Search Results
Boş arama ile 110 sonuç bulundu
- HAVA SAHASI - HAVA EGEMENLİĞİ (BİZLERİ BEKLEYEN SORUNLAR)
Yazan : Mehmet ASAL ÖNSÖZ: Çoğumuz Hava Sahası veya FIR hattı tabirini duymuşuzdur. Özellikle denizciler ve havacılar bu kavramları oldukça iyi bilirler, bilmek de zorundadırlar. Hava sahası veya FIR hattının dış sınırının ne anlama geldiği konuşur ve tartışılırken, "bu alanların havadaki dikey yükselti sınırının ne olduğu" fazla önemsenmez veya bilinmez. Hava sahası dikey olarak hangi yüksekliğe kadar çıkabilir? Bir üst sınır var mıdır? Olmalı mıdır? Belli bir kilometre veya uzay tabakası ile limitli midir? Ya da sonsuza kadar gidebilir mi? Bu konuda farklı görüşler ve iddialar nelerdir? Belki de siz bu araştırmamı okurken bugüne kadar bu konuları hiç düşünmemiş ya da şu anda “evet ama ne fark eder” diyenlerden olabilirsiniz. Hemen şunu belirtmekte fayda var ki; hava sahası ve sorunları da diğer kara ve özellikle deniz yetki alanları tartışma konularından farklı ve onların dışında değildir. Dışında olmadığı gibi aslında onlardan fazla bir farkı da yoktur. GİRİŞ: Bundan 200 yıl önce herhangi bir ülke için egemenlik konuşulurken akla gelenler; kara ve deniz iken, 100 senedir buna hava boyutu da eklenmiş bulunmaktadır. Bir ülke nedir? Nelerden oluşur? Diye düşündüğümüzde 1915’e kadar iki boyutlu olarak sadece kara ve deniz olarak ele alınan alanlara 1915 ten sonra hava boyutu da eklenmiş, sorunlar ve konular üç boyutlu hale gelmiştir. Bir devlet artık; kara, deniz ve hava ülkesi olarak düşünülmelidir. Ülke tanımı bellidir. "Egemen olunan coğrafya kesimi ve üstünde uzaya kadar uzanan hava" ülkedir. Yani ülke; kara, deniz ve üstündeki havadan müteşekkildir. Binlerce yıldır ülke ve hudut kavramları varken, kara alanları tanımlanırken, denizlerde sadece korsanlık ve korsanlıkla mücadele gündeme gelmiştir. Deniz alanı ve sahildar devlet yetki tanımları, son iki yüzyıl da biraz biraz ortaya atılmıştır. Aslında; Deniz ve Hava alanları ve bu alanları kapsayan egemenlik kavramları ilk ve kapsamlı olarak I. inci Dünya savaşı sırasında gündeme gelmiş, II. inci Dünya Savaşında önemi daha da artmıştır. Bizler ve ben bu WEB Sitemde bugüne kadar genelde Deniz alanları ve onların üzerinde tanımlanmaya alışılan; · Karasuları, · Bitişik Bölge · Kıta Sahanlığı ve · Ekonomik Bölge kavramları üzerinde durdum. Bu kavramlar ve ülkelerin egemenlik haklarına ilişkin sorunları paylaştım. Bu yazımda da aslında ülkelerin egemenliği için büyük önem taşıyan HAVA SAHASI konusuna girmek istedim. Kara ülkesi hukuku için anlaşmalar nispeten daha kolayca imzalanıp teknik detaylar sorunsuz yapılabilirken, denizde ve havada aynı şeyi söyleyebilmek oldukça zordur. Deniz ve hava alanında her zaman sorun çıkmıştır ve gelecekte de çıkma ihtimali yüksektir. Kara konuları kadar olmasa da Deniz hukuku ile ilgili pek çok yayın bulmanız mümkündür. Zira, uluslararası ihtilaflar, dış politika da dahil, çeşitli sebeplere dayalıdır. Hava hukuku ise seyrüsefer güvenliği konusunda nispeten belirgin olsa da diğer havacılık alanları ve uzayın kullanımı konularında hala belirsizdir. Hava ülkesi ve Hava Egemenliği konusu, Türkiye ve Yunanistan gibi hemen her konuda ihtilaflı iki ülke arasında, 90 yıldan bu yana sorundur ve daha uzunca bir süre de sorun olmaya devam edecek gibi görülmektedir. İlaveten, hava hukuku konusunda yeterince uzmanımızın olmadığını ve olanlar da daha ziyade hava seyrüseferi ve taşımacılığı hukuku na dayalı işlerle ilgilendiğinden egemenlik konularını ve özellikle Hava Egemenliğini uluslararası platformlarda savunacak yeterli akademisyenimiz yoktur. Anavatan dendiğinde ilk akla gelen kara alanı olmakla birlikte bu tamamen hatalı veya eksiktir. Anavatan; anakara + İç sular ve Karasuları + bu ikisinin üzerinde bulunan ve uzaya kadar uzanan hava alanıdır. Hava ülkesini belirleyebilmek için öncelikle kara ama hemen sonra özellikle deniz ülkesinin belirginleşmesi şarttır. Üçüncü boyutta hava ile uzay arasındaki sınırın da tarif edilmesi gerekir. Kara ülkesinin hudutlarının belirlenmesinde uluslararası önemli bir sorun yoktur. Eğer ülkeler itilaflarını çözdü ise kara ülkesi sınırı bellidir. Kara ülkesinin hudutlarının belirlenmesi için ikili ve çok taraflı anlaşmalar yapılırken topoğrafi olarak kara sınırları haritaya çizilir, gerekli tarifler yapılır ve anlaşma metnine eklenir. Aslında deniz ülkesi için de devletler arasında itilafların çözülmüş olması gerekir. Örnek vermek gerekirse, Türkiye için Karadeniz’de deniz alanlarının belirlenmesi konusunda bir tereddüt ya da ihtilaf yokken, Ege Denizinde ve Doğu Akdeniz’de durum oldukça karışık ve çözümsüzdür. Ege ve Doğu Akdeniz’de Hava sahasının belirlenmesinde en büyük sıkıntı, 200 yıldan bu yana her sorunda olduğu gibi Yunanistan’ın şımarık, hak ve hukuk tanımaz davranışlarıdır. Hukuken ve akademik olarak, ezelden beri bilindiği şekliyle, ülkelerin deniz sınırlarının belirlenmiş olması şarttır. Yoksa egemenlik tanımı da boşa çıkar. Ülkenin; kara, deniz ve hava olmak üzere bütün sınırları belli değilse, ülke egemenliğinden de söz edilemez. Uluslararası hukukta iki ülke arasında yapılan antlaşmalara “deniz yetki alanlarının sınırlandırılması” antlaşması diyoruz. Ülkeler arasındaki coğrafi formasyonlar doğallıkla değişkenlik gösterir. Deniz ülkesinin ve uzantısındaki yetki alanlarının hudutları, yani karasuları, kıta sahanlıkları ve münhasır ekonomik bölgelerin uzaklıkları her kıyıdaş ülke için özel şartlarla tespit gerektirir. Bu konu temel kaidelerin ötesinde anlaşmaları gerektirir, aslında bu antlaşmalar yaşamımızdaki ev/arsa tapuları gibidir. Anlaşma için gerekirse bir mahkemenin arabuluculuğuna ihtiyaç duyulur. Dolayısıyla kimin hangi deniz ülkesine ve uzantısındaki yetki alanlarına sahip olacağı noktasında itilafların çözülmesi açısından Uluslararası Hukuk devrede olmak zorundadır. Ancak unutmamak gerekir ki Uluslararası Hukuk mahkemelerine her iki tarafın rızası ile başvurulabilir. Hava sahası Karasuları dış sınırından itibaren uzaya doğru çıkılan dik boyutun içindeki alan olduğundan, karasuları dış hudutları belli olmadan ya da ilan edilmeden ve kıyıları karşılıklı ülkeler arasında anlaşma ile belirlenmeden daima ihtilaf konusu olmayı sürdürecektir. Bu noktada, Karasuları sınırı konusunu bu makalenin son kısmına bırakarak uzaya doğru olan hava sahası tanımı ve hakları ile ilgilenmek isterim. Uluslararası havacılık anlaşmaları (kontrol, yetki kullanma, trafik, arama kurtarma, gibi faaliyetler açısından) yapılmalıdır. Zira ülke hava hududu, daha önce de vurguladığım gibi satıhta kara ve deniz olarak en dış sınır ne ise bunun üstündeki belli bir irtifaya kadarki üçüncü boyuttur. Dolayısıyla Hava sahası, herhangi bir kara parçası veya su kütlesi üzerinde kalan ve boyutları çeşitli kanun, kural ve antlaşmalarla belirlenmiş atmosferdir. Günümüzde kullanılan (kapsadığı alan açısından) en büyük hava sahası birimi Uçuş Malumat Bölgesi (FIR) olmaktadır. Her ülkenin hava sahası bir veya daha fazla uçuş bilgi bölgesine bölünmüştür. Bu hava sahalarının toplamı da hava ülkesidir. Uluslararası Sivil Havacılık Konvansiyonu’na (Şikago, 1944) göre her devlet kendi ülkesi (kara ve deniz sahalarından müteşekkil) üzerindeki hava ülkesinde mutlak egemenlik hakkına sahiptir. Burada tarif edilen ülke, o devletin toprakları ve karasularının üzeridir. Zaten incelemesini sona bıraktığımız, Yunanistan ile anlaşmazlık konuları da burada başlamaktadır.) Antlaşmaya taraf olan tüm devletler, kendi hava sahalarının önceden alınan ve onaylanan izinle diğer devletlerin uçakları tarafından kullanımına (tarifeli uluslararası uçuşlar hariç) imkân sağlarlar. Uçaklar, kayıtlı oldukları ülkenin milliyetini taşırlar. Bir uçak ancak bir ülkede kayıtlı olabilir. Burada genel ifade olarak uçak denmesine rağmen esasen uçan cisimler kastedilmektedir. Uçak: Döner ve sabit kanatlı, insanlı ve insansız, roket, motorlu, motorsuz uçan veya seyir halinde olan cisimler, atmosfer dışına çıkan ve içine giren cisimler hava ülkesi içindeki unsurlardır. Her ülkenin hava sahası ve civarı, ülkenin büyüklüğüne, konumuna ve hava trafiğinin durumuna göre bir veya daha fazla uçuş bilgi bölgesine (FIR) bölünür. Örnek olarak Türkiye’nin hava sahası “Ankara FIR” ve “İstanbul FIR” olmak üzere iki dilime bölünmüştür. FIR hattı içinde Uçuş Bilgi Hizmeti (FIS) ve İkaz Hizmeti verilir. FIR hatları deniz seviyesinden belirli bir irtifaya kadar olan bölgeyi kapsarlar. FIR hatlarının üst limitinden sonra Üst Uçuş Bilgi Bölgesi (UIR, Upper Information Region) yani uzay başlar. Bu, teknik olarak hava vasıtasını takip ve kontrol edebilme yeteneğiyle ilgilidir. UIR tanımı önemlidir, zira uzay sınırının belirlenmesi için de tartışmalıdır. Ülkeler hava sahalarını teknik cihazlarının kabiliyetleriyle eksiksiz kontrol edebildikçe güçlüdürler ve buna göre sınıflandırılırlar. Transit Üst Geçiş: Hava aracının ülke hava sahasını, herhangi bir yere inmeksizin kat etmesidir. Transit üst geçiş (overflight) uçuşları açısından 2019 ve 2020 yıllarında Türk hava sahasında trafik oldukça artmıştır. 2019’da 476 bin 790 uçak, overflight için Türk hava sahasından geçiş yapmıştır. Eurocontrol; Avrupa genelinde, güvenli etkin ve çevre dostu hava trafik faaliyetlerinin sürdürülebilmesi için görev yapar. Havayollarının üst geçiş ücretlerinin tahsilatını gerçekleştirip; üyesi olan 41 ülkeye dağıtır. Türkiye de hava sahası kullanım ücretlerinin tahsilatını, 1989 yılından bu yana üyesi olduğu Eurocontrol vasıtasıyla yapmaktadır. Avrupa’da tek bir üst hava sahası oluşturmak için kurulan çatı kuruluş niteliğindeki Eurocontrol, hava aracı ağırlık ve mesafe kat sayılarını baz alarak birim fiyat üzerinden havayolu şirketlerine üst geçiş faturası çıkarır. Havayolu şirketleri de kendilerine fatura edilen hava sahası kullanım ücretlerini, Eurocontrol hesabına yatırırırlar. Eurocontrol Ocak 2020 verilerine göre, Almanya hava sahasını kullanan bir havayolu her 100 km için 63.7 Euro öder. İtalya hava sahasının kullanım ücreti 100 km için 66.15 Euro; Avusturya 59.58 Euro; Fransa 58.82 Euro… 7.91 Euro ile üst geçiş hakkının en ucuz olduğu ülke Portekiz dir. Türkiye ise kendi hava sahasını kullanan havayollarına, her 100 km için 27.63 Euro fatura kesmektedir. Yani yılda 500 000 uçak ve her uçak ortalama 500 km kullanım hesabıyla Türkiye bu yolla sadece 1 yılda 70 Milyon Euro vivarında bir gelir elde etmektedir. UZAY DIŞ SINIRI: Hava Egemenliği Söz Konusu edildiğinde; en fazla tartışılan konu deniz seviyesinden itibaren bir uzay sınırı tanımı yapılmalı mı, yoksa yapılmamalı mı? Sorusudur. Bunun başka bir ifadesi, hava ülkesinin üst sınırı uzay mı olmalı, yoksa atmosferde bir yerde sınırlandırılmalı mıdır? 60 yıldan bu yana konunun uzmanları ve ülkeler “hava sahası” ile “dış uzay” arasındaki sınırı nasıl çizecekleri konusunda fikir birliğine varamamıştır. Benzer bir çıkmaz, 1984’ten beri sorunu çözmeye çalışan BM’nin Viyana’daki uzay hukuku çalışma grubu içinde de görülür. Önerilen çeşitli yöntemler arasında şunlar yer almaktadır: Bazı ülkeler hava sahasının deniz seviyesinden 100 kilometre yüksekte sona erdiğini kabul etmektedirler. (Avustralya, Danimarka, Kazakistan vb. gibi) Bu konuda diğer makul ve mantıklı görüş, tıpkı yıllar önce karasuları dış sınırı belirlenirken o zamanki 3 mil top sınır menzilinde olduğu gibi, Hava sahası için de bir uçağın uçmasının imkânsız olduğu noktada hava sahası limitinin işaretlendiği irtifanın uzayın başlangıcı olduğunun kabul edilmesi isteğidir. ABD Hava Kuvvetleri 1960 yılında yaptığı denemelerde: kanatlı Bell X-15 roketinin, 80 kilometre irtifanın üzerinde uçan uçaklar için aerodinamik kontrol imkânı kalmadığını görerek üst limitin 80 km olması gibi bir tez ortaya atmıştır. Ancak teknolojinin ilerlemesiyle beraber pratikte limit irtifa yüksekliğinin de değişeceği açıktır. Bu da göstermektedir ki Hava vasıtaları ve uzay vasıtalarının atmosferi kullanma biçimleri teknolojiye bağlı olarak yıllar içinde değişecek ve beraberinde gelen sorunlar da artacaktır. Bir görüş ise yörünge çizgisinin kullanılmasıdır. Dış uzayın nereden başladığını araştıran; Harvard, Smithsonian Astrofizik Merkezi’nden astrofizikçi Jonathan C. McDowell tarafından bu hat yeniden incelenmiştir. Eliptik yörüngede olan bir uydunun yere göre geçişleri en uzak 160, en yakın 100 km’den olmaktatadır. Ancak uydu eliptik değil, dairesel yörüngede kalıyorsa alt limit sınırı 125 km olmaktadır. Dolayısıyla her öneri belli eleştirilere yol açmıştır. Deniz seviyesinden 160 kilometreye kadar olan “yakın uzay” alanının artan kullanıma tabi olması nedeniyle (örneğin, roket fırlatma aşamalarında bırakılan parçaların ve/veya yörünge altı araçların kullanımında) sorunlar yaşanabilirdi. Öneri olarak bu ara alanı (160-125 km arası) ayrı bir bölge olarak düzenlemenin meşru bir ihtiyaç olduğu da ifade edilmiştir. Hava ile uzay arasındaki sınır çok yükseğe çekilirse, bu durum, uzay fırlatmalarını ve uydu trafiğini engelleyebilecek ve aynı zamanda, ticari olanlar dahil, uydu yörünge sıralama izinlerinin (slot) tahsisinden sorumlu Uluslararası Telekomünikasyon Birliği’ni de zora sokabilecektir. Tüm bunlar bir yana, hattın ölçülmesiyle ilgili teknik belirsizlikler de vardır. Bu konuda anlaşılamamasında en büyük etkenlerden biri de Amerika Birleşik Devletleri gibi bazı gelişmiş ve emperyalist ülkelerin, hava sahası ile uzay arasındaki sınırı tanımlamaya yönelik hiçbir girişimde bulunulmamasıdır. ABD Dışişleri Bakanlığı 2001 yılında Birleşmiş Milletlerde yönde bir açıklamada bulunmuştur. Dış uzay için bir sınırlandırma veya tanım şu an için çok gerekli görülmemektedir. Ancak böyle bir tanımın eksikliği bugün için herhangi bir yasal veya pratik sorun ortaya çıkarmasa da teknolojik gelişmelere bağlı olarak ilerideki on yıllarda da hiçbir sorun olmayacağını söylemek bir kehanetten öteye gidemez. Aksine, hava sahası ve dış uzay açısından geçerli olan farklı yasal rejimler, kendi alanlarında iyi işlemiştir. Dış uzayın bir tanımının veya sınırlandırılmasının eksikliği, her iki alandaki faaliyetlerin gelişimini engellememiştir. Ancak, bir sınırlama yapılmaması ve konunun süresiz olarak açık bırakılabileceğini varsaymak da güvensizlik anlamı taşır. Oysa havacılık ve uzay çalışmaları ciddi bir disiplin ve iş birliği gerektirir. ABD ve diğer bazı ülkelerin Deniz Hukuku Sözleşmeleri görüşmelerinde olduğu gibi güçlerine güvenerek kendilerine önceden sınırlamalar getirilmesini kabul etmemeleri, her zamanki bencillik ve sömürgecilik çıkarlarıyla ne kadar benzerdir. Değil mi? İki bölge (hava boşluğu ve uzay) şüphe götürmez bir şekilde mevcuttur ve uluslararası hukuk tarafından tanınmasına rağmen bir türlü hukuken tanımlanamamaktadır. Geçmişte sıkça kullanılan “Denizlere Hâkim olan Cihana hâkim olur" görüşüne eklenmesi gereken benim görüşüm de şudur; “DENİZLERE VE GÖKLERE HAKİM OLAN EVRENE HAKİM OLUR” Şimdi sona bıraktığımız, Yunanistan ile Ege ve Doğu Akdeniz deki Hava Sahası ve FIR Hattı sorununa kısaca değinirsek; FIR HATTI VE KARASULARI İLE İLİŞKİSİ: Uluslararası hukuka göre, bir ülkenin karasularının genişliği aynı zamanda o ülkenin ulusal hava sahasının genişliğini de belirler. Yunanistan’ın 10 deniz mili genişliğinde ulusal hava sahası iddiası, Ege hava sahası anlaşmazlığının temelini oluşturmaktadır. Yunanistan’ın 6 deniz mili genişliğinde olan karasuları ile 10 deniz mili olarak deklare ettiği ulusal hava sahası arasında kalan uluslararası hava sahası, hem uygulamada hem de hukukta sürekli bir sorun teşkil etmektedir. Yunanistan’ın bu 10 deniz mili genişliğindeki hava sahası iddiası Türkiye tarafından tanınmadığı gibi Uluslararası alanda da destek görmemektedir. Ancak ABD ve AB Ülkeleri, her konuda olduğu gibi bu konuda da Türkiye’nin yanında ya da tarafında bir açıklama yapmamaktadır. Karasularının genişliği 3 deniz mili olmasına karşın Yunanistan 1931 yılında, ulusal hava sahasını 10 deniz mili olarak deklare etmiştir. O dönemde yapılan ICAO çalışmaları ve ülkelerin sivil hava trafiğini kontrol ve yönetme görevleri paylaşımı sırasında Türkiye her zamanki ön görüsüzlük ve niye sorumluluk alalım? Yunanistan yapsın boş vermişliği ile, Yunanistan’ın bu 10 millik FIR hattı ilanına kayıtsız kalmıştır. Yunanistan 5 yıl sonra, 1936 da, karasularını (günümüzde de uyguladığı) 6 deniz miline çıkartmıştır. Bu konuda da bir şerh koymayan ya da itiraz da bulunmayan Türkiye, 6 millik karasuyu uygulamasına yine itiraz etmemiştir. (Ara not: Bilindiği gibi Türkiye Ege’de karasularının, 1924 tarihli Lozan Antlaşmasında olduğu gibi 3 mile indirilmesini isteyeceği yerde, 1964 yılında Yunanistan’ın gayrı askeri statüdeki adaları silahlandırmasına karşılık olarak güya gözdağı vermek adına Türk Karasularının da 6 mil olduğuna dair bir kanun çıkartarak, Yunanistan’ın ekmeğine 3ncü defa bal sürmüştür. Oysa o tarihte hem Yunanistan gayrı askeri statüdeki adaları silahlandırdığı için şikâyet edilip caydırılabilir hem de Lozan’daki 3 mil karasuları dışında Ege Denizinde karasuyu tanınmadığı tüm dünyaya şikayet edilebilirdi) Tüm bu dikkatsizliğimiz ve umursamazlığımıza rağmen; aslında Yunanistan’ın ulusal hava sahasının 10 deniz mili olduğu iddiasının uluslararası hukuk çerçevesinde savunulabilir bir yanı yoktur. Yunanistan, ise bunu uluslararası hukuka uygun bir girişim şeklinde savunmakta ve 1931 yılından beri, Türkiye'nin, bu yöndeki uygulamalara tepki göstermediğini ileri sürerek, zımni olarak Türkiye'nin yılardan beri bunu kabul ettiğini iddia etmektedir. Yunanistan'ın bu konudaki görüşlerine karşı Türkiye, uluslararası hukuk kurallarına göndermede bulunarak; Yunanistan uygulamasının, 1944 Chicago Sözleşmesi'nin 1. ve 2. maddelerine aykırı olduğunu ileri sürmektedir. Bu sözleşmenin: 1. maddesine göre; "Sözleşmeyle, devletler her devletin ülkesi üzerindeki hava sahasında tam ve münhasıran egemenlik haklarına sahip olduğunu tanırlar." 2. maddeye göre ise, "Bu Sözleşmenin amaçları açısından bir devletin ülkesi deyimiyle bu devletin egemenliği, hükümranlığı, koruması ya da mandası altında bulunan toprakları ve bu topraklara bitişik olan karasuları kastedilmektedir." Türkiye, bu sözleşmenin hükümlerine dayanarak, Yunanistan'ın karasuları sınırları ötesine taşan bir ulusal hava sahası saptayamayacağı görüşünü ileri sürmektedir. Buna göre, bir devletin egemenliği, ancak karasuları üzerindeki hava sahasının genişliğine bağlı olarak, o devlete egemenlik hakları sağlamaktadır. Dolayısıyla, Yunanistan'ın 6 mil olan karasuları, kendisine, ancak 6 millik bir hava sahası sağlamaktadır, 6 mil dışında kalan bölge bütünüyle uluslararası hava sahasını oluşturmakta ve Yunanistan'a egemenlik hakkı tanımamaktadır. Gerçekten, uluslararası hukuk bir kıyı devletine farklı amaçlar için farklı genişlikte karasuları ve hava sahası ilan etme olanağı tanımamaktadır. Bu anlamda bir devletin karasularıyla hava sahası arasında bir özdeşlik olması ilkesinden söz edilebilir. 1958 Cenevre Açık Deniz Sözleşmesi'nin 2. maddesi ve 1982 Deniz Hukuku Sözleşmesi'nin 87 1 b maddesi açık deniz üzerindeki hava sahasında uçuş serbestliği öngörmektedir. Aynı şekilde ICAO Konseyi Nisan 1948'de aldığı bir kararla "açık deniz üzerindeki hava sahasında yalnızca açık deniz rejiminin geçerli olduğunu kabul etmiştir." Yunanistan uygulaması ve diretmesi, (mevcut durum) akılla bağdaşmadığı gibi özellikle kazalarda ve insani faaliyetlerde bile hava vasıtaları ile deniz vasıtalarının bir arada koordineli kullanılabilmesini engellemektedir. NETİCE: FIR ve SAR sorumluluk sahalarının karasuları genişliğine uyumlu olması, HUKUKİ, İNSANİ, ASKERİ ve TEKNİK bir zarurettir. Havacılık ve uzay uçuşu kuralları farklıdır. Hava hukuku (örneğin, 1944 Uluslararası Sivil Havacılık Sözleşmesi’nde ortaya konulduğu üzere), “her devlet kendi toprakları üzerindeki hava sahası üzerinde tam ve münhasır egemenliğe sahiptir” ilkesine dayanmaktadır. Dolayısıyla, bir ülkenin “hava sahasında” seyahat eden bir araç, o ülkenin havacılık düzenlemelerine ve ayrıca erişimi reddetme hakkına tabidir. Buna mukabil; “uzay boşluğuna” girdiğinde, bu araç artık herhangi bir ulusal egemenliğe tabi değildir (ve tıpkı bir gemi denizlerin özgürlüğüne sahip olduğu gibi). Dış Uzay Antlaşması yapanlar tarafından tanınan seyir özgürlüğünden de yararlanırlar. Ancak hiçbir sistem (hava yasası veya uzay yasası) bize özgürlüğün nerede başladığını söylemez. SONSÖZ: Uluslararası Hukukta ne yazık ki iç hukuk gibi kesin yasalar, mahkemeler, üst hukuk kuralları yoktur. Nasıl BM’lerin 5 daimî üyesinin ittifak edemediği hiçbir konuda BM'lerden karar çıkamıyorsa, Uluslararası Hukuk da güçlülerin hukuku ve onların borularının öttürüldüğü alanlar haline gelmiştir. Diğer bir ifade ile Uluslararası Hukuk bir bakıma gücün amaca uygun kullanılmasını sağlayan bir enstrüman haline gelmiştir. Uluslararası güç kullanımı Uluslararası Hukuk tarafından meşrulaştırılırken, güç kullanımının da Uluslararası Hukukun geçerlilik kazanmasında yardımcı olduğu şeklinde hukuk ve güç kullanımı arasındaki karşılıklı bir etkileşim bulunduğunu söyleyebiliriz. Güçlü iseniz Uluslararası Hukuk sizden yanadır, güçsüz iseniz ne kadar haklı olsanız da güçlülerin hukuku sizi yönetir ve yönlendirmeye çalışır. Önemli olan haklıyken güçlü de olabilmektir. En son söz: DENİZLERE VE GÖKLERE HAKİM OLAN EVRENE HAKİM OLUR.
- Yunanistan Karasularını Genişletebilir mi?
YAZAN: Dz. Kd. Yzb. Mehmet ASAL Bu makale 1982 yılında kaleme alınmıştır. YUNANİSTAN KARASULARINI 12 MİLE ÇIKARABİLİR Mİ? VEYA DAHA DOĞRU BİR İFADE İLE 6 MİLİN ÜZERİNE GENİŞLETEBİLİR Mİ? 1982 ilkbaharda sonuçlanan BM’ye üye devletlerin büyük bir çoğunluğunun kabulüyle geçtiğimiz günlerde Jamaika’nın MOETEGO BAY kentinde imzalanan ve 1983 sonbaharında yürürlüğe girecek "Deniz Hukuku sözleşmesi ile” her devletin karasularını 12 mile kadar genişletebileceğini belirtmekledir. Türkiye’nin; ABD, İSRAİL ve VENEZUELA ile birlikte aleyhte oy kullandığı bu sözleşme, gerçekten YUNANİSTAN’ a çekinmemizi gerektirecek kadar büyük avantaj sağlıyor mu? EGE DENİZİNDE HALİHAZIRDA UYGULANAN 6 MİL KARASULARI Bunun için önce bu sözleşmenin geçerliğinin ortaya konması gerekmektedir. Bu, bir devletler hukuku sözleşmesidir. Devletler Hukukunun ise belli bir kanun koyucusu olmadığı gibi, belli bir icra organı, buna paralel olarak ta cezai bir müeyyidesi yoktur. TÜRKİYE, 1974 yılında KARAKAS ’ta çalışmalarına başlayan 3.ncü Deniz Hukuku Toplantılarının hepsine katılmış ve 12 mil kuralının ortaya atılması ile birlikte bu kuralın tün denizlere uygulanamayacağını, EGE gibi coğrafi yönden özellik arz eden yarı kapalı denizlere uygulanması halinde Devletlerarası Hukukun temel prensibi olan hak ve nisfete aykırı olacağını savunmuş, bu hususu haklı delilleriyle gösteren Haritaları bastıracak tüm, temsilcilere dağıtmıştır. EGE DENİZİNDE 12 MİL KARASULARI UYGULANMASI HALİNDE DURUM Milletlerarası Hukukun bir temel prensibine göre; yeni bir kuralın oluşumu esnasında bu kurala karşı başından beri tutarlı ve kararlı bir biçimde karşı çıkan ülkeler olursa, yeni oluşan bu kural, ne kadar büyük, bir çoğunlukla kabul edilse de, sonradan bir örf adet niteliği kazansa da bu ülkeler için bağlayıcı olmaz ve bu ülkelere karşı ileri sürülemez. 12 mil, milletlerarası hukukta yeni bir kuraldır. Bugün söz konusu olan da yeni kavramlar ve kuralların kabulü olduğuna göre, hukukta yapılacak her değişikliğin veya mevcut ve geçerli olan hukukun öngördüğü hakların değiştirilmesi sonucunu doğuracak her yeniliğin, çıkarları etkilenen devletlerin rızasıyla gerçekleşmesi, hukuki zorunluk olarak ortaya çıkmaktadır. Bu iki kural, yani EGE Denizinde 12 milin hak ve nisfete aykırılığı ile, Türkiye’nin, sonuç belgesinde dahi imzası bulunmayan bu sözleşmeyi Yunanistan’ın tek yanlı olarak ortaya koyması, her türlü hukuki dayanaktan noksandır. Kaldı ki zaten bu sözleşme, herhangi bir yaptırım unsuru da taşımamaktadır. Bunlar konunun hukuki yönleridir. Bunlardan daha çok dikkate değer bir husus da bu sözleşmeye aleyhte oy veren ülkeler ile çekimser kalan ülkelerin, dünya siyasetine olan etkileridir. Bugün dünyayı yöneten iki süper güçten A.B.D. sözleşme aleyhinde, S.S.C.B. ise çekimser oy kullanmışlar ve yalnızca sonuç belgesini imzalamışlardır. Yine; İNGİLTERE, BATI ALMANYA, JAPONYA, İTALYA, İSPANYA, BELÇİKA, LÜKSEMBURG, İSVİÇRE ve diğer 10 ülke çekimser kalmışlardır. A.B.D, S.S.C.B ve AET ortaklarının (İNGİLTERE, BATI ALMANYA, İTALYA, BELÇİKA, LÜKSBMBURG) fikren dahi paralelliğini sağlayamayan Yunanistan’ın, TÜRKİYE ye karşı karasularını 12 mil olarak ilanı, yalnızca kendine duyabileceği güvenle doğru orantılı olacaktır. Bütün bunların yanı sıra; kısa bir süre öncesine kadar, egemenlik haklarını ilgilendiren konularda uluslararası divanların karar vermesini kabul etmeyen ve bu yöndeki kararlara "çekince”ler koyan Yunanistan’ın (örneğin, 1958 CENEVRE Konferansındaki çekincesi) bugün bunu unutmuş görünerek B.M. Deniz Hukuku Konferanslarında alınan ve özellik arz etmeyen bölgelerle ilgili kuralları Ege’de uygulamak istemesi, kendi hukuk anlayışı ile ne kadar büyük bir çelişki içinde olduğunu açıklamak yönünden dikkate değer bir husustur. Devletler Hukukuna göre, 'herhangi bir sözleşme maddesine muhalefet göstererek çekince koyan ülke ile diğer bir ülke arasında aynı konuda sorun çıkarsa, çekince her İki ülke tarafından konulmuş gibi değerlendirilir” esasından hareketle, bu sözleşme ile kabul edilen esaslara uymamızı istemeye de Yunanistan’ın hakkı yoktur. SOVYETLER BİRLİĞİ deniz ulaştırmasının yaklaşık %47’si EGE Denizinden istifade etmekte ve bu denizdeki tarafsız suları kullanmaktadır. Ege’de kara suları 12 mile çıkarıldığı takdirde bu gemiler YUNAN karasularından geçmek zorunda kalacak ve bu durumda devletler hukukunun sahildar devlete tanıdığı, yabancı gemiler üzerinde” kazai yetki hakkı”, YUNANİSTAN istismarına açık bir konu olarak SOVYETLER Birliği’ni dahi rahatsız edebilecektir. Menfaatleri icabı, ne kadar Yunanistan’ı destekliyor görünürse görünsün, açık denizden istifade etmek hakkı varken SOVYETLER BİRLİĞİ, başka bir devletin egemenlik haklarının geçerli olduğu karasularından geçmeyi istemeyecektir. Görülmektedir ki, Deniz Hukuku sözleşmesinin kabulü ve 1983 sonbaharında yürürlüğe girecek olması, son günlerde basınımızda yer aldığının aksine, TÜRKİYE yönünden çekinmeye sebep olacak bir özellik arz etmemektedir. YUNANİSTAN; ilk bakışta lehine gibi görünen bu sözleşmeden, sindirme yolunda faydalanmayı amaçlamaktadır. Son olarak, bu sözleşmeyi, Ege’de 10 mil olarak iddia ettiği hava sahasının TÜRKİYE tarafından kabulü için bir tehdit vasıtası olarak kullanmaya kalkışmış eğer hava sahası sınırı Türkiye’nin iddia ettiği gibi karasuyu sınırı ile aynı oluyorsa, biz de karasularımızı 12 mile çıkarırız diyecek kadar ileri gitmiştir. YUNANİSTAN ne derse desin, deniz hukuku sözleşmeleri ne şekilde sonuçlanırsa sonuçlansın, EGE Denizindeki karasuları sorunu her şeyden önce iki ülkeyi ilgilendiren ve halihazır durumuyla diğer ülkelerin de menfaatleri ile bağdaşan bir durum arz etmektedir. Mevcut sorun, Yunanistan’ın tek yanlı sonu gelmez isteklerinin bir ürünüdür ve ancak karşılıklı müzakere ve anlayış ile çözümlenebilir. Bunun dışında, tek taraflı alınacak bir kararla girişilecek uygulama, bir savaşı göze almayı gerektirir ki Yunanistan’ın halihazır durumu buna müsait değildir. Nitekim TÜRK Hükümetleri, resmi ve gayri resmi olarak müteaddit kereler, 6 milin üzerinde bir genişliğin savaş nedeni olacağını Yunanistan’a bildirmiştir. Buna rağmen Yunanistan’ın karasularım 12 mildir veya 6 milin üzerindeki herhangi bir mil, mesela 10 mil, diye bir karar alıp bunu dünyaya duyurması, kaçınılmaz bir harbin açılma inisiyatifinin Türkiye’ye verilmesi demek olacaktır ki, halihazır durumuyla Ege’de TÜRKİYE’ye karşı zaten büyük çıkarlar elde etmiş YUNANİSTAN, eğer biraz akıllı ise şimdilik böyle bir girişimde bulunmaktan kaçınacaktır. Bu durumu iyi değerlendirmekte, her vesile ile TÜRKİYE üzerinde caydırma stratejisi uygulamaya çalışırken diğer yandan da artan bir hızla silahlanmaya devam etmektedir. Netice olarak şunu söyleyebiliriz ki; son deniz hukuku konferansında alman kararların Yunanistan’a sağladığı somut bir fayda mevcut değildir. Buna rağmen, şayet bir gün YJNANİSTAN karasularını 6 Milin üzerinde ilan edebilirse, bu tamamen, TÜRKİYEYE ile bir savaşı ve bunun sonuçlarını göze alabilecek kadar kuvvetli veya cüretkar bir duruma, geldiğinin en belirgin işareti olacaktır.
- Moskova Kruvazörü'nün batması Ne anlama geliyor?
Rus donanmasının amiral gemisi "Moskova" nın Karadeniz'de batması iki aya yakın zamandır süregelen savaşın şu ana dek en önemli olayı olarak görülüyor. GEMİLERE NASIL İSİM VERİLR: Savaş gemisi, öncelikli olarak deniz savaşlarında kullanılmak üzere yapılan bir gemi türüdür. Ticari gemilerden tamamen farklıdır. Silahlandırılmış olabildiği gibi, ticari gemilerden farklı olarak hasara dayanıklı, manevra kabiliyeti yüksek ve hızlı tasarlanırlar. Genellikle bir donanmaya bağlıdırlar. Ülkeler bu gemilerine isim verirken kendileri için çok önemli tarihi kişiliklerin, ülke kurucularının, başkanlarının, başkentlerinin ya da önemli metropollerinin adlarını verirler. Bu isim aynı zamanda bir prestij, azamet ve güç gösterisidir. Örnekler; USS AMERICA (CV66), USS EISENHOWER (CVN-69), USS KENNEDY (CVN-79), R-91 CHARLES DE GUALLE, HMS QUEEN ELİZABETH (R08) MOSKOVA İSMİ RUSYA İÇİN NE ANLAM TAŞIR: Yukarıda verilen örneklerden de görüleceği ve anlaşılabileceği üzere MOSKOVA ismi de Ruslar için son derece önemli, bir gurur, kibir ve güç göstergesidir. Zaten bu nedenle de isim Karadeniz Donanması Amiral Gemisine verilmiştir. Moskova kruvazörü bir amiral gemisiydi. Sovyet Donanması döneminde de çok büyük prestije sahipti. O zamanki adı Slava idi, 1995’te Moskova yapıldı. Tabii böylelikle bu gemiye çok iddialı bir isim de verilmiş oldu. Bu geminin kaybı her durumda Rus donanması için ciddi bir prestij kaybıdır. Eğer batırılmışsa yaratacağı etki büyük olacaktır. Hep böyle olmuştur.” Sebebi her ne olursa olsun bu isimdeki bir geminin batmış olmasının Rusya için son derece ciddi bir prestij ve moral kaybı olacağıdır. Bunun tam tersi, savaşın 50nci gününde böyle bir Rus gemisinin batmış olması da Ukrayna için motivasyonu ve direnme gücünü arttırıcı bir unsurdur. TARİHTEN BİR ÖRNEK: 1982 yılında Arjantin’e ait Belgrano Kruvazörü bir İngiliz Denizaltısı tarafından batırılmış ve bu Arjantin’in direnci ve morali üzerinde son derece olumsuz etkiler yaratmıştı. Yine aynı savaş sırasında İngiliz HMS Sheffield Fırkateyni’de, Arjantin uçaklarının ateşlediği Exocet füzeleri ile batırıldıktan sonra İngiliz Parlamentosu savaşın şiddetini artırmıştı. Bu defa da Rusların benzer şekilde Ukrayna üzerindeki Savaşı şiddetlendirmeleri sürpriz olmayacaktır. MOSKOVA KRUVAZÖRÜ: 1976 yılında Nikolayev (günümüzde Ukrayna'nın Mikolaiv şehri)'de bulunan 61 Kommunar Tersane Plantı'nın 445 no'lu Tersanesinde inşaatına başlanmıştır. 1979 yılında Slava ismiyle hizmete girmiştir. Rus Donanmasındaki Moskova sınıfı DSH (Denizaltı Savunma Harbi) kruvazörü (Projekt 1142 sınıfı)'nün birinci gemisi Moskova' nın hizmet dışına çıkarılmasıyla 1996 yılında onun adı olan Moskova adını almıştır. 2002 yılında Karadeniz Filosu bayrak gemisi Admiral Golovko (Kynda sınıfı veya Grozny sınıfı güdümlü füze kruvazörü, Projekt 58 sınıfı kruvazörlerin üçüncü gemisi)'nün hizmet dışına çıkması sonrasında Karadeniz Filosu bayrak gemisi olmuş, 2003'te Indra-2003 (Rusya-Hindistan deniz tatbikatı)’na katılmıştır. 2008 Güney Osetya Savaşı sırasında 9-12 Ağustos 2008 tarihleri arasında Karadeniz'in güvenliğini sağlamak amacıyla konuşlandırılmıştır. Rusya'nın Abhazya Cumhuriyeti'nin bağımsızlığını tanımasından sonra Abhazya'nın başkenti Suhum'da demirleyen gemi 2015'te Akdeniz'de Rus donanmasının daimî görev gücünü yönetmiş ve Suriye'deki Rus Hmeymim Askeri Hava Üssü'nün korunması görevini gerçekleştirmiştir. Mısır Devlet Başkanı El Sissi'de gemide ağırlanmıştır. Bu ziyarete ait fotoğrafta aşağıda görülmektedir. Rusya için sembolik anlamları olan kruvazörün batmasının Rus halkı Niçin oldukça moral bozucu olduğu söylenebilir. MOSKOVA KRUVAZÖRÜNÜN ÖZELLİKLERİ: Sınıf ve tipi : Slava Class Cruiser Deplasman : 11.490 tons Uzunluk : 186,4 m (611,5 ft) Genişlik : 20,8 m (68,2 ft) Su çekimi : 8,4 m (27,6 ft) İtme gücü : 4 COGOG gas türbini, 2 şaft 121.000 shp Hız : 32 knot (32 Deniz mili, 60 Km/Saat) Menzil : 10.000 mil @ 16 knot Personel Sayısı : 480 Fiyat : 950 000 000 $ Sensörleri ve radar sistemleri: - Voskhod MR-800 (Top Pair) 3D arama radarı - Fregat MR-710 (Top Steer) 3D arama radarı - Palmet Navigasyon radarı - Pop grup SA-N-4 atış kontrol radarı - Top Dome SA-N-6 atış kontrol radarı - Bass Tilt AK-360 CIWS System atış kontrol radarı - Bull horn MF hull mounted sonar Elektronik harp cihazları: - Rum Tub and Side Globe EW antennas - 2x PK-2 DL (140mm chaff / flare) Silahları: - 16x P-1000 Vulkan (SS-N-27) anti-gemi savar füzesi - 8x8 (64) S-300PMU Favorit (SA-N-6 Grumble) uzun menzilli uçaksavar füzesi - 2x20 (40) OSA-MA (SA-N-4 Gecko) SR SAM - 1x Twin AK-130 130mm/L70 çift amaçlı silah - 6xAK-630 yakın silah sistemi - 2x RBU-6000 SUBROC (anti-denizaltı havanı) - 10x (2 quin) 533mm torpido tüpü Zırh : Splinter kaplama Helikopter mevcudu : 1 Ka-25 veya Ka-27 Helikopter NEPTÜN FÜZESİNİN ÖZELLİKLERİ: Tipi : SSM (Antiship Cruise Missile) Ağırlığı : 870 Kg Uzunluğu : 5 metre Menzili : 170 mil (280 Km) Neptün SSM Sistemi, 2014 yılında Kırım'ı ilhak etmesinin ardından Rusya'nın Karadeniz'de oluşturduğu artan deniz tehdidine yanıt olarak Ukraynalı askeri mühendisler tarafından tasarlanmış bir silahtır. Kyiv Post'a göre, Ukrayna donanması 2021 yıl mart ayında 280 km menzilli (170 mil) Neptün füzelerinin ilk teslimatını almıştır. KRUVAZÖR NE ŞEKİLLERDE BATMIŞ OLABİLİR: Taraflar bu konuda farklı açıklamalarda bulunmaktadırlar ki bu da Savaşların gereği icabıdır. Burada iki alternatif söz konusudur. 1. Geminin Ukrayna Neptün Füzeleri tarafından vurulmuş olması veya Ukrayna’nın döktüğü mayınlara çarpmış/mayının patlamış olma ihtimali. 2. Ukrayna’nın katkısı olmadan bir yangın sonucu batmış olma ihtimali. Bunları kısaca ve tek tek ele alırsak; · Mayına çarpma olasılığı mevcut olmakla birlikte su altı bölmeleri özel olarak inşa edilen bu büyüklükte bir savaş gemisinin eski teknolojili, Ukrayna tarafından dökülmüş Rus Mayınlarından birine çarparak batması, gemide yangın çıkması, hele hele cephaneliğin patlaması düşük bir ihtimaldir. · Neptün Füzeleri tarafından vurulma olasılığı çok daha yüksektir. Gemi, 1979'da denize indirilmiş, 2020'de tadilattan geçirilmiştir. Moskova kruvazörü, 16 adet 700 kilometre menzile sahip SSM füzelerinin yanı sıra S-300 SAM hava savunma füze sistemi ile donatılmış bir gemi olarak bilinmektedir. Her ne kadar modernizasyon görmüş ve sonradan başka sistemler monte edilmiş ise de 43 yaşında, yaşlı sayılabilecek bir gemidir. Neptün Füzelerini tespit edememiş veya etse de zamanında önleyememiş olabilir ki bu hiç de azımsanabilecek bir olasılık değildir. Birbirini takiben atılmış iki adet Neptün Füzesi gemide ve cephanelikte yangın çıkartabileceği gibi cephaneliğin patlaması da gemini asıl batma nedeni olabilecek güçlü bir ihtimaldir. · Düşük olasılıklardan biri de geminin mayına çarpmadığı, Neptün Füzesi ile de vurulmadığı, çıkan bir yangının söndürülemeyişi nedeni ile battığıdır ki Rus yetkililer bu doğrultuda açıklamalar yapmaktadır. Rusya Savunma Bakanlığı daha sonra yaptığı açıklamada Ukrayna'nın vurduğunu iddia ettiği "Moskova" kruvazörünün fırtına nedeniyle battığını duyurmuştu. Bu tarz bir savaş gemisinin Karadeniz’de çıkabilecek hiçbir fırtına da batma olasılığı yoktur. Bu açıklamalar yan yana konduğunda Rusya’nın doğruları söylemediğini düşünmek çok olası hale gelmektedir. Zaten Üst düzey bir ABD Savunma Bakanlığı yetkilisi yaptığı açıklamada, "Ukraynalıların Rus kruvazörünü iki Neptün füzesi ile vurduğunu teyit ediyoruz." demiştir. Bu verinin Rus haberleşmelerinin dinlenmesi ve uydu fotoğrafları ile tespiti mümkündür. Rusya tarafından yapılan açıklamalar da geminin çok ağır hasar görmesi ve yangının söndürülemeyişi nedeniyle personelin tamamının tahliye edildiği, böylece can kaybı olmadığı belirtilse de yangın söndürme ile görevli personelin limana çekilmekte olan ve yanan bir gemiyi son ana kadar terk etmeyecekleri beklenir. Bu nedenle de özellikle Yangın ve Y/S (Yara Savunma) Personelinin gemide kalıp patlama sırasında öldükleri benim tahminimdir. Rusya Denizcilik Araştırmaları Enstitüsü'nden Michael Petersen BBC'ye verdiği demeçte, savaş gemisinin "Karadeniz'deki Rus deniz gücünün bir simgesi" olduğunu söyledikten sonra sözlerini şu şekilde sürdürmüştür: "Moskova, bu çatışmanın başlangıcından beri Ukraynalılar için bir baş belasıydı” ve yıkıldığını görmenin "Ukraynalılar için gerçek bir moral desteği" olacağını düşünüyorum. SONUÇ: Rusya’ya ait Amiral gemisi Moskova her ne şekilde batmış olursa olsun sonuç Rusya için büyük bir prestij ve moral kaybıdır. BİR OLASILIK: Rusya bu olaydan sonra bir başka denizde görev yapmakta olan gemisini hem Amiral gemisi olabilmesi hem de prestij tazelemek için Karadeniz’e kaydırmak isteyebilir mi? Gerekçe olarak da Karadeniz Donanmamdan 1 Kruvazörüm eksildi onun yerine 1 gemi alacağım diyebilir mi? Böyle bir durum da tekrar Montrö Antlaşması gündeme gelir mi? Bu olasılık, Ukrayna’ya Avrupa Ülkelerinden askeri gemi hibe edilmesi, o gemilere Ukrayna Bayrağı çekilip, Ukrayna Askerleri doldurulup gemilerin Karadeniz’e geçmek istemesi durumu ile benzerlik taşır. Başlamış bir savaş, Türkiye’nin tarafsızlığı ve taraflara eşit mesafede durması politikaları aynen sürdürülerek her iki tarafa da bu ve benzeri durumlarda taviz verilmemelidir.
- Deniz Harplerinde Aldatma...
Derleyen: Dz. Kd. Yzb. Mehmet ASAL Bu yazı 1982 yılında kaleme alınmıştır. Aldatma hile yaparak, hareket ve faaliyetlerimizi aslından başka şekilde göstererek veya yanlış bilgi vererek düşmanı yanıltmak, onun kendisine zararlı ve dolayısıyla bize yararlı olacak yönde hareket etmesini sağlayacak faaliyetlerde bulunmaktır. Yıllardan beri ordular, harpte aldatma tedbirlerine başvurmuşlar ve uyguladıkları hileler sayesinde amaçlarına kolaylıkla, süratle ve etkili biçimde ulaşmaya çalışmışlardır. Bu alanda, HOMEROS ‘un "Pruva Atı" mitolojik bir örnekse, “Alparslan’ın MALAZGİRT te ve Osmanlıların birçok meydan muharebesinde uyguladıkları "cephedeki birliklerin kasıtlı olarak geri çekilişleri ve onları takip eden düşmanın iki yandaki OSMANLI süvarileri tarafından kuşatılarak yok edilmeleri” de taktik bakımdan birer parlak aldatma Örneğidir, Aldatma, yalnız harbe özgü ve sadece askerler tarafından öngörülen ve uygulanan bir tedbir dizisi değildir. Aynı zamanda diğer sektörlerin bazısını, özellikle siyasal ve teknolojik çevreleri ve barış zamanını da kapsamına alır. Siyasetin, stratejik aldatma ve dolayısıyla taktik alanda baskın sağlama bakımından oynadığı seçkin role önemli role seçkin örnekler olarak II.nci Dünya Harbinde Japonların Pearl Harbour’da ki Amerikan deniz gücüne taarruz için yöneldikleri sırada, Washington’da maksatlı olarak uzattıkları siyasal görüşmelerle ABD Dışişleri Bakanlığı’nı oyalamaları" ve "KIBRIS Barış Harekâtı öncesi, TÜRK Hükümetinin yoğun dış temaslar arasında harekâtı gizlemesi" gösterilebilir. Her aldatma planında, desteklediği harekât planı için bir dereceye kadar hesaplı bir tehlike vardır. Bu tehlike derecesi değerlendirilmeli ve aldatma planı uygulandığı takdirde, göze alınmalıdır. Aldatma, ancak sınırlı bir zaman için etkilidir. Bunun muhtemel süresinin doğru olarak tahmini, düşman psikolojisinin ve istihbarat yeteneğinin bilinmesini gerektirir. Yine, bir muharebede tatbik edilmiş ve başarılı olmuş bir tedbir, başka bir durumda aynı sonucu vermeyebilir. Her olay, cereyan ettiği genel ve özel duruma göre değerlendirilmelidir. Bu yazıda, bugüne kadar uygulanmış deniz harplerine ait bazı örneklere yer verilecektir. Bu örneklerin İlk kısmını I.nci Dünya Savaşı ÇANAKKALE Cephesi’ne ait olaylar teşkil etmektedir, ÖRNEK – I ÇANAKKALE muharebeleri sırasında gizlice MARMARA denizine girebilen İNGİLİZ denizaltıları, TÜRK Deniz ulaştırmasını engelleme konusunda çok etkili oluyorlardı. İNGİLİZ denizaltıları daha ziyade gizli hareket ederek veya avlarının geçeceği bölgede su altında pusuda bekleyerek, taarruzlarını yapıyorlar ve bazen de aldatmaya başvuruyorlardı. 21. MAYIS 1915’te İNGİLİZ denizaltısı E-11, ÇANAKKALE Boğazını geçtikten sonra küçük bir TÜRK yelkenlisini zapt etmiş ve kendi gövdesini kuleye kadar suyun içine sokup, bu durumda Yelkenlinin yelkenlerini rüzgâra göre düzenledikten sonra, bir yelkenliyi bordasına bağlamıştı. Böylece, E-11 doğudan esen rüzgarla yol alan veya rüzgâr esmediği zaman esrarengiz şekilde yoluna devama çalışan masum bir yelkenliden başka şey değildi. Denizaltı, bu perdenin arkasında, yüzen her şeye karşı ümitle dolu olarak gözetleme yaptı ise de hile başarısızlığa uğradı. Zira TÜRKLERİN, KİLÎTBAHİR-ÇANAKKALE hattından evvelce geçmiş olan E11’den başka, bir İNGİLİZ denizaltısının daha Boğaz’dan geçtiğini tespit etmiş olduklarından, gemiler bulundukları limanları terk etmiyorlardı. (Büyük Harpte İngiliz Denizaltılarının Menkıbesi, William Guy Carr, Sayfa 13-33) ÖRNEK II İNGİLİZ QUEEN ELIZABETH zırhlısı, aldığı isabet ve makinalarında meydana gelen arıza sebebiyle, tamir görmüştü. Tamirden sonra deneme seyri yapan gemi, 18 Nisan 1915 günü GELİBOLU yarımadası sahillerine paralel bir rota ile hareket ediyordu. Bu seyir sonunda gemi, ILIMLI adası koyuna demirlerken üç ilginç geminin yanından geçmişti. Hatıratında, bunların, aslında eski yolcu gemileri olduğunu belirten General HAMILTON, TÜRKLERİ şaşırtmak için bu gemilere sahte bacalar, ince saçtan toplar ve uydurma direkler ilave ediliyor, bordaları boyanıyor, kısaca “ TIGER”, ”INFLEXIBLE” ve “INDOMITABLE” dretnotlarına benzetiliyordu” diyor. “ÇANAKKALE SEFERİ” nin yazarı Fransız FER CHARLES RAUX da açıklamalarında, İNGİLİZLER tarafından yapılan bu sahte gemilere TÜRKLER ’in birçok, mermi sarf etmiş olduklarını anlatmaktadır. (Gelibolu Harekâtı, Robert Rhodes James, sayfa 75) ÖRNEK III ÇANAKKALE Muharebelerinde, 22 Haziran 1915 tarihinde oldukça ilginç bir olay cereyan etmişti. Boğazın MARMARA yönündeki Baykuş Bataryası nöbetçileri, saat 17.00’ a doğru ufak bir geminin uluorta Boğaz’ a girmekte olduğunu haber verdiler. Bataryanın denizci olan subayları dürbün başına koştukları zaman, gerçekten HALİÇ hattına ait ufak yolcu vapurlarından birinin SARISIĞLAR Bölgesinden geldiğini gördüler. Boğazlar Genel Müfettişliğinden, böyle bir gemi geleceğine dair herhangi bir resmi veya özel bildiri alırmış değildi. Derhal telefonla Boğazlar Genel Müfettişliğinden talimat istendi. Neden sonra gelen emirde tekneye ateş açılması bildirildiyse de gemi KÂRÂNFİL Burnu’nu dönmüş olduğu için, bu emri yerine getirmek mümkün olmadı. Diğer bataryalar da Türk bandıralı gemiye ateş etmekte tereddüt ettiklerinden, bu ufacık tekne yavaş yavaş bütün boğazı geçip Ege’ye açılma imkanını bulmuş oldu. İşte tam bu sırada, açıklardaki İngiliz gemilerinden HALİÇ vapuru üzerine ateş açıldı ve birkaç isabet aldıktan sonra gemi tutuştu. İçlerinden bir kısmı kendilerini denize attılar ve kontrolsüz kalan geminin burnu sahile döndü. Bunun üzerine, acele olarak yetişen iki İngiliz muhribinden biri denize dökülenleri toplarken, diğeri de HALİÇ Vapuruna aborda olarak içindekileri boşaltmaya başladı. Bu iş bittikten sonra da iki muhrip alev alev yanan gemiyi kendi haline bırakarak uzaklaştı. İş işten geçtikten sonra edinilen bilgi HALİÇ vapuru ile güpe gündüz Boğazdan geçenlerin, Marmara’da bozulan bir İngiliz denizaltısına ait personel olduğunu ortaya koyuyordu. Cüretli bir şekilde uygulanan plan başarıya ulaşmış ve İNGİLİZ denizaltısının bütün mürettebatı, zapt ettikleri TÜRK bandıralı 14 Numaralı HALİÇ vapuru ile, TÜRK topçusunun gözleri önünde Boğaz’ı geçtikten ve kendi gemilerinden açılan ateşi de az zayiatla atlattıktan sonra kurtulmuşlardı. (ÇANAKKALE 1915, S, Bilbaşar, sayfa 276-277) ÖRNEK IV ÇANAKKALE muharebelerine katılmış bir FRANSIZ yazarının anılarında İNGİLİZ GOLYAT muharebe gemisinin, TÜRK MUAVENET-İ MİLLİYE muhribi tarafından batırılışı anlatılmıştır. Yazarın duyduğuna göre, olay şöyle cereyan etmiştir. 13 Mayıs 1915 gecesi saat 01.00’e doğru, ÇANAKKALE Boğazı’nın EGE Denizine açılan yönünden zincir ve demir sesleri ile birlikte, birçok insanın korkunç feryatları işitilmiştir. Ertesi sabah bu seslerin nedeni araştırıldığında, bir TÜRK muhribi, kıç tarafı açık denize dönük olduğu halde, sanki devriye görevi yapan bir İNGİLİZ muhribi imiş gibi, GOLYAT zırhlısına yaklaşmış ve bu hile sayesinde kendisinden şüphe edilmediği için, yakın mesafeden torpidolarını atarak GOLYAT’ı batırmıştır FRANSIZ yazarın söylentilere dayanarak anlattığı bu olayın oluş şekli tamamıyla hayalidir. Olay gerçekte şöyle cereyan etmiştir, KEREVİZDERE bölgesindeki FRANSIZ mevzilerini ele geçirmek için TÜRKLER tarafından yapılan devamlı taarruzlara karşı Fransızların harp gemilerinden yardım istemeleri üzerine, her akşam iki muharebe gemisi MORTO koyu açığına gönderiliyor ve bunların ateşleri Türklere bir hayli zarar veriyordu. Bu durum karşısında da 5’nci Ordu Komutanlığı, Boğazlar Genel Müfettişliği’ ne baş vurarak, bu düşman gemilerinin ateşlerine mâni olunmasını istemiş ti. Bu amaçla görevlendirilen MUAVENET-İ MİLLİYE muhribi, Kd. Yzb., Ahmet SAVLET komutasında olmak üzere, 10 Mayıs 1915’te ÇANAKKALE’ ye gelmiştir. Derhal hazırlıklara başlanmış, gemiye 90 kilo patlayıcı maddeyi havi üç torpido yerleştirilmiştir. Düşmanın torpido ağı kullanmadığı tespit edildiğinden, torpidolara ağ makası takılmamıştır. 12 Mayıs’ta bütün hazırlıklar tamamlanmış saat 1800’de hareket eden MUAVENET, mayın hatlarını geçerek, SOĞANLIDERE önlerinde mayınlı sahanın hemen dışında demirledikten sonra taarruz zamanı olan gece yarısını beklemeye başlamıştır. 13 Mayıs gece yarısı saat 00 30’da demir alan MUAVENET, 8 Knots hızla ve RUMELİ kıyısına sürünürcesine seyre başlamıştır. Saat 01 00’da tam pruvada ESKÎHİSARLIK Burnu’na bordalarını vermiş iki düşman muharebe gemisi fark edildi. Torpido kovanları sancağa çevrilmiş dulumda, ağır yolla seyre devam olunurken, öndeki İNGİLİZ gemisi GOLYAT tarafından ışıldakla “O” işareti verilerek parola soruldu. Bu işarete aynen karşılık veren MUAVENT, İNGİLİZ gemisinin bir anlık tereddüdünden de faydalanarak derhal hücuma geçti ve saat 01 15’te 300 metre mesafeden üç torpidosunu ateşledi. Torpidolardan biri GOLYAT’ın köprü üstü hizasına, İkincisi baş baca altına ve üçüncüsü de kıç tarafa vurarak gemiyi kısa zamanda batırdı, (Büyük harpte IZONZO yarması, Bana RITTER, Sayfa 255-257) Yukarıda I.nci Dünya Savaşı ÇANAKKALE Cephesine ait aldatma örneklerinden "bahsedilmiştir. Aşağıda ise, I.nci Dünya Savaş diğer tüm cephelerine ve II.nci Dünya Savaşına ait bazı aldatıma örneklerine yer verilecektir. ORNEK-I II. nci Dünya Savaşında, JAPON vurucu gücünün PEARL HARBOUR’a doğru yaptığı uzun seyir esnasında JAPON "Gizli Donanması'na dahil Özel" tipte ve özel maksatlar için yapılmış küçük denizaltılar, bu filodaki büyük gemiler tarafından taşınarak görev alacakları yerlere kadar götürülmüşlerdi. Bu gizli denizaltılardan kurulu bir filo, 6 ARALIK 1941 günü, PEARL HARBOUR’a 100 mil mesafede denize indirildi ve limana doğru son süratle sevk edildi, OAHU Adası kıyılarına yaklaşınca birçok mayınlı sahadan geçmek gerekti. Bu iş ustalıkla başarıldı. Amerikalılar, liman ağzındaki giriş-çıkış geçidini kapayan ağı kaldırdıkları zaman bu küçük denizaltılar gizlice limana girmeyi başardılar. Bunlar, taarruzları hava kuvvetleriyle birlikte tertip ve planlamış olduğundan, liman içinde dalmış olarak saatlerce uçakları beklediler. Baskın, bir yıldırım darbesi gibi çabuk yapıldıI. Bir taraftan denizaltılar evvelce tespit edilmiş hedeflere torpido taarruzu geliştirirken, uçaklar da aynı hedeflere bombalarla taarruz ediyor, bu suretle, dikkatleri kendi üzerlerine çekerek Amerikalıların deniz içindeki tehlikeden habersiz kalmalarını sağlamaya çalışıyorlardı. ORDU DERGİSİ, Sayı 154, HAZİRAN 1950) ÖRNEK-II 1944 yılı başlarında MARSHALL Takımadalarına yapılan Amerikan çıkarması; Japonları baskına uğrattığından, Donanma ve Hava Kuvvetlerinin uzun boylu bir ateş desteğine bile lüzum kalmadan, harekât başarılı olmuş ve adanın çıkarma yapılan Kwajelein kesimi iki gün içinde ele geçirilmiştir. (31 OCAK 1944) Bu çıkarma harekâtında, aldatma şu şekilde sağlanmıştır: Çıkarmadan önce üstün Amerikan Hava Kuvvetleri, aralıksız hava taarruzlarıyla adanın doğusundaki ikmal depolarıyla hava meydanlarını tahrip ederek Japonların dikkatini bu bölgeye çekti, JAPON ihtiyatlarının yavaş yavaş bu kesime kaydırıldığını da saptayan müttefikler, çıkarmayı JAPON Kuvvetlerinden uzakta bulunan KWAJALEIN Bölgesine yaparak, Japonları aldattılar. Bu sayede ciddi bir direnmeyle karşılaşmadan, süratle kıyılara çıkmak mümkün oldu. Harekâtın devamında da buna benzer aldatmalarla sağlanan baskınlar sayesinde, adalar tamamen müttefiklerin eline geçmiş oldu. Bu çıkarmada Japonların 8000 kaybına karşılık, AMERİKALILAR’ ın 400 kişi gibi çok az bir kayba uğramaları, aldatma sayesinde sağlanan baskının önemini göstermektedir. (II NCİ DÜNYA HARBİNDE ÇIKARMALAR, GENKUR.BŞK.Sf.71) ÖRNEK-III Müttefiklerin Filipinler’e direkt taarruzları 12 EYLÜL 1944’te başlamıştı. LUZON, MİNDANAO ve diğer adalara, havadan ve denizden olmak üzere ağır bombardımanlar yapıldı. Ekim ayı ortalarında, Amerikalılar LEYTE Adasına çıkmışlardı. Burada 114.000 asker ve 200.000 ton malzeme kıyıya çıkarılmıştı. Amfibi kuvvetin büyük bir kısmı çekilmiş olmakla beraber, 50’den fazla LIBERTY (Personel Taşıyıcı Gemi), LST ve diğer tip gemiler LEYTE Körfezinde demirli bulunuyorlardı. Bu sırada Singapur’da bulunan JAPON 1 nci Dz.G.K. bu gemilere taarruz görevi aldı. Güney Çin Denizi’nden LEYTE Körfezine girebilmek için iki boğaz vardı. 1. Samar Adası kuzeyindeki SAN BERNARDIO, 2. Mindanao ve Leyte Adaları arasındaki SURGİAD Boğazı JAPONLAR birinci yolu seçtiler. Koramiral KURÎTA’nın komutasındaki JAPON Görev Kuvveti, evvela BORNEO Adasındaki BRUNCİ Limanına intikal ederek; burada yakıt ikmali yaptıktan sonra iki grup hâlinde hareketle, SAN BERNARDIO Boğazı’ndan geçerek 25 Ekim 1944 sabahı, iki grup birden Leyte Körfezindeki Amerikan Çıkarma Filosuna hücum ederek tahrip edeceklerdi. Bu planın başarı ile uygulanabilmesi için LEYTE’deki amfibi harekatın desteğini sağlayan Amiral HASLEY emrindeki Amerikan 3 ncü Filosunun aldatılması ve görev yerinden uzaklaştırılması lâzımdı. Ancak bu takdirde Koramiral KURİTA emrindeki Japon G.K., deniz savaşma girişmeden LEYTE Körfezine girebilirdi. Bunun için JAPONLAR, Koramiral OZAWA’nın emrinde üç uçak gemisini de ihtiva eden bir aldatma kuvveti teşkil ettiler. Bu kuvvet LUZON Adasına doğru kuzey yönünde seyretti. Bu filoya mensup KAMIKAZE (intihar) uçakları Amerikan gemilerine taarruz ettiler. Bunun üzerine OZAWA’nın aldatma kuvvetlerine kanan Amerikan 3 ncü Filosu, bu uçak gemilerinin peşine takılarak hızla kuzeye doğru harekete geçti. İki kuvvet arasında, bir takip ve mücadele başladı. Şafak vakti OZAWA’nın aldatma kuvveti, ENGANO Burnu doğusunda ve İmparatoru için ölüme hazır durumdaydı. Saat 07.12'de ilk Amerikan uçakları güneydoğu istikametinden görülünce OZAWA, aldatma planının tamamen başarılı olduğunu anlamıştı. Amerikan 3 ncü Filosu, o gün OZAWA’nın kuvvetlerine ağır zayiat verdirdi; fakat SAN-BERNARDIO Boğazı da tamamen himayesiz kaldı. O kadarki; bu sularda artık karakol yapan denizaltı bile kalmamıştı. Amiral KURİTA komutasındaki kuvvetler, sabahın erken saatinde LEYTE’deki Çıkarma Filosuna taarruz ederek ağır zayiat verdirdiler. Amerikan 7’nci Filosu Komutanı Amiral KINKAİD, durumu öğrenince olay yerine en yakın olması gereken 34 ncü Filoyu görevlendirmek istediyse de bu filonun OZAWA’nın aldatma kuvvetlerin peşine takıldığını öğrendi. Böylece, elindeki eski tip gemileri yeniden gruplandırarak, ancak üç saat sonra etkili olabilecek tertipler almaya koyuldu. Fakat kısa bir süre sonra, Amiral KURİTA’nın muharebeyi keserek çekilmekte olduğu haberi geldi, O anda Amerikalılar buna bir anlam veremedilerse de sonradan KURİTA ‘nın aldatmanın başarılı olduğundan haberdar olmadığı, o saate kadar OZAWA’dan bir rapor alamadığı, bu yüzden endişelenerek geri çekilmek zorunda kaldığı anlaşıldı. (llustrated Story of World War II, The Reader’s Digest Association İnc. Sayfa 458) ÖRNEK-IV I. nci Dünya Harbi esnasında ALMAN Denizaltıları, İNGİLİZ ticaret gemilerinden başka, balıkçı gemilerini de batırmaya başlamışlardı. Bu durum karşısında İNGİLİZLER de yeni bir "Tuzak gemisi" yaparak ALMAN denizaltılarını avlamayı başardılar. Bunda, bir İNGİLİZ balıkçı gemisi "yem” vazifesi görüyor; aynı zamanda 100 kulaç uzunluğunda, 8. 76 cm. kalınlığında bir çelik halat ve bir telefon kablosu ile kıçtan bağladığı bir İNGİLİZ denizaltısını da su altından yedeğinde çekiyordu. ALMAN denizaltısına rastlandığı zaman balıkçı gemisi, yedekte çektiği kendi denizaltı gemisinin halatlarını fora ederek kaçmaya çalışıyor ve bu suretle, kendisini kovalamaya teşebbüs eden ALMAN denizaltısının İNGİLİZ denizaltısı tarafından avlanmasını sağlıyordu. Bu hilenin ilk uygulaması MAYIS 1915'te yapılmış ve yedekteki C-24 İNGİLİZ denizaltısı, bir ALMAN denizaltısını 500 metreden isabetli atışlar yaparak batırmıştı. Bir ay içerisinde iki denizaltılarının esrarlı şekilde kaybolmasından şüpheye düşen ALMANLAR, kendi denizaltılarına garip bir usulün tatbik edilmekte olduğunu tahmin etmişler ve bunun esasını anlayıncaya kadar, balıkçı filolarından uzaklaşmaya karar vermişlerdir. (Büyük Harpte İngiliz Denizaltılarının Menkıbesi, William Gur CARR, Sayfa, 91-93) ÖRNEK V I.nci Dünya Savaşı sırasında İNGİLİZLER, müttefikleri Rusya’nın, Doğu cephesinde ALMANLAR’ a karşı taarruza geçmek suretiyle, batıya sevk edilmekte olan ALMAN takviye kıtalarının Doğu cephesine çevrilmesini sağladıkları ve böylece Batı Cephesi’nde ALMAN gücünün artmasına mâni oldukları için onlara şükran borçluydular. Buna bir karşılık olmak üzere, İNGİLİZLER’ de, ALMANLAR’ ın gerek İSVEÇ Denizine gittikçe artan ihtiyaçlarını temin etmelerine mâni olmak, gerekse Baltık Denizi'ndeki RUS gemilerini ALMAN taarruzlarından kurtararak bu denizde son bulan RUS cephesine ALMAN ordularının baskısını dolaylı olarak azaltmak maksadıyla, Baltık Denizindeki ALMAN deniz ulaştırması ile donanmasının harekâtına daha etkili biçimde müdahaleye ve bunun için de Baltık karakollarını takviyeye karar verdiler. Bu karar gereğince, 4 Âdet C Sınıfı INGİLİZ denizaltısı, RUSYA kuzeyindeki nehir ve kanallardan geçirilerek ve zaman zaman da trenle nakledilerek BALIIK Denizi’ne gönderildi. Bu denizatılar gereği gibi donatıldıktan sonra, ALMAN deniz ulaştırmasını baltalamaya başladılar. Halbuki, ALMANLAR, BALTIK Denizi’nin girişi olan SKAJERAK Boğazı'nı kontrolleri altında bulundurduklarından, bu denize hiçbir İNGİLİZ denizaltı gemisinin girebileceğine ihtimal vermiyorlardı. (Büyük Harpte İngiliz Denizaltılar mm Menkıbesi, William Gur CASH, Sayfa 59) Bu yazıda, bugüne kadar yapılan deniz harplerinde uygulanan bazı aldatmalar örnekler şeklinde sunulmuştur. Bu örnekler kitaplara geçmiş sayısız benzerleri arasında benim derlediğim birkaç tanesidir. Deniz Harp tarihi yazılı hale gelmiş veya gelememiş daha nice örneklerle doludur. Yüzyılımızda teknolojik alanda, Özellikle elektronik sahada başarılan büyük gelişmeler sonucu, aldatma tekniği de daha ince, elastiki ve ayrıntılı bir nitelik kazanmıştır. O kadar ki "düşmanı şerefli ve mertçe yapılan bir savaşta yenmeli ve onun moral gücünü yalnız cesaretle kullanılan kılıcın zaferiyle yere sermelidir" diyen Feldmareşal HİNDENBURG, adeta unutulmuş, buna karşılık " harpte asıl silahın yerini aldatma ve gizleme almıştır. Topyekûn savaşta kullanılan her şeyi başarı, yalnız başarı haklı çıkarır" görüşünde olanlar ön plana çıkmaya başlamıştır.
- YUNANİSTAN’IN ANADOLU’DA İŞİ NEYDİ?
Bizim, Anadolu'da işimiz neydi? Biz yabancı devletlere alet olduk. Sizden de, bizden de bunca insan öldü. Sonunda ne oldu. İşte, bugün kardeşiz. Hata idi Anadolu hareketi... Hem de muazzam bir hata. Bu savaş gereksiz bir savaştı. Yunan General Trikopis Kurtuluş Savaşımız ile ilgili hafızamı tazelerken aşağıdaki sorular hep ilgimi çekmiştir. Ancak bu soruları 10-15 sayfa içerisinde özetlemek de o kadar zor ki. Biraz vakit bulup/ayırarak bu konularda hazırlanmış 13 ayrı Doktora/Yüksek Lisans tezini inceleyerek nispeten özet bir doküman hazırlamaya çalıştım. Cevap aradığım sorular şunlardı: - Yunanlılar I. Dünya Savaşına katılmadığı halde nasıl olup da biten bir savaştan sonra Anadolu’yu İşgale ve Türkleri katletmeye girişebilirdi? - Yunanistan böyle bir hareketi tek başına ve kendi inisiyatifi ile yapmış olabilir miydi? - Yunanistan’a destek veren ülkeler Türk’lerin katledilmesine nasıl böyle seyirci kalabilirdi? Türklerden bu nefretin sebebi neydi? - Osmanlı’nın Kuruluşundan günümüze Dış Politika’ da bu kadar yalnız kalma sebebi ne olabilirdi? - Yunanistan’ın bağımsızlık ilanı ve sonrasında Osmanlı’nın hataları var mıydı? Neydi bunlar? Balyoz benzeri bir olay geçmişte de yaşanmış mıydı? Bu soruların hepsine tam olarak cevap verebilmek oldukça zor. Ancak yine de elimden geldiğince ve okuyucuyu sıkmayacak şekilde 10-15 sayfa içerisinde hazırlamaya çalıştım. Umarım hayal kırıklığı yaşatmam sizlere. Saygılarımla. Mehmet ASAL ÖZEL NOT: Bu çalışma esnasında Yunanistan halkı ve askeri için YUNANLI veya YUNANLILAR tabirini kullandım. Neden YUNAN veya YUNANLAR değil? diyenleriniz olabilir. Aslında ben de bir ikileme düşüp araştırdım. Gördüm ki YUNAN kelimesi İbranice, Arapça ve Farsça dillerinde bir millet değil, Yunanistan yani Ülke anlamında kullanılıyor. Yunan Türk’ün karşıtı değil. Yunan bir Milleti değil Devleti, ülkeyi belirtiyor. Bu durumda da Türk’ün karşıtı Yunanlı oluyor. Hollandalı, Belçikalı vb. gibi. Zaten Akademik dünya da YUNANLI veya YUNANLILAR (çoğulu) şeklinde kullanıyor. Osmanlı; kuruluşundan 1500 yılına gelinceye kadar Doğu Trakya, Selanik, Atina, Mora yarımadasını ele geçirmiştir. 1500-1700 yılları arasında iki asır kadar sürede bu bölgelerde dikkat çeken herhangi bir olay olmamış, tam bir sükûn dönemi yaşanmıştır. Özellikle İstanbul’un fethinden 19. yüzyılın ortalarına kadar Rum halkı, Osmanlı egemenliği altında devletin sosyo-ekonomik hayatında, siyasi yaşamında önemli görevler üstlenerek aynı kadere ortak olmuştur. Ancak Fransız ihtilali sonrası hız kazanan milliyetçilik akımının ve dindaş Ortodoks Rusya ve Hristiyan İngiliz ve Fransızların büyük yardım ve etkisiyle, Rumlar başkaldırarak isyan etmiş ve 1829 yılında Yunanistan bağımsızlığını kazanmıştır. Bu gelişme o tarihe kadar oldukça iyi yürüyen Türk ve Rum halkları arasındaki ilişkileri olumsuz yönde ciddi biçimde etkilemiştir. I. Dünya Savaşı sonrasında ise bu iki millet arasındaki 1800 öncesi birlikte yaşama kültürü yerini büyük oranda düşmanlığa bırakmıştır. Zira I. Dünya Savaşına katılmayan, Türklerle savaşmayan Yunanlıların birden İzmir’e çıkarılmasının ne akıl ve mantık ne de savaşın sonuçları ile doğrudan bir ilgisi yoktur. Ruslar Yunanistan’ın bağımsızlığı almasında kullanılmış, İngiliz ve Fransızlar da ebedi ve ezeli düşmanlıkla 1919 sonrasında Türklerin katline onay vermiştir. Ama acaba sonuç bekledikleri gibi mi olmuştur? Elbette ki hayır. Var olduğu sürece kışkırtılmaya ve ayaklanmaya açık Rum ahali bu vesile ile ebediyen Anadolu’yu terk etmek zorunda kalmıştır. Bu da aslında Mustafa Kemal Atatürk’ün uzun vadedeki bir hayalidir ama Rumların işgüzarlığı ve maceraperestliği nedeniyle kısa sürede gerçekleşmiştir. Avrupa’nın pek çok yerindeki Museviler, İrlandalı Katolikler, Macaristanlı Kalvinistler, Fransa ve Silezyalı Protestanlar gibi daha birçok topluluğun dini inançlarından dolayı çektikleri zulüm, işkence ve katliamlar göz önüne alındığında Osmanlı idaresi altında yaşayan değişik inanç ve ırklara mensup milletlerin ne kadar güven ve huzur içinde oldukları daha net şekilde anlaşılır. Nitekim Osmanlı Devleti’nin bu hoşgörüsü değişik etnik grupları bünyesinde barındıran bir devlet olmasını sağlamıştır. Ancak 19. yüzyıla kadar Osmanlı Devleti himayesinde yaşayan bu milletler, Fransız ihtilalinin yaymış olduğu milliyetçilik akımı sonrasında isyan ederek bağımsızlık mücadelesi içerisine girmişlerdir. Bunlardan biri de Rumlardır. 1821 ayaklanması ile Osmanlı’dan kopma mücadelesine girişen Rumlar, Edirne Antlaşması ile bağımsızlığını kazanmıştır. Avrupalı Devletlerin Yunan Devleti’nin sınırlarını çizerek Londra Antlaşmasında bu sınırları Osmanlı Devleti’ne onaylatmasıyla ise Yunan Devleti resmen kurulmuştur. Bağımsız devletlerini kuran Yunanlılar bundan sonraki süreçte Megali idea yolunda hareket ederek Osmanlı aleyhinde sınırlarını genişletme çabası içerisine girmiş ve 1912-1913 yıllarındaki savaşta Osmanlıyı Balkanlardan çıkarmayı başarmıştır. I.Dünya Harbi sonrası ise Batı Anadolu topraklarını işgale başlamıştır. Böylelikle tarihi birliktelik ve dostluk yerini düşmanlığa bırakmıştır. Osmanlı himayesinde yaşayan Anadolu’nun yerli Rumlarının büyük bir kısmının aynı ırka mensup oldukları Yunan ordusu ile isteyerek veya istemeyerek birlikte hareket etmesi ve Anadolu’nun işgalinde yer alması, bu düşmanlığın ana sebebini oluşturmaktadır. Türkçeye “Büyük Ülkü” ya da “Büyük Fikir” olarak geçmiş olan “Megali İdea” doğrultusunda Yunanlılar, öncelikle bağımsız bir devlet kurmayı amaçlamışlardır. Sonrasında Yedi Adaları almayı; Tesalya, Epir, Makedonya ve Trakya’yı ele geçirmeyi; Girit Adası, Oniki Adalar ve Kıbrıs Adası’nı, Anadolu’nun Sakarya’ya kadar olan kesimini (İstanbul dahil) elde etmeyi ve nihayet Karadeniz kıyılarını zapt ederek Pontus Rum Devleti’ni ihya etmeyi hedeflemişlerdir. Toprakları genişletmek ve “boyunduruk altındaki kardeşleri kurtarmak” Megali İdeanın ideolojik ve retorik (Söz söyleme sanatı) temellerini oluşturmuştur. Bunun yanında Yunanistan, gerçekleştirdiği askeri harekatın çok öncesinden başlayarak Osmanlı topraklarında yaşayan Rumları eğitmek amacıyla bir eğitim seferberliği başlatmıştır. Bu amaç uğruna Yunan Devleti, Atina Üniversitesi, Anadolu ile Trakya’da kurulan Rum cemiyetleri ve okulları, kilisenin de sağladığı destekle iş birliği halinde çalışmışlardır. Bu, Megali İdeanın başka bir boyutudur ve Yunanistan için en az toprakları genişletmek kadar önemli olmuştur. Hedeflere ulaşıldığı, yani Yunan (Sözde Helen) ulusu yaratıldığı durumda, Yunanistan’ın Osmanlı topraklarını ilhak etmesi kolaylaşacaktı. Yunanistan Megali İdea doğrultusundaki hedeflerine kısmen ulaşmış, özellikle Balkan Savaşları’nda topraklarını ve nüfusunu yaklaşık iki katına çıkarmıştır. Balkan Savaşları döneminde Yunanistan’ın başbakanı, Yunanlılar tarafından “Megali İdea Rüyacısı” olarak tanınan Eleftherios Venizelos’tur. Venizelos 1918 yılı itibariyle Paris Barış Konferansı’ndan başlayarak müttefikler nezdindeki girişimlerini yoğunlaştırmış ve Batı Anadolu ile Trakya başta olmak üzere Osmanlı Devleti’nden yeni topraklar koparmayı hedeflemiştir. Neticede Venizelos liderliğindeki Yunanistan müttefiklerin desteğini almayı başarmış, 15 Mayıs 1919’da İzmir’e çıkmış ve devamında Anadolu’daki işgal alanını genişletmiştir. Esasen Yunanlılar, İzmir’in işgalinden hemen sonra bölgenin Yunanistan’a ilhakını gaye edinen davranışlar içine girmişlerdir. Venizelos 12 Ocak 1934’te Atatürk’ü Nobel Barış Ödülü'ne aday olarak önermiştir. Millî Mücadelenin yaşandığı 1919–1922 yıllarında da Türk milletini en fazla uğraştıran devlet hiç şüphesiz Yunanistan olmuştur. Küçük bir devlet olan Yunanistan’ın geniş Anadolu coğrafyasında söz sahibi olabilmesi için nüfus olarak kendisinden neredeyse 2,5 kat fazla olan Türk milletini savaşta bertaraf etmesi gerekiyordu. Ancak Yunanlıların Anadolu’daki Yerli Rum halkın desteğini almadan bunu başarabilmesi mümkün değildi. Bu nedenle Millî Mücadele döneminde Yunanlılar, Türkler karşısında gerekli olan asker ihtiyacını büyük ölçüde Anadolu’daki yerli Rumlardan sağlamaya çalışmıştır. Anadolu’daki yerli Rumların bir kısmı Türklere karşı Yunan ordusunun yanında yer alırken bir kısmı da yüzyıllardır aynı coğrafyada beraberce yaşadığı komşularına karşı savaşmamakta direnmiştir. İzmir’de oluşturulan Yunan Yüksek Komiserliği Yunan ordusunun işgal etmiş olduğu yerlerde temsilcilikler açmıştır. Bu örgütlenmenin yanı sıra Yunanlılar işgal bölgelerinde sıkıyönetim mahkemeleri oluşturarak hukuk işleri ile ilgili davalara bakmaya başlamışlar, hatta okullarda müfredat programlarına müdahale etmişlerdir. Aslında bu şekilde Batı Anadolu’daki Yunan işgali yalnızca bir askeri işgal niteliğinin çok ötesine geçmiştir. Yunan Hükümeti ilk başlarda Anadolu Rumlarından gelen çağrılara temkinli yaklaşmış, ancak 1922 Temmuz’una gelindiğinde Yüksek Komiser Steryadis’i Batı Anadolu’nun otonomisini ilan etmekle görevlendirmiştir. Kaynaklarda “Anadolu Devleti”, İyonya Devleti” veya “Ege Devleti” olarak anılan oluşumla ilgili, Yunan çevreleri hiçbir zaman tam bir netlik içinde olmamışlardır. Sevr sınırları içerisinde yeni bir devlet tesis etmek, ancak Yunanlıların ellerindeki son kozu oynamaları olarak değerlendirilebilir. Kaldı ki bazı Yunan gazeteleri otonom devlet fikrine de karşı çıkmışlar ve bunun yerine Batı Anadolu’da “yerel yönetim” den söz etmişlerdir. 1919-1922 yılları arası Anadolu Rumları için, içinden çıkılması güç problemlerle doluydu. Bir tarafta beraber yaşadığı Müslüman Türkler, diğer tarafta ise aynı ırka mensup olduğu Yunanistan. Ancak hepsinden önemlisi neden-niçin savaştıkları sorusunun bir yanıtı yoktu. Ayrıca emirlere uymama durumu olursa hem Yunanistan hem de Türk hükümeti tarafından vatana ihanet suçuyla yargılanıp kurşuna dizilme tehlikesi vardı. Bu nedenle bazı Rumlar zorla da olsa kendi ırkını seçmek durumunda kalmış ve Yunan ordusuna katılmaya başlamıştı. Nitekim Nisan 1920’de Yunanistan’ın, İzmir ve çevresinde Anadolu’nun yerli Rumlarından 32 yaşına kadar olanları orduya kaydettiğini biliyoruz. Mayıs 1920’den itibaren İstanbul’daki İngilizler bile Rum ve Ermeni ahaliyi yüksek ücret karşılığında kendi ordusuna alma çabası içine girmişti. 35 yaşına kadar olanların da silah altına davet edilmesi üzerine birçok Rum orduya yazılmıştı. Ancak hem Yunanistan’daki halk hem de Anadolu’daki Yunan askeri harpten bıkmıştı. O tarihte Yunan ordusunda 13 sınıf silah altında bulunuyordu. Bunların 5 sınıfı, Anadolu’da harp bittiğinde yaklaşık 4 yıl boyunca askerlik yapmış olacaktı. Bu nedenle Yunan ordusuna alınan Anadolu Rumları sürekli askerlikten kaçmaya çalışıyordu. 1921-1922 yıllarında İzmir’de 20.000 asker kaçağı tespit edilmişti. Batı Anadolu’da yaşayan yerli Rumların Yunan ordusuna yeterli destek vermemesi Yunanistan’ın ciddi tepkisine ve hayal kırıklığına neden olmuştu. Bununla ilgili olarak Yunan Kralının oğlu Prens Andrew, Anadolu Rumları ile ilgili olarak şu değerlendirmede bulunmuştu; “Buradaki halk genellikle tiksindiricidir. Bu değersiz insanları tekmeleyip atması için İzmir’i Mustafa Kemal’e teslim etmek gerçekten yerinde olacaktır.” Yunan Prensinin kendi ırkından olanlar için yaptığı bu yorum aslında Anadolu Rumlarının Yunanistan tarafından ne kadar çok önemsendiğinin de bir göstergesiydi. Türk ordusuna karşı savaşan Yunan birliklerinin yaklaşık olarak %30’u Anadolu Rumlarından oluşmaktaydı. TBMM’nin Rumları, vatana ihanet suçu ile yargılayıp idam etmesi üzerine Yunanlılar da bazı tedbirler almak mecburiyetinde kaldı. Bu amaçla Yunan hükümeti kendi ordusu adına savaşan Anadolu Rumlarına, Yunan vatandaşı olduklarına dair sahte nüfus cüzdanları ve pasaportlar çıkartarak idam edilmelerini engellemeye çalıştı. Üstelik yerli Rumlara; “Esir düşerseniz kesinlikle Türkçe konuşmayın,” diyerek telkinlerde bulunuyordu. Anadolu Rumlarının büyük bir kısmı ise her iki orduda da kesinlikle savaşmak istemiyor ve sahte Yunan Pasaportu hazırlayarak İstanbul’a kaçıyordu. 26 Ağustos tarihiyle başlayan Türk taarruzu sonrası ise Yunan ordusu işgal ettiği Anadolu topraklardan hızlı bir şekilde geri çekilmeye başladı. Bu geri çekiliş esnasında işgal bölgelerindeki Anadolu Rumları da Yunan ordusu ile Anadolu’yu terk etmek için kıyı bölgelerine doğru kaçmaya başladı. Yunanistan’ın Anadolu’da Patrikhane aracılığıyla dini argümanları kullanarak, Anadolu Rumları üzerinde etkili olmaya başlaması üzerine Anadolu’daki Türkçe konuşan Hıristiyan Ortodokslar da karşı hamlede bulunmuştu. Bu insanlar kendilerini Türk olarak görmüş ve 1919-1922 yılları arasında Millî Mücadele taraftarı bir politika takip etmişlerdir. Karadeniz Pontus Rumları ise bu savaşta olabildiğince tarafsız kalmışlar ve Osmanlı Müslüman ahali ile sorunsuz yaşadıklarını ifade etmişlerdir. Bu noktada kafamı çok kurcalayan ve büyük eksiklik olarak gördüğüm bir konuya yeri gelmişken değinmek istiyorum. Osmanlı’nın kuruluşundan günümüze gelinceye kadar tüm ülkeler şu veya bu şekilde müttefikler bulup savaş sırasında yalnız kalmamışken neden Osmanlı hep müttefiksiz ve yalnız başına kalmış, ancak Rusya ile Batılı Devletlerin çıkarları çatıştığında Pastanın paylaşımındaki zorluklar nedeniyle bazen İngiliz ve Fransızları, Bazen Rusları yanında gibi görebilmiştir. Aslında dini, hukuki ve kültürel faktörleri ele aldığımızda bu sonuç kaçınılmaz görülmektedir. 1. Fatih kanunnamesinde Nizâm-ı Âlem için kardeş katli meselesi ile ilgili olarak; 'Ve her kimseye evlâdımdan saltanat müyesser ola, karındaşların Nizâm-ı Âlem için katl eylemek münasiptir. Ekser ulema dahi tecviz etmiştir. Anınla amil olalar.'' Çocuklarımdan hangisine Saltanat nasip olursa o kişi Dünya Düzeni için kardeşlerini katledebilir. Bunu alimlerin çoğunluğu da uygun bulmuştur. Bu kuralı uygulasınlar. Demek suretiyle şehzadelerin yetiştirilmesini ve diğer batılı ülkelerin yapıp ittifaklar kurduğu gibi kız alıp verme olaylarının yaşanmasını engellemiştir. Bu konudaki tek övüncümüz Katerina ve Baltacı Mehmet Paşa ilişkisidir ki o da seviye olarak Osmanlı’ya katkı sağlayamamıştır. 2. Bunun bir nedeni de ebetteki din farkıdır. Ancak Katolik ve Protestanlar ya da Ortodokslar birbiri ile evlenirken Osmanlı bu yolu denememiş, kardeş katli fetvası nedeniyle deneyememiştir. a. İngiliz Kraliçesinin önceki yıl ölen ve 1947’den 2021 yılına kadar Kraliçenin eşi olarak yaşayan Prens Philip, Türkiye-Yunanistan konularında her zaman Yunanistan’ın yanında yer almıştır. Çünkü Edinburgh Dükü ve Birleşik Krallık kraliçesi II. Elizabeth'in eşi olan Prens Philip Mountbatten (10 Haziran 1921, Korfu, Yunanistan, Doğumludur) Doğumunda kendisine Yunanistan ve Danimarka Prensi unvanı verilmiştir. Armasında Yunanistan bayrağı ve Danimarka Kraliyet Bayrağı bulunmaktaydı. b. 1832-1862 Yılları arasında Yunan Kralı olan Otto, 1815 Salzburg, Avusturya doğumludur, Bavyera Kralı I.nci Ludvig’in selefidir. c. Sonraki Yunan Kralları I. Georgios, I.nci Konstantin, Aleksandro, II.nci Georgios hep benzer şekilde diğer ülkelerle hısım/akraba olup tüm bunlar Yunanistan’ın her zaman desteklenmesinde çok etken olmuştur. d. 1913-1917 ve 1920-1922 yılları arasında Yunanistan kralı olan Glücksburg hanedan üyesi I. Konstantin, 21 Temmuz 1868 tarihinde Kral I. Georgios ve Kraliçe Olga’nın en büyük oğlu olarak Atina’da dünyaya geldi. İsmini anne tarafından dedesi olan Rusya Büyük Dükü Konstantin’den aldı. Bu ad dönemin Yunanistan başbakanı Dimitrios Vulgaris tarafından ona verildi. Konstantin ismi bilhassa Megali İdea ülküsünü benimseyen ve başkenti Konstantinopolis olan birleşmiş bir Yunan milleti hayalindeki yurtsever Yunanlılar için duygusal bir mana taşıyordu. Milyonlarca Yunan’ın gözleri beşiğinin üzerinde ana hatları çizilen Ayasofya’nın kubbelerini görmüştü. Doğu Roma İmparatorluğu ile kurulan bağın vurgulanması bağlamında Konstantin’e verilen isim veliahtın geleceğini de büyük ölçüde önceden belirlemişti. 3. Yunanlıların tüm bu avantajlarına karşılık, adeta dalga geçer gibi II. Mahmut (1808-1839), 40 000 kişilik kendi Yeniçeri ordusunu katlederek ve buna da “Vakayı Hayriye” Hayırlı Olay dedirterek, Navarin Baskınının ve Yunanistan bağımsızlık hareketini adeta desteklemiş böylelikle kendi ordusunu da dinamitlemiştir. Bu arada ordu da “Asakiri Mansureyi Muhammediye” (Muhammedin Muzaffer Askerleri) adı altında yeniden teşkilatlandırılmaya çalışılmıştır. Bunu takiben Osmanlı için hızla toprak kayıpları ve tam bir yalnızlık dönemi başlamıştır. Ben bu 40 000 kişilik kendi ordusunun katli olayına "Vakayı Hayriye" yerine "Vakayı İntihariye" demeyi uygun görüyorum. 4. Benzer bir olay da bundan 4 asır önce Yavuz Sultan Selim zamanında meydana gelmiştir. Alevi katliamı ilk olarak dönemin önemli devlet adamlarından İdris-i Bitlisi tarafından yazılan Selim Şahnâme eserinde geçmektedir. Eserde 40 bin Alevi’nin katledildiği belirtiliyor. Osmanlı’nın resmi kaynakları arasında kabul edilen eserle ilgili iki farklı görüş var. Tarihçilerin bir kısmı eserin güvenilir bir kaynak olduğunu ve çok uzun yıllardır derslerde okutulduğunu belirtiyor. Bunun tam tersini düşünen tarihçilerin argümanıysa şu: İdris-i Bitlisi eserini hayattayken temize çekemediği için bu işi oğlu devralıyor. Eseri yeniden düzenleyen yazarın oğlu Ebulfazl Mehmed Çelebi, bilgi eksikliği sebebiyle Alevi katliamıyla ilgili bölüme yanlış bilgiler ekliyor. 5. Bu iki olayı bir arada düşündüğümüzde, 2000’li yıllarda yaşanan Balyoz Kumpası benzeri o tarihte de Alevi ve Bektaşi Kültürüne , liberal ve ileri görüşlü askerlerin ve kişilerin bir anda nasıl etkisizleştirildiği kolayca görülmektedir. Acaba bu davranış genlerimize mi işlemiştir? Ya da dış güçler bizleri fişekleyerek sürekli bu tuzaklara mı düşürmektedir? 6. Osmanlı kurulduğundan beri süre gelen Bektaşi-Alevi Kültür ve Zihniyeti ile Mevlevi-Sünni çekişmesi Osmanlı’nın sonunu hazırlamıştır. Zaten Yeniçerilerin katli de bunun vahim bir sonucudur. 7. Tüm bunları gören ve yaşayan Yunanistan’ın da Megali İdeasını gerçekleştirmek için aslında her şey çok müsaitti. Yunanlılar da öyle yaptı. Yunan Ordusu 15 Mayıs 1919’da İzmir’e çıktı. Hesaplayamadıkları şey karşılarına Mustafa Kemal (Atatürk)’in olmasıydı. MAYIS 1919 DA DURUM: Yunanistan Nüfus : 5 500 000 Türk Nüfus : 13 500 000 Osmanlı Rumları (1914 yılında) : 1 541 000 1919 sonrası Anadolu’ya dönen Osmanlı Rumları : 100 000 1922 sonrası Yunanistan’a kaçan Osmanlı Rumları : 1 000 000 1928'de Yunanistan'da Osmanlı Rum Göçmeni : 1 104 216 1927'de Türkiye'de kalan Osmanlı Rumları : ~125.000 1912-1922 arası Osmanlı Rumlarından hayatını kaybedenlerin sayısı : 30 .000 Olarak tahmin edilmektedir. Osmanlı Rumları: Osmanlı Devleti’nde yaşayan Rumlara verilen isimdir. Kuruluşundan itibaren pek çok Rum topluluğu Osmanlı sınırları içindeki İç Anadolu (Kapadokya), Ege ve Karadeniz bölgelerinde yaşamıştır ve devletin son dönemlerine kadar önemli rol oynamışlardır. Bugün büyük çoğunluğu Rum Kırımı ve Mübadele sorunundan dolayı Yunanistan'da yaşamaktadır. Yukarıda verilen sayılardan da anlaşılacağı gibi,5,5 milyonluk Yunanistan, 13,5 milyonluk bir ülkeyi zapt etmeye gelmiş, bu amaçla Yunanistan’dan da 200 000 asker getirmiş, Osmanlı Rumlarını örgütleyerek kullanabileceğini hesaplamış ama evdeki hesapları çarşıya uymamıştır. Önce Osmanlı Rumlarının önemli bir bölümü silah altına alınmayı reddedip kaçak olmayı tercih etmiştir. Başlangıçta Yunanistan’ı destekleyen Fransa ve İtalya daha sonra desteği çekerek “Tarafsızlık Politikası” uygulamış, yalnız kalan, savaş gücü ve halkının sabrı tükenmek üzere olan İngiltere de sonunda desteği bırakmıştır. Bu noktada biraz da savaşın hemen öncesine dönmekte yarar görüyorum. Ağustos 1914’te I. Dünya Savaşı patlak verdiğinde Kral Konstantin ve Venizelos arasında Yunanistan’ın savaşa dahil olup olmaması konusunda bir anlaşmazlık ortaya çıkmıştır. Büyük Savaş patlak verdiğinde Kaiser II. Wilhelm, Kral Konstantin’den Balkan coğrafyasında Slav birliğine karşı Yunanistan’ın Almanya ve Avusturya tarafında yer almasını istemiştir. İngilizler ise Yunanistan’ın Antant gücü yanında yer almasını teklif etmiştir. Başbakan Venizelos Yunanistan’ın, “küçük partner” olarak, İngiltere ve Fransa’nın yanında hareket etmesi gerektiğini savunurken, Kral Konstantin ise “küçük ama saygın Yunanistan” fikriyle tarafsız kalması gerektiğine inanmışyıyordu. Konstantin’in bu tavrının temelinde Alman kraliyet ailesiyle olan yakın ailevi bağı bulunmaktaydı. O dönemde, Avrupa devletlerinin bloklaşması sürecinde Osmanlı Devleti de birtakım ittifak arayışları içerisine girmişti. İttifak için ilk tercih İngiltere'ydi. Ancak İngiltere ittifak teklifini “şimdilik yeni siyasi bağlar altına giremeyiz”, diyerek reddetti. Enver Paşanın da bilinen Alman hayranlığı buna eklenince Osmanlı ne yazık ki mağlup tarafta yer aldı. Konstantin’in karısı Sofia, Kaiser’in kız kardeşiydi ve Kaiser II. Wilhelm ve Konstantin arasında yakın bir arkadaşlık ilişkisi de vardı. Öte yandan Konstantin, Almanya ile ittifak kuramazdı çünkü annesi kraliçe Olga, Rus kraliyet ailesinin bir üyesiydi ve bu durum Antantın müttefiki olan Rusya’nın karşısında yer alamayacağının başka bir sebebiydi. Üstelik Yunanistan’ın Almanya’nın müttefiki olan Türkiye ve Bulgaristan ile hareket etmesi Yunan kamuoyunun kabul edebileceği bir durum da değildi. Her ne kadar Kral Konstantin, Başbakan Venizelos’un çabalarıyla, Çanakkale Savaşı’nda İngiltere’ye yardım etmeye ikna olsa da dönemin Genelkurmay Başkan vekili İoannis Metaksas böyle bir desteğin Yunanistan’ı savaşa dahil eden bir sonuç yaratacağını belirterek kralı bu düşüncesinden vazgeçirdi. Yunanistan’ın Büyük Savaş’a dahil olup olmama sorunsalı Başbakan Venizelos’un 1915 yılında iki defa istifası ile sonuçlandı. Ulusal Bölünme olarak adlandırılan bu ikircikli durum 1917 yılına kadar Atina ve Selanik’te iki farklı hükümetin kurulmasına neden oldu. Atina Hükümeti ve Selanik’te kurulan Milli Savunma Hükümeti gibi Yunan ordusu ve Anti-Venizelistler (Kralcılar) şeklinde iki kutba ayrıldı. Büyük Savaşın başlamasından kısa bir süre sonra İngiltere ve Fransa, Kral Konstantin aleyhinde düzenli bir propaganda yürütmeye başladı. Bu tutum, 1913 sonbaharında tahta çıkan Konstantin’in çok kısa bir süre sonra Kaiser ile Alman ordusunun askeri tatbikatlarında görev almasından kaynaklıydı. Almanya’da eğitim alan Konstantin’in askeri ve kültürel bağlamda Alman ekolünden etkilenmesi Antant kuvvetleri tarafından kendilerine karşı başka bir tehdit unsuru sayılıyordu. Müttefik devletler tarafından kralcı hükümete karşı uygulanan silah ve ticaret ambargosu gibi birçok sert yaptırımlar Yunanistan’daki askeri ve sivil yönetim üzerinde güçlü kontrol mekanizmaları oluşturmuştu. Müttefik devletlerin Atina Hükümetine verdiği silahları teslim etme ültimatomu ile gerilim iyice arttı. Yunan ordusu ile İngiliz ve Fransız askerleri arasında Atina’da meydana gelen silahlı çatışma sonucunda Fransa, İngiltere, Rusya ve İtalya Büyükelçilikleri Atina Hükümeti ile diplomatik ilişkileri tamamen sona erdirdi. Kasım Olayları olarak bilinen bu kısa çaplı askeri çatışmanın akabinde Fransızlar dönemin Britanya Başbakanı Lloyd George’un da desteğini alarak Konstantin’in tahttan çekilmesini talep etti. Antant, Konstantin’in en büyük oğlu halef Georgios’un Alman ordusuna hizmetlerinden ötürü tahta geçirilmesini uygun görmedi. Antant Güçlerinin Mayıs 1917’de Paris ve Londra’da yaptığı toplantılarda, 1830 garantörlük antlaşması gereği, Konstantin’in ikinci oğlu Aleksandros’un tahta geçirilmesine karar verildi. Tüm baskı ve tehditler karşısında Kral Konstantin Haziran 1917 tarihinde, resmen istifa etmeden, tahtı oğlu Aleksandros’a bıraktı ve aile üyeleriyle birlikte, halkın itirazlarına rağmen, İsviçre’ye gitti. Konstantin’in tahttan indirilmesinden sonra Selanik’te “de facto” bir hükümetin başında bulunan Venizelos, Atina’da hükümeti kurması için yeniden görevlendirildi. Temmuz 1917’de Yunanistan, İttifak devletlerine savaş ilan ederek I. Dünya Savaşı’na dahil oldu. 11 Kasım 1918’de Antant güçlerinin galibiyeti ile sona eren Avrupa merkezli küresel savaşın sonunda galip devletler, 18 Ocak 1919’da Paris’te imzalanacak olan antlaşmaların maddelerini görüşmek amacıyla bir araya geldi. Paris Barış Konferansında Başbakan Venizelos Batı Anadolu ve İzmir’in Yunanlılara verilmesi konusu başta olmak üzere tüm ulusal taleplerini dile getirdi. Görüşmelerin akabinde, uluslararası barış konferansının kararıyla, 15 Mayıs 1919’da Yunan orduları İzmir’i işgal etti. Ancak Yunanistan kralı Aleksandros’un Tatoi sarayında bir maymun tarafından ısırılarak ölmesi ve 14 Kasım 1920 tarihinde Venizelos’un genel seçimleri kaybetmesi sonunda yapılan referandumda Konstantin yeniden tahta getirildi. Seçimlerden iki hafta sonra tahta çıkıp hükümeti kuran Kral Konstantin, İoannis Metaksas’ın itirazlarına rağmen, Türkiye ile savaşı sürdürme ve Yunan işgallerinin Anadolu’da devam etmesi kararını aldı. Venizelos’un Kralcılara karşı bu ağır yenilgisi Müttefik Devletlerin Yunanistan’a verdiği askeri ve diplomatik desteği kesmesine yol açtı. İngiltere, Fransa ve İtalya Yunanistan’da kurulan yeni hükümete Konsatantin’i devlet başkanı olarak tanımadıklarını bildirdiler. 1919-1922 Türk-Yunan Savaşında sadece İngiltere diplomatik düzeyde Yunanistan’ı desteklemeye devam etti. Kral Konstantin, Mayıs 1921’de, Küçük Asya İşgal Orduları Başkomutanlığını üstlendi. Ancak 30 Ağustos 1922 Başkomutanlık Meydan Muharebesi sonunda yenilen Yunan orduları düzensiz birlikler halinde Anadolu içlerinden çekilmeye başladı. Küçük Asya Bozgunu sonrasında Yunanistan’da General Nikolaos Plastiras ve Stilianos Gonatas Önderliğinde gerçekleştirilen askeri darbe ile Kral Konstantin ikinci kez tahttan indirilerek yerine oğlu prens II. Georgios’a geçirildi. Eylül 1922’de ailesiyle birlikte Sicilya’ya sürgün edildi. 11 Ocak 1923 tarihinde Kral I. Konstantin Sicilya’nın Palermo kentinde bir otel odasında kalp krizinden öldü. Anadolu Rumlarının bir kısmı, Osmanlı vatandaşı olmalarına rağmen Yunan ordusuyla beraber hareket edip Türk ordusu karşısında yer almışlardı. Yunan ordusu bölgeden çekildikten sonra ise Türk halkı ile Anadolu Rumları arasında kaçınılmaz çatışmalar yaşanabilirdi. Bu tür olayların yaşanmasını engellemek ve insanların zarar görmemesi için mübadele şarttı. Mustafa Kemal Paşa da mübadeleyi hem homojen bir Türk Devleti’nin meydana getirilmesi için temel şart olarak görmüş, hem de Anadolu’daki Gayrimüslimlerin, Osmanlı Devleti döneminde olduğu gibi, Batılı devletler tarafından Türkiye aleyhine kullanılması ihtimalini hiçbir zaman göz ardı etmemişti. Ayrıca Rumların ülke içinde kalmalarından doğan kaygının en önemli sebeplerden biri de Megali İdea düşüncesinin Türkiye’yi sürekli rahatsız edeceği fikriydi. 30 Ocak 1923’te “Türk ve Rum Nüfus Mübadelesine İlişkin Sözleşme ve Protokol iki devlet arasında imzalandı. Mübadele antlaşmasına göre Türk topraklarında yaşayan Rum Ortodoks dinine mensup Türk uyruklularıyla, Yunan topraklarında yerleşmiş Müslüman dinine mensup Yunan uyruklularının, 1 Mayıs 1923 tarihinden başlayarak zorunlu mübadelesine girişilecekti. Ancak öngörülen mübadele İstanbul’da oturan Rumlarla, Batı Trakya’da oturan Müslümanları kapsamıyordu. Mübadeleyle birlikte Anadolu’da yaşayan 1.200.000 Ortodoks Rum, Yunanistan’a göç etmek durumunda kaldı. Mübadele anlaşması çerçevesinde Yunanistan’a göç etmiş olan Ortodokslar gelenek görenek, hayat anlayışı bakımından Yunanistan’daki Ortodokslardan çok farklı olduğu için Yunanistan’da kabul görmeleri kolay olmamıştır. Gelenek ve göreneklerinde ve ahlaki anlayışlarında Anadolu insanına benzemeleri dolayısıyla sürekli olarak “Türk dölü” şeklindeki hakaretlere maruz kalmışlardır. 1922 yılında Anadolu’dan Yunanistan’a göç etmek zorunda kalan Anadolu Rumlarının %20’si Yunanistan’da geçirdikleri ilk bir yıl içerisinde açlık ve sefaletten dolayı yaşamlarını yitirmiştir. Hayatta kalanlar ise çok zor şartlarda hayatlarını sürdürmek durumunda kalmıştır. İngilizlerin telkin ve silah yardımıyla 15 Mayıs 1919 tarihinden 9 Eylül 1922 tarihine kadar 39 Ay süreyle Yunan Ordusu tarafından işgal edilmiş olan Batı Anadolu'nun kurtarılmasıyla ilgili olarak Yunan Ordusuna ilk darbe 1921 yılı Mart Ayında Birinci İNÖNÜ zaferiyle vurulmuştur. Başkumandan Mustafa Kemal ATATÜRK (Soyadını 1934 yılında almıştır.) kumandasındaki Türk Ordusu 23 Ağustos- 13 Eylül 1921 tarihleri arasında cereyan eden Sakarya Meydan Savaşında, Yunan Ordusunu bozguna uğratmış ve Yunan Ordusunun Sakarya nehrinin batısına çekilmesini sağlamıştır. Bu büyük zafer Yurdumuzda daha büyük bir coşkuyla kutlanmalıdır. Bu Savaşta Yunan Ordusu saflarında Prens Andre (Yunan Kralı Konstantin'in yeğeni) Korgeneral rütbesiyle katılmıştır. Prens Andre’nin oğlu ise 1921 yılında ölen ve yukarıda da bahsettiğim İngiltere Kraliçesi olan Elizabeth’in eşi Edinburg Dükü Prens Filip’tir. Büyük Asker ATATÜRK Sakarya Savaşından sonra Yunan Ordusunun üstüne gitme riskini göze almamış, tedbirli davranarak Yunan Ordusuna karşı nihai darbeyi bir yıl sonra indirmiştir. 1922 yılı 26 Ağustos sabahı saat 04.45 te büyük gizlilik ve şiddetli bir topçu ateşiyle başlayan Büyük Taarruz, Yunan Ordusu Karahisar'ın 50 Km. kadar güneyi ve 20-30 Km. uzunluğundaki doğu cephesinde çok büyük bir tahkimat yapmıştır. Yunanlıların bu tahkimata çok güvendiği, Yunan Orduları Başkumandanı General Nikolas TRİKUPİS tarafından 1952 yılında Atina'da Gazeteci Hıfzı Topuz’a verdiği bir mülâkatta ifade edilmiştir. Kusursuz bir Savaş Planı yapan büyük komutan Mustafa Kemal Paşa, 26 Ağustos sabahından kesin zafere ulaşıldığı 30 Ağustos akşamına kadar hiç uyumadan birçok cepheden bu savaşı yönetmiştir. (Seryaver "Başyaver" Salih Bozok’un hatıraları) Sakarya Meydan Muharebesi Kurtuluş Savaşının dönüm noktasıdır. Yunan Ordusu hem lojistik hem de personel yönünden çektiği sıkıntılar nedeniyle tam bir moralsizlik ve çöküntü içerisinde idi. Yunanistan ise artık Anadolu’da ki savaşla eskisi gibi ilgilenmiyordu. Zaten Yunan halkı da büyük ekonomik sıkıntılar yaşıyordu. Anadolu’da ki Yunan Başkomutanı Trikopis te büyük sıkıntı içinde idi. TRIKOPISIN 1922 TEMMUZ ayında Yunanistan’a yazdığı mektup. 31 Ağustos 1922 tarihli Yunan Eleftheron Vima gazetesinde, Tripolis’in 1922 Temmuz’ unda Afyonkarahisar’dan gönderdiği aşağıdaki mektubu yayınlamıştı: .. Mektubunuzu aldık. Memlekette mevcut olan ikilik ve anlaşmazlıktan dolayı çok müteessirim. Yunan meselelerini takip etmek isteyecek herhangi bir yabancının gazeteleri okuyunca, Yunanistan'ın savaş halinde olduğuna ve ordunun silah elde, Küçük Asya'nın içlerinde, mahvımızı bekleyip ilerlemeğe hazır olan Türklerin karşısında bulunduğuna inanması imkansızdır. Gazetelerde, senelerden beri aile ve memleketlerinden uzak cepheyi bekleyen askerler hakkında maneviyat düzeltecek bir kelime bile yok. Ve memleketteki sefalet, ordunun bozguna uğraması halinde, bütün Yunanistan'ın mezara sürükleneceğinden habersizdir … (Tripolis’in kendi anıları içeren kitabından alınmıştır.) Bu mektubun gazete de yayınlanmasından 3 gün sonra Trikopis ve diğer üst rütbeli subaylar Ordumuz tarafından esir alınır. Dumlupınar Savaşını kaybeden Yunan Ordusu, bozguna uğramış ve İzmir istikametine doğru kaçmaya başlamıştır. 31 Ağustos 1922 günü artık Yunan Ordusuna mensup General- Subay ve Erler esir alınmış ya da teslim olmaya başlamışlardır. Esir düşen bir Yunan Binbaşısı, Atatürk’ün Huzuruna getirilir. Bilindiği gibi ATATÜRK Fransızca diline pekiyi derecede vakıftır. Fransızca bilen Yunanlı Binbaşıya, merak etmemesini ve esirlere Viyana Sözleşmesi kuralları gereği iyi davranılacağını söyleyince, o tarihte henüz 41 yaşında olan Atatürk’e " Ben kiminle görüşüyorum diye sorar" Atatürk ise " Ben Türk Orduları Başkomutanı Mustafa Kemal Paşayım diye cevap verir. Binbaşı aynen şu cevabı vermiştir. Ben bu savaşı neden kaybettiğimizi şimdi daha iyi anlıyorum der. Yunan Orduları Baş Komutanı Hacı Anesti bu savaşı İzmir’den Gemiden yönetmiştir. 2 Eylül 1922 Günü Uşak’ta Yunan Orduları Başkumandan vekili olan General TRİKOPİS esir alınmış ve Hacı Anesti'nin yerine Başkomutanlığına getirildiğini ancak Atatürk’ün huzuruna getirildiğinde ATATÜRK' ten öğrenmiştir. Yunan Ordusunun bu savaşın başında Başkomutanı General PAPULYAS' tır. Sakarya Meydan savaşından sonra ise Aralık 1921 yılında görevden alınarak yerine General Hacı Anesti getirilmiştir. General TRİKOPİS 1868 doğumlu olup. 1952 yılında 84 yaşındayken Gazeteci Hıfzı Topuz’a verdiği röportajda. Atatürk’le olan karşılaşmasını anlatmıştır. 2 Eylül 1922 günü Uşak'ta esir alındığında, kendisini İsmet Paşanın alıp Atatürk’ün huzuruna getirdiğini ve Atatürk’ün kendisine: " Yorgunsunuz istirahatiniz sağlanacaktır, üzülmeyiniz siz görevinizi yaptınız, NAPOLYON da Savaş kaybetmiş ve esir düşmüştür, burada misafirimizsiniz" dediğini anlatmıştır. Ayrıca Mustafa Kemal Paşa kendisine sağ olduğuna dair bir yazıyı kaleme almasını ve bunu da telgrafla eşine bildireceğini iletmiştir. Şimdi uzun bir yaşam süren General Tripolis’in neden her 10 Kasım’da Atatürk’ün ölüm yıldönümünde Atina'daki Büyükelçiliğimize gidip taziyede bulunduğunu anlamak daha kolaydır. Burada ilginç bir bilgiyi de vermeliyim. Türk Ordusu var olma ya da yok olma savaşı verirken, Mustafa Kemal ve Ordularını yok etmeye çalışan Trikopis’in eşi ve kızı İstanbul Büyükada’da ki köşklerinde, padişahın himayesinde yaşamaktadırlar. Bu mudur sözde Kurtuluş Mücadelesini desteklediği ve bazı sözde kaynaklarca Direnişi Örgütlemesi için Mustafa Kemal’i Anadolu’ya gönderdiği söylenen Padişah. Mağlup komutan Trikopis'in Atatürk'ten sevgiyle ve büyük bir saygıyla bahsetmesi ilginçtir. Ona yenilen düşman ordusu komutanının bile saygı duyması, bugün Atatürk'e hakaret yağdıran içimizdeki ahlaksızlara bir ibret dersi olmalıdır. Trikopis, Hıfzı Topuz'a şöyle diyor: "Bizim, Anadolu'da işimiz neydi? Biz yabancı devletlere alet olduk. Sizden de, bizden de bunca insan öldü. Bu kadar şehit verdik. Sonunda ne oldu. İşte, bugün kardeşiz. Hata idi Anadolu hareketi... Hem de muazzam bir hata!" Savaştan 30 yıl sonra, Trikopis'in Atatürk hayranlığını dile getirmesi ve "Yabancı devletlere alet olduk. Ne diye bizi Anadolu'ya gönderdiler?" diye yakınması tarih kitaplarında yer alacak kadar önemlidir. Vefat ettiği yıla kadar her 10 Kasım'da, dünyanın neresinde olursa olsun Selanik'e gelerek Atatürk Evi'ne gidip, Büyük Önder, Dünya Liderinin büyük boy fotoğrafı önünde saygı duruşunda bulunan 1868 doğumlu General Trikopis, 1959 yılında 91 yaşında ölmüştür. Dış ilişkiler ve ittifaklar bağlamında İngiltere açısından Yunanistan’ın desteklenmesi bazı açılardan zorunluydu. Yunanistan Doğu Akdeniz’de İngiliz çıkarlarını koruyabilir, Hindistan’la İngiliz imparatorluğu ulaşım yolları veya boğazlar tehlikeye girdiğinde İngiltere’nin desteğine her zaman güvenebileceği bir güç olabilirdi. Büyük Savaş’ta yorgun düşen İngiliz ordusu Anadolu’daki yeni bir savaşı göze alamazdı. İngiliz devlet adamları Anadolu’nun işgali için I. Dünya Savaşı’nda yıpranmamış Yunan ordusunu bu nedenle kullanmaya karar vermişlerdir. Tarihin kaydettiği en büyük Türk Düşmanlarından biri Dönemin İngiliz Başbakanı David Lloyd George dir. Sebebi de ezeli düşmanlığın yanısıra Çanakkale’de aldıkları mağlubiyettir. İngilizler, tarihin her döneminde olduğu gibi bir kere daha Türklerin katledilip soyunun kurutulması için Yunanlıları Anadolu’ya çıkartmış ve her türlü desteği de vermiştir. Ne de olsa ABD’nin demografik yapısındaki karar verici siyasi ekseriyeti de onlar oluşturmaktadır. Saygılarımla Mehmet ASAL
- TAYVAN KRİZİ
YAZAN : Mehmet ASAL TAYVAN KRİZİ YENİ BİR DÜNYA SAVAŞINA YOL AÇABİLİR Mİ? Belki Tayvan’ın nerede olduğunu hatırlayamayan veya bilmeyenler olabilir. Veya Tayland ile de karıştırılabilir. Tayvan Doğu Asya'da Çin'in ve Japonya'nın güneyinde, Filipinler'in kuzeyinde Kıbrıs’ın Doğu Akdeniz’deki stratejik önemi ne ise Tayvan’da Bölgesinde o derecede stratejik konuma sahip bir adadır. Coğrafi olarak Türkiye’nin 22 de biri büyüklüğünde, nüfus olarak 4’te birine yakın ama buna rağmen G 20 olabilmiş bir ülkedir Tayvan. Aslında bir ülke olduğu da tartışmalıdır. Nedeni de zaten bu bölgede yarattığı krizin ana nedenidir. Diğer bir ifade ile milli Gelir Bakımından dünyanın ilk 20 ülkesi arasındadır. Haritaya bakıldığında Çin’in yanında küçücük bir ada gibi görülmesine rağmen 24 Milyona yakın bir nüfusa sahiptir. Kişi başı milli geliri ise 25 000 $ civarındadır. Ülke toplam yüzölçümü 35.980 km² dir. Bunun 32.260 km² si kara 3.720 km² si deniz alanıdır. İklimi tropikaldir. 2020 yılının verilerine göre Tayvan, dünya çip üretiminin %63’ünü tek başına karşılamaktadır. Başlıca İhraç Ürünleri: Doğalgaz, Ofis makineleri/parçaları, bilgisayarlar, rafine petrol, sıvı kristal ekranlardır. Doğal Kaynakları kömür, doğal gaz, kireçtaşı, mermer, asbest, ekilebilir arazi yoğunluğudur. Etnik gruplar Han Çinlileri (Tayvan nüfusunun yaklaşık %70'ini oluşturan Holo, Hakka ve anakara Çin menşeli diğer gruplar dahil) %95'ten fazlası, yerli Malayo-Polinezya halkları %2,3 Diller Mandarin (resmi), Tayvan (Min Nan), Hakka lehçeleri, yaklaşık 16 yerli dil mevcuttur. Dini inanış olarak Budist %35,3, Taocu %33,2, Hıristiyan %3,9, halk dini (Konfüçyüsçü dahil) yaklaşık %10, yok veya belirtilmemiş olan %18,2 dir. Nüfus artış hızı %0.04 dür. Yarı başkanlık sistemi ile yönetilmektedir. TAYVAN Tarihi : Çin’e ait olan bu adanın 1895 yılındaki Japonya-Çin Savaşı sonunda Çin’in yenilmesi ile hakimiyeti Japonya’ya geçmiştir. İkinci Dünya Savaşı’nda yenilen Japonya, 50 yıl sonra Tayvan’ı Çin’e iade etmek zorunda kalmıştır. 2. Dünya Savaşı sonrasında Çin’deki Komünist ve Milliyetçi parti arasındaki iç savaşı 1949’da Komünist Parti yanlıları kazanmıştır. Bu dönemde Çin’de iktidarda olan Milliyetçi Parti, 1949’da gerçekleşen devrim ile iktidarı Komünist Parti’ye devretmek zorunda kalmıştır. Komünist Parti’nin Çin Halk Cumhuriyeti’ni ilan etmesiyle Tayvan’a geçen (kaçan) Milliyetçi Parti, adada 1912 yılında kurulmuş olan Çin Cumhuriyetinin devam ettiğini ilan etmiştir. Yani Çin’i terk eden Kuomintang mensupları Tayvan’ı kurmuştur. Ancak Pekin Hükümeti, Tayvan’ı kendi yönetimi altındaki bir eyalet olarak görmeye ve o topraklar üzerinde hak iddiasında bulunmaya devam etmiştir. Bu sebeplerden dolayı da Çin-Tayvan ilişkileri gelişememiştir. 1960 yılında Çin Komünist Partisi Merkez Komitesi Başkanı Mao Zedong (1914-1976), Tayvan’ın “anavatana” dönmesi halinde, dış politika haricindeki tüm konulardaki yetkinin (güvenlik, iktisadi yapı ve yöneticilerin atanması da dahil) Tayvan yönetimine bırakılabileceğini dile getirmiştir. 1971’e kadar Birleşmiş Milletler’ de Tayvan Adası yani Çin Cumhuriyeti siyasal otorite olarak tanınmıştır. 1971’de’ki ABD politikalarının değişmesi sonucu bu durumda değişmiş ve 1971’de BM Çin Halk Cumhuriyeti’ni tanımıştır. Tayvan’daki halkın kökeni Çinlilerden oluşsa da bağımsızlık hareketleri hep sürmüştür ve Çin’in bu hareketlere karşı tutumu çok sert olmuştur. Çin’in Tayvan’ın bağımsızlığı konusundaki sert politikasının son örneklerinden biri de 14 Mart 2005’te Çin Ulusal Halk Kongresi tarafından kabul edilen ve Tayvan’ın bağımsızlığına tamamen karşı çıkan Anti-secession Law’dır. Tayvan bazı Üçüncü Dünya ülkeleri (El Salvador, Dominik Cumhuriyeti, Kosta Rica, Paraguay …) tarafından tanınmasına rağmen büyük devletler tarafından tanınmamaktadır. Başlangıçta Tayvan’ı tanımayan ABD; Komünist tehdide karşı, özellikle Kore Savaşından sonra Adayı desteklemeye başlamıştır. Bu amaçla 1954 yılında, Başkan Eisenhower döneminde, ABD ve Çin Cumhuriyeti (Tayvan) arasında bir savunma antlaşması (US-ROC Mutual Defense Treaty) imzalanmıştır. Bu antlaşmaya göre, ABD, Tayvan’ın herhangi bir dış güç tarafından saldırıya maruz kalması durumunda, bu ülkenin güvenliğini sağlayacağını taahhüt etmiştir. Ancak Soğuk Savaş konjonktürünün değişmeye başlaması, Rusya-Çin ilişkilerinin bozulmaya yüz tutması ile Batı, Çin Halk Cumhuriyeti ile ilişkileri düzeltmek için girişimlerde bulunma kararı almış, bunun sonucunda da 1971’e kadar Çin’i temsil eden siyasal otorite olarak Tayvan’ı tanıyan BM, bu tarihte Çin Halk Cumhuriyeti’ni tanımıştır. Çin Halk Cumhuriyeti’nin BM’de koltuk sahibi olmasından sekiz yıl sonra bir bildiriyle o zamana kadar Çin Cumhuriyetini tanıyan ABD’ de, bu konudaki tavrını değiştirmiş ve Çin Halk Cumhuriyeti’ni (yani bizim bildiğimiz Tayvan’ı) Çin’in tamamını temsil eden meşru otorite olarak tanımıştır. Çin tarafından kabul edilmese de Tayvan temsilcileri, 1971'e kadar Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu'nda Çin'i temsil etmiştir. 1950'ler ve 1960'larda çok sayıda ülkenin diplomatik ilişki tercihini Çin Cumhuriyeti'nden Çin Halk Cumhuriyeti'ne çevirmesinin ardından 1971'de BM Genel Kurulu'nda yapılan oylamada, Pekin hükümetinin Çin'in tek meşru temsilcisi kabul edilmesiyle Tayvan'ın uluslararası örgütlerdeki konumu belirsiz hale gelmiştir. Ancak halen 23 ülke, tüm Çin'i Tayvan'ın temsil ettiğini düşünmektedir. 1996’da ki krizde Doğu Asya’daki en önemli askeri müttefiklerinden biri olarak gördüğü Tayvan’ı, Çin tehdidine karşı Pasifik donanmasıyla koruyan ABD’nin Tayvan politikası 11 Eylül 2001’den itibaren değişmiştir. Küresel terörizme karşı iş birliği politikası nedeniyle Çin ile ilişkilerini iyi tutmak isteyen ABD, “Tek Çin” prensibini ve Adanın Çin’le barışçıl yollardan yeniden birleşmesini desteklediğini ifade etmiştir. ABD Tayvan ile askeri anlaşmalara devam etmekte ama kesinlikle Çin Halk Cumhuriyeti’nin bir parçası olarak gördüğünü ve tanınmayacağını da belirtmektedir. Çin Dışişleri bakanı Vang, Tayvan Boğazı'nda son yıllarda askeri hareketliliğin arttığı, bunun Çin'in, Rusya'nın Ukrayna'da yaptığı gibi kaybedilmiş addettiği bir toprağı yeniden kazanmak için askeri bir girişimde bulunabileceği anlamına gelip gelmediğine dair soru üzerine Tayvan sorunu ile Ukrayna'daki durumun doğası bakımından farklı olduğunu belirterek, iki sorun arasındaki en temel farkın; Tayvan'ın Çin'in ayrılmaz bir parçası olduğu ve Tayvan sorununun tamamıyla Çin'in iç işi olduğunu, buna karşın Ukrayna sorununun iki ülke arasındaki anlaşmazlıktan çıktığını vurgulamıştır. Bazı insanların, Ukrayna sorununda egemenlik prensibini yüksek sesle dile getirirken Tayvan sorununda Çin'in egemenliği ve toprak bütünlüğünü aşındırmaya çalışmasının açık çifte standart olduğunu savunan Vang, "Tayvan Boğazı'ndaki bugünkü gerginliğin sebebi, Demokratik İlerici Parti (DPP) otoritesinin 'tek Çin' prensibini reddetmesi ve Tayvan Boğazı'nın iki yakasının tek ve aynı Çin'e ait olduğu statükoyu değiştirmeye teşebbüs etmesi” olarak belirtmektedir. ABD Temsilciler Meclisi Başkanı Nancy Pelosi'nin bu günlerde Tayvan’ı ziyaret edeceği beklentisi, Çin ve ABD arasında tansiyonun fırlamasına yol açmıştır. Tayvan medyasının diplomatik kaynaklara dayandırdığı haberlerde Pelosi’nin Tayvan'a inmesinin her an beklendiği öne sürülürken, ABD'yi art arda sert mesajlarla uyaran Çin hükümeti bağımsızlığını tanımadığı adaya savaş uçaklarını göndermiştir. Çin savaş uçaklarının Tayvan adasının etrafında uçtuğu ve tansiyonun çok yüksek olduğu açıktır. Çin'in savaş gemilerinin de bölgede konuşlandığı görülmektedir. JAPONYA GÜNEY KORE VE ABD TAYVAN’I UÇAK GEMİSİ GİBİ GÖRMEKTEDİR. 2005 yılında ABD VE JAPONYA Tayvan’ı koruyacağını açıklamıştır. Çin savunma Bakanlığı Sözcüsü Ren Guoqiang, Çin Halk Kurtuluş Ordusunun (PLA) bölgede yaşanan gelişmeler karşısında Tayvan Boğazı yakınlarında 3 gün sürecek bir askeri tatbikata başladığını belirtmiş, tatbikatın gerekli olduğunu ifade ederek, ordunun Çin'in egemenlik haklarını ve toprak bütünlüğünü korumak adına bu yönde bir adım attığını kaydetmiştir. Ren Guoqiang, Pelosi ziyaretine herhangi bir atıfta bulunmazken, ABD ve Tayvan'ı "aralarında yürüttükleri gizli anlaşmayı hızlandırmak ve sık sık rahatsızlıklara yol açmakla" suçlamıştır. Pelosi'ye yakın bir kaynak, ABD yönetiminin üç numaralı ismi olan Temsilciler Meclisi Başkanı'nın Tayvan lideri Tsai Ing-wen'le görüşmesinin beklendiğini ifade etmiş ancak ABD Başkanı Biden geçen hafta yaptığı açıklamada ABD yetkililerinin şu anda Tayvan’ı ziyaret etmesinin “iyi bir fikir olmadığını” söylemiştir. ABD'nin diplomatik ilişki kurmadığı ancak desteklediği Tayvan ziyaretini gerçekleştirmesi halinde Pelosi, en son 1997’de dönemin ABD Temsilciler Meclisi Başkanı Newt Gingrich tarafından ziyaret edilen Tayvan’a seyahat eden en üst düzey ABD yetkilisi olacaktır. Bu doğrultu da Başkan Biden’ın açıklamasının aslında ABD’nin bu ziyareti desteklemediğini açıklamak anlamında tansiyonu düşürebileceğini düşünmekteyim. Yani ABD Başkanı "TAVŞANA KAÇ TAZIYA TUT" taktiği ile TAYVAN'a desteğini sürdürürken yeni bir Bölgesel ya da Dünya çapında çatışma ihtimalini de azaltmaya çalışmaktadır. Çin'in de bu aşamada savaş çıkarabilecek bir çılgınlığa kalkışmayacağını ancak yine de Pelosi vasıtasıyla tüm dünyaya bazı mesajlar vermek isteyeceğini tahmin ediyorum. Ancak bugünlerdeki gelişmeler her ne olursa olsun unutulmamalıdır ki; TAYVAN bu bölgede potansiyel bir kriz hatta ileride 3ncü Dünya Savaşına yol açabilecek önemde bir ada/ada devletidir. Esen kalınız. .
- 3.BİN YILDA TARİHİN DERİN SIRLARI
Prof. Dr. Berin ERGİN ile hazırladığımız “3.Bin yılda Tarihin Derin Sırları” adlı PODCAST’imizin yayınlanan son iki bölümünün linkleri aşağıdadır. 1. Bir Devlet için Egemenlik ve yetki alanı ne demektir? Türkiye’nin Karadeniz’de durumu nasıldır? Türk Sovyet -Rusya ilişkisinde yakın tarihte kırılma noktaları nelerdir? https://youtu.be/0MkmI4peCKo 2. Ege ve Doğu Akdeniz’de Egemenlik ve Deniz Yetki alanı tartışmaları nedir? Mavi Deniz Kavramı ile ilişkisi, ABD ve AB’nin tutumu nasıldır? https://youtu.be/gHYgLLMCxFs
- İNSAN ATATÜRK
Bugün 10 Kasım... En büyük düşmanlarının bile "Böyle bir lider 100 yılda bir dünyaya gelir. O da Türklere nasip oldu" (İngiliz Başbakanı George Lloyd) dedikleri Mustafa Kemal Atatürk'ün sonsuzluğa uğurlanışının 84'ncü yıldönümü... 1- Fidel Castro nun, 12 Mayıs 1961 de Havana'da görevli genç Türk diplomatı Bilal Şimşir'den "Atatürk'ün Büyük Nutuk Kitabı"nı istediğini, 2- 1935'teki Uzun Yürüyüş öncesinde Şankay Meydanı'nda toplanan binlerce Çinliye Mao'nun: "Ben de Çin'in Atatürk'üyüm.” dediğini, 3- Yunan başkomutanı Trikopis`in, her yıl 29 Ekim günü Atina Türk Büyükelçiliğine gidip Atatürk’ün büstü önünde ihtiram duruşunda bulunduğunu, 4- 1938'de, General McArthur'un, senatör ve bakanlarından oluşan yüz yirmiden fazla kişiye; "Şu anda sizleri değil ama büyük istidadı ile Mustafa Kemal'i görmek için neler vermezdim" dediğini, 5- 1938'de Ata`nın ölümünde Tahran bir şiirde; "Allah bir ülkeye yardım etmek isterse, onun elinden tutmak isterse başına Mustafa Kemal gibi lider getirir" dendiğini biliyor muydunuz? Atatürk'ü bizlere hep siyasi ve askeri kişiliği ile tanıttılar... Oysa insani özelikleriyle de örnek bir kişiliktir Atatürk. Yani bizden biridir. Ben de bugün çeşitli kaynakları tarayarak Atatürk'ün az bilinen bazı özelliklerini sizlerle paylaşmak istedim. Bu sunumun adını da bu nedenle İNSAN ATATÜRK olarak belirledim. Önünde bir kez daha saygı ve minnetle eğilerek... Atatürk’ümüz “ümmetten millet” “enkazdan devlet” ve “istibdattan cumhuriyet” yaratmış, dünya üzerinde bir benzeri daha olmayan tek liderdir. Bu millet “Kuranı okumadan Müslüman”, “Nutku okumadan Atatürkçü” olamaz. Ancak kuranı sindirebilmek ve anlayabilmek için İslam tarihini ve Nutku okuyup anlayabilmek için ise İnkılap tarihini çok iyi bilmek gerekir. (Bknz. "NUTUK Ne zaman okunabilir?" başlıklı yazım) Ne yazıktır ki sadece %35’i Lise ve üstü eğitimli, % 65’i cahil sayılabilecek bir ülkede her ikisinin de anlaşılmasını beklemek ne kadar nafile değil mi?... (Sayılar DİE 2019) Atatürk’ümüzün bilinenler kadar bilinmeyen ya da az bilinen o kadar çok vasfı ve hikayesi vardı ki; Ben burada bu vesile ile; MUSTAFA KEMAL ATATÜRKÜN BAZI HASSASİYET VE ÖZELLİKLERİNİ KISACA İFADE ETMEK İSTEDİM: Her şeyden önce O tam ve mükemmel bir insandı. Doğayı severdi, bir ağacı kestirmemek için Yalova köşkünü 1930 yılında raylar üzerinde taşıtacak kadar. Çocukları severdi. Her gördüğünde ilgilenirdi. Evlatlık da edinmişti. Bu sevgi sonucu çocuklara dünyada ilk bayramı hediye eden lider olmuştur. 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı, İnsanları severdi. En büyük düşmanı, 2 Eylül 1922 de esir aldığı Yunan Orduları Başkumandanı Trikopis’i bile teselli etmiş, kılıcını almamış, Büyükada’da yaşayan eşine ve ailesine esir düştüğü ama sıhhatinin yerinde olduğu haberini iletmiştir, Kadınlara karşı saygılıydı. Onlara Seçme ve Seçilme hakkını vermiştir. Sanatsever biri idi. Çanakkale cephesinde tanıdığı Hattat Macit Ayaz’ı cepheden İstanbul’a göndererek “biz zor da olsa asker bulabiliriz ama bir sanatçı çok zor yetişiyor, savaştan sonra bu memleketin sana ihtiyacı olacak” demiştir. Barışseverdi. (Yurtta sulh cihanda sulh ilkesi onun bu yönünü göstermeye yeterlidir.) ATAMIZ; Milletin ona layık gördüğü Atatürk ismini çok severdi. Ama ona "Ata" diye hitap edilmesinden hiç hoşlanmazdı. Annesinden sonra Atatürk’e ”Mustafa” diyebilen evrendeki tek adam çocukluk arkadaşı Nuri Conker’dir. Manastır Askeri Lisesi'nde en sık çıkan yemek olan kuru fasulye-pilav, ömrü boyunca en sevdiği yemek olmuştur. Tatlıya düşkün değildi. Canı tatlı çektiği zaman gül reçelini tercih ederdi. Karnıyarık ve Pilavı birlikte sever ve karıştırarak yerdi. Sabahları kahvaltı etmeyi sevmezdi. Uyanınca yatağına bağdaş kurar, günün ilk kahvesiyle sigarasını orada içerdi. Günde 10-15 az şekerli kahve içtiği bilinirdi. Tabii hepsinin yanında sigara. Yıllar yılı en sevdiği yemek kuru fasulye pilav ikilisi olsa da Atatürk, Dolmabahçe’deki hasta yatağında son günlerini geçirirken yaverinden enginar istemiştir. İstanbul’da enginar bulunmadığı için hemen Hatay’a ısmarlansa da ne yazık ki Ata’mız enginar yiyemeden hayata gözlerini yummuştur. Tek başına asla tıraş olmazdı. Özel berberini sürekli yanında bulundurur ve sadece ona tıraş olurdu. En büyük hayallerinden biri dünya turuna çıkmaktı. Farklı kültürlere, farklı dillere, tarihe ve sanata duyduğu ilgiden ötürü Ata’nın en büyük hayali dünyanın en ücra köşelerine varana dek dolaşmaktı. Türk dili ve tarihi üzerine yaptığı araştırmaları, yerinde yaptığı tespitlere dayandırmak istiyordu. Ama üstlendiği sorumluluklar ve kısa hayatı maalesef buna yetmedi. Ömrü boyunca 4 binden fazla kitap okuyan,(Tespit edilebilen sayı 3997) hepsinin sayfalarına notlar alan Atamızın en sevdiği roman ise Reşat Nuri Güntekin'in Çalıkuşu eseriydi. Hayvanları çok severdi. Özellikle de atları ve köpekleri. Alp, Birinci Dünya Savaşı yıllarında kapısında nöbet bekleyen, efendisinden işaret almadan içeriye kimseyi bırakmayan köpeğinin adıydı. İri bir köpekti. Bulgaristan’daki Ateşemiliterliği sırasında onu almıştır. Çanakkale Savaşı sırasında da hep yanındaydı. Kurtuluş savaşı sırasında da Yunan komutanlarının birinin ortada kalan Alber adlı köpeğini sahiplenmişti. Sarı beyaz bir av köpeğiydi. Alber ölünce çok üzülmüştü. İşte Alber’in ölümüne üzüntüsü daha dinmemişken Foks, Gazi’nin köpeği olacaktı. Fox adını verdiği köpeğine hep şefkatle yaklaşırdı. O kadar şımartmıştı ki Protolün arasında bile serbestçe dolaşırdı. At sevgisi ağır bastığı bir gün yeni doğan bir tayı görmek için yavruyu ve annesini Çankaya Köşkü'nün kabul salonuna getirtmişti. Çankaya Köşkü'nde bizzat ilgilendiği bir de güvercinliği vardı. Gittiği yerlerde kendisi için kurban kesilmesini istemez, önüne getirilen tüm kurbanları bağışlardı. Sevdiği Müzik ve danslar azdı “Cana Rakibi handan edersin”, “Vardar ovası, Vardar ovası…” ve “Canımı canan eğer isterse minnet canıma” en sevdiği şarkı ve türkülerdi. Vals yapmayı ve zeybek oynamayı çok severdi. Klasik Batı müziği eserlerini tercih eder ama türkülerden daha büyük keyif alırdı. Tüm Giysilerini Kendisi Tasarlıyordu. Hazır dikilmiş giysiler giymekten hiç hoşlanmayan Atatürk, hayal ettiği giysileri kendi çizimleri ile kâğıda döker ve terzisine gönderirdi. Hep beyaz gömlek tercih eder ve lacivert takımlar giymekten uzak dururdu. Tüm gömlekleri beyazdı. Siyah rugan ayakkabı tercih ederdi. Ayak numarası 43 idi. Elbiselerini önceleri Avrupa'dan getirtirdi. Cumhuriyet sonrası yerli malını teşvik için Beyoğlu'nda özel terzisi Kordonciyan'a diktirmeye başlamıştı. 1.74 boyunda, 76 kilo civarındaydı. Ama ömrünün son yıllarında hastalığının etkisiyle 46 kiloya kadar düşmüştü. Savaş meydanlarında geçirdiği son derece hareketli bir yaşamın ardından Cumhurbaşkanlığı ona çok sıkıcı ve monoton gelmişti. Çok sevdiği halkıyla yeterince iç içe olamamaktan ve sade bir vatandaş gibi yaşayamamaktan yakındığı biliniyordu. Bu nedenle sıklıkla Dolmabahçe’den çıkarak halkın arasına karışırdı. Bir Sabah yine bu şekilde Topkapı Sarayına gittiğinde Saray henüz saat itibarıyla ziyarete açılmamıştı. Kapıdaki memura “ Ben Cumhurbaşkanıyım. Beni biraz erken içeri alır mısın? “ Dediğinde kapıdaki memur kendisini tanımayıp ya da inanmayıp “Sen Gazi Paşa olsan bile almam” demiş o da bir kenara çekilip Sarayın açılma saatini beklemişti. Hem kendi evinde hem de konuk olduğu mekanlarda eğri duran eşyaları düzeltmeden rahat etmezdi. Bulunduğu her ortamda düzen ve tertip isteyen Atatürk, titizliği ve simetri takıntısıyla bilinirdi. Dolmabahçe Sarayı’ndaki tabloları sık sık hizalayan ve Atatürk Orman Çiftliği’nin düzenini teftiş eden Atatürk, yaşamının son gününe dek bu huyunu sürdürmüştür. Nüktedan ve zeki idi. Kendisini muayene eden Dr. Fissinger günde kaç paket sigara içtiğini sormuş, Atatürk "Sekiz" demişti. Doktor bunu günde iki pakete indirmesi gerektiğini söyleyince gülümseyerek cevap vermişti: "Ben zaten iki paket içiyorum. Bundan sonra bunu sizin izninizle, doktor izniyle yapacağım." Eşitsizliği hiç sevmezdi. Bir sabah milletvekilleri ile trene binmişti. Kondüktörün milletvekillerinden bilet parası almamasına şaşırmış, nedenini sormuştu. Trenin milletvekillerine bedava olduğunu öğrenince epey sinirlenmiş, "Ne de güzel halkçılık yapıyoruz ama" demişti. İlk mecliste üyelerden biri laiklik kavramını anlamadığını söyleyince Gazi çok sinirlenmiş ve elini kürsüye vurarak bir din bilgini olan üyeye cevap vermişti: "Laiklik adam olmak demektir hocam, adam olmak!" Girdiği sayısız muharebeye rağmen sivil hayatında kan görmeye dayanamazdı. Ömrünü geçirdiği savaş meydanları dışında ne zaman kan görse fena olurdu. Son derece sportmen bir kişiliği vardı. Her gün at biner, yüzmeye gider ve bilardo oynardı. Spor olarak güreşi tercih ederdi. Atatürk’ümüz “Başöğretmen” Unvanı Alan İlk ve Tek Liderdi İlköğretimin herkes için ulaşılabilir, zorunlu ve ücretsiz olmasını sağlayan ve yaşamı boyunca eğitim konusunu her zaman çok fazla önemseyen Atatürk, bu çalışmaları neticesinde başöğretmenlik unvanını alan ilk lider olmuştur. Bir Geometri Kitabı Yazmıştı Matematiğe ve pozitif bilimlere olan ilgisi ve yeteneği ile bilinen Atatürk, 44 sayfalık bir geometri kitabı yazmasının yanı sıra Latince kökenli geometri kavramlarını da Türkçemize uyarlamıştır. Bugün kullandığımız geometri kavramlarının mucidi olmuştur. Üçgen, dörtgen, açı, kenarortay gibi onlarca isim ve tanım kendisine aittir. 52 Sayı Yayınlanan Bir Gazete Çıkarmıştı Kara Harp Okulu yıllarında okul arkadaşı Fethi Bey ile Minber isimli bir gazete çıkarmıştır. El yazısıyla çoğaltılan ve bin bir emekle hazırlanan bu gazete 52 sayı boyunca yayımlanmıştır. Ana Dili Türkçe Dışında 7 Dili Okuyup Yazabilen Bir Liderdi Özenli ve temiz bir Türkçe kullanmaya çalışırdı. Ama yetiştiği toprakların etkisiyle bazı kelimeleri Rumeli şivesiyle telaffuz ederdi. Askeri lisede öğrendiği Fransızcasını daha sonraları dış temasları ve kendi çalışmaları ile geliştirmişti. Oldukça iyi konuşur ve yazardı. Bunun yanı sıra Yunanca, Bulgarca, Rusça, Almanca, İngilizce ve Farsça gibi dillere de hakimiyeti olan Ata’mız, yaşadığı sürece yeni diller öğrenmeye çok meraklıydı. Atatürk, Norveççede Bir Deyime Konu Olmuştur Norveççede “Atatürk gibi düşünmek” şeklinde bir deyim vardır ve bu deyim zorluklar karşısında pes etmemeyi, çaresiz gibi görünen durumları aşmak için alternatif çözümler üretmeyi ifade eder. DAİMA BİLİMİ SEÇİN DERDİ: “Eğer bir gün benim sözlerim bilimle ters düşerse, sizler bilimi seçin.” Derdi. Bu bağlamda Atatürk’ün en çok rasyonel tarafı dikkat çekmektedir. Duygudan çok mantık ve bilim ışığında bir insan. Dogmaların ötesinde olayların bilim ışığında değerlendirilmesini öneren bir kişidir o. Bizim için bu kadar kıymet taşıyan Atamızın dünya üzerinde 27 ülkede Büstleri Bulunur. Bunlar: Washington – ABD Mexico City / Meksika Havana – Küba Santiago – Şili Bakü – Azerbaycan Bişkek – Kırgızistan Astana – Kazakistan Aşkabat – Türkmenistan Kabil – Afganistan Wakayama – Japonya Yeni Delhi – Hindistan Budapeşte – Macaristan Albany – Avustralya Bükreş – Romanya Amsterdam – Hollanda Dakka – Bangladeş Karlsbad – Çekya Sidney – Avustralya Wroclaw – Polonya Vise – Belçika Lima – Peru Santo Domingo – Dominik Cumhuriyeti Wellington – Yeni Zelanda Roma – İtalya Rotterdam – Hollanda Üsküp – Makedonya Yehud - İsrail dir. Şimdi de Atamızın birkaç hikayesini özetlemek istiyorum. SABİHA GÖKÇEN ANLATIYOR: Askeri birlikleri teftişlerimiz sırasında yemeğe oturduğumuzda yaveri gelip kulağına bir şey söyledikten sonra sofrasındakilere afiyet olsun der yemeğe başlardık. Bir gün bunun nedenini Atatürk’e sorunca "Sen karışma yemeğine devam et" dedi, İyice merak ettim. Gittim yaverine, "Sen Paşa’nın kulağına ne diyorsun da biz yemeğe başlıyoruz?" diye sordum. "Birlikteki tüm Mehmetçik yemeğini yedi, şu anda bitirdi. Artık yemeğe başlayabiliriz Paşam." KURTDERELİ PEHLİVAN 1000 TL ÖDÜL: Atatürk, ünlü güreşçi Kurtdereli'ye ödül olarak 1000 liralık bir İş Bankası çeki hediye eder. Kurtdereli o tarihte Ankara Ulus’ta bulunan tek şubeye gider. Çeki alırlar ve kendisine 1000 TL öderler. O dönemde 1000 TL oldukça büyük bir paradır. Kurtdereli hala beklemektedir. Veznedar Niye bekliyorsun daha diye sorar. Verdiğim çeki der, Kurtdereli. Banka Müdürüne haber verilir. "Parayı aldın, çek bizde kalacak" der banka Müdürü. Kurtdereli öfkelenir ve aldığı parayı uzatır. "O zaman alin 1000 liranızı, verin çekimi" der. “Onda Atatürk'ümün imzası var.” AZINLIKLAR MESELESİ: İstanbul’da Cumhuriyet sonrası bir akşamüstü Başbakan İnönü saat 18.00 sularında Florya Köşkü'nde Atatürk'ü ziyaret eder... - Hayırdır İsmet... Habersiz geldin. - Paşam, azınlıklar meselesi... Konuyu Meclis'e getireceğiz... Ne diyorsunuz? - İsmet bugün geç oldu... Yarın sabah erkenden gel, konuşalım. İnönü çıkınca Atatürk "bütün görevlileri" toplar: - Sadece laleler kalsın... Bahçedeki diğer bütün çiçekleri sökün, atın... Derhal. İsmet Paşa sabah gelir, bahçenin "halini" görür ve "görevlilere" sorar: - Ne oldu böyle? - Gazi Paşa Hazretleri emrettiler, söktük. Başbakan İnönü, Cumhurbaşkanı Atatürk'ün odasına girer: - Paşam, bahçenin durumu nedir? - Azınlıkları söküp attım İsmet. İsmet İnönü bir an duraksar sonra, "anladım" dercesine başını öne eğer. Atatürk: - İsmet, ben "Ne Mutlu Türküm Diyene" sözünü boş yere söylemedim... Kendini Türk hisseden herkes bu vatanın öz evladıdır... Ben hayatta olduğum sürece bu böyle bilinsin... Ve sakın azınlıklar ile ilgili bir kanun çıkarılmasın. Nakleden: Ali Numan Kıraç ( Atatürk'ün Ziraat Mühendisi ) MUSTAFA KEMAL’İN YAPTIĞI İLK YENİLİK (SELAMIN ALEYKÜM): (Millî Mücadelede büyük yararlıklar göstermiş Ziya Kılıç’tan nakildir.) “1910 yılındayız. Beşinci Kolordu Genel Kurmayına bağlı Kolağası Mustafa Kemal de Selanik’te bulunuyor. Beşinci Kolorduya mensup 38. Merkez Alayı Kumandanı Miralay Sadettin Bey tedavi için İstanbul’a gidiyor ve izin alıyor. Sadettin Bey’in kimi vekil bırakacağını herkes merak etmekteydi. Biz ve kumandanlar bu merak içinde iken hayretle gördük ve öğrendik ki, Kolağası Mustafa Kemal kendisine vekillik edecektir. Hayret ettik. Çünkü Mustafa Kemal kıdemli yüzbaşı idi, hâlbuki kendisinden çok üstün rütbede olanlar vardı. Alayın teslim alınış gününü, tarihimizin mühim bir dönüm noktası olarak kabul etmemiz lâzımdır. O gün Atatürk beyaz bir ata binerek gelmişti. Bütün gözler onda idi. Alayın önünde kılıcını çekerek selâm vaziyeti aldı. Sonra atından hızla yere atladı, şimdi; Selâmünaleyküm asker, demesini bekliyorduk. Fakat hiç beklemediğimiz bir durum ortaya geldi. - ‘Merhaba asker...’ Bu, ilk defa meydana gelen olay idi. Askerler nasıl karşılık vereceklerini bilemiyorlardı. Bu birkaç saniyelik sessizliği, İstanbullu askerler doldurdular: - ‘Merhaba beyim.’ Ordu, ilk defa bir kumandandan ‘Merhaba Asker’ şeklinde bir selam alıyordu. Mustafa Kemal, alayı teslim aldıktan sonra sert bir sesle rahat emrini verdi. Ulu önderimiz, eşsiz insan ve devlet adamı ama aynı zamanda halk adamı, bizden biri, İnsan Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün çoğu bunlar gibi yüzlerce anısı ve hepsi birbirinden özel ve ders alınacak güzel hikayesi vardır. Bize bu güzel yurdu, cumhuriyeti ve devrimleri sunan Atatürk’ü, onun Silah ve Milli mücadele arkadaşlarını bu ölüm yıldönümünü münasebetiyle bir kere daha saygı, minnet ve rahmetle anıyorum. Hepsi Işıklar içinde uyusunlar. Mehmet ASAL
- KIBRIS RUMLARI 1 YUNAN UÇAĞI DÜŞÜRDÜ, 2'SİNE AĞIR HASAR VERDİ...
DERLEYEN VE YORUMLAYAN: Mehmet ASAL NİKİ OPERASYONU VE NORATLAS OLAYI 1974 Barış Harekatı'nda Kıbrıs'lı Rumların, Yunan komandolarını taşıyan 3 uçağı gece karanlığında yanlışlıkla vurduğu pek bilinmez.. (Son günlerde bu konu gündeme geldiği için ben de bilgileri fotoğraflarla zenginleştirmek ve biraz da yorum katmak istedim.) Niki Operasyonu (Yunanca: Επιχείρηση Νίκη), Zafer Tanrıçası Nike adına hitaben, Kıbrıs Barış Harekâtı sırasında 21/22 Temmuz 1974 tarihinde Hanya, Girit Adasından bir Komando taburunun taşınması amacıyla Yunan Ordusunun gizlice gerçekleştirdiği bir hava indirme/destek operasyonudur. Uçaklar Lefkoşa'ya vardıklarında, Rumların kendi Dost ateşine maruz kalmıştır. Lefkoşe Havaalanını koruyan Rum Uçaksavar Birlikleri, bu uçaklara Türk Uçağı olduğunu zannederek ateş açmıştır. 33 Yunan Komando /Pilot askerinin kaybına, onlarcasının yaralanmasına ve üç uçağın tamamen kullanılmaz hale gelmesine neden olan başarısız bir harekattır. Öldürdükleri 1 Pilot ve 32 Yunan komandosunu da uçağın içinde bırakarak uçakla birlikte düştüğü alana gömmüşlerdir. Öldürdükleri Yunan komandolarını ise kayıplar listesine alarak BM'ye vermiş ve hesabını da Türkiye'den sormak cüretinde ve hilekarlığında bulunmuşlardır. Ailelere gerçeği söylemeyerek onların acılarını siyasi istismar ve propaganda için yıllarca kullanmışlardır. Barış Harekatı'nın ikinci gününde, gerçekleşen olay şöyle olmuştu: Lefkoşa’da Rum kontrolündeki uluslararası havaalanını koruyan 195’inci uçaksavar taburu komutanı Yarbay Yannidis Konstantinos, gökyüzünde yaklaşan uçakları görünce Türk uçakları sanarak “ateş” emri vermiştir. Uçaksavar taburu, Girit'in Hanya kentindeki askeri havaalanından kalkan uçaklardan birini düşürmüş, 2’sine de ağır, 1’ine hafif hasar vermiştir. Vurdukları uçak, 15 uçaklık bir filoyla yardıma gönderilen ancak dünya kamuoyundan gizlenmeye çalışılan Yunan 1’inci komando alayının askerleriydi. Düşürülen NORATLAS tipi nakliye uçağında biri pilot personel dahil 32 komando ölmüş, bir kişi atlayarak ağır yaralı kurtulmuştur. Noratlas uçağı vurulduğunda ağır yaralı olarak uçaktan atlayan ve 1 gün sonraki aramalarda pist yakınlarında bulunan 20 yaşındaki komando Thanasis Zafiriou, 2016 yılında Selanik'teki askeri hastanede hayatını kaybetmiştir. Yunanlı komando Thanasis Zafiriu, her yıl Güney Kıbrıs’a giderek, mezarlığı ve ölen arkadaşları için dikilen anıtı ziyaret edip çelenk bırakmıştır. Zafiriu, 1974’te yaşadıklarını şöyle anlatmıştır: “Lefkoşa havaalanı üzerindeydik. Büyük bir gürültü duydum. İlk önce pilotların öldüğünü anladık. El bombalarının olduğu sandık alev aldı. Birkaç saniye sonra uçağın sol kanadı alevlere büründü ve hızla yere doğru düşmeye başladık. Paraşüt yoktu. ‘Meryem Ana yardım et’ diye uçağın kapısını açtım ve 70 metre yükseklikten boşluğa atladım. Ayaklarım kırıldı ama sağ kaldım.” Cehenneme dönen ve kullanılmaz hale gelen havaalanında ölenlerin kalıntıları toplanmış, uçakla birlikte gömülmüştür. Daha sonra da üzerine Kıbrıs Barış Harekâtı’nda ölen 449 Yunan askeri için “Timvos Makedonitisa” adlı askeri anıtı inşa etmişlerdir. Ailelerin baskısı ile toplu mezar 5 yıl sonra, 1979’da kazılarak kemik kalıntıları Atina’ya gönderilmiştir. Temsili mezarları Lefkoşa’daki askeri mezarlıkta kalmıştır. Yunanlı aileler aldıkları naaşları Atina’da bir başka askeri mezarlığa resmi devlet töreniyle defnetmiştir. 1990’da çıkan dedikodular üzerine ailelerden bazıları mezarları açtırıp DNA testi yaptırmış ve skandal patlamıştır. Naaşlardan en az 10’unun Yunan komandolara ait olmadığı ortaya çıkmış, bunun üzerine Yunan aileler AİHM’ye giderek Rum yönetimini dava etmiştir. Dava 2014'de sonuçlanmış ve mahkeme Rum yönetimini suçlu bularak “Gerçek naaşların bulunması" yönünde karar vermiştir. 2015'de yapılan kazıda uçağın ve Rumların vurarak öldürdükleri Yunan Komandolarının kalıntıları çıkarılmış, yakınlarından alınan DNA örnekleri ile eşleştirerek kalıntılar ailelere teslim edilmiştir. Rum yönetimi daha sonra gemiyle Yunanistan'dan kullanım dışı bir NORATLAS uçağını parçalayarak adaya getirmiş, bu uçağı 5 tırla Makedonissa askeri mezarlığına taşıyarak Monte etmiştir. Her yıl bu anıt uçağın önünde, 1974'de öldürdükleri 32 Yunan komandosunu anma töreni düzenlenmektedir. NİKİ OPERASYONU'nda Girit’ten gelen 15 uçağın 12'si daha sonra adaya Yunan komando alayını geri götürerek dönmüştür. 2'si ise ağır yara aldığından geri dönememiş ve Yunanistan'ın resmen savaşa katıldığına delil olmasın diye bu uçakları yakarak imha etmiştir. 1974 Barış Harekatı'nda hepimize büyük acı veren bir savaş kazasını da Türk tarafı yaşamıştır. Yunanistan'ın gemilerle adaya takviye gönderdiğine ilişkin yanlış bir bilgi sonucu uçaklarımız, Yunan gemisi sandıkları savaş gemilerimizi Baf açıklarında vurmuştur. TCG Kocatepe muhribi batmış, TCG Mareşal Fevzi Çakmak ve TCG Adatepe muhripleri hasar almış, 54 denizcimiz şehit olmuş onlarcası da yaralanmıştır. Harplerde böyle hataların olması kaçınılmazdır ancak Yunanlılara daha doğrusu bir Millete yakışmayan, bunu kendi kamuoyları ve daha da önemlisi ölenlerin ailelerinden bile gizlemiş olmalarıdır. Bu olayda bizler için çıkarılacak ikinci bir ders te, 15 adet Yunan Uçağının 21/22 Temmuz 1974 gecesi Girit Adasından havalanıp Kıbrıs'a intikal etmesine rağmen (Girit * Kıbrıs Arası 350 deniz mili mesafe) bunu Türk Radarlarının (Anamur, İskenderun, Taşucu Radarları) veya devriyedeki uçaklarımızın yakalayamamış ve önleme yapmamış/yapamamış olmalarıdır. (Anadolu - Kıbrıs 45 mil) Ancak gerçekler er ya da geç mutlaka birgün gün yüzüne çıkar. Bu olayda da olduğu gibi.
- Mustafa Kemal mi? Atatürk mü?
YAZAN : Mehmet ASAL Daha yazıyı okumadan “ne farkı var ki?” dediğinizi duyar gibiyim. Son yıllarda bir modadır gidiyor. Mustafa Kemal Atatürk’ten bahseden birçok kişi bilinçsiz bir şekilde sadece “Mustafa Kemal” adını kullanıyor. Oysa bunu bilinçli olarak yapan ve Atatürk soyadını söylemekten ısrarla kaçınan bir kesim de var. Önce size şunu sormak istiyorum, örneğin Mustafa İsmet İnönü’den bahsederken, “İsmet şunu yaptı, Mustafa İsmet bunu yaptı” mı diyoruz yoksa “İnönü” veya “İsmet İnönü” şunları yaptı mı diyoruz. Tabii ki “İsmet İnönü” veya sadece “İnönü” diyoruz ama hiçbir zaman “İsmet” demiyoruz. Aynı örneği çoğaltalım, “Adnan “ demiyoruz “Adnan Menderes” veya “Menderes” diyoruz. “Turgut” demiyoruz, “Turgut Özal” veya sadece “Özal” diyoruz. Bu örnekler sonsuza kadar uzatılabilir ama sadece ön ismiyle anılan bir lider, siyasetçi yoktur. Gelelim Mustafa Kemal Atatürk’e. Bu soyadını kendisine TBMM, millet adına vermiştir. Bu soyadını dünya üzerinde taşıyabilecek ikinci bir kişi yoktur. Oysa “Mustafa” veya “Kemal” adında veya “Mustafa Kemal” adında on binlerce kişi vardır. Bakınız Tirajı haftada 25 bin olan Moskova’da yayınlanan Novoye Vremya dergide Aaleksandr Kustarev imzasıyla yayınlanan bir yazıda, Mustafa Kemal Atatürk’ün soyadına ilişkin kısmında yazdıklarına: ………………..Çağdaş Türk devletinin kurucusu Atatürk, (1881–1938) daha önce sadece Mustafa adını taşıyordu. Zira o dönemde, Türkler soyadı kullanmıyorlardı. Mustafa, sıradan bir ailenin oğluydu ve Selanik’te doğmuştu. Okulda çok başarılı olduğu için kendisine "Kemal" adı verilmiştir. Daha sonra da kendisine "Atatürk" soyadı verilmiştir. "Atatürk" soyadı, kendisine yaranmak amacıyla verilen abartmalı bir soyadı değil, bir unvandır. Zira ondan önce Türk milleti diye bir şey yoktu. Osmanlı İmparatorluğu vardı ve bu imparatorluğu sultan ailesi, hilafet ve İslam kenetliyordu. Atatürk, bütün bunları kararlı bir şekilde ortadan kaldırmıştır………………………. O halde bu kadar müstesna, bu kadar güzel ve tüm milletinin onayı ile kendisine “Atatürk“ soyadı verilmiş bu lideri anarken veya ondan bahsederken, bu eşsiz ve anlamlı soyadını kullanmaktan kaçınmak niye? Tüm dünya “Atatürk” adını bilir. ABD’de diplomatik görevle bulunurken, karşılaştığım ABD vatandaşlarının yarısına yakınının Mustafa Kemal Atatürk’ü, sadece Atatürk olarak bildiğini ve andığını gördüm ve duydum. Bugün Çin’de, Pakistan’da, Endonezya’da, Malezya’da, Bengaldeş’te ve daha pek çok ülkede Atatürk ismi okul kitaplarında sadece Atatürk ismiyle anılırken, Atatürkçülük (Kemalizm tabiriyle değil Atatürkçülük olarak) öğretilirken, biz Türkler mensubu olduğumuz milletin adını ve atalığını almış liderimize bu soyadını yakıştıramıyor muyuz ki “Atatürk” ismini kullanmaktan bilerek veya bilmeden kaçınıyoruz. Gazi Mustafa Kemal’e Atatürk soyadını veren ve bu soyadının alınamayacağını belirten kanun başlığı ve metnin orijinali aşağıdadır. Kanunun adı bile, savımızı ifade etmeğe yetmiyor mu? “Kemal öz adlı………) KEMAL ÖZ ADLI CUMHURREİSİMİZE VERİLEN SOYADI HAKKINDA KANUN Kanun Numarası : 2587 Kabul Tarihi : 24.2.1934 Madde 1. KEMAL öz adlı Cumhurreisimize ATATÜRK soyadı verilmiştir. Madde 2. Bu kanun neşri tarihinden muteberdir. Madde 3. Bu kanunkBüyüktMilletrMeclisietarafındangicraeolunur. ATATÜRK SOY İSMİNİN ALINAMAYACAĞINA DAİR KANUN Kanun Numarası :2622 Kabul Tarihi :17/12/1934 Yayımlandığı ResmiGazete Tarihi :24/12/1934 Yayımlandığı Resmi Gazete Sayısı : 2888 Madde 1. Kemal Öz adlı Türkiye Cumhur reisine 24.11.1934 tarih ve 2587 sayılı kanunla verilmiş olan ATATÜRK soyadı tek şahsına mahsustur, hiç kimse tarafından öz veya soyadı olarak alınamaz, kullanılamaz ve kimse tarafından hiçbir surette bir kimseye verilemez. Madde 2. ATATÜRK adının başına ve sonuna başka söz konarak öz veya soyadı alınamaz ve kullanılamaz Madde 3. Bu kanun hükmü 24/11/1934 tarihinde başlar. Madde 4. Bu kanun hükmünü yerine getirmeye Dahiliye Vekili memurdur. Şimdi gelelim özellikle “Atatürk” demekten kaçınanlara. Ülkemizde 1960’lı yılların sonlarında giderek güçlenen sol ideoloji, Atatürkçülüğün içerdiği “Sol Milliyetçi” anlayışı görmezden gelmek ama Atatürk’ü kendi ideolojisi doğrultusunda kullanmak isteyince, Marksizm’in bir uzantısı olan “milliyetçi düşünceyi behemehal düşman kabul etme” noktasından hareketle, Mustafa Kemal ismine sahip çıkarak ve özellikle Atatürk ve Atatürkçülük demekten kaçınarak, Kemalizm tabirini amaçları doğrultusunda kullanmaya çalışmıştır. Marksist ve Leninist düşünce yapısını benimsediğini iddia eden bu guruplar, “Atatürkçülük” düşünce sistemini de bölerek sadece Mustafa Kemal’i bünyesine alan ve onun düşünce yapısının ve felsefesinin tamamını görmek yerine, ulusal mücadele esnasında ortaya çıkan “emperyalizm ve emperyalist güçlerle mücadele” ilkesini benimseyen bir görüşün temsilcisi olmuşlardır. Onlara göre Mustafa Kemal, yapılması gerekli devrimlerin doğal sonucu olarak ortaya çıkan herhangi bir liderdir ve Kemalizm’in tek hedefi Emperyalizm ve Kapitalizm ile savaşmaktır. Bu kesimlerin bilinçli bir çaba ve sistemle kullandıkları “Mustafa Kemal” ve kullanmaktan kaçındıkları “Atatürk” tabirleri, maalesef bugün aydın geçinen birçok kişinin de bilinçsizce “Atatürk” yerine “Mustafa kemal” ifadesini kullanmasına sebep olmuştur. Bu gün bile zoraki olarak birbirine düşman gösterilen sol ve milliyetçilik, artık olması gerektiği gibi bir arada tutulmalı ve Atatürkçülük veya Kemalizm yorumlanırken bu değerler çerçevesinde olaya bakılmalıdır. Egemen muhafazakâr sahte milliyetçi anlayışa karşı laik, devrimci, antiemperyalist, devletçi, sol milliyetçilik tezleri savunulmalı, Marksizm kalıntısı milliyetçilik düşmanı anlayışlara karşı da bilimsel, tarihsel ve sosyolojik gerçeklerin ışığında milliyetçi olmayan bir solun ancak emperyalistlerin hizmetindeki bir hezeyan olduğu anlatılmalı ve Dünya’ ya Batı gözüyle bakma sakatlığından kurtularak, olduğumuz yerden bakma cesaretini ve bilgeliğini göstermeliyiz. Bu arada milliyetçiliği sadece ulusalcılık olarak algılamak da yanlıştır. Gerçek Atatürk Milliyetçiliği; Kurtuluş Savaşı ve onu takip eden Cumhuriyet devriminin yani genel anlamda Kemalist devrimin yarattığı özgün sol bir ulusçuluktur ki; bu husus Atatürk ilkelerinde de yerini almıştır. Bu anlayıştan hiçbir şekilde taviz verilmemesi gerekir. Emperyalist toplumlar için milliyetçilik gerçekten kapitalizmle iç içe geçmiş bir anlayışken; mazlum milletler için ve özellikle Türk Milleti için sol ile bütünleşmiştir. Herkes kabul eder ki, solun en karakteristik özellikleri antiemperyalizm, devletçilik ve halkçılıktır. Bu da Atatürk Devrimin ve Türk Milliyetçiliğinin özünü oluşturmaktadır. Solun enternasyonal anlamına gelince; sol milliyetçilik, kapitalist ve faşist yapıda olmadığı için insancıl ve barışçıl niteliktedir. Atatürkçülüğün (Kemalizm) yüce davası sadece Türk Ulusu için değil tüm ezilen milletler için çok büyük bir anlam ifade etmektedir. Dolayısıyla ezilen ulusların siyasi ittifakına sol milliyetçilik anlayışı karşı değildir. Atatürk’ ün tabiriyle : “Gerçi bize milliyetçi derler. Ama biz öyle milliyetçileriz ki, işbirliği eden bütün milletlere hürmet ve riayet ederiz. Onların milliyetlerinin bütün icaplarını tanırız. Bizim milliyetçiliğimiz herhalde hodbince ve mağrurca bir milliyetçilik değildir.’” Esasen sol milliyetçiliğin doktirinel olarak doğuşu Kemalist devrim ve Kemalizm’ e rast gelir. Atatürk bunu şu şekilde ifade etmiştir : "Türkiye'nin bugünkü mücadelesi yalnız kendi nam ve hesabına olsaydı belki daha kısa, daha az kanlı ve daha çabuk bitebilirdi. Türkiye azim ve mühim bir gayret sarf ediyor. Çünkü müdafaa ettiği bütün mazlum milletlerin, bütün şarkın davasıdır ve bunu nihayete getirinceye kadar Türkiye kendisiyle beraber olan şark milletlerinin beraber yürüyeceğinden emindir." Toplumculuğun ve milliyetçiliğin iç içe geçmiş olduğu mazlum ve mağdur kahraman Türk Halkı emperyalizme karşı ilk ulusal kurtuluş savaşını vermiş ve arasız devrimlerle milliyetçi sol yapısını güçlendirmeyi hedeflemiştir. Atatürkçülük sadece Batı sömürgeciliğini değil aynı zaman doğu gericiliğini de yıkmıştır. Milliyetçilik anlayışı üzerinde yükselen bu devrim bütün mazlum uluslara örnek teşkil etmiştir. Öyle ki; bu devrimin izleri Cezayir’ de, Küba’ da, Tunus’ ta, Hindistan’ da, Vietnam’ da, Afrika’ da, Türkistan’ da Mısır’ da, Afganistan’ da kendini göstermiştir. Türk Milliyetçiliğinin yani Atatürk milliyetçiliğin; Batı Milliyetçiliğinden farklarından birisi de Sınıf Bilinci taraftarı olmamasıdır. Halkı sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış kitle olarak tanımlar. Atatürk Ulusçuluğu; dini, mezhebi, soyu ne olursa olsun, kendini Türk bilen herkesi, Türk ulusundan sayar. Atatürk Milliyetçiliği sosyal devlet yanlısıdır. Ütopik sosyalizmi reddetmesine karşın, kamu ekonomisi yanlısı yani halkçı bir görünümdedir. Atatürk Milliyetçiliği sosyal adalet çerçevesinde antiemperyalist, laik, devletçi; Türklük şuurunu birleştirici sayan bir düşünce sistemidir. Atatürk Milliyetçiliği Osmanlı’nın ümmetçi ve federal sistemine karşı Türklük bilinci ve sol değerler taşıyan Türk Milliyetçiliği bayrağını yükseltir. Tüm bunları okuduktan sonra size bir kere daha sormak istiyorum, “Mustafa Kemal mi, yoksa Atatürk mü?” Tabii ki Atatürk dediğinizi duyar gibiyim. Lütfen duyarlı olalım.
- Neden Anadilden sonra öğrenilecek ilk dil İNGİLİZCE olmalıdır?
YAZAN : Mehmet ASAL Özellikle 1980'lerde yabancı dil öğreniminin yaygınlaşması için yürütülen propagandanın en yaygın sloganı “bir dil bir insan” olmuştur. Bir lisan binlerce yıllık kültür sonucunda ortaya çıkar/gelişir. Bundan dolayıdır ki kültürü oluşturan en önemli parça insandır ve siz bir dili öğrenirken birçok dünya vatandaşı ile artık diyalog kurabilecek ve o dilde yazılı ve sözlü neşriyatı takip edebilecek, bir kültürü de öğrenmiş olacaksınız. Size ait olmayan bir kültürü öğrendiğinizde yeni bir insan ortaya çıkmış olacaktır. Peki NEDEN ikinci bir dili öğrenmek bu kadar önemli? Herhalde bununla ilgili bazı fikirleriniz vardır – ama oturup İngilizceyi AKICI ve RAHATÇA konuşmanın tüm faydaları hakkında hiç düşündünüz mü? Belki de hiç düşünmediniz – ve aslında bu sizin İngilizce öğrenmek için eyleme geçmenizi önleyen nedenlerden biri olabilir. Dünyada en çok konuşulan dil konusunda bazı tartışmalar vardır. Ana dili İngilizce olan ülkeler olarak ele aldığımız zaman dünyada en çok konuşulan dil İngilizce değildir ama tüm dünyanın ortak olarak kullandığı dil elbette İngilizcedir. Kariyer, eğitim, günlük yaşam, gezi ve eğlence gibi hayatımızın temel taşını simgeleyen her konuda İngilizce bilmediğimiz zaman büyük eksiklikler yaşamamız kaçınılmaz olmaktadır. Dünya ile iletişimimiz internet kullanımının yaygınlaşmasıyla oldukça büyümüş ve sadece bu yüzden bile İngilizce öğrenmek neredeyse mecburiyet haline gelmiştir. İstatistik internet kullanıcılarının en çok kullandıkları dilleri göstermektedir. Aralık 2017 itibariyle, İngilizce, İnternet üzerinde kullanılan dünyanın en popüler dilidir. Dünya çapında İnternet kullanıcılarının % 25,3'ü İngilizce kullanmaktadır. Çince % 19,4'lük bir payla ikinci sırada yer almaktadır. İlk on dil, küresel internet kullanıcılarının % 77,1'ini oluşturmaktadır. Çince dil içeriğinin büyük payı olmasının başlıca nedeni, Çin'in dünya çapında en fazla internet kullanıcısı olan ülke olması gerçeğidir. Mart 2017 itibariyle, Çin'deki 731 milyon çevrimiçi kullanıcı İnternet'e erişmiştir. Hindistan, 462 milyonun üzerinde internet kullanıcısı ile ikinci sırada yer almakta ama çoğunlukla İngilizceyi kullanmaktadır. Çinceyi bu istatistik dışına alırsak, İngilizce kendinden sonra kullanılan en yaygın dil olan İspanyolcanın 3 katı fazla kullanılmaktadır. Yapılan bir araştırmaya göre, Latin Amerika, Avrupa ve Asya’daki uluslararası şirket çalışanlarının %91’i İngilizcenin hali hazırda bulundukları iş pozisyonu için kritik bir önemde olduğuna inanmaktadır. Birçok uluslararası şirket İngilizceyi müşterek dilleri olarak seçmektedir. (Iveco’ya bakınız – Fransa, İtalya, Almanya ve İsviçre’den dört firma tarafından başlatılan ve İngilizceyi ortak iş dili olarak belirleyen bir kamyon şirketi.) Avrupa Serbest Ticaret Birliği, bu birliği oluşturan ülkelerin hiçbiri İngilizce konuşan ülkelerden olmamasına rağmen İngilizceyi ortak dil olarak kullanırlar! İş için seyahat ediyorsanız – İngilizce şarttır. İlgi alanlarınız neler? Bilim? Müzik? Bilgisayarlar? Sağlık? İş? Spor? İnternet, televizyon ve basın yayın gibi günümüz medyası size ilgi alanlarınızla ilgili neredeyse sınırsız bir bilgi erişimi sağlar. Hepsinden öte bir bilgi çağında yaşadığımız yadsınamaz bir gerçektir. Burada tek bir sorun vardır. Bu bilgilerin neredeyse tamamına yakınının İngilizce olması. İşte size sadece İngilizce kullanarak erişebileceğiniz şeylerden bazı örnekler: WEB- Bugün dünya çapında WEB üzerinde 1,5 milyardan fazla WEB sitesi vardır. Bu sitelerden 350 milyondan fazlası İngilizcedir. Sadece bir dilin size neredeyse tüm bilgilere ulaşma olanağı vermesi gerçekten şaşırtıcı değil mi? Kitaplar- her hangi bir konu hakkında, dünyanın dört bir yanından kitaplar. İngiliz ve Amerikan yazarlardan ya da diğer dillerden çevrilmiş kitaplar. Her ne ile ilgileniyorsanız, onun hakkında İngilizce yazıları okuyabilirsiniz. Basın- Sadece İngilizce dergiler ve gazeteler dünyanın her yerinden alınabilir. Time, Newsweek, veya International Herald Tribune! İçin uzun araştırmalar yapmanıza gerek yoktur. Bilim- İngilizce bilim dünyası için bir anahtardır. 1997 Science Citation Index ‘deki makalelerin %95’ i İngilizce yazılmıştır. Sadece %50 si Amerika ve İngiltere gibi İngilizce konuşulan ülkelerde yazılmıştır. Haber Bültenleri- CNN International ve NBC gibi uluslararası televizyon kanalları izleyin. Onlar haberleri küçük ulusal kanallardan daha hızlı ve profesyonelce yayınlamaktadırlar. Kültür Sanat-Dünyada kabul gören bütün sanatsal ya da kültürel çalışmalar İngilizce yapılır. Bunun sebebi bu çalışmaların çoğunun İngilizcenin anadil olduğu süper güç ülkelerinde yapılıyor olmasıdır. Örneğin; dünyada popüler olmuş şarkıların hemen hemen tümü İngilizcedir. Sinema filmleri İngilizcedir. Modern pop kültürün çoğu, müzikte ya da sinemada iletişim aracı olarak İngilizceyi kullanır. Günlük yaşantımıza bile girmiştir İngilizce. Hamburger, jean, gala gibi kelimeler dilimize İngilizceden geçmiştir. Bu gerçekler uluslararası boyuttadır. Ülkemizde ve diğer ülkelerde de, İngilizcesi olan her yetişkin, bu dili bilmeyene oranla daha rahat iş bulur ( yapacağı iş ne olursa olsun - bilgisayar kullanacaksa bunu İngilizce bilmeden yapamaz, çünkü bilgisayar dili İngilizcedir.) Denir ki, bu çağ Bilgi Çağıdır. Bilgi GÜÇ demektir. Hangi konuyla ilgilenirseniz ilgilenin – ya da yaşamınız, işiniz veya şirketiniz için hangi bilgiye ihtiyacınız olursa olsun- bu bilgiyi İngilizcede bulabilirsiniz. İşte birkaç örnek: İngilizce bilimin uluslararası dilidir. 2013 yılında, ScienceCitation Index’teki makalelerin %95’i İngilizce yazılmıştır. Bunun yalnız %50’si A.B.D. ve İngiltere gibi İngilizce konuşan ülkelerdendir. İngilizce aynı zamanda teknolojinin de dilidir. Bilgisayar teknolojisi, tıp ya da mühendislik okuyacaksanız birçok önemli kaynak kesinlikle İngilizce olacaktır. Uluslararası haberler de esas olarak İngilizce basılıp yayınlanmaktadır – BBC, CNN, The New York Times ve The Economist – bunlardan sadece birkaçıdır. Eğitim – Lisansüstü diploma veya sertifika almak istiyorsanız, neredeyse kesinlikle İngilizceye ihtiyacınız olacaktır – Türkiye’de okusanız bile. Kariyer eğitiminiz ve internet üzerinden eğitim de genellikle İngilizcedir. İngilizce biliyorsanız, birçok kaliteli eğitim kaynağına internet üzerinden ücretsiz erişebilirsiniz. Dünyadaki mektupların % 75'i İngilizce yazılır. Elektronik olarak depolanan bilginin % 80'i İngilizcedir. Hoşunuza gitse de gitmese de, İngilizce tüm dünyada konuşulan yaygın dil haline gelmiştir. Ve daha da yaygınlaşmaktadır. Çincenin bir sonraki büyük dil olacağını düşünüyorsanız şunları hesaba katmalısınız: 300.000.000 Çinli şu anda İngilizce öğrenmektedir. Dünya genelinde yaklaşık 1.700.000.000 kişi İngilizce konuşmakta. Bir diğer 1.000.000.000 ise siz bu satırları okurken İngilizce öğrenmektedir. (Kaynak: British Council) İngilizce toplam 73 ülkede ortak veya resmi dil olarak kullanılmaktadır. İngilizce 100’den fazla ülkede konuşulmaktadır. Türk ve Almanlar iş yaparken dil çoğunlukla İngilizcedir. Hintliler Çinlilerle iş yaparken de genellikle İngilizce konuşurlar. Tabii ki, Çince ya da Hindu Dili üçüncü dil olarak faydalı olabilir ama neredeyse tüm uluslararası iş adamı ve iş kadını İngilizceyi de akıcı biçimde konuşmak durumundadır. Bugünün ekonomisinde işiniz için İngilizce konuşabilmek her şeyden daha önemlidir. İngilizcede etkili biçimde iletişim kurabilmek size şu fırsatları sağlar: Şirketinizde terfi etmeniz. Uluslararası bir şirkette gerçekten iyi maaş ve iyi şartlarda bir pozisyon kazanmanız. Kazancınız kendi sektörünüzdeki diğer profesyonellerin iki katı olur. Çalıştığınız şirkette sizi vazgeçilmez kılar. Ofisinizdeki herkesten daha iyi İngilizce okuyabiliyor, yazabiliyor ve konuşabiliyorsanız – üst düzeyde iş güvenliğiniz sağlanmış olursunuz, kriz sırasında bile. İngilizce sizi daha üretken kılar. Yabancı iş bağlantılarınız için, whatsup, twit, e-mail yazarken ya da okurken daha az zaman harcarsınız. Telefonda hatasız, çabuk ve etkili iletişim kurarsınız. Daha fazla satış yaparsınız. İngilizce olarak bir satış sunumu yaparken kendinizi daha iyi ifade edersiniz, böylelikle kesin olarak satışlarınızı arttırırsınız – Kapalı Çarşı’daki dükkân sahiplerine bir sorun! İşiniz için daha fazla beceri geliştirirsiniz. Birçok ‘training’, eğitim ve seminerler sadece İngilizcede mevcuttur. İngilizce bilmeniz sizin diğer başka herkesin erişemeyeceği değerli bilgilere erişmenizi mümkün kılar. İngilizce öğrenmeye başlamadan önce cevaplandırmamız gereken en temel sorulardan birisi şudur; Eğer mantıklı bir sebep bulamaz veya İngilizce öğrenmenin şu an çok gerekli olmadığını düşünüp, ileride nasıl olsa öğreniriz yanılgısına düşerseniz bu işe yanlış başlamış olursunuz. Türkiye’de İngilizce öğretiminde karşılaşılan en büyük sorunlardan birini de bu oluşturur. Özellikle geçtiğimiz yıllarda orta öğretim kurumlara geçme sınavlarında bu alandan soru sorulmaması öğrencilerin bu gerekliliği göz ardı etmesine neden olarak uzun bir süre öğrencileri İngilizceyi arka plana atıp, erteleme hatasına düşürmüştür. İngilizceyi güzel konuşmayı öğrenmek kendimizi geliştirebilmek adına yapabileceğimiz en iyi şey olabilir. Evet, bu doğru değil mi? Başkaları yeterli bilgiye erişemezken sizin yapabilmenizin ne kadar eğlenceli olabileceğini düşünebiliyor musunuz? Başkalarının anlaşamadığı ilginç insanlarla konuşmak ve mektuplaşmak? Ağzınızı her açtığınızda etrafınızdaki herkesi kendinize hayran bırakmak? Kariyerinizde büyük sıçramalar yaparak, diğerlerini kilometrelerce arkada bırakmak? Bunların hepsini İngilizceyi güzel konuşarak elde edebilirsiniz. Her ne kadar İngilizceyi artık herkesin bildiğine dair bir kanı olsa da bu tamamıyla doğru bir düşünce değildir. Çünkü İngilizce kursu sertifikasına sahip olmakla İngilizceyi bilip güzel konuşma, yazma ve anlama kabiliyetine sahip olmak farklı şeylerdir. “Bir dil bir insan.” Yazımın başında da aynı hususa değinmiştim. Muhtemelen bu atasözünü daha önceden duydunuz. Bu yabancı bir dili öğrenmenin sizi iki kat daha değerli kılacağı anlamına geliyor. Öncelikle, Türkçe’ ye, kendi dilimize değer verin ve sevin. İngilizcenin (ya da herhangi diğer bir dilin) Türkçe’nin yerine geçmesi gerektiğini düşünmeyin. Aksine – İngilizcenin anadilinizi tamamlayıcı nitelikte olması gerektiğini düşünün. – “ORTAK DİL” olarak, dünyanın her yerinden insanlarla iletişim kurmak için kullanabileceğiniz bir dil olarak. Ve İngilizce öğrendiğinizde – kendi dilinizi bile daha iyi anlayabilir – ve onu neyin özel kıldığını daha fazla takdir edebilirsiniz. Kariyer Bir ofiste İngilizce bilmeyen ve İngilizce bilen insanlar arasında çok fazla fark olmayabilir ama konu yükselmeye, hedefleri büyütmeye, daha fazla kazanmaya ve daha fazla başarıya geldiği zaman İngilizce bilmeyenlerin bir adım bile değil birkaç adım geriden gittiğini kabul etmek gerekir. Sizi başarıya ulaştıracak garanti adımları atabilmeniz için bu adımları İngilizce bilerek atmanız yolunuzu çok daha açık bir hale getirecektir. Belirsizlik her zaman yorucudur. Bu belirsizliği kariyer konusunda netleştirmek için de dünyada en popüler dil olan İngilizce eğitimine bir an önce başlayın.İş, teknoloji veya bilimde iyi bir yerde olmak istiyorsanız şimdi kalkın ve İngilizce öğrenmeye başlayın. Kariyerinizi İlerletin Mesleğiniz her ne olursa olsun, kariyerinizi ilerletmek için yapabileceğiniz en iyi şeylerden biri de İngilizce öğrenmektir. Sosyal Dünya Bazen dinlediğiniz bir müziğin ne anlattığını anlamak çok daha başka şeyleri görebilmenizi sağlar, izlediğiniz bir filmdeki orijinal espriyi Türkçe’ ye uyarlanmış haliyle değil de olduğu gibi kavrayabilirseniz çok daha fazla gülebilirsiniz. Yabancı bir müzisyenin konserine gittiğinizde seyirciyle iletişimi büyük bir önem taşır ve iletişimin güçlenmesi, performansın yarattığı hissiyatı da canlandırır. Turistik gezilerde bir tercümana bağlı kalmamak kendinizi çok daha özgür ve güvende hissetmenizi sağlar. Bir kahve siparişi vermek veya adres sormak ne kadar kolay hale gelirse, gezmek, keşfetmek ve öğrenmek de o kadar keyifli ve güvenli olur. Eğitim Çok başarılı bir öğrenci olabilirsiniz ama eğitiminizi başarıyla tamamlamak için İngilizce size engel olabilir. İngilizcenin eğitimdeki yüksek kredi notları, not ortalamanızı büyük ölçüde etkiler. Diğer derslerde sınıf birincisi olsanız bile İngilizceden alacağınız düşük notlar, eğitim hayatınızı da kötü etkileyecektir. Bu yüzden eğitim sırasında seviyenizi belirlemenizi ve sizi her zaman ileriye götürecek olan İngilizceyi başarılı bir eğitim ile desteklemeniz hayat boyu çok daha rahat ve başarılı olmanızı sağlar. Neredeyse tüm uluslararası konferanslar ve yarışmalar İngilizce olarak düzenlenmektedir. Örneğin Olimpiyatlar ve Dünya güzellik yarışmaları Farklı ülkelerden diplomatlar ve politikacılar birbirleriyle anlaşmak için İngilizceyi kullanmaktadır. İngilizce Birleşmiş Milletler ve Avrupa Serbest Ticaret Birliği gibi organizasyonların temel dilidir. Yaşam kalitenizi artırın İngilizce öğrenmek ve bu dili kullanmak sonunda hayat kalitenizi arttırabilir. Dil öğrenirken, sabretmeyi, çalışmayı ve zaman yönetimini daha iyi bir şekilde öğrenmek ve uygulamak durumunda kalırsınız. Bu beceriler, sadece yabancı dil öğreniminde değil, hayatınızın her alanında işinize yarar. İngilizce bilmek gelir artışı demektir İngilizce okumayı, konuşmayı, dinlemeyi veya anlamayı öğrenmiş olmak, gelirinizde artış demektir. İngilizce öğrenmek ve bu dili kullanmak size bir ev kirası kadar gelir sağlayabilir. Size kira getirebilecek bir evi almak için gereken süre yanında sözgelimi İngilizce öğrenmek için gereken zaman çok kısadır. Gelir artışına gereksinmeniz olmasa bile, “ İngilizce dilini öğrenmenin diğer faydaları içinde size uyan bir şey var mı bir kontrol edin” derim. İngilizce Bilmek Prestij kazandırır İngilizce bilmek, size toplum içerisinde bir ayrıcalık kazandırır. Matematik bilmediği için üzülen ya da pişman olan hiç kimseye rastlanmaz (Ya da olsa bile bu ifade edilmez) Ama İngilizce bilmediğine üzülen insanları saymakla bitmez. İngilizce dilini bilmeniz ve ustalıkla kullanmanız, sizi kalabalıkta öne çıkarabilir. ÖZETLE: Eğer İngilizceyi kullanarak anlaşabiliyorsan, Dünyanın dört bir yanından insanlarla iletişime geçebilirsin. Düşüncelerin ve fikirlerin hakkında internette tartışma gruplarında konuşursun. Farklı insanlara e posta gönderir, Facebook’tan yazışır, Twit atarsın. Yaşamları ve kültürleri hakkında bilgi edinir, daha kolay seyahat edebilirsin. Nereye gidersen git insanlarla iletişim kurmalıyız. Kim bilir, belki bir gün İngilizce hayatınızı kurtarabilir. TÜRKİYE’DE İNGİLİZCE’NİN AÇAMAYACAĞI KAPI YOKTUR Türkiye’de hem kamu hem de özel sektörde iş bulmada İngilizce vazgeçilmez bir kriterdir. Seçkin kurum ve şirketlere TOEFL (Test of English as a Foreign Language-ETS), IELTS (International English Language Testing System-British Council), YDS (Yabancı Dil Sınavı-ÖSYM) veya kurumların kendi yaptıkları sınavlardan iyi bir puan/skor alamadan işe girmeniz mümkün değildir. Örneğin Sermaye Piyasası Kurulu çeviri sınavı yapmaktadır. Birçok kamu kurumu KPSS ile birlikte YDS sınav puanı istemektedir. Türkiye’de veya yurtdışında yüksek lisans veya doktora yapmak, araştırma görevlisi veya akademisyen olmak için İngilizce ön koşuldur. YDS sınavından doktora yapabilmek için 55, doçent doktor olabilmek için 65 puan almak gerekir. Devlet memurları veya özel bankalar gibi kurum ve kuruluşlarda çalışanlar çalıştıkları kurumlara göre 100 ila 500 lira arasında değişen aylık dil tazminatları almaktadır. BOTAŞ, TPAO, EPDK, SPK, BDDK, TKDK, YPK, TRT, TPE, TSE ve RTÜK gibi üst kurullar ve özerk kurumlar personel alımında adaylardan ( mühendis, işletme mezunu, sosyal bilimler mezunu, siyasal bilimler mezunu, hukuk mezunu ) YDS dil puanı istemektedir. Belediyeler ve İl özel idareleri uzman ve uzman yardımcılıkları kadrolarına personel alımında adaylardan YDS dil puanı istemektedirler. Merkez Bankası, Sermaye Piyasası Kurulu, Bilim Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı gibi kurumlarda İngilizce hem önemli bir ölçüt hem de ciddi bir gelir sebebidir. Kısacası Türkiye’de iyi düzeyde İngilizce bilmeden seçkin bir kurum, kuruluş veya şirkette iş bulmak hayaldir ve kimi yerlerde sırf İngilizce bildiğiniz için geliriniz ve maaşınız daha yüksek olacak ve rahatça terfi ve kademe ilerlemesi alacaksınız. Yabancı Dil Öğrenme Motivasyonu ve Psikoloji Kendi dilimizden başka yeni bir dil öğrenmek kimimiz için heyecan verici bir deneyimken, kimimiz için ürkütücü ve endişe verici bir durum olabilir. Her konudaki beceri için olduğu gibi herkesin dil öğrenmeye olan yeteneği farklı düzeyde olabilir. Bazen kendimizi bu konuda bizden daha yetenekli olan kişilerle kıyaslar ve moralimizi bozabiliriz. O hızla ilerliyor ve biz hiçbir şey öğrenemiyoruz ve ne kadar çabalasak da olmayacak gibi gelebilir. Daha da kötüsü bu noktada pes de edebiliriz. Böyle bir durumda yapmamız gereken ilk şey sonucunda ne kadar ilerleyeceğimizi bilmesek de denemeye karar vermektir. Yani, “Yavaş ilerliyor olsam bile bir süre deneyeceğim. Pes etmeyeceğim.” demek lazımdır öncelikle. Peki, bunu diyebilmek için öncelikle ne gereklidir? Elbette motivasyon! Bu dili neden öğrenmek istiyorum? Bu dili öğrenmek ne işime yarayacak? Neden zorlanıyorum? Nerelerde takılıyorum? Daha çok emek verir, çalışırsam neleri halledebilirim? Neleri halletmem çok zor? Yukarıdaki soruları kendimize sormak ve sonrasında “… süre ile elimden geleni yapacağım. Bunun için de … yapmam gerek.” Diyerek çalışma adımlarını belirlemek ve sabırla takip etmek gerekir. Dil öğrenme konusunda zorlanan biriyseniz bile şunu düşünün: Hiçbir şey öğrenememeniz mümkün değildir! Yani, en kötü durumda bile hedeflediğinizden çok daha azı bile olsa kendinize bir şey katacaksanız. Ayrıca, “Ben elimden geleni yaptım.” demenin verdiği haklı gururu yaşama şansınız olacak ve bu da size diğer konularda da kendinize olan güveniniz ile ilgili yardımcı olacaktır. Özetle, dil öğrenme konusunda her koşulda kendimize şu soruları sorarak ilerlemek önemlidir: “Bu dili neden öğrenmeye karar verdim?” diye sorarak motivasyonunun farkına varma “Hangi kısımlarda daha başarılıyım?” diye sorarak güçlü yanlarını belirlemek “Hangi noktalarda zorluk yaşıyorum/yaşayabilirim?” diye sorarak geliştirilebilecek yanları belirlemek “Bu zorluklardan hangilerini nasıl aşabilirim?” diye sorarak hedefe ulaşmak için plan yapmak Ve en önemli son adımlar: Pes etmemek, kararlı olmak ve çaba göstermek yani gerçekten elinden geldiğince çalışmak. Mehmet Asal K12 Okulları Yönetim ve İşletme Danışmanı
- NEDEN ÖZEL OKUL?
. YAZAN : Mehmet ASAL Türkiye, 80 Milyona yakın nüfusu ve 20 Milyona yakın öğrenci sayısıyla büyük bir potansiyele sahip ve bununla orantılı olarak ta Eğitim Sistemine ihtiyaç duyan bir ülkedir. Özel Okulculuğun pahalı oluşu ve ülkemizde istenen/beklenen kaliteli derslik sayısına ulaşmamış olması nedeniyle, ülkenin tüm eğitim yükü neredeyse tamamen devletin üzerindedir. Fakir bir ülke oluşumuz, hızla artan genç nüfus ta dikkate alınınca her yıl binlerce yeni dersliğin açılması zorunlu hale gelmektedir. Bu nüfus artış hızı ve fakirlik düzeyi ile devletin; ülkenin ihtiyacı olan çağdaş eğitim seviyesini yakalayabilmesi/sağlayabilmesi mümkün değildir. Bu durum, çiftli eğitimi zorunlu kıldığı gibi çiftli eğitime rağmen sınıf başına düşen öğrenci sayıları da kabul edilebilecek oranların çok üzerindedir. Tekli öğretime geçmek demek, en az mevcut derslik kadar daha yeni derslik açılması ve öğretmen sayısının da şimdikinin neredeyse 2 katına çıkmasını zorunlu kılacaktır ki ne yakın gelecekte hatta ne de orta vadede böyle bir durum olası görülmemektedir. Çok az sayıda kaliteli eğitim veren devlet okulu olsa da bunlar genele bakınca fazla bir anlam ifade etmemekte ve ihtiyaca asla yetmemektedir. Böyle olunca da, devlet okullarının hem akademik açıdan hem de diğer alanlarda kaliteli bir hizmet verebilmesi daha çok uzun yıllar mümkün görülmemektedir. “Özel Okul Seçiminde Temel Kriterler” başlıklı yazımda, velilerin çocukları Eğitim yaşantısına başlarken nelere dikkat etmeliler konusunu işlemiştim. Aslında o yazıda yazılanların çoğunluğu da Özel Okulların verdikleri hizmetleri kapsamaktadır. Eğer paranız varsa, çocuğunuzu özel okula göndermek istemenizden daha doğal ve haklı bir gerekçeniz olamaz. Ayrıca Özel bir okulda, çocuğunuzu yarış atı gibi bir sınav sistemine sokmadan hem zihinsel hem de bedensel yönden gelişimini sağlayabilirsiniz. Bir Okuldan beklenen eğitimin 3 temel hedefini; Özgüven, Akademik mükemmeliyet ve Ana dile eşit ikinci bir yabancı dil eğitimi olarak belirtebiliriz. Bir Devlet Okulunda “Akademik Mükemmellik” verilse bile; özgüven kazandırmak ve yabancı dili ana dil gibi öğretebilmek mümkün değildir. NEDEN ÖZEL OKUL; Özel Okulların Devlet Okullarına göre çeşitli avantajları vardır. Bunları bilen öğrenci velileri, çocuklarının özel okullarda öğrenim görmesi için her türlü imkânı seferber ederler. O avantajlardan bazıları, aşağıdaki gibi sıralanmaktadır. Eğitim: Eğitim müfredatı devlet okulları ile aynı olmasına karşın özel okullar, müfredattaki teorik bilgileri uygulamaya dönüştürmeleri bakımından farklılık yaratırlar. Bir yabancı dilin kesinlikle öğretilmesi, ikinci veya üçüncü yabancı dilin ise temellerinin atılması özel okulların tercih sebebi olmasında göz önünde bulundurulan bir diğer faktördür. Özel Okulda çocuğunuzun kişiliği daha düzgün gelişebileceği gibi ilgi duyduğu ve yetenekli olabileceği alanların ortaya çıkarılmasında okulun önemli katkıları olacaktır. Özel okullarda yönetim ve öğretim kadrosunun seçilerek alınmasından kaynaklanan kalite farklılığı da, özel okulların tercih edilmesinde önemli rol oynar. Özel okullar müfredatın uygulamaya dönüştürüleceği, derslik ve laboratuvar imkânları sağlar. Teknoloji donanımlı yabancı dil, müzik, bilgisayar, satranç derslikleri; fen bilimleri laboratuvarları; görsel sanatlar atölyeleri; dans ve spor salonları bunlara örnek olarak verilebilir. Okul ruhu ve birlik beraberlik: Bazı özel okulların okul yıllarında öğrencileri arasında oluşturmuş oldukları birlik ve beraberlik duygusu o kadar güçlüdür ki, bu duygu öğrencilerin iş yaşantılarında da devam eder. İşe girişte okulun önemi: Bazı işverenler, işe alım tercihlerini yaparken aday çalışanlarının özgeçmişlerini de göz önünde bulundururlar. Bu noktada, öğrenim görülen okullara da önem verirler. Adaylarının hangi disiplinle yetiştirildikleri önemlidir çünkü. Prestij kaynağı olması: Okulun ismi öğrenci için olduğu kadar veli için de saygınlık kaynağıdır. Bazı çevrelerde, velinin çocuğunu özel okula gönderip göndermediği veya hangi özel okula gönderdiği önemlidir. Özel okullarda öğrencilerin gelişimlerinde önemli rol oynayan sosyal etkinlik sayısı fazladır ve öğrenciler bu etkinliklere ücretsiz olarak katılırlar. Öğle yemeklerindeki, ara öğünlerdeki beslenme seçeneklerinde, çok çeşit bulunmasına dikkat edilir ve sağlığa uygunluk esastır. Okul sınırları içinde, dışında; temizlik ve sağlığa uygunluk konularına büyük önem verilir. Özel okullardaki sınıf mevcutları, devlet okullarına göre çok çok azdır. Bu, öğretmenin sınıftaki öğrencilerine, ders içi ve ders dışında, daha fazla vakit ayırmasını sağlar. Okulda çocukların yaşayacakları sağlık problemlerinde ilk müdahaleyi yapmak için, kadrolu sağlık personeli bulunur. Özel okullar, yangın ve doğal afetleri mümkün olan en az kayıpla atlatma mantığından hareketle inşa edilmiş veya aynı düşünce tadilattan geçirilerek güçlendirilmiştir. Okul sınırları içinde ve dışında özel güvenlik görevlileri, tatsız olayların yaşanmaması için sürekli denetim yaparlar. Özel okulların tam gün eğitim yapması ve çocukların etüde kalma imkânları, çalışan veliler için önemli bir avantaj sağlar. Lise ve üniversite sınavlarındaki başarı ya da yurtdışı üniversitelerden alınan kabul sayıları da, özel okulların tercih edilmesinde önemli pay sahibi olan durumlardan bir tanesidir. Özel okulların devlet okullarından farkını, avantajlarını, artılarını öğrenip çocuğunu özel okula kayıt yaptırmayı düşünen veli bu aşamada başka bir soru ile karşı karşıya kalmaktadır. '' Hangi özel okul? '' Okul Değerlendirmesi ve Seçimi Sırasında Yapılması Gerekenler: İlk yapılması gereken, çocuğun neden özel okula gönderileceğine dairölçütlerin önceden belirlenmesidir. Aklınızda belirli ölçütlerin bulunması, ilgili kişilerden bilgi alımı sırasında soracağınız sorularda ve yapacağınız okul değerlendirmelerinde size önemli faydalar sağlayacaktır. İkinci olarak çevrenizden ve internet üzerinden, bulunduğunuz bölgede bulunan özel okullar hakkında ön bilgi toplamalı ve ölçütleriniz doğrultusunda ilk elemenizi yapmalısınız. Bu ilk eleme size hem zaman hem de para tasarrufu sağlayacaktır. Okul ziyaretlerinin okulda eğitim-öğretim' in olduğu zamanlar dâhilinde yapılması önemlidir. Size göre değeri olan her şey gözlemlenmelidir. Bunu, okul kapısının yeri, şekli, kapıda ilk rastladığınız güvenlik görevlisinin sizi karşılama şeklinden, teneffüse çıkmış öğrencilerin kıyafet ve davranışlarına, nöbetçi öğretmenlerin hareketlerinden, okulun fiziksel yapısına, çevre düzenlemesinden, temizliğine kadar geniş bir çerçeve içinde yapmalısınız. İlk izlenim oldukça önemlidir. Sizin çin yabancı dil mutlaka büyük önem taşır. Yabancı dil eğitimi hakkında daha fazla bilgi almak için “Native Speaker” denen öğretmen olup olmadığına, sayısına, yabancı dil laboratuvar imkânına bakın. Mümkün olur ise 4-5nci sınıftan bazı öğrencilerin yabancı dil dersini izlemeye ve konuşmalarını duymaya çalışın. Okuldaki Kulüp ve Etkinlik sayısı ve çeşidi ile yerleri hakkında bilgi edinin. Gözlemden sonra görüşme safhasına geçilmelidir. Bu safhada, okulda görev yapan hizmetlilerle, öğrencilerle veya orada bulunan ve çocuğu o okulda öğrenim gören velilerle, okul imkânları, uygulamaları, başarıları, vb. hakkında sohbet (sorgulama değil) edilmelidir. İki tür özel okul dikkat çekmektedir. Çocuğunuzu hayata hazırlayan okullar Çocuğunuzu sınavlara hazırlaya okullar. Siz çocuğunuzu hayata hazırlayan okulları seçiniz ve çocuğunuz zihin, beden ve ruh sağlığı açısından mükemmel olsun. Bu nedenle Eğitimci olmayan, eğitimden anlamayan kişilerin görüş ve tavsiyelerine fazla kulak asmayın. Aklınızın yolundan gidin. En büyük ve kıymetli varlığınız, çocuğunuz için yapacağınız seçim için şimdiden başarılar.