE ALTI KIRMIZI Eviniz Yukarıdaki haritaya göre 1nci Deprem Risk Bölgesinde ve 2000 yılından önce inşa edilmişse mutlaka Yetkili bir Firma ya da Belediyeden DEPREM RİSKİ RAPORU talep edin. Ayrıca aşağıda belirtilen 5 uygulamayı da cep telefonunuza ücretsiz olarak indirip ana ekran üzerinde tek Klasöre toplayın. 1. AFET ACİL ARAMA (Tek tuşla yerinizi ve konumumuzu AFAD’a iletme) 2. AKUT GÜVENDEYİM (Tek sms ile tüm yakınlarınıza iyi olduğunuz mesajı) 3. 112 ACİL YARDIM (Tek butonla acil servis yardımı isteme) 4. BRIDGEFY (internet kesikken Bluetooth vasıtasıyla haberleşme) 5. DÜDÜK (Yüksek ve tiz sesli düdük sesi çıkarma) AŞAĞIDAKİ TEDBİRLERİ ALMANIZ GÜVENLİK VE KOLAYLIK İÇİN TAVSİYE EDİLİR · Sabitlenmemiş dolap vs. gibi eşyaları duvarlara sabitleyin. · Evinizin DASK ve imkânınız varsa Tam Ev sigortasını yaptırın. KASKO Poliçeniz aracınızda oluşabilecek deprem zararlarını karşılar. · Aracınızın anahtarı ve ruhsatı yanınızda olsun.1 battaniye ve mümkünse 1-2 uyku tulumu bulundurun. Arabanızın yakıtını %50 den aşağı düşürmeyin. · Deprem geçince telefonunuzun pil modunu “TASARRUF” a alın. · Telefonunuza uygun 1 adet Power Bank Şarj edilmiş olarak hazır olsun. · Daimî kullandığınız ilaçlarınızı 15 günlük hesapla yanınızda bulundurun. · Evinizden farklı bir yere giderken çocuklarınıza/ebeveynlerinize adres ve yer bilgilerini verin. · TC Kimlik kartı, banka hesap vb. gibi kart/bilgileriniz yanınızda olsun. · Deprem çantanızı sokak kapınızın yanında tutun. İçinde "Su, peksimet türü yiyecek, İlk Yardım Seti (eczanelerde satılmaktadır), kibrit/çakmak, kalem, kâğıt, düdük, iç çamaşırı, çorap, hijyenik ped vb. sigorta poliçeleri, menkul kağıtlarınız, kontratlar, vb., pasaportlar, sigorta kartları, doktor kayıtları vb., değerli ev eşyalarının envanteri" bulunsun. · Üzerinizde en az 1 hafta yetecek kadar nakit bulundurun. · Tapularınız, banka hesap ve menkul bilgilerinizi çok güvendiğiniz yakınlarınızla güncelleyerek aylık periyodlarda paylaşın. · Bulunduğunuz binadan 3-5 saniye de dışarı çıkabilecek konumda iseniz çıkınız, değilseniz size hayat üçgeni de olabilecek uygun bir yerde, cenin pozunda ve başınızı koruyarak sarsıntının bitmesini bekleyin. · Gece uyurken en azından pijama giyin.Evden çıkarken; ana su vanası, elektrik saati ana sigortası, gaz vanası gibi hizmet sağlayıcıları kapatın. · Zamanınız varsa, mevsime uygun dış giysileri üzerinize/yanınıza alın. · Evinizde kedi köpek gibi evcil hayvanınız varsa acil durumda parçalayıp yiyebilecekleri 1-2 paket kapalı kuru mamayı erişebilecekleri bir yere bırakın. Ayrıca yine onlar için derince bir kaba bolca su koyun. · Eğer deprem anında açık alanda bulunuyorsanız; enerji hatları, direkleri, ağaçlar, diğer binalar ve duvar diplerinden uzaklaşmalı, açık bir araziye ulaşıp, çömelerek sarsıntının geçmesini beklenmelisiniz. NOT: İstanbul’da yaşıyorsanız öncelikle “Depreme Yenilme Mobil Uygulamasını” telefonunuza indirip oturduğunuz evin/iş yerinin ön testini kendiniz yapınız. Test sonucu çıkan değer “2” civarı ya da altında ise bir uzmanla görüşüp binanızın detaylı “DEPREM DAYANIKLILIK TESTİ”ni yaptırın. (İBB Ücretsiz yapmaktadır) Test sonucuna göre; · Gerekiyorsa binanızı güçlendirin. Eğer maliyet yüksek ise; · Binanızı dönüşüme sokun. Endişesiz, esenlik dolu günler dilerleri ile.

  • DEPREM VE İNKAR

    Kahramanmaraş merkezli depremden sonra İstanbul’da ikamet edenleri haklı bir korku aldı. Özellikle “İstanbul Deprem Öncelikleri” haritası üzerinde 1nci derece riskli kuşak üzerinde yer alan ve evleri 2000 yılı öncesinde yapılanlar son derece kaygılı. Bu 2nci derece riskli kuşaktakiler için de geçerli. Bu bölgelerde oturanlar şöyle düşünüyor; 1. Evimin deprem sağlamlık testini yaptırırsam; a. Resmi bir kurum yaparsa (Örnek Belediye) belki çok az masraflı olacak ancak etüt neticesi Belediye Başkanlıklarına bildirilecek, onlar da binamızı yetersiz görecek ve ihtarname gönderecek b. Eğer özel bir şirkete veya kuruma yaptırırsam hem çok masraf çıkacak hem de o şirket resmen bildirilmese bile bir şekilde Belediye duyabilecek. 2. Bu durumda bize 2 seçenek verilecek: a. ….. Tarihine kadar binanızı güçlendirin. Aksi takdirde binanız boşaltılacaktır. b. Binanızı dönüşüme sokun, Her 2 durumda da; 1. En büyük endişe ve soru şu: Biz parayı nereden bulacağız? 2. Parayı bulsak bile güçlendirme/dönüşüm sürecinde nerede ikamet edeceğiz? Nasıl taşınacağız? Tüm düzenimiz bozulmayacak mı? Bu gerçekler dikkate alınınca; test yapılsın ya da yapılmasın aslında binalarında güçlendirme veya dönüşüm gerekeceğini idrak eden kişiler 2 yoldan birini seçmektedir. 1. KENDİNİ KANDIRMA-İKNA: Bizim binamız çok sağlam yapılmış, tünel kalıplı, fore kazıklı, altımız kaya, müteahhidin kızı bile burada oturuyor, babam bizim inşaatın temellerini görmüş vb. 2. KADERCİLİK: Depreme nerede yakalanacağımız bellimi ki? Senin evin çok sağlam olabilir ama deprem sen evinde iken mi olacak bakalım? Kaderimizde ne varsa göreceğiz. Ben sizlere 2 sayfalık bir özet BİLGİLENDİRME FORMU gönderiyorum. Lütfen bu 2 sayfadaki uygulamaları kendiniz cep telefonunuza indirip uygulayın. Tavsiye edilen basit önlemleri alın. KADERCİLİK Mİ? Yoksa BİLİM VE AKIL MI? Siz kendiniz ve yakınlarınız için ilk adımı bir atın bakalım. Belki de ummadığınız ve bilmediğiniz bir güçle, aklınızın da yardımıyla uygun bir çözüm bulabilirsiniz?

  • KULLANDIĞIMIZ GEREKSİZ KELİMELER- GÜZEL KONUŞMA

    YAZAN: Mehmet ASAL Hepimiz güzel ve akıcı konuşmak isteriz. Özellikle konferans veren kişiler, öğretmenler, sanatçılar, liderler, yöneticiler için seslerin, sözcüklerin, vurguların, anlam ve coşku duraklarının hakkını vererek söyleme biçimi de diyebileceğimiz "DİKSİYON" çok önemlidir. Güzel konuşmanın anahtarı hiç şüphesiz iyi bir diksiyona sahip olmaktır ki diksiyonu düzgün olanların iş ve sosyal yaşamlarında daha başarılı oldukları da bir gerçektir. Hatta bu isimlerin kitleleri peşinden sürükleyen liderler olmaları da kaçınılmazdır. Elbette ki güzel konuşmak için; konuya hâkim olmak, kelimeleri düzgün seçmek, bolca diksiyon pratiği yapmak, iyi bir dinleyici olmak, devamlı kitap okumak, dil ile beyin arasındaki bağlantıyı doğru kurmak, tekerleme söylemek vb. gibi çalışmalar gereklidir. Ama hepsinden önemlisi çokça okumaktır. Bir konuşmayı en sıkıcı kılan unsurlardan biri de diksiyonun yanı sıra aynı kelimelerin anlamı bütünlemek yerine dinleyende şüphe yaratacak sıklıkta ve lüzumsuz olarak kullanımıdır. Son yıllarda TV programlarında, medya diyaloglarında ve konuşmalarında “GERÇEKTEN” kelimesini ne kadar çok kullandığımıza dikkat ettiniz mi? Bir de yine bunun gibi sıklıkla ve çok yanlış kullanılan bir kelime “GAYET” tir. GERÇEKTEN kelimesi gereğinin ötesinde, anlamsızca ve bıkkınlık getirircesine kullanılırken, GAYET kelimesi de son derece yanlış anlamlarda kullanılmaktadır. GERÇEK NE DEMEK? TDK'YE GÖRE GERÇEK'İN ANLAMI Gerçek kelimesi günlük hayatta sıklıkla kullanılan kelimelerden bir tanesidir. TDK sözlüğündeki anlamı şu şekildedir: - Yalan olmayan, doğru olan şey, hakikat - Gerçeklik - Doğruluk - Aslına uygun nitelikler taşıyan, sahici - Temel, başlıca, asıl - Doğadaki gibi olan, doğayı olduğu gibi yansıtan - Yapay olmayan GERÇEK KELİMESİ CÜMLE İÇERİSİNDE KULLANIMI - Bu laflarda gerçek payı ne kadar çoksa duygu payı da ondan az değildir. - Kâğıt paranın saymaca değeri varsa da gerçek değeri yoktur. - Herhâlde o gün imparatorluğun ölümü apaçık bir gerçekti. - Gerçek elmas. Gerçek hikâye. - Bu peyzajdaki çiçekler son derece gerçek. GERÇEK KELİMESİ KULLANILAN ATASÖZÜ VE DEYİMLER - Gerçek yüzünü göstermek GERÇEK KELİMESİNİ İÇEREN BİRLEŞİK KELİMELER Gerçek dışı, gerçek kişi, gerçek mantarlar, gerçek sayı, gerçeküstü, gerçeğe aykırı, gerçeğe uygun, acı gerçek vb. gibi Gerçekten sözcüğüne ait eş anlamlı kelimeler cidden ve sahiden sözcükleridir. Bu kelimeler birbiri yerine kullanılabilir. Gerçekten sözcüğünün zıt anlamlı kelimesi yalandan sözcüğüdür. Bu iki kelime birbirinin zıddı olarak kullanılabilir. Konuşurken bilinçsizce çıkardığımız sesler, boşlukları doldurmak için kullandığımız gereksiz kelimeler dinleyiciyi sıkar. Bu tür kelimeleri sık kullanan kişilerin daha az yetenekli ve itici olduğu bile düşünülür. Konuyu iyi araştırıp iyi bir konuşma hazırladınız ve dinleyici karşısına geçtiniz. Dinleyiciler sıkılmış ya da hayal kırıklığına uğramış görünüyorsa büyük ihtimalle konuşma sırasında “eee”, “gerçekten”, “ondan sonra” gibi kelimelere sık sık başvurmanızdan dolayıdır. Gerçekten=Hakikaten kelimesinin konuşmalarda bu kadar sık kullanılmasının ardında acaba son yıllarda yalana çok alışmış bir toplum olmamız ve her söylenene şüpheyle bakmamız da yatıyor mu? Çünkü bu kadar sıklıkla ve yersiz GERÇEKTEN veya HAKİKATEN kelimelerinin kullanımı, sadece konuşma sırasında uygun kelimeleri bulamamamız ile açıklanamaz. Acaba konuşmalarımız çoğunlukla hayal ve yalan üzerine kurulu da bu yüzden mi her doğru cümle için bu kelimelere başvuruyoruz? Fyodor Mihayloviç Dostoyevski bundan 150 sene önce, “Yalan öyle nüfuz etmiş ki insanların diline, gerçekten …. , ya da doğruyu söylemek gerekirse…. diye bir kalıp oluşmuş” demektedir. 150 yıl önce öyle ise şimdi kim bilir nasıldır? Amerikalı Konuşma Koçu Paula Statman “Dolgu kelimelerini sık kullandığınızda hazırlıksız olduğunuz izlenimi yaratırsınız” diyor. Fakat çoğu insan konuşurken ne bunları kullandığının farkındadır ne de bunların kendi iletişim güçlerini zayıflattığının. Bundan kurtulmanın çaresi yok mu? BBC Capital’den Alina Dizik şöyle söylüyor: Daha az dolgu kelimesi kullanmayı başarmak aylar alabilir. Çünkü birçok kişi kullandığı kelimenin gereksiz olduğunun ve cümlesinden çıkarılması gerektiğinin farkında bile değildir. Çoğu insan konuşurken “ıııı…”, “eee…” gibi sesleri çıkarmamaya çalışırken, cümle içinde gereksiz kullanılan “gerçekten” vb. kelimelerin de aslında hiçbir anlam katmadığını görmeyebilir. Bu tür ses ve kelimeler aslında derin düşünce halindeyken cümleye katıldığı için bunları fark etmek kolay değildir. Kendinizden emin değilseniz, sorunu tespit etmek için bir arkadaşınızdan sizi dinlemesini ve her dolgu kelimesi duyduğunda el çırpmasını isteyebilirsiniz. Başta tuhaf görünebilecek bu yöntem cümlelerimizi ne kadar gereksiz kelimelerle doldurduğumuzu anlamamızda işe yarayacaktır. Nasıl konuştuğunuzu incelemek için konuşurken kendinizi telefonla videoya çekebilirsiniz. Dolgu kelimelerini kullanırken yüzünüzün nasıl değiştiğine dikkat edin. Uzmanlar, o sırada kafanız karışmış ya da daha az özgüvenli görünebileceğinizi söylüyor. Konuşma sırasında dolgu kelimelerine başvurmak yerine kısa aralar vermeyi öğrenmek daha uzun zaman alabilise de önerilen yöntemdir. Sıklıkla ve çok yanlış kullanılan bir kelime de “GAYET” tir. Gayet kelimesi dolgu olarak kullanılmasa da tek başına bir anlamı varmışçasına konuşmalarda yer almaktadır. Özellikle son 20 yıldan bu yana dilbilgisi ve güzel Türkçe’miz Arapçanın gerisine itilmek istendiğinden ve gençler de ne yazık ki istenilen düzeyde kitap okumadıklarından sıklıkla dilbilgisi hatası yapmaktadırlar. Üniversite Giriş Sınavları Türkçe Sonuçları bu eksikliği ve aksaklığı çok açık ve net bir şekilde ortaya koymuyor mu? 2021 yılı AYT’de (Alan Yeterlilik Testi) Türk Dili ve Edebiyatı testinde sorulan 24 sorunun net cevap ortalaması 6'dır. Yani Türk Dili ve Edebiyatında Üniversiteye giren öğrencilerin not ortalaması 10 üzerinden 2,5. TDK’ye Göre "Gayet" in Sözlük Anlamı Nedir? Gayet kelimesi günlük hayatta sıklıkla kullanılan kelimelerden bir tanesidir. Gayet, Arapça dilinden Türkçe'mize geçmiştir. TDK sözlüğündeki anlamı şu şekildedir: - Pek, çok, pek çok, aşırı bir biçimde Gayet kelimesi dilbilgisi kurallarına göre bir zarftır. Zarf veya belirteç; bir fiilin, fiilimsinin, sıfatın veya başka bir zarfın anlamını yer, zaman, durum ve miktar bakımından niteler. Zarflar isimleri niteleyen sıfatlar gibi değildir. Yani tek başlarına kullanılamazlar. “Gayet güzel bir yemek” cümlesinde, yemek İSİM, güzel SIFAT, gayet ise ZARFtır. Yani “Güzel yemek” diyebiliriz ama “Gayet yemek” diyemeyiz. “Gayet güzel” diyebiliriz ki bu durumda da ya belli bir isme, nesneye atıf yapmakta ya da belli bir obje üzerinde konuşmaktayızdır. GAYET KELİMESİNİN CÜMLE İÇERİSİNDE DOĞRU KULLANIM ÖRNEKLERİ - Soframızda gayet samimi birkaç misafirimiz bulunur. - Gayet hızlı koşar. (Burada da gayet zarfı, hızlı zarfını pekiştirmektedir) Türkçeyi güzel ve doğru konuşmak çok önemlidir. Ülkemizde Üniversite mezunu sayısı 2020 DİE raporuna göre 11 552 703 tür. Yani nüfusun %15,5’u. Bunların da Türk dili ve edebiyatı sınav başarısı %25 olduğuna göre çıkan sonuç şudur: 80 Milyonluk Türk Nüfusun ancak 15,5 x %25= 3 875 000 kişisi Türkçeyi ve dilbilgisini doğru kullanabiliyor. Fazla söze gerek var mı? Esen Kalın… Mehmet ASAL

bottom of page