top of page

Search Results

Boş arama ile 110 sonuç bulundu

  • ORMAN YANGINLARI ÖNLENEBİLİR Mİ?

    YAZAN: Mehmet ASAL Dikkatsizlik ve ihmal nedeniyle her yıl binlerce metrekare ormanımız yok olmakta. Yangınlar neden çıkıyor? Ormanların yok olması nelere sebep oluyor? Orman Yangınlarının bugüne kadar bilinen nedenleri: İhmal ve dikkatsizlik nedeniyle çıkan orman yangınları, Ormanda güvenlik tedbiri alınmadan ateş yakılması, Yakılan ateşin söndürmeden bırakılması, Sönmemiş sigara izmariti ve kibritin yere atılması, Orman içinde veya bitişiğindeki tarlalarda istenmeyen ot veya anızın yakılması, Gece aydınlatma için ormanda ateşle dolaşılması, Cam ve cam kırıklarının ormanda bırakılması, Çocukların orman içinde ateşle oynamaları, Kasıtlı çıkarılan orman yangınları, Tarla veya otlakları genişletmek için ormanın bilerek yakılması, Orman içinde yapılan kanunsuz işleri gizlemek için yangın çıkarılması, Birilerinden intikam almak veya bir şeyi sabote etmek için yangın çıkarılması, Yabani hayvanları uzaklaştırmak için yangın çıkarılması. Her ne kadar artık sadece yaz ayları ile sınırlı olmasa da özellikle hava sıcaklığının en yüksek seviyelere ulaştığı yaz aylarında, orman yangınları da artış gösteriyor. Hem doğal hayatı hem de ekosistemi olumsuz etkileyen orman yangınlarını alınacak önlemlerle engelleyebiliriz. Son dönemde bazı Felaket Senaryo yazarları Elon Musk’ın Space X Projesinde yer alan Starlink uyduları ile ormanların yakıldığını ileri sürebilecek kadar psikomatik davranışlar gösterebiliyor. (Elon Musk: 28 Haziran 1971 tarihinde Güney Afrika'da doğmuştur. Kanadalı bir anne ve Güney Afrikalı bir babanın oğludur. Space X ve TESLA Projelerinin kurucu, CEO’su ve sahibidir.) "Orman Yangını Erken Tespit Sistemi" vasıtasıyla yangınlara anında ve büyümeden müdahale edilebilmesi, sabotajların önlenebilmesi mümkündür. Özellikle başlangıç safhasında ve yangın yayılmadan önce yapılacak müdahale kritik önemde olmaktadır. Bu amaçla çeşitli tesis ve yapılar kullanılmaktadır. Orman yangınlarının önlenmesi amacıyla inşa edilen yaygın tesislerden biri de şüphesiz YANGIN GÖZETLEME KULELERİ (YGK)’dir. Bu tesisler, çeşitli faktörler (ulaşım kolaylığı, görüş mesafesi, uzaklık vb.) göz önünde bulundurularak inşa edilmelidir. Yangın kulesi, yangın gözetleme kulesi, yangın gözleme kulesi ya da yangın gözlem kulesi; yangınları gözleme amacıyla görevlendirilen kişilerin, görevlerini gerçekleştirmek için kullandıkları kuledir. Kullanımı 1900'lerin başlarında yaygınlaşan yangın kuleleri sayesinde tespit edilen yangınlar; telefon, haberleşme güvercini ve helyograf (Helyograf, ayna ile yansıtılan güneş ışığıyla yaratılan mors kodu ile sinyal veren kablosuz bir güneş telegraf aleti. Flaşlar aynayı aralıklı dönüştürmesiyle veya deklanşör ile ışının kesilmesiyle yaratılır.) gibi yöntemlerle duyurulmaktaydı. İstanbul’daki Beyazıt yangın kulesi de bunlardan biridir. Yıllardır kafamı kurcalayan bu konuyu bu sene de Çanakkale’de meydana gelen Orman Yangınından sonra biraz detaylı bir şekilde araştırmaya karar verdim. Diyebilirsiniz ki Orman genel Müdürlüğünün 40000, Bakanlığın 140000 personeli varken tek akıllı ve bu konuları düşünen sen misin? Haklısınız. Elbette ben tek değilimdir. Benim amacım “TERECİYE TERE SATMAK DEĞİL” BİR DÜŞÜNCE YOLU AÇMAK VE ACABA ORMAN YANGINLARINI ÖNLEME KONUSU GÖZDE ÇOK MU BÜYÜTÜLÜYORU SORGULAMAK. Üstelik size aşağıda ana hatlarını rakamlarla açıklayacağım proje ile bence çok fazla bir masraf yapmadan, ya da en azından orman yangınları sonucu meydana gelen zararların ¹/3 hatta ¼ ü kadar BİR HARCAMA ile yangınlarla nasıl mücadele edilebileceğini açıklayacağım. Orman Yangınlarında: Biyolojik çeşitlilik büyük zarar görür. Ormanlarda yaşayan canlıların yaşam alanları yok olur. Canlı ve cansız örtünün yok olmasıyla erozyon, sel-taşkın ve hava kirliliği gibi doğal afetlerin sayısında ve hızında artma görülür. İklim sisteminde (sıcaklık, rüzgâr, nem ve yağışa doğrudan etki ederek) bozulmalar görülür. Orman ve orman ürünlerine dayalı turizm, sağlık, spor, avcılık gibi sektörler olumsuz yönde etkilenir. Türkiye’nin yüzölçümü 783 562 km² dir. 2021 yılı itibariyle toplam orman alanı 231 100 km²' dir. Bu orman alanı ülke genel alan toplamının %29 kadarıdır. Orman Genel Müdürlüğünün verilerine göre; orman alanlarımızın 12.500 km² kısmı yangına çok hassas bölgelerde bulunmaktadır. Bu alanların 7.670 km² si 1. derecede, 4 910 km² si 2. derecede yangına hassas bölgelerde yer almaktadır. Ülkemizin özellikle Hatay’dan başlayıp Akdeniz ve Ege sahil bölgelerinden İstanbul’a kadar uzanan kıyı şeridi, yangınlar açısından en riskli bölgeyi oluşturmaktadır. TÜRKİYE ORMAN DAĞILIMI HARİTASI Ülkemiz geneline bakıldığı zaman en fazla ormanlık alan Karadeniz ve Antalya bölgesindedir. Antalya’da yaklaşık olarak 11460 km² ormanlık yeşil alan bulunmaktadır. Antalya sonrasında sıra ile 8730 km² alan ile Kastamonu, 8350 km² alan ile Mersin, 8290 km² alan ile Muğla, 6460 km² alan ile Kütahya, 6320 km² alan ile Balıkesir, 5930 km² alan ile Adana, 5880 km² alan ile Denizli, 5420 km² alan ile Manisa ve 5310 km² alan ile Bolu gelmektedir. Ülkemizde ormanlık alanı en az iller: Ağrı, Iğdır ve Nevşehir’dir. Orman Genel Müdürlüğü’nün 2021 faaliyet raporu, 2017-2021 arası orman yangınları sonucu yitirilen ormanlık alan miktarında büyük bir artış olduğunu göstermektedir. 2021 yılında kaybedilen ormanlık alan 2020’de yitirilen alanın 7 katı olmuştur. 2010-2020 arası geçen 10 yılda çıkan orman yangınlarında 66 000 000 km² alan küle dönmüştür. Söndürme ve yeniden ormanlaştırma maliyeti yaklaşık 1,7 milyar lirayı bulmuştur. (1 333 000 000 $= 1,33 Milyar dolar) Ormancılık alanında yangınların önlenmesi ve erken müdahale edilmesi için bir dizi önlem almak gerekmektedir. Sizlere madde madde ve detaylı açıklamalarıyla yangınların önlenmesi ve erken müdahale edilmesi için alınabilecek tedbirler: Eğitim ve Farkındalık Oluşturma: Orman personeli, köylüler ve yerel halk dahil olmak üzere herkesin yangınla mücadele konusunda eğitilmesi. Yangın tehlikesi ve koruma yöntemleri hakkında toplumun bilgilendirilmesi ve farkındalık oluşturulması. Koruma Şeritleri ve Alan Temizliği: Orman içinde yangın bariyerleri oluşturarak ağaç ve çalıları temizlemek. Orman yollarının ve yangın güzergahlarının düzenli olarak bakımını yapmak. Orman çevresinde temizlik şeritleri oluşturarak kurumuş bitki örtüsünü uzaklaştırmak. Gözetleme Kuleleri ve Kameralar: (bu çalışmadaki asıl amaç budur) Yangın gözetleme kuleleri ve kamera sistemleri kurarak orman alanlarını sürekli olarak izlemek. Yangınların erken aşamada tespit edilmesine yardımcı olmak. Meteorolojik İzleme: Hava durumu ve rüzgâr tahminlerini sürekli izlemek. Yüksek sıcaklık, düşük nem ve güçlü rüzgâr gibi yangın riskini artıran koşullarda özellikle dikkatli olmak. Yangın İzleme ve İhbar Sistemi: Yangın tespit sistemleri kullanarak anormal sıcaklık artışlarını tespit etmek ve hızla müdahale etmek. Yangın ihbar hatları oluşturarak hızlı müdahale için gerekli ekiplerin yönlendirilmesini sağlamak. Mobil Ekipler ve Ekipmanlar: Yangın söndürme ekiplerinin hızlıca müdahale edebilmesi için mobil ekipler oluşturmak. Yangın söndürme araçları, su tankerleri, tırmıklar ve diğer ekipmanları hazırda bulundurmak. İtfaiye ve Gönüllüler: Yerel itfaiye teşkilatlarıyla iş birliği yaparak yangın söndürme kapasitesini artırmak. Gönüllü yangın söndürme ekipleri oluşturarak hızlı müdahale sağlamak. Orman Yangınlarına Karşı Uygun Araç Gereç: Uygun yangın söndürme araçları ve ekipmanları temin etmek. Helikopter ve uçak gibi hava araçlarını yangın söndürme operasyonlarında kullanmak. İzleme ve Değerlendirme: Yangın sonrası alanları izlemek ve toparlanma sürecini yönetmek. Yangın sonrası etkileri değerlendirmek ve gelecekteki yangınların önlenmesi için dersler çıkarmak. Yasal Düzenlemeler ve Cezalar: Orman yangınına sebep olan insan faaliyetlerine yönelik caydırıcı yasalar ve cezalar belirlemek. İzinsiz ateş yakma gibi riskli davranışları yasaklamak ve bunlara cezai yaptırımlar getirmek. Orman Yollarının Kontrolü: Orman yollarının düzenli olarak denetlenmesi ve izinsiz girişlere karşı önlemler alınması. Orman içine araçların girişini kontrol altında tutmak. İklim Değişikliği ile Mücadele: İklim değişikliği ile mücadele ederek sıcaklıkların artışını ve kuraklık riskini azaltmak. Orman ekosistemlerinin daha dirençli hale getirilmesi için uygun bitki türlerinin seçilmesi. 13. İHA (İnsansız Hava Araçları) Kullanımı Bu tedbirlerin etkili bir şekilde uygulanması; ormancılık alanında yangınların önlenmesi ve erken müdahale edilmesi konusunda büyük bir öneme sahiptir. Yerel yönetimler, orman teşkilatları, toplum ve özel sektör iş birliği ile bu önlemler koordineli bir şekilde hayata geçirilmelidir. Yukarıda sayılan 12 maddeden 3ncüsü olan “Gözetleme Kuleleri ve Kameralar benim burada sizlere aktarmaya çalışacağım ve çok önem verdiğim ana unsur olacaktır. IHA (İnsansız Hava Araçları)’da bu konuda oldukça etkilidir. Onu da Yangın Gözetleme Kuleleri ile ilgili araştırmanın altında ayrı bir faktör olarak sunacağım. Çünkü her ikisinin de müştereken kullanılması, birinin diğerinin yerine tercih edilebileceği farklı bölgeler ve durumlar mevcut olabilir. Krizlerle mücadelede en önemli husus; Kriz meydana geldiği zaman onunla başa çıkmak değil Krizin meydana gelmesini baştan önlemek, krizi ortaya çıkaracak sebepleri erkenden ortadan kaldırmaktır. Bu çalışmadan amacım Gözetleme kuleleri ve kamera sistemi ile tüm ormanlık alanlarımızın 24 saat gözlenmesi ve krizin (YANGIN) oluşmadan veya başlangıcında önlenebilmesidir. İHA’ları da çalışma içinde ama ayrı olarak değerlendireceğim. Amaç, orman yangınlarının erken tespit edilmesini sağlayarak hızlı müdahale imkânı sunmaktır. Böylece orman yangınlarının kontrol altına alınması ve doğal yaşam alanlarının korunması hedeflenmektedir. Proje, üniversite öğrencilerinin katılımıyla gençleri doğa bilinci ve toplumsal sorumluluk anlayışıyla yetiştirmeyi de amaçlamaktadır. Bu projede, orman yangınlarının erken tespit edilebilmesi için gözetleme kuleleri ve ileri görüntü işleme teknolojisi kullanılacaktır. Üniversite öğrencileri yaz aylarında bu sisteme katılıp gözetleme kulelerinde nöbet tutabilecektir. Proje Özellikleri: 1. Gözetleme Kuleleri: Belirli aralıklarla ve belirli yüksekliklerde gözetleme kuleleri dikilecektir. Bu kuleler, yangınların erken tespit edilmesini sağlayacak eğitimli personel tarafından kullanılacaktır. 2. İleri Görüntü İşleme Teknolojisi: Gözetleme kulelerine yerleştirilecek güvenlik kameraları, ormanlık alanları sürekli olarak tarayacak ve yangın belirtilerini tespit edecektir. Görüntüler, özel bir yazılım tarafından analiz edilecek ve yangın şüphesi olan alanlar belirlenecektir. 3. Otomatik Yangın Tespit Sistemi: Yazılım tarafından belirlenen yangın şüphesi olan alanlar, otomatik olarak yangın alarmı verecek ve ilgili ekiplerin müdahale etmesi sağlanacaktır. Ayrıca, bu bilgiler ilgili yetkililere anlık olarak iletilerek acil durum önlemlerinin alınması sağlanacaktır. ÇELİK KONSTRÜKSÜYON YANGIN GÖZETLEME KULESİ 4. Öğrenci Katılımı: Yaz aylarında üniversite öğrencilerinin, belirli dönemlerde gözetleme kulelerinde nöbet tutması sağlanacaktır. Bu şekilde, yangınların erken tespiti için sürekli bir gözetim sağlanabilecektir. Öğrenciler aynı zamanda yangın eğitimi alacak ve olası bir yangın durumunda doğru müdahale yöntemlerini uygulayabilecektir. 5. İletişim ve Koordinasyon: Proje kapsamında, gözetleme kuleleri arasında iletişim ve koordinasyon sağlayacak bir sistem kurulacaktır. Bu sayede, yangınla mücadele ekipleri hızlı bir şekilde harekete geçebilecek ve yangının büyümesini önleyebilecektir. Projeye Dahil Edilmesi Gerekenler: Gözetleme kulelerinin tasarımı ve inşası İleri görüntü işleme yazılımının geliştirilmesi Güvenlik kameralarının temini ve montajı İletişim ve koordinasyon sisteminin oluşturulması Yangın eğitimi programının hazırlanması ve öğrencilere verilmesi Yangın kulelerinin yüksekliği ve aralarındaki mesafe, projenin etkinliği için önemlidir. İşte yaptığım araştırmada bu konuda genel olarak kabul gören optimal değerler şu şekilde ortaya çıkmıştır: 1. Yangın Kulesi Yüksekliği: Yangın kulelerinin yüksekliği, genel olarak ormanlık alanın topografyasına ve yöresel koşullara bağlı olarak değişebilir. Ancak genellikle 15 ila 30 metre arasında bir yükseklik tercih edilir. Bu yükseklik aralığı, kulelerin geniş bir görüş açısına sahip olmasını ve yangın belirtilerini etkili bir şekilde tespit etmesini sağlar. 2. Kuleler Arası Mesafe: Kuleler arasındaki mesafe, yangın tespitinde etkinliği ve hızlı müdahale imkanını etkileyen önemli bir faktördür. Optimum aralık, genellikle kulelerin birbirini görebileceği ve verimli bir iletişim sağlayabileceği şekilde belirlenmelidir. Bu mesafe, yangın konusunda uzmanların önerilerine ve arazinin özelliklerine bağlı olarak değişebilir. Genellikle 5 ila 10 kilometre arasında bir mesafe tercih edilir. Dikkate almanız gereken diğer faktörler arasında ormanlık alanın büyüklüğü, topografik yapı, hava koşulları ve yangın riski de bulunmaktadır. Bu nedenle, projenin uygulanacağı bölgenin özelliklerini değerlendirmek ve uygun yükseklik ve mesafe ölçütlerini belirlemek için yerel yetkililerle, ormancılık uzmanlarıyla veya yangın uzmanlarıyla iş birliği yapmanız önemlidir. Böylece en etkili ve verimli bir yangın tespit sistemi oluşturabilirsiniz. Bu yöntemle olaya baktığımız zaman, 10 km aralıklı kuleler (Çok sık ormanlık alanlarda veya bazı zorunluluklar olduğunda bu mesafe 7,5 kilometreye de düşebilir) yapılması halinde ülkemizdeki tüm ormanların 24 saat 3 vardiya esasına göre gözetlenebilmesi için; 20 000 kadar kule ve 80 000 kadar personele ihtiyaç vardır. BALCALI MOBIL INSANSIZ YANGIN KULESI Aslında artık modern dünyada insansız yangın gözetleme kuleleri de yapılmaktadır. Hatta bunlardan biri Aralık 2022 de tamamlanan, Anadolu Sigorta’nın orman varlıklarının korunması için Tarım ve Orman Bakanlığı Orman Genel Müdürlüğü ile hayata geçirdiği “Ormanın Gözleri” projesinde Adana’daki yangın kulesidir. Adana Balcalı’da hizmete giren bu kulenin mobil ve insansız teknolojisiyle bölgede yangınlara müdahalede önemli bir role sahip olması beklenmektedir. Ormanın Gözleri projesinde 2023 yılında da Çanakkale, Muğla, Adana ve Antalya’da olmak üzere dört adet yeni nesil gözetleme kulesinin daha hizmete sunulması hedefleniyor. Kaldı ki bu tarz kulelerin sayısı artıncaya kadar kuleler insanla donatılabilir. Hele Türkiye de halen 3 milyon işsiz olduğu dikkate alınırsa. Bu sayı Ekim-kasım-Aralık-Ocak-Şubat-Mart ve Nisan aylarında 5000 kule ve 20 000 personele indirilebilir. Yani esas olay Mayıs-Ekim ayları arasında ilave 60 000 kişi bulabilmektir. Bu amaçla Üniversite öğrencileri belli bir asgari ücret ve gönüllülük esası ile görevlendirilebilir. 2022 yılı itibarıyla sadece Tarım-Orman Bakanlığı hizmetlerini; merkez ve taşra teşkilatı ile Bağlı ve İlgili Kuruluşlarında farklı statüde görev yapan 140.786 personel yürütmektedir. Kaldı ki böyle bir görev için 5 aylık yaz döneminde askeri birliklerden de personel temin edilebilinir. Türkiye'de orman yangınlarının gözetlenmesi ve müdahale edilmesi için çeşitli kurumlar ve gönüllü gruplar görev alabilir. Potansiyel katılımcılar şunlar olabilir: Orman Genel Müdürlüğü (OGM): Türkiye'deki orman yangınlarının takibi ve yönetimi OGM'nin sorumluluğundadır. Yangın gözetleme kulelerini işletir ve yangın mücadele ekiplerini yönetirler. Orman Genel Müdürlüğünün halen 35000-40000 arası personeli bulunmaktadır. Jandarma Genel Komutanlığı: Jandarma ekipleri, orman yangınlarına hızlı bir şekilde müdahale edebilirler. Yangınların neden olduğu bazı bölgelerde jandarma karakolları bulunabilir. Belediyeler ve İtfaiye Teşkilatları: Belediyeler, kendi bölgelerindeki orman yangınlarına müdahale edebilirler. Belediye itfaiye ekipleri, yangın söndürme ve kurtarma çalışmalarına yardımcı olabilirler. Sağlık Bakanlığı ve Afet Koordinasyon Merkezi: Orman yangınları sırasında yaralanan veya zehirlenen insanların sağlık hizmetlerine ihtiyaçları olabilir. Sağlık Bakanlığı ve afet koordinasyon merkezleri bu konuda önemli bir rol oynayabilirler. Üniversiteler ve Araştırma Kuruluşları: Yangınların takibi, modellenmesi ve yangın risk analizleri gibi konularda üniversiteler ve araştırma kuruluşlarından uzmanlar danışmanlık sağlayabilirler. Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürlüğü: Doğa koruma ekipleri, milli parklardaki yangın riskini azaltmak ve yangınlara müdahale etmek için çalışabilirler. Gönüllü İtfaiye Grupları: Birçok bölgede gönüllü itfaiye grupları bulunmaktadır. Bu gruplar, yangınları söndürme konusunda destek sağlayabilirler. Dağcılık ve Doğa Sporları Kulüpleri: Dağcılık ve doğa sporlarıyla ilgilenen kulüpler, yangın gözetleme kulelerinde gönüllü olarak görev alabilirler. Köy ve Mahalle Dernekleri: Köyler ve mahalleler, kendi bölgelerinde yangın gözetleme ve ilk müdahale konusunda bilinçlendirilebilir ve gönüllüler oluşturabilirler. İş Güvenliği Uzmanları ve Yangın Eğitmenleri: Yangın güvenliği ve eğitimi konusunda uzman kişiler, yangınların önlenmesi ve müdahalesi konusunda eğitim ve danışmanlık sağlayabilirler. Gönüllülük esasına dayalı olarak, yerel topluluklar, sivil toplum kuruluşları ve özel sektör de yangın gözetleme ve müdahale çalışmalarına katkı sağlayabilirler. Yangınların hızlı bir şekilde tespit edilmesi ve müdahale edilmesi için bu çeşitli kurumlar ve grupların iş birliği yapması önemlidir. Burada esas maliyet 20000 kulenin yapılmasıdır. Yangından etkilenmeyecek tarzda çelik kuleler yapılabilir. Halen ülkemizde 1000’e yakın gözetleme kulesi vardır. Yangın gözetleme kulelerinin standartları nasıl olmalıdır? Yükseklik ve Yangın Kuleleri arasındaki mesafenin ne olacağına önceki açıklamalarda değinmiştim. Bu kulelerin belli standartlara uygun olması, etkin ve güvenilir bir yangın izleme sistemi oluşturulmasına yardımcı olur. Yangın gözetleme kulelerinin standartlarında aşağıdaki hususlar dikkate alınmalıdır.: Yüksek Konum: Yangın gözetleme kuleleri, yüksek noktalara inşa edilmelidir. Bu, geniş bir görüş açısı sağlar ve ormanın geniş bir alanını gözlemlemeye yardımcı olur. Stratejik Konumlandırma: Kuleler, yangın riskinin yüksek olduğu bölgelere stratejik olarak yerleştirilmelidir. Rüzgâr yönleri, yerel iklim koşulları ve orman yapısı gibi faktörler göz önünde bulundurulmalıdır. Çalışmamız sonucunda her 7,5-10 km de bir kule olması gerekliliği ortaya çıkmışsa da bu topografik ve coğrafi haritalar üzerinde yapılacak ciddi çalışmalar sonucunda tespit edilmelidir. İyi Görünürlük: Kule tasarımı, etrafı iyi görebilmek için gereken bir açıya sahip olmalıdır. Engellerden arındırılmış bir görünürlük sağlanmalıdır. Çevresel Duyarlılık: Kulelerin inşa edildiği çevrenin ve doğanın korunması için çevresel duyarlılık gösterilmelidir. Çevre Koruma: Kulelerin çevre duyarlılığı gözetilerek inşa edilmesi gerekmektedir. Ekosistemi olumsuz etkilemeden yerleştirilmelidirler. Dayanıklılık: Yangın gözetleme kuleleri, çeşitli hava koşullarına dayanıklı şekilde inşa edilmelidir. Yangın mevsiminde sıcak hava ve yangına maruz kalabilirler. Yanmaz malzemeden yapılmalıdırlar. Güvenlik: Kuleler güvenli bir şekilde kullanılabilecek şekilde tasarlanmalıdır. İskeleler, merdivenler ve korkuluklar gibi güvenlik unsurları bulunmalıdır. İletişim Altyapısı: Kulelerde, yangın tespiti durumunda hızlı iletişim kurulabilmesi için uygun iletişim altyapısı olmalıdır. Radyo, telefon veya diğer iletişim araçları kullanılabilir. Hava Durumu İzleme: Yangın riskini artırabilecek hava koşullarını (yüksek rüzgâr, düşük nem vb.) izlemek için hava durumu istasyonları entegre edilmelidir. Veri Kaydı ve Raporlama: Kuleler, tespit edilen yangınlarla ilgili verileri kaydetmeli ve raporlamalıdır. Bu veriler, yangın müdahale ekiplerinin yönlendirilmesi için kullanılabilir. Uzaktan İzleme ve Kontrol: Kulelerin bazı fonksiyonları uzaktan izleme ve kontrol edilebilmelidir. Bu, bakım ve operasyonel sürekliliği sağlar. Güvenlik ve Konfor: Kuleler, çalışanlar için güvenli ve konforlu bir çalışma ortamı sunacak şekilde tasarlanmalıdır. Yangın tehlikesine karşı güvenli tahliye yolları sağlanmalıdır. Enerji Kaynağı: Kuleler, elektrik kesintileri durumunda da işlevini sürdürebilmek için alternatif enerji kaynaklarına sahip olmalıdır. Bakım ve Onarım Kolaylığı: Kulelerin bakımı ve onarımı kolaylıkla yapılabilir olmalıdır. Bu, kesintisiz işleyiş için önemlidir. Ekipman ve Teknoloji: Yangın gözetleme kuleleri, modern teknoloji ve ekipmanla donatılmalıdır. Teleskoplar, dürbünler, yangın tespit sistemleri ve meteorolojik izleme cihazları gibi ekipmanlar kullanılabilir. Personel Eğitimi: Kulelerde görev yapacak personel, yangın tespiti ve iletişim konularında eğitilmelidir. Eğitimli personel, erken yangın tespitinde daha etkili olacaktır. Bakım ve Denetim: Kuleler düzenli olarak bakım ve denetimden geçirilmelidir. Bu, ekipmanın çalışır durumda olduğundan emin olmak için önemlidir. Bu standartlar, yangın gözetleme kulelerinin etkili bir şekilde işlev görmesini ve yangınların erken tespit edilip müdahale edilmesini sağlar. Yerel koşullar ve gereksinimler de göz önünde bulundurularak tasarım ve inşa süreci yönetilmelidir. Ulaşımı zor olan bölgelere İNSANSIZ YANGIN GÖZETLEME KULELERİ, nispeten kolay olan yerlere de KLASİK YANGIN GÖZETLEME KULELERİ yapılarak hem Milli Servetimiz korunabilir hem de Milli Ekonomiye büyük katkı sağlanabilir. Bu yapılırken öncelikle yangın risk haritası güncellenerek kule inşası yüksek riskli yerlerden başlayarak projelendirilmeli ve uygulamaya geçilmelidir. Her yıl yangın sonucu kaybedilen orman alanı, insan ve diğer canlı kayıpları, söndürme için yapılan masraflar vb. gibi dikkate alındığında aslında bu proje kendisini 5-10 yıl içinde rahatlıkla finanse edebilecek bir projedir. BM ve Dünya bankasından alınacak uygun kredilerle en geç 2 yıl içinde inşa kısmı bitirilebilir. Ayrıca bu projeler için Özel Sektör de Firma adı verilmek ve tanıtımı yapılmak kaydıyla Gönüllü olarak Kule Yapımına/ Sponsorluğuna teşvik sağlanabilir. Yurdumuzda Yukarıda yazılan Adana-Balcalı ve aşağıda gösterilen İstanbul-Sarıyer Kulesi gibi bunun örnekleri de vardır. İHA (İNSANSIZ HAVA ARAÇLARININ KULLANIMI) Şimdi de İHA’ların bu maksatla kullanılmasındaki avantaj ve dezavantajlardan bahsetmek istiyorum. Orman yangınlarının erkenden tespit edilmesi ve önlenmesinde insansız hava araçlarından (İHA) faydalanmak, geleneksel yöntemlere kıyasla birçok avantaj sunabilir. İşte bu konuda dikkate almanız gereken bazı noktalar: 1. Hızlı ve Geniş Alan Kapsama: İHA'lar, büyük ve zor erişilebilen alanları hızla tarayabilir ve yangınları erken aşamada tespit edebilir. Bu, yangınların hızla yayılmasını engelleyerek müdahale süresini kısaltabilir. 2. Yüksek Çözünürlüklü Görüntüleme: Gelişmiş kameralar ve sensörler sayesinde İHA'lar, yüksek çözünürlüklü görüntüler elde edebilir. Bu da yangınların erken tespitini kolaylaştırır. 3. Gerçek Zamanlı İzleme: İHA'lar, gerçek zamanlı görüntü aktarımı sağlayarak yangınların durumunu sürekli olarak izleme imkanı sunar. Bu, yangının gelişimini anlık olarak takip etmenizi sağlar. 4. Esneklik ve Mobilite: İHA'lar taşınabilir olduğu için farklı bölgelere kolaylıkla taşınabilir ve farklı yangın alanlarında kullanılabilir. Bu, yangınların kontrolünü sağlamak için daha iyi bir esneklik sunar. 5. Maliyet ve Verimlilik: Yangın gözetleme kuleleri inşa etmek ve işletmek maliyetli olabilirken, İHA'lar daha düşük maliyetlerle kullanılabilir. Uygun şekilde planlandığında ve etkili bir şekilde kullanıldığında, uzun vadede daha ekonomik bir çözüm olabilirler. 6. Tehlikeden Koruma: İnsanlar için tehlikeli bölgelere girme ihtiyacını ortadan kaldırdığı için, yangınların tehlikeli bölgelerde daha güvenli bir şekilde gözlemlenmesini sağlar. 7. Veri Analizi ve Tahmini: İHA'lar, topladıkları verileri analiz ederek yangın davranışını tahmin etme ve yangının nasıl yayılabileceğine dair bilgi sağlama potansiyeline sahiptir. Ancak, İHA'ların kullanımıyla ilgili bazı potansiyel zorluklar da vardır: 1. Teknolojik Sınırlamalar: Hava koşulları, pil ömrü, iletişim sorunları gibi teknolojik sınırlamalar İHA'ların etkin kullanımını kısıtlayabilir. 2. Yasal Düzenlemeler: İHA'ların hava sahasında uçuşuyla ilgili yasal düzenlemeler ve izin gereksinimleri bulunmaktadır. 3. İnsan Faktörü: İHA'lar, uzaktan kontrol edildiğinden insan hataları veya iletişim kesintileri gibi faktörler etkileyebilir. 4. Veri Yönetimi ve Analizi: Büyük miktarda verinin doğru şekilde yönetilmesi ve analiz edilmesi gereklidir. Aksi halde yanıltıcı sonuçlar elde edilebilir. Yangın gözetleme kulesine kıyasla, İHA'lar genellikle daha esnek, hızlı ve düşük maliyetli etkin bir çözüm sunabilir. Ancak, tam bir karşılaştırma yapmak için belirli koşulları ve gereksinimleri göz önünde bulundurmanız önemlidir. İdeal olanı uzun vadede kalıcı yangın gözetleme kuleleri yapılırken özellikle bu yapılırken geçecek süre zarfında İHA’lardan faydalanmak, ulaşılması ve kule inşası zor olan bölgelerde İHA kullanımına yönelmek olabilir. Ancak yine de İHA ile kapsanacak bölgelere en azından her 10 kilometrede bir adet olmasa da kritik noktalara da yangın gözetleme kuleleri yapmak/koymak düşünülmelidir. (Özellikle İHA’ların kullanılamayabileceği hava koşullarında) ÖRNEK: TÜRKİYENİN İLK TERMAL KAMERALI TEKNOLOJİK İKLİMLENDİRME VE MODERN YANGIN GÖZETLEME KULESİ Orman ve Su İşleri Bakanlığı Orman Genel Müdürlüğü (OGM) İstanbul'un kuzey ucunda orman yangınlarını gözetlemek maksadıyla inşa edilen kule, hava durumuna göre renk değiştiren meteoroloji bağlantılı dış cephe bina yüzeyi otomasyon ışıklandırma sistemi ile kurulmuştur. Son teknolojik ekipmanlarla donatılan kule, Termal ve normal kameralarla internet bağlantısı aracılığıyla Yangın Koordinasyon Merkezinden 7/24 ve 360 derece gözetleme yapılabilmektedir ve aynı zamanda OGM bünyesindeki ilk asansörlü yangın gözetleme kulesidir. NOT: Bu çalışmayı hazırlarken üzülerek gördüm ki Türkiye’deki 13 Üniversitemizde “Orman Mühendisliği Bölümleri” olmasına rağmen bu konuda, (“Tüm Türkiye’de Orman yangınları ile mücadele ve gözetleme kuleleri konusunda”) ciddi ve elle tutulur bir çalışmaya, bir doktora ya da master tezine rastlamadım. Çalışmalar küçük çaplı, modern teknolojiyi içermeyen basit dokumanlardı. (Umarım ve dilerim yanılmışımdır) Ülkemize yangından uzak günler dileği ile. Mehmet ASAL

  • MÜLTECİ KRİZİ VE KAÇAK GÖÇMEN SORUNUNA HUKUKİ, İNSANİ VE ULUSLARARASI BAKIŞ

    YAZAN: Mehmet ASAL Bu konuya girerken ilk önce anlaşılması gereken “Mülteci“ ve “Kaçak Göçmen” in ne olduğu? Sorularını cevaplamak olmalıdır. MÜLTECİ İLE KAÇAK GÖÇMEN FARKLI MIDIR? FARKI NEDİR? İKİSİNE KARŞI DA KARAR VERİRKEN NASIL VE NEDEN FARKLI TEPKİLER VERİLEBİLİR VE VERİLMELİDİR? Mülteci krizi ile kaçak göçmenlik farklı kavramlardır, ancak genellikle birbirine karıştırılabilirler. İşte bu iki kavram arasındaki farkları ve farklı tepkilerin nasıl ve neden verilebileceğini açıklamaya çalışayım: Mülteci Krizi: Mülteci krizi, genellikle belirli bir coğrafi bölgede veya ülkede yaşanan çatışma, savaş, zulüm, insan hakları ihlalleri veya doğal afet gibi nedenlerden dolayı insanların ülkelerini terk ederek başka ülkelere sığınmak zorunda kaldığı durumları ifade eder. Mülteciler, kendi ülkelerinde güvenlik veya insan hakları ihlalleri nedeniyle tehlikede oldukları için başka bir ülkeye koruma ve sığınma ararlar. Mülteciler uluslararası hukuk tarafından tanınan haklara sahiptirler ve ev sahibi ülkeler tarafından uluslararası koruma altına alınmaları beklenir. Kaçak Göçmenlik: Kaçak göçmenlik, genellikle yasa dışı yollarla sınırları geçerek veya göç yolları üzerinden başka bir ülkeye giren insanları ifade eder. Kaçak göçmenler, genellikle ekonomik nedenlerle, iş arayışı veya daha iyi yaşam koşulları arayışı gibi sebeplerle ülkelerini terk ederler. Kaçak göçmenlerin ülkelerini terk etme nedenleri mültecilerle aynı olmayabilir ve genellikle uluslararası koruma altında değillerdir. Farklı Tepkiler ve Nedenleri: 1. Hukuki Durum: Mülteciler uluslararası hukuk tarafından tanınan haklara sahiptir ve ev sahibi ülkeler tarafından korunmalıdır. Bu nedenle, mültecilere genellikle insani yardım, barınma ve eğitim gibi destekler sunulur. Kaçak göçmenler ise yasa dışı yollarla ülkeye girdikleri için hukuki olarak daha karmaşık bir durum yaratır ve ülkeler genellikle onları sınır dışı etme hakkına sahiptir. 2. Toplumsal ve Ekonomik Etkiler: Kaçak göçmenlik genellikle ekonomik sebeplerle gerçekleştiği için, ev sahibi ülkelerde yerli nüfusla rekabet ve ekonomik baskılara yol açabilir. Mülteci krizleri ise genellikle daha büyük insani krizlerle bağlantılı olduğu için, uluslararası toplum tarafından daha fazla empati ve yardım talebiyle karşılaşabilir. 3. Kamu Güvenliği Endişeleri: Kaçak göçmenlerin yasa dışı yollarla gelmesi, bazen kamu güvenliği endişelerini artırabilir. Bu nedenle, ev sahibi ülkeler bu konuda daha katı güvenlik önlemleri alabilir. Mülteci krizlerinde ise ev sahibi ülkeler genellikle mültecilere koruma sağlama ve insan haklarına saygı gösterme sorumluluğunu üstlenir. 4. Uluslararası İlişkiler: Mülteci krizleri genellikle uluslararası ilişkileri etkiler ve uluslararası toplumun ortak çözüm arayışını teşvik eder. Kaçak göçmenlik daha yerel veya bölgesel bir sorun olarak algılanabilir. Yukarıdaki 4 maddede de açıklandığı üzere tepkilerin farklı olmasının nedeni, mülteci krizi ve kaçak göçmenlik durumlarının farklı nedenlerden kaynaklanması, hukuki statülerinin de farklı olması ve ev sahibi ülkelerin politika ve güvenlik kaygılarından kaynaklanabilir. Her iki durumda da insan haklarına saygı gösterme ve insanların temel ihtiyaçlarını karşılama önemlidir, ancak farklı hukuki ve insani yaklaşımlar gerekebilir. Türkiye’de her iki konuda da halk isyan noktasına gelmiş durumdadır. Ben de bu konuda ve özellikle Mülteciler hakkında empati yaparak onları anlamamız gerektiği görüşündeyim. Bilindiği gibi, empati yapmak, insanların farklı deneyimleri ve zorlukları anlamalarına yardımcı olmak için önemli bir adımdır. Mülteci krizi gibi hassas ve karmaşık bir konuda empati yapabilmek için aşağıdaki noktaları düşünmemiz gerekir: · Bilgi Edinme ve Araştırma: Mülteci krizini daha iyi anlamak için güvenilir kaynaklardan bilgi edinmemiz gerekir. Bu krizin nedenleri, etkileri ve mültecilerin deneyimleri hakkında bilgi sahibi olmak empati kurmamızı kolaylaştırabilir. · Bireylerin Hikayelerini Dinleme: Mültecilerin bireysel hikayelerini dinlemek, onların deneyimlerine daha yakından temas etmemizi sağlayabilir. Bu hikayeler, insanların zorlukları, dayanıklılıkları ve umutları hakkında farkındalık yaratmada yardımcı olabilir. Bu hikayeleri doğrudan dinleyebileceğimiz gibi görsel ve yazılı medya yoluyla da takip edebiliriz. · Farklı Perspektifleri Düşünme: Mülteci krizinin karmaşıklığı ve çok yönlülüğü göz önüne alındığında, farklı perspektifleri düşünmek gerekir. Krizin farklı yönlerini anlamaya çalışmak, bizlerin daha geniş bir görüş açısı kazanmamızı sağlayabilir. · Empati Egzersizleri: Empatiyi geliştirmek için empati egzersizleri yapmamız gerekir. Bir kişinin mülteci olarak yaşadığı zorlukları hayal etmek ve bu deneyimi nasıl hissedeceklerini düşünmemiz gerekir. · İnsan Hakları ve Temel İnsanlık Değerleri: Mülteci krizi, insan hakları ve temel insanlık değerleri ile yakından ilişkilidir. Bu değerleri hatırlamalı ve mültecilerin bu haklara sahip olduklarını anlamalıyız. · Empati ve Yardımlaşmanın Önemi: Empati kurarak, mültecilerin yaşadığı zorluklarla daha iyi başa çıkmalarına yardımcı olabiliriz. · Toplumsal Eşitsizlik ve Adalet: Mülteci krizi, toplumsal eşitsizlik ve adalet konularıyla da ilişkilidir. Empati kurarak, bu eşitsizlikleri ve adaletsizlikleri daha iyi anlayabilir ve çözüm yolları arayabiliriz. · Birlikte Çalışma ve Çözüm Odaklılık: Empati kurmak, toplulukların mülteci krizine yönelik daha etkili çözümler aramalarına yardımcı olabilir. Birlikte çalışma ve çözüm odaklılık vurgusu, bizlerin empatiyle hareket etmemizi teşvik edebilir. · Medya ve Stereotipler: Medyanın mülteciler hakkındaki stereotipleri nasıl şekillendirebileceğini anlamalıyız. Empati yaparken, medyanın etkisini göz önünde bulundurmak oldukça önemlidir. · Kendi Deneyimleriyle İlişkilendirme: Empati kurmaya çalışırken, kendi yaşadığımızı deneyimlerle mülteci krizini ilişkilendirmeye çalışırsak daha derin bir bağ kurabilir ve onları daha iyi anlayabiliriz. Empati, insanların farklı perspektifleri anlamalarına ve daha insan odaklı bir toplum oluşturmalarına yardımcı olabilir. Bu konuda açık iletişim ve anlayışlı bir yaklaşım, mülteci krizine karşı daha duyarlı ve etkili bir tutum benimsememize yardımcı olabilir. Şunu da unutmayalım ki hiç kimse durduk yerde mülteci olmaz, olmak istemez. Bu konuda mültecileri suçlayacağımız yerde acaba bizler de hatalar yaptık ve onları devlet ve millet olarak doğru yönlendiremedik mi diye derin derin düşünmeliyiz. TÜRKİYE’NİN SON YILLARDA YAŞADIĞI ÇOK CİDDİ MÜLTECİ KRİZİ, NE HATALAR YAPILDI Kİ OLDU. TÜRKİYE BAŞINDAN İTİBAREN NE YAPMALIYDI. Türkiye, son yıllarda ciddi bir mülteci kriziyle karşı karşıya kalmıştır, özellikle Suriye'deki iç savaşın etkisiyle milyonlarca Suriyeli mülteci ülkeye sığınmıştır. Bu süreçte bazı hatalar yapılmış olabilir ve muhtemelen yapılmıştır da. Başından itibaren farklı yaklaşımlar benimsenmiş olsaydı, krizin etkileri daha iyi yönetilebilirdi. Ancak unutulmamalıdır ki bu tür krizler karmaşık ve çok boyutlu olduğu için ideal bir çözüm bulunması her zaman mümkün olmayabilir. Çok zor da olabilir. Türkiye’nin yaşadığı mülteci krizinde bazı potansiyel hatalar ve alternatif yaklaşımlar: 1. Geç Reaksiyon: Türkiye, Suriye'deki iç savaşın başlamasıyla birlikte hızla büyüyen mülteci akınına daha hızlı ve etkili bir şekilde yanıt verme konusunda daha erken hareket edebilirdi. Bu, mültecilere daha iyi bir yerleşim ve yardım sağlayarak, krizin boyutlarını daha başlangıçta kontrol altında tutma fırsatını sunabilirdi. 2. Yeterli Uluslararası Destek: Türkiye'nin mülteci kriziyle başa çıkması için uluslararası toplumdan yeterli destek alamamış olması da bir hata olarak görülebilir. Daha erken aşamada uluslararası kuruluşlarla ve ülkelerle iş birliği sağlayarak, mülteci krizi yönetiminde daha etkili bir strateji oluşturulabilirdi. 3. Entegrasyon ve İstihdam Fırsatları: Mültecilerin uzun vadeli entegrasyonu ve topluma uyum sağlamaları için daha fazla destek ve istihdam fırsatları sağlanabilirdi. Bu, mültecilerin kendi geçimlerini sağlamalarına yardımcı olurken, ekonomik yükün daha dengeli bir şekilde dağıtılmasını sağlayabilirdi. 4. Kampların İyileştirilmesi: Mülteci kamplarının koşullarının daha iyi hale getirilmesi ve insan haklarına uygun yaşam alanları oluşturulması gerekiyordu. Daha iyi sağlık hizmetleri, eğitim imkanları ve temel ihtiyaçların karşılanması, mültecilerin yaşam kalitesini artırabilir ve insan onurunu koruyabilirdi. 5. Uzun Vadeli Planlama: Türkiye, mülteci krizine uzun vadeli bir perspektifle yaklaşarak, sürdürülebilir bir çözüm stratejisi oluşturmalıydı. Bu, mültecilerin kendi ülkelerine dönme veya yeni bir hayat kurma seçeneklerini daha iyi değerlendirmeyi içerebilirdi. 6. Diplomatik Çözüm Çabaları: Türkiye, Suriye'deki iç savaşın çözümü için daha aktif diplomasi çabaları gösterebilirdi. Çatışmanın sona erdirilmesine yönelik daha güçlü bir çaba, mülteci krizinin temel nedenlerine yönelik bir çözüm sunabilirdi. Bu noktalara ek olarak, mülteci krizlerinin çok karmaşık ve hızla değişen dinamiklere sahip olduğunu unutmamak önemlidir. Alternatif yaklaşımların etkili olup olmayacağı, bir dizi faktöre bağlı olarak değişebilir. Krizlerle başa çıkmak için ulusal ve uluslararası düzeyde iş birliği, empati, uzun vadeli planlama ve insan haklarına saygı gibi değerleri önemsemek her zaman kritik bir öneme sahiptir. Biliyoruz ki Türkiye'ye özellikle güneydoğu sınırından çok sayıda Suriyeli ve Afgan mülteci halen ülkemize girmekte. Halk oldukça tedirgin. Bu mültecilerden ve özellikle de kaçak göçmenlerden kurtulmak ama bunu yaparken de dünyadan tepki almamak için Dış işleri ve Devlet olarak neler yapabiliriz? § İnsani Yardım ve Temel İhtiyaçların Karşılanması: Mültecilere insani yardım sağlamak ve temel ihtiyaçlarını karşılamak önemlidir. Bu, uluslararası toplumda olumlu bir imaj yaratmanıza yardımcı olabilir. Mültecilerin barınma, gıda, su, sağlık hizmetleri ve eğitim gibi temel ihtiyaçlarına dikkat edilmelidir. § Uluslararası İş birliği: Mülteci krizleri genellikle sadece bir ülkenin sorunu değildir. Uluslararası toplumla iş birliği yaparak, mültecilere yardım etmek ve yükü paylaşmak önemlidir. Birleşmiş Milletler, uluslararası insani yardım kuruluşları ve diğer ülkelerle iş birliği yaparak daha etkili bir çözüm bulabilirsiniz. § Gerçekçi Mülteci Politikaları: Mültecilerin girişini kontrol altında tutmak için gerçekçi ve sürdürülebilir mülteci politikaları oluşturulmalıdır. Bu politikalar, mültecilerin kimlik tespiti, kayıt altına alınması ve ihtiyaçlarının belirlenmesi gibi konuları içermelidir. § Sosyal Entegrasyon ve Eğitim: Eğer mültecilerin uzun vadeli olarak kalacakları düşünülüyorsa, sosyal entegrasyon ve eğitim gibi konulara da odaklanılmalıdır. Mültecilere dil eğitimi, meslek edindirme programları ve yerel topluma uyum sağlama destekleri sunulabilir. § İletişim ve Diplomasi: Dünya kamuoyunu bilgilendirmek ve durumu anlatmak için etkili iletişim stratejileri geliştirmek önemlidir. Mülteci krizini çözmek için atılan adımları ve çabalara vurgu yaparak, uluslararası tepkileri daha olumlu yönde etkileyebilirsiniz. § Sınır Kontrolü ve İnsan Kaçakçılığıyla Mücadele: Mülteci akışını kontrol altına almak için sınır güvenliğini artırmak ve insan kaçakçılığı ile mücadele etmek önemlidir. Bu hem ülke içinde güvenliği sağlamak hem de mültecilerin güvende olmasını sağlamak için gereklidir. § Uluslararası Hukuka Uyum: Mültecilerin haklarına saygı göstermek ve uluslararası hukuka uyum sağlamak önemlidir. Mültecilere uluslararası koruma sağlanmalı ve geri göndermeme ilkesine riayet edilmelidir. § Mültecilerin Geri Dönüşü: Mültecilerin ülkelerine güvenli bir şekilde geri dönmeleri için gerekli koşulların oluşturulması ve teşvik edilmesi önemlidir. Bu, mültecilerin kendi ülkelerine dönme isteğine ve güvenliğine bağlıdır. Unutmayın ki mülteci krizleri genellikle karmaşık ve uzun vadeli süreçlerdir. Sadece devlet düzeyinde değil, uluslararası toplumla iş birliği yaparak çözüm aramak önemlidir. Ayrıca, toplumun genel olarak mültecilere karşı olumsuz tutumlarına da çözüm odaklı yaklaşımlar geliştirmek gerekebilir. Mülteci Krizlerine daha insani yaklaşırken Kaçak Göçmenlik konusunda daha sert tutumlar ve kesin deport (ihraç) gereken uygulamalar yapılabilir. Uygulamalar göstermektedir ki Mültecilik insani, kaçak göçmenlik daha ziyade ticari amaçlıdır. Bir gün eğer bizler de bir şekilde mülteci durumunda kalırsak sığındığımız ülkeden neler bekleriz. Özellikle de kendimizden önce eş ve çocuklarımız için. ÖZELLİKLE MÜLTECİ KONUSUNDA YARDIMSEVER VE ULUSLARARASI ÇÖZÜMLER ARAYAN, KAÇAK GÖÇMEN KONUSUNDA FAZLA TAVİZ TANIMAYAN BİR ÜLKE OLMAK ZORUNDAYIZ. Esen kalın. Mehmet Asal

  • EĞİTİM, ÖĞRETİM VE ÖĞRENİM NE DEMEK?

    Mehmet ASAL K12 Okulları Yönetim ve İşletme Danışmanı Bir çocuğun gelişiminde sporun çok ciddi fiziksel, psikolojik ve bilişsel faydaları vardır. Beden eğitimi çocukların; büyük kas grubunu, ince motorlarını geliştirdiği gibi zaman kontrolü, hızlı düşünme, problem çözme gibi bilişsel yeteneklerinin de gelişmesine katkı sağlar. Eğitim kurumlarında gerçekleştirilen sanat çalışmalarının amacı da çocukta estetik duyarlılık, farklı bakış açısı, yaratıcı düşünme gibi becerilerin gelişmesine fırsat yaratmaktır. Çocuk; yaparak yaşayarak ve eğlenerek kendi başarısını ortaya koyar ve psikolojik olarak rahatlar. Ancak ülkemizde çocuklar sadece sınavlara odaklı, fiziksel ve sanatsal faaliyet zamanları bile ellerinden alınarak yarış atına çevrildikleri için ne yazık ki sağlıklı nesiller yetiştirememekteyiz. Ezbere dayalı, fiziksel ve zihinsel gelişmeden uzaklaştırıcı yapı değişmedikçe bizleri çok daha zayıf nesiller rakip edecek. Bir ülke için olmazsa olmaz ilk konu BEKA, Ülkenin güvenliğidir. İkinci ve en az onun kadar önemli bir konu da EĞİTİM’dir. Çok şanslı biri olmalıyım ki 27 sene Silahlı Kuvvetlerde, 20 sene kadar da Eğitim - Öğretim Kurumlarında işletme Müdürü, sonrasında da Danışman olarak görev yapmanın verdiği güven ve birikimle çok önemli olduğuna inandığım bir konuda, Eğitim konusunda bazı birikim ve düşüncelerimi dostlarım ve çevremdekilerle paylaşmak isteği ile bu yazıyı kaleme aldım. Eğitim, Öğretim ve Öğrenim ne demektir? İlk bakışta bu 3 kelimeyi birbirinden ayırmak ve farklarını söylemek oldukça zordur. Aslında buradaki belirsizlik ya da daha doğru bir söylemle bilgisizlik Türkiye’mizin içinde bulunduğu EĞİTİM Çıkmazının da kördüğümüdür. Düğümü çözebilmek için bu 3 kollu ipi iyice anlamamız gerekmektedir. EĞİTİM: (Ailede başlar ve hayat boyu devam eder) "Eğitim", genel olarak bireylere bilgi, beceri, değerler ve kültürel normlar gibi unsurları kazandırmak amacıyla yapılan sistematik bir süreçtir. Eğitim, bireylerin zihinsel, duygusal, sosyal ve fiziksel gelişimini desteklemek ve toplum içinde aktif bireyler olmalarını sağlamak için gerçekleştirilir. Eğitim, resmi (okullar, üniversiteler) ve gayri resmi (aile, çevre) olarak farklı şekillerde gerçekleşebilir. Eğitim sözcüğünün kökenine bakacak olursak Latince bir kelime olan ‘Educa’ kelimesinden gelmektedir. ‘’Yani bitki, hayvan ve çocukların bakımını içeren süreç’’ anlamına gelir. Bu kavrama biraz daha derinlemesine bakacak olursak ünlü eğitim psikologlarından Tyler’a göre eğitim; kişinin davranış örüntülerini değiştirme sürecidir. Durkchim’e göre fizik ve sosyal tabiatın insan üzerinde meydana getirdiği tesirlerdir. Gibi birçok tanım karşımıza çıkmaktadır. Felsefi akımlara göre de eğitimin farklı ve çeşitli tanımları vardır. Örneğin; İdealizme göre eğitim; özgür ve bilinçli insanoğlunun Tanrıya olan yükseltici uyum çabalarının sürecidir. Realizme göre eğitim; yeni kuşak bireylere kültürel mirası aktararak hayata hazırlama süreci olarak ifade edilir. Yani genel olarak bu tanımlardan yola çıkarak eğitimi bireyin davranışlarını değiştirme süreci olarak ele alabiliriz. Bu süreç doğum ile başlayan ve ölüme kadar devam eden uzun ve kapsamlı bir yoldur. ÖĞRETİM: (Okulda başlar, Öğrenci-Öğretmen ve Aile ayaklarından oluşur) "Öğretim", bilgi ve becerilerin aktarılması amacıyla eğitimciler tarafından gerçekleştirilen faaliyetleri ifade eder. Öğretim, öğrenenlere belirli konuları anlatmak, rehberlik etmek, materyal sunmak ve öğrenme süreçlerini desteklemek için kullanılan yöntemleri içerir. Öğretim süreci, öğretmenlerin ders planları hazırlaması, sunumlar yapması, etkileşimde bulunması ve öğrencilerin öğrenmelerini değerlendirmesi gibi aşamaları içerir. Bu iki kavramı karşılaştırdığımızda eğitim; iyi insan olma, ahlaki değerleri benimseme gibi hedefler barındırırken öğretimi ise bireye daha çok bilgi aktarımını sağlayan süreç olarak ifade edebiliriz. Yani eğitim kavramının öğretim kavramından çok daha geniş ve kapsamlı olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Öğretim, öğretmeyi, bilgilendirmeyi, kendini geliştirmeyi, sormayı, sorgulamayı, aklını kullanmayı, bilim üretmeyi hedef alır. Eğitim ise sosyalleşmeyi, iyi bir insan ve iyi bir yurttaş olmayı, paylaşmayı, milli ve manevi değerlere sahip çıkmayı ve en önemlisi de sevgiyi, saygıyı, dostluğu öğretir. ÖĞRENİM: (Bireyin eğitim ve öğretimden aldığıdır) "Öğrenim", bireylerin bilgi ve beceri kazanmak amacıyla eğitim sürecine aktif olarak katıldıkları aşamadır. Öğrenim, eğitim sürecinin temel öğesi olarak kabul edilir. Bireyler, öğrenim yoluyla yeni bilgiler edinir, beceriler geliştirir ve deneyim kazanır. Öğrenim süreci, farklı öğrenme stilleri ve yöntemleri kullanılarak gerçekleşebilir. Bu kavramlar sıkça eğitim alanında kullanılır ve birbirleriyle iç içe geçmiş durumdadır. Eğitim süreci, öğretim ve öğrenimi içerir. Öğrenim ise; Eğitim ve Öğretimden alınanları kapsayan bireysel yetidir. Ne yazık ki ülkemizde EĞİTİM ve ÖĞRETİM sağlıklı olmadığı için bunların doğal sonucu olarak ÖĞRENİM de sağlıksız ve yetersiz durumdadır. Yine ülkemizin eğitim ve öğretime olan bakışını ele alacak olursak toplumumuzda ve daha kötüsü okullarımızda daha çok öğretimin ön planda tutulduğu, eğitimin ise çok daha geride kaldığını açıkça görebilmekteyiz. Okullar öğrencilere bilgi pompalayan makineler görevi görürken aileler de çocuklarının iyi bir meslek sahibi olma, statü elde etme, bol kazanç sağlama gibi sebeplerden dolayı eğitimi geri plana itip öğretimi kutsamaktadır. Bu yaklaşımla devam edileceğini düşünürsek ileride karşımıza baş edilemez sorunlar çıkaracaktır. (Sanki şimdilerde çıkmıyor mu?) Eğitim ve öğretimde başarı elde etmiş ülkelerin sistemleri incelendiğinde; bireylere temelde iyi bir eğitimin verildiğini ve öğretim sürecinin bunun üzerine bina edildiğini görmekteyiz. Mesela son yıllarda ismini sıkça duyduğumuz hatta bazen gına geldi dediğimiz Fin Eğitim Sistemi bu duruma örnek olarak gösterilebilir. Finlandiya eğitim bakanı oluşturulan yeni sistemin temel amacının “topluma faydalı iyi insanlar yetiştirmek” olduğunu söylemektedir. Yani yeni sistemin amacının Pisa sınavlarında birinci olmayı amaçlamadığını veya uluslararası rekabet olmadığını görmekteyiz. Baktığımızda eğitime verilen bu değer beraberinde bu alandaki başarıları da getirmiştir. Eğitime bakış açısına ışık tutan bir diğer örnek de; Almanya’da bir lise müdürünün her sene başında öğretmenlere yolladığı mektuptur. Mektubun içerisinde şu ifadeler yer almaktadır. “Ben toplama kampından sağ kurtuldum ve gözlerim hiçbir insanın görmemesi gereken şeyleri gördü. İyi yetiştirilmiş mühendislerin inşa ettiği gaz odaları, iyi doktorların zehirlediği çocukları, işini iyi bilen hemşirelerin vurduğu iğnelerle ölen bebekleri gördüm. Bu nedenle sizden ricam öğrencilerimizin iyi bir insan olması için çaba harcayın” şeklindedir. Bu da ancak iyi bir eğitim üzerine inşa edilmiş öğretimle gerçekleşir. Kuru bir öğretim maalesef karşımıza insanlıktan uzak ve acımasız bireyler çıkarabilir. Biz de toplum ve eğitime gönül verenler olarak konuya hak ettiği değeri verdiğimizde ve öğretimi kutsallaştırmayıp bireylerin akademik başarılarını ön planda tutmadan sistemimizi inşa ettiğimizde daha nitelikli ve insani değerlere bağlı bireyler yetiştirebiliriz. Ülkemize geldiğimizde; anket ya da bir form doldurulurken en çok karşılaşılan soru: Öğrenim Durumunuz Nedir? Olmaktadır. Yukarıdaki tanımlara bakınca da en cevap verilemeyecek sorudur bu? Amaçlanan Öğretim Durumunun sorulmasıdır. Yani bitirdiğiniz son okulun seviyesi. Öğretim durumuna yazabileceğiniz seçenekler; İlköğretim, Ortaöğretim, Lise, Lisans, Yüksek Lisans, Doktora’dır. Bu cevaplar tamamen nicelikseldir. Kurumsalı belirtir. Yani öğretim sistemimizin müfredat içeriği, kalite ve kalkınmamıza katkı yetersizliği ne en ufak bir ışık tutmaz. Öğretim; okullar, kurslar ve üniversiteler vasıtasıyla bireylere hayatta gerekli olan bilgi ve kabiliyetlerin sistematik bir şekilde verilmesidir. Eğitim ise, bireyin doğumundan ölümüne süregelen bir olgu olduğundan ve politik, sosyal, kültürel ve bireysel boyutları aynı anda içinde bulundurduğundan, tanımının yapılması zor bir kavramdır. Bireylerin toplumun standartlarını, inançlarını ve yaşama yollarını kazanmasında etkili olan tüm sosyal süreçlerdir. Kişinin yaşadığı toplum içinde değeri olan, yetenek, tutum ve diğer davranış biçimlerini geliştirdiği süreçlerin tümüdür. Seçilmiş ve kontrollü bir çevrenin (özellikle okulun) etkisi altında sosyal yeterlilik ve optimum bireysel gelişmeyi sağlayan sosyal bir süreçtir. Diğer bir ifadeyle Eğitim, önceden saptanmış esaslara göre insanların davranışlarında belli gelişmeler sağlamaya yarayan planlı etkiler dizesidir. Eğitim, bireyin davranışlarında kendi yaşantısı yoluyla kasıtlı olarak istedik değişme meydana getirme sürecidir. Eğitim iki alt kademeden oluşur: 1. Toplumsal Eğitim 2. Kurumsal Eğitim 1. Toplumsal eğitim (Ailesel eğitim de dahil) Bireyin, toplumun bir parçası olarak aileden başlamak üzere çevresindeki sosyal yapıdan aldığı eğitimdir. Geleneklere, dine, sınıfa vb. bağlı olan bu eğitim bireyin değer yargılarının yapısını oluşturur ve bir şekilde toplumun devamını sağlar. Daha sonraki yaşamında da beşerî ilişkileri veya öğrenci kariyeri anlamında aldığı eğitim de çok önemlidir. Topluma yönelik eğitim faaliyetlerinin ortak noktası; okul dışı, bir başka ifadeyle örgün eğitimin dışında kalmasıdır. Dolayısıyla, sosyal pedagoji; mecburî eğitimini tamamlamış olan veya buna paralel olarak bazı sosyal sorunlu kişiler için, genelde kamu kurum ve kuruluşlarınca düzenli, plânlı ve sistemli bir şekilde yürütülen yaygın eğitim faaliyetlerinin bütünüdür. 2. Kurumsal eğitim (Öğretim) Eğitimin okullaşmış halidir. Eğitimin profesyonel bir örgütlenme içinde bireye sağlanmasıdır. Ülkemizde halen mevcut Kurumsal eğitim sisteminde; Kalabalık sınıflara, okul sayısının yetersizliğine, eğitimin niteliği ve atanmayı bekleyen yeni mezun öğretmenlerin sayısının bir hayli fazla olmasına rağmen, okullarda yaşanan öğretmen sıkıntısına varıncaya kadar birçok sorun bulunmaktadır. Bunların yanı sıra doğrudan öğretim süreciyle ilgili sorunlar da vardır. Bu sorunların bazılarını; Öğrencilere gereksiz bilgi aktarım çabası, ya da tam tersi eksik bilgi verilmesi, Bilginin etkili bir biçimde aktarılamaması, Bilginin kalıcı ve anlamlı olmaması, Öğretim programlarının yoğun olması, Öğrenme ortamlarının niteliğinin yetersizliği, Kaynak, materyal, araç-gereç yetersizliği, Öğretmenlerden, öğrencilerden, çevreden kaynaklanan sorunlar ve Doğru yöntemlerin kullanılamaması Olarak sıralamak mümkündür. Kurumsal Eğitim 3 bacaktan oluşur: Öğrenci Okul (Öğretmen) Aile (Veli) Bunlardan biri eksik olursa, tıpkı bir otomobil tekerleğinin sadece 2 vida ve somunla aks eksenine dik duramaması gibi, eğitim düzlemi de ayakta duramaz. Ekonomik İş birliği ve Kalkınma Örgütü'nün (OECD) eğitim endeksine de yansıyan çarpıcı veriler, "Türkiye'de eğitim sistemi neden istenilen seviyeye ulaşamıyor?" sorusunu da beraberinde getirmektedir. Türk Eğitim Derneği Genel Başkanı Selçuk Pehlivanoğlu, fırsat eşitsizliğinden kaynakların kullanılmasına kadar eğitim sisteminin iyileştirilemeyen yönlerini aşağıdaki şekilde sıralamaktadır: 1- Eğitim politikalarının sürdürülebilir olmaması: Ulusal bir eğitim politikamız yok. Bakandan bakana, Yükseköğretim Kurumu (YÖK) başkanından YÖK başkanına değişen eğitim sistemi dikiş tutmuyor. Türkiye'nin acilen ulusal bir eğitim politikasına ihtiyacı var. Ülkeleri ayakta tutan ve ileriye taşıyan yegâne alan eğitim ise onu siyaset üstü bir yaklaşımla ele almamız gerekiyor. Eğitimde sil-baştan mantığı bırakılmalı, yönetim değişikliğiyle birlikte değişmeyecek, uzun soluklu uygulamalar hayata geçirilmelidir. 2- Sınavlar: Okullar sınavlara giriş bileti veren binalar olmuştur. Sınavlar eğitim sisteminin en büyük sorunudur. Türkiye'de okul, bilgi vermenin yanı sıra yaşam becerisi kazandıran en önemli kurum olmaktan çıkarak, sınavlara giriş için gerekli olan belgenin alınacağı bir binaya dönüştü. O nedenle okulu kıymetli yapmadığımız hiçbir sistemden verim bekleyemeyiz. Geldiğimiz süreçte sınavlar, eğitim-öğretim sürecinin olağan bir parçası olmanın ötesine geçti; tüm eğitim sisteminin amacı bir sıralama sınavına hapsedildi. Yani "sınav için eğitim" anlayışı tüm sistemi esir aldı. O nedenle bugün pek çok liseli okulda vakit kaybetmemek ve sınavlara hazırlanmak için kaydını açık liseye alıyor. Unutulmamalı ki sınav sistemi, aileler için hem maddi hem manevi büyük bir külfet haline geldi. 3- Fırsat eşitsizliği/eğitimde adalet ya da adaletli eğitim: Fırsat eşitliğini, eğitimde adalet ya da adaletli eğitimde aramalıyız. Anayasa'mızda belirtildiği gibi Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan her çocuğun eşit eğitim hakkı olmalı. Ancak, Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde geleceği sınavlara bağlanan çocuklar için adil bir eğitim sürecinden bahsetmek mümkün değil. Bu farkı size birkaç örnekle açıklayayım. Öğrencilerin Liselere Geçiş Sistemi'nde (LGS) başarıları ile en güçlü ilişkiye sahip değişkenlerden biri okulun ve öğrencinin sosyo-ekonomik düzeyidir. LGS'de anne-babasının eğitim düzeyi ilkokul olan öğrenci ile anne-babasının eğitim düzeyi lisansüstü eğitim olan öğrenci arasında 120 puan fark var. Ülkeler arası değerlendirmelerde de en başarılı öğrencilerimiz sosyo-ekonomik olarak avantajlı olan ailelerin çocukları. Türkiye, 43 ülke arasında PISA'da en iyi performans gösteren öğrencilerinin daha çok sosyo-ekonomik olarak iyi ailelerin çocukları oldukları görülüyor. Türkiye'de en düşük ve en yüksek başarı ortalamalarına sahip bölgeler arasındaki başarı farkı, aynı sınıf seviyesindeki öğrenciler için neredeyse 3 yıllık öğrenme sürecine karşılık geliyor. 4- Eğitimin niteliği: Niceliğe boğulan eğitimde nitelik mumla aranıyor. Türkiye'de eğitim sistemi nicelik salgınına yakalandı. Yıllardır virüsü engellemek için aşı çalışmaları yapılıyor ama henüz sonuç alınamadı. Nicel ile nitel arasındaki anlam farkını çözdüğümüzde eğitimde yol almaya başlayacağız. Olumlu gelişmeler yok mu? Elbette var, son yıllarda okullaşma oranları, sınıf mevcutları gibi konularda nicelik açısından önemli mesafeler kat edildi. Ancak nitelik için aynı şeyi söylemek ne yazık ki mümkün görünmüyor. Örneğin; İlkokulu bitirmiş yaklaşık yedi çocuktan biri okuduğu basit bir metni dahi anlayamıyor. 12 yıllık zorunlu eğitimi tamamlayan bir öğrenci ancak 9 yıl eğitim almış kadar öğrenme düzeyine sahip olabiliyor. İlkokul ve ortaokulda haftada 5 saat matematik dersi verilmesine rağmen 2022 LGS'ye giren yaklaşık 85 bin öğrenci bir soruyu dahi doğru yanıtlayamıyor. 2022 Yükseköğretim Kurumları Sınavı (YKS) Temel Yeterlilik Testinde (TYT) tek bir neti olmayan aday sayısı yaklaşık 97 bin. 5- Temel becerilerin kazandırılamaması: Öğrenciler okuduğunu anlamıyor, dört işlem yapamıyor. Türkiye'de temel eğitimi bitirmesine rağmen okuduğunu anlamayan, dört işlem becerisi dahi kazanamamış öğrencilerin oranları azımsanmayacak düzeyde. Öyle ki, ilkokulu bitirmiş yaklaşık yedi çocuktan biri okuduğu basit bir metni anlayamıyor. Oysa son yıllarda uluslararası değerlendirme çalışmalarındaki başarılarıyla dikkat çeken Singapur, Kore, Japonya, Avusturya gibi ülkelerdeki öğrencilerin neredeyse tamamı temel yeterlik düzeyinin üzerinde performans gösteriyor. En basit ifadeyle bu ülkelerdeki eğitim sistemleri, öğrencilerin içine doğdukları koşullardan bağımsız olarak onlara hayat boyu öğrenme fırsatları için gereken eğitim temelinin atılmasını sağlıyor. Bizde ise çocukların yüzde 37'si matematikte, yüzde 26'sı okumada, yüzde 25'i fende temel becerilere dahi sahip değil. 6- Eğitimin istihdama geçişe hizmet etmemesi: Gençler, okulun geleceğe katkısına şüpheyle bakıyor. Üniversiteler işsizliği ertelemek için bir yola dönüştü. Yüzlerce üniversite var ama genç yetişkinler işsiz, işverenler ise mezunların niteliğinden şikayetçi. OECD raporuna göre Türkiye hem yükseköğretim mezunlarının hem de ortaöğretim mezunlarının istihdam oranlarının en düşük olduğu OECD ülkesi. 25-64 yaş aralığındaki ortaöğretim mezunu dâhi olmayanların istihdam oranı yüzde 50, ortaöğretim mezunlarının istihdam oranı yüzde 59, yükseköğretim mezunlarının istihdam oranı yüzde 72. Türkiye'de eğitim düzeyinin artması, işsizliğin azalması yönünde beklenen katkıyı dahi sunmuyor. Türkiye'de yükseköğretim mezunlarının işsizlik oranları ile daha alt düzeyde eğitim almış olanların işsizlik oranları arasında önemli farklılıklar bulunmuyor. 25-34 yaş aralığındaki genç yetişkinler arasında ortaöğretim mezunu dâhi olmayanlar içinde işsiz olanların oranı yüzde 14, ortaöğretim mezunu olanların içinde işsiz olanların oranı yüzde 13 ve yükseköğretim mezunu olanların içinde işsiz olanların oranı ise yüzde 14 düzeyinde. Türkiye'de, 18-24 yaş aralığındaki nüfusun yarısından fazlası (yüzde 59,9) eğitimde değil. Bu yaş grubunda eğitim sisteminin dışına çıkmış gençlerin nerede olduğuna bakıldığında ise yarısından (yüzde 27,7) daha azının istihdamda olduğu görülüyor; geri kalan kısmının (yüzde 32,2) ise ya işsiz olduğu ya da çalışmadığı ve iş aramadığı sonucuna ulaşılıyor. 7- Öğretmenin sistemdeki konumu-itibarı: Öğretmene atfedilen değer branşından çıkan soru sayısıyla doğru orantılı. Yıllar içinde bilgiye ulaşmanın yöntemleri değişti. Eğitim sistemimiz ise ne yazık ki bu hıza ayak uyduramadı ve öğretmenliğin toplumsal statüsü değişti. Bugün öğretmenlik mesleği teknik sınav hazırlayıcı lığı ve mekanik bilgi aktarıcılığına indirgendi. Öğretmenlere atfedilen değer ne yazık ki branşlarından çıkan soru sayısıyla doğrudan ilişkili hale geldi. Öğretmenler kısa zamanda daha çok içeriğin aktarılabileceği öğretim yöntemlerine yönelmek zorunda kalıyor, öğrenciler için bilgiyi anlamlandırmak ve öğrenmekten keyif almak geri plana atılıyor. Öğretmenlik mesleğinin statüsünün ve itibarının yeniden tesis edilmesine ihtiyaç var. 8- Kaynakların verimli kullanılamaması: Kaynak var. Çıktı nerede? Türkiye'de her yıl merkezi bütçeden aslan payı eğitime ayrılır. Ancak eğitime yapılan harcamaların pozitif ekonomik çıktılar sağlaması, eğitimin nitelikli insan kapasitesini artırma gücüne ve kaynakların etkin kullanımına bağlıdır. Bütçeden en yüksek pay eğitime ayrılsa bile, neredeyse yarım milyon öğrenci hala 50 kişilik sınıflarda eğitim görmektedir. 18-24 yaş aralığındaki gençlerin yüzde 62'si eğitimlerini yarım bırakmaktadır. Yükseköğretim mezunu her 4 gençten 1'i işsizdir. Her 3 gençten 1'i; ne eğitimde ne istihdamda. Öğrenci başına yapılan eğitim harcamaları OECD ortalamasının yarısından daha az. Hane halkının yüklendiği eğitim maliyeti OECD ortalamasından iki kat fazla. Bu göstergelerle eğitim sistemimizde kaynakların verimli kullanılabildiğini söylemek ne yazık ki mümkün değil. 9- Öğretmen yetiştirme süreçlerinin çağın ihtiyaçlarıyla uyumlu olmaması: Eğitim fakültelerine dikkat. Eğitim fakültelerinin geleceğe uygun bir programlamaya ihtiyacı bulunuyor. 21'inci yüzyıl Türkiye'sinde "Nasıl bir öğretmen yetiştirmek istiyoruz?" sorusunun cevabı net olarak ortaya konmuş değil. Bu da etkili öğretmen yetiştirme modelinin oluşturulmasının önünde büyük engel teşkil ediyor. Bu sebeple, Türkiye'de hem uluslararası eğitim politika önerilerini hem de ulusal ihtiyaçları göz önünde bulundurarak oluşturulmuş öğretmen yetiştirme programlarından söz edemiyoruz. 10- İkili eğitimin sonlandırılamaması: Fırsat eşitliği bağlamında okullar arası altyapı ve imkân farklılıklarının giderilmesi ve her çocuğun hak ettiği nitelikli eğitimi alabilmesi için ikili eğitimin tamamen sonlandırılması artık bir tercihten ziyade zorunluluk haline geldi. 2021 yılı itibarıyla ikili eğitimde okuyan ilkokul öğrencilerinin oranı yüzde 37,3, ortaokul öğrencilerinin oranı yüzde 27,6 ve lise öğrencilerinin oranı ise yüzde 4,2. EĞİTİM SADECE OKULDA MI VERİLİR? Yazımın en başında belirtmiştim. Bunu tekrarlamakta büyük fayda görüyorum. EĞİTİM: (Ailede başlar ve hayat boyu devam eder) Çocukların anne şefkatini eksiksiz doya doya yaşaması psikologların altını özellikle çizdikleri bir konudur. Çocukların çok erken yaşlarda kreş ve okula gönderilmesinin de farklı travmalara yol açabileceği aynı uzmanlar tarafından vurgulanmaktadır. Eğitimin sadece okulda verilebileceği, okul dışında bunun gerçekleştirilemeyeceği, gerçekleştirmek için de yeterli birikimin ve anlayışın olmadığı, ailede bile bu konuda yetersizlikler olduğu gerçeği de maalesef kabul edilmek zorundadır. Çünkü eğitim ailede başlar, okullarda koordineli hâle getirilir ve hayatın her merhalesinde yaşanır. Bu, eğitimin insanda vücuda gelmesinin ve davranışa dönüşmesinin yegâne şartıdır ki şu an bütün eğitim yükünü sadece okullara yüklemiş olmanın acı çaresizliği ile karşı karşıya bulunmaktayız. Peki, gerçekten bu durum geçmişte de böyle miydi? Kesinlikle hayır! Çünkü eğitim, hayatın her yerindeydi ve hayatın kendisiydi. İnsan hem sokakta/ çevrede hem ailede hem de toplum içinde eğitilirdi. Geçmişte bir çocuğun anne ve babasından sonra köy, mahalle veya kasaba halkı, çocuk açısından otokontrol aracıydı. Eğitim; sadece okulun değil, başta aile olmak üzere çocuğun bütün paydaşlarının da vazifesidir. Bu paydaşlık durumu, aynı mahallede, aynı köyde, aynı çevrede beraber yaşamak olarak da tarif edilebilir. Fakat hayatımızın her merhalesinde çeşitli değişim süreçleri ile karşı karşıya kalmaktayız. Günümüzde bir kimse başka birinin çocuğunu sorumluluk noktasında uyarmaya kalkıştığında çocuğun ailesinin, çocuğu uyaran şahıs öğretmen bile olsa kavgaya yeltenmesi başka nasıl açıklanabilir? Hata ve yanlışlarına rağmen bu aşırı sahiplenme refleksi hangi ruh hâlinin tezahürüdür? Çocuğun eğitimini sadece bir kuruma havale ediyorsak ve diğer kurumlar da “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın!” anlayışına sahipse eğitim problemlerimizin çözülmesi mümkün müdür? ROL MODEL SIKINTISI Bugün eğitim açısından en büyük sıkıntılarımızdan biri de çocuğun önüne rol model şahsiyetler koyamama çaresizliğimizdir. Annenin ve babanın söyledikleri bazen çocuğa ters gelebilir. Tecrübeli eğitimciler; ebeveynlerin, çocuk için değerli olan kimselerle iş birliği yapmasını tavsiye eder. Çocuğun değer verdiği kimse, eğer o çocuk için bir anlam taşıyorsa yapacağı nasihatler ve çizeceği yol haritaları da çocuk nezdinde karşılık bulacak ve biraz sitemle karışık tavsiyeler çocuğun hayatında çok özel dokunuşlara dönüşebilecektir ki anne babaların yapacağı bu kritik manevralar bazen hayati neticeler verebilir. Bütün bu anlatılanların yanında, her çocuğun kendine ait bir ruh ve duygu dünyası olduğu da unutulmamalıdır. Öyle ki bir insana söylediğimiz sözün tesirli olabilmesi için öncelikle nasihatte bulunan kimsenin aynı konuya kendisinin hassasiyet göstermesi elzemdir. “Davranışlarımızla ortaya koyduklarımız, sözlerimizle ilettiklerimizden daha tesirlidir.” ÇOCUKLARIN ERKEN YAŞLARDA OKULA GÖNDERİLMESİ Bütün bunların yanında çocukların temelden anne şefkatini eksiksiz doya doya yaşaması çocuk psikologlarının da altını özellikle çizdikleri bir konudur. Bugün modernizmin çarkları arasında ezilen hayatlar, daha rahat yaşamak ve para kazanmak adına çocuklarını hiç tanımadıkları kimselere emanet etmek zorunda kalabilmektedirler. Çocuğun öncelikle ailede yani yakın çevrede temel değerleri öğrenmesi çok önemlidir. Sınavlarda daha iyi hazırlanmak isteyen milyonlarca öğrencimiz okulu bırakıp açık liseye yönelerek hataların en büyüğünü yapıyor. Haftanın 5 günü 40 saate yakın sürede sınıfta alamadığını, dinlenmesi, sosyalleşmesi gereken bir çocuğun hafta sonu 4*5 saatte almasını beklemek ne kadar akıl işidir? Gelişmiş ülkelerde bu tarz dershanelerin varlığını hiç duydunuz mu? Başta öğretmenleri, aileleri ve yakın çevreleri olmak üzere hiç kimse, onlara, okulun dershane olmadığını hatırlatmıyor mu? Peki biz ne yapıyoruz? Eğitimi çoktan rafa kaldırdık, öğretimi de sınav kazanmaya indirgedik! Sınavda soru çıkmayan dersleri külfet gibi gören, yılda 200 bin test çözmekle övünen gençler yetiştiriyoruz. Eğitimden tek beklentimizi sınavlar mı? Öğrencilerinizden tek beklentiniz hızlı test çözüyor olmak mı? Açık öğretimin amacı, zamanında okula gidemeyen, çalışmak zorunda kalan ya da bilgilerini tazelemek isteyen yetişkinlere yeni bir şans yaratmak mı yoksa onları zorunlu eğitim çağındayken okulundan, öğretmeninden, spordan, sanattan, mesleki derslerden ve sosyal bilimlerden kopartmak mı? Türkiye’de eğitim ve öğretim sürekli problemli. Eğitim hayat boyu. Öğretim ise bunun okullarda verilen kısmı olarak tanımlanıyor. Çocuklar öğretim alanında okullarda sadece sınav odaklı yetişiyor. Oysa özellikle 11-20 yaş arası gençlerin bedensel ve sanatsal beceri kazanmaya ve yeteneklerinin ortaya çıkarılmasına çalışılması gerekmez mi? Bu yolda Türkiye’de yapılan hatalar nelerdir? Daha sağlıklı, yetenekli ve bilgili gençler yetişmesi için eğitim ve öğretim sistemi ne şekilde reforme edilmelidir? 1. Çok Yönlü Bir Eğitim Anlayışı Benimsenmelidir: Eğitim sadece akademik başarıya dayalı olmamalıdır. Öğrencilerin bedensel, zihinsel, duygusal ve sanatsal gelişimini destekleyen bir müfredat oluşturulmalıdır. Spor, sanat, müzik, drama gibi alanlar da eğitimde yer almalıdır. 2. Öğrenci Merkezli Bir Yaklaşım Geliştirilmelidir: Öğrencilerin ilgi ve yetenekleri dikkate alınarak öğrenme deneyimleri tasarlanmalıdır. Bireysel farklılıkları gözetmek, öğrencilere kendi öğrenme yolculuklarını keşfetme fırsatı verir. 3. Eleştirel Düşünme ve Problem Çözme Yeteneklerini Geliştirilmelidir: Sadece bilgiyi ezberlemek yerine, öğrencilere eleştirel düşünme, analiz yapma ve problemleri çözme becerileri kazandırmaya odaklanan bir eğitim anlayışı benimsenmelidir. Bu, öğrencilerin gerçek dünya problemleriyle başa çıkabilmelerini sağlar. 4. Öğretmen Eğitimine Önem Verilmelidir: Öğretmenler, eğitim sistemini şekillendiren en önemli unsurdur. Onların mesleki gelişimine ve sürekli eğitimine yatırım yapılmalıdır. Modern öğretim yöntemleri, psikoloji ve pedagoji konularında güncel bilgilerle donatılmalıdır. 5. Sınav Odaklı Değil, Öğrenmeye Dayalı Değerlendirme yapılmalıdır: Sınavlar yerine proje tabanlı çalışmalar, sunumlar, portfolyolar gibi farklı değerlendirme yöntemleri kullanılmalıdır. Bu, öğrencilerin anlama ve uygulama becerilerini ölçmeye daha uygun olacaktır. 6. Teknoloji Eğitimde Etkin Kullanılmalıdır: Günümüzde teknoloji, öğrenme deneyimlerini zenginleştirebilir. Eğitim materyallerinin dijitalleştirilmesi, uzaktan eğitim seçeneklerinin sunulması ve eğitimde interaktif araçların kullanılması eğitimi daha erişilebilir ve çekici hale getirebilir. 7. İş birliği ve Öğrenci Katılımı Teşvik Edilmelidir: Öğrencilerin birbirleriyle iş birliği yapabileceği, projeler üretebileceği ve kendi öğrenme süreçlerine katkıda bulunabileceği ortamlar yaratılmalıdır. Grup çalışmaları ve bu gibi ortamlar öğrenmeyi daha anlamlı hale getirir. 8. Sürekli Değerlendirme ve İyileştirme: Eğitim sistemi düzenli olarak değerlendirilmeli ve ihtiyaç duyulan yerlerde iyileştirmeler yapılmalıdır. Öğrenci, öğretmen ve veli geri bildirimleri dikkate alınarak sistem sürekli olarak güncellenmelidir. Unutmayalım ki eğitim reformu uzun vadeli ve kapsamlı bir çaba gerektirir. Bu öneriler, Türkiye'nin eğitim sistemindeki zorlukları aşmak için bir başlangıç noktası olabilir. Yukarıdaki incelememizde de gördüğümüz gibi, Türkiye’de üniversiteler de özellikle nitelik ve kısmen de nicelikleri bakımından yetersizdir. Öğrenciler üniversitelere merkezi bir sınav sistemi sonucu yerleştirilir. Bu durumda da tüm Öğretim dönemi sınav ve test çözme odaklı geçmektedir. Gençler sadece ezbere dayalı ve soru çözme hızına bağlı olarak başarılı addedilmektedir. Bu yanlıştan kurtulmak için üniversitelere öğrenci seçilirken nasıl bir eliminasyon ya da seçim yapılabilir. 1. Çok Kriterli Seçim Süreci: Yalnızca merkezi bir sınav sonucuna dayalı değil, öğrencilerin genel akademik başarıları, ilgi alanları, yetenekleri, liderlik potansiyeli ve sosyal katkıları gibi bir dizi kriteri göz önünde bulunduran bir seçim süreci oluşturulabilir. Bu tür bir yaklaşım, öğrencilerin sadece sınav sonuçlarına değil, geniş bir yelpazede yeteneklerine ve potansiyellerine göre değerlendirilmesine olanak tanır. 2. Portfolyo Değerlendirmesi: Öğrencilere, lise yılları boyunca gerçekleştirdikleri projeler, yazılar, sanatsal çalışmalar ve diğer başarıları içeren portfolyolar hazırlama fırsatı verilebilir. Bu portfolyolar, öğrencilerin sadece akademik değil, aynı zamanda yaratıcılık, liderlik ve iş birliği gibi becerilerini de göstermelerine yardımcı olabilir. 3. Mülakat ve Yetenek Testleri: Öğrencilere bireysel veya grup mülakatları ile yetenek testleri gibi yöntemler uygulanabilir. Bu, öğrencilerin iletişim becerilerini, analitik düşünme yeteneklerini ve diğer özgün niteliklerini değerlendirmenin bir yolu olabilir. 4. Lise Eğitimi Kalitesinin Artırılması: Üniversiteye kabul sürecini iyileştirmenin yanı sıra, lise eğitimindeki sınav ve test odaklı yaklaşımın değiştirilmesi de önemlidir. Öğrencilere eleştirel düşünme, problem çözme, iletişim ve iş birliği gibi becerileri geliştirmeye yönelik bir müfredat sunulabilir. 5. Yurtdışı ve Batı Örneklerine Bakmak: Yurtdışındaki üniversite seçim süreçlerini inceleyerek, öğrenci seçiminde kullanılan farklı yöntemleri öğrenebilirsiniz. Örneğin, Amerika Birleşik Devletleri'nde çok çeşitli kriterler kullanılarak öğrenci seçimi yapılır ve sınav sonuçları sadece bir parçasıdır. İngiltere'de ise UCAS başvuru sistemi, öğrencilerin kişisel beyanlarını, referanslarını ve ilgi alanlarını da değerlendirmeye alır. 6. Eğitimde Toplumsal Değişim ve Farkındalık: Eğitimde sadece bir reform yapmak yeterli değil, aynı zamanda toplumsal bir değişim ve farkındalık oluşturmak da önemlidir. Öğrenci, veli, öğretmen ve toplumun genelinde eğitimin amacı ve önemi konusunda farkındalık yaratmak, sistemin daha iyiye doğru evrilmesine yardımcı olabilir. Türkiye'de gerçekleştirilecek reformların, Türk toplumunun ihtiyaçları, değerleri ve kaynaklarına uygun şekilde tasarlanması gerekmektedir. Yurtdışı örneklerini inceleyerek fikir edinmek faydalı olabilir, ancak kopyala-yapıştır bir yaklaşım yerine yerel ihtiyaçları gözeten özgün bir sistem oluşturmak daha etkili sonuçlar doğurabilir. Ülkemizde gençlerden istenen ve eğitim sisteminden beklenen dört temel unsur vardır. Bunlar çocuklarımızın: Özgüvenli yetişmesi, İçindeki potansiyeli açığa çıkaracak bedensel ya da sanatsal uğraşısı olması, İkinci bir dili anadil seviyesinde konuşup yazabilmesi, Akademik yeterliliğe sahip olmasıdır. Saygılarımla. Mehmet ASAL

  • SEÇİMLERE 3 AY KALA HALİHAZIR EĞİTİM SEVİYEMİZ VE SEÇİME YANSIMASI

    Bundan 2 yıl önce, DİE (Devlet İstatistik Enstitüsü WEB Sitesinden bizzat aldığım veriler ile “2020 YILI İTİBARIYLA TÜRKİYE’NİN GENEL EĞİTİM SEVİYESİ” konulu bir makale yazmıştım. BKNZ: https://mehmetasal.wixsite.com/asal/post/2020-itibar%C4%B1yla-t%C3%BCrki-ye-nin-genel-e%C4%9Fitim-seviyesi O tarihte Türkiye Nüfusu 82 Milyon kişi görülüyordu. Yaptığım çalışmada, bu 82 Milyonun Sadece 27 Milyonu ki o da toplam nüfusun %37’si etmekteydi, lise ve üstü eğitim seviyesinde görünüyordu. %63’ü ise Orta Okul ve altı düzeyde veya tamamen cahil denilebilecek oranda okuma yazma bilmeyenlerden oluşuyordu. O zaman; bizi kim mi yönetiyor? Diye bir soru sorduğumda da: “%63’ü eğitimsiz hatta cahil denebilecek düzeydeki halkın belirlediği iktidarlar demiş, kalan %37’nin ne yaptığının da maalesef sonucu değiştirmediğini/değiştiremeyeceğini açıklamıştım. O tarihte bu sistemi şu şekilde adlandırmıştım. “KALİTESİZ, ÇOĞULCU SÖZDE DEMOKRATİK SİSTEM.” Birçok köşe yazarı bu çalışmamı referans alarak bununla ilgili görüşlerini açıkladılar. %63’ün (47,5 milyon) en az %30’u (14 milyon kişi daha) diğerlerinin seviyesine gelmedikçe bu ülkede KATILIMCI DEMOKRASİ VE SONUÇLARI’ndan ümit olmadığını yazdılar... Nüfus artış oranları ve artışa paralel olarak öncelikle bu %63 lük kesimin diğer kesime nispetle daha fazla çoğalacağı dikkate alındığında, sonuç gelecek için de ümitsiz görünmektedir… diyerek yazımı noktalamıştım. Aradan geçen 2 yıldan fazla bir süre ve yeniden seçimler çok yaklaşmış iken, halihazır duruma tekrar bakmak istedim. Acaba o dönemde fazla abartılı bir sonuca mı ulaşmıştım? Durum giderek düzeliyor muydu? Düzelecek miydi? O günden bu yana nüfusumuz 3 milyona yakın artmıştı. Gerçi araya COVID filan girmişti ama iyi kötü devam eden bir eğitim sistemi de vardı. Yine DİE’nin Resmî WEB Sitesine girdim. 2 yıl önceki çalışmamda esas aldığım kriterlere göre araştırdım. 03 Şubat 2023 itibarıyla elde ettiğim sonuçlar tahmin ettiğim gibi orantısal olarak daha da kötüye gitmişti. Bu tabloyu da aşağıda veriyorum. Lise ve Üstü Eğitimli nüfus = %35 Eğitimsiz ya da cahil sayılabilecek kesim = %65 dir. Doğrudan bu artış ve eğitimsizlikle bağlı olmamakla birlikte, Eğitim Sistemimiz baştan aşağı yenilenip reformlarla güçlendirilmeden, eğitimin sadece Okul Binası yapmak değil hem içini hem de çevresini spor ve sanat alanları ile donatmak ve ehliyetli öğretmenleri her alanda kullanmak gerektiğini anlamadıkça sayısal olmasa da kalite olarak durum iyiye gideceğine daha da kötüleşiyor. Tüm Sanayi Devrimlerini ıskalamış, üretimde, ilimde ve bilimde kopyacılığı esas almış, başarıyı sadece test tipi sınavda daha fazla doğru cevap olan kutuyu kurşun kalemle doldurmaya bağlamış, gençlerin fikri ve bedeni ve sanatsal yeteneklerini dikkate almayan, çıkarmaya/ geliştirmeye çalışmayan, tamamen ezber ve sınav odaklı sistemlerle olacağı da bu kadar. Mehmet Asal, K12 Okulları Yönetim ve İşletme Danışmanı

  • TÜRK MİLLİ EĞİTİM SİSTEMİ NASIL OLMALIDIR?

    YAZAN : Mehmet ASAL - Fatma Candan ASAL Bu rapor, Milli Eğitim Sistemimizin çağın ve teknolojinin gereklerine uygun şekilde yeniden ve doğru bir şekilde yapılandırılabilmesi ve bu konuda Dünya’ya örnek teşkil eden ülkelerdeki Eğitim Sistemlerinin temel unsurları esas alınarak Mehmet Asal ve Fatma Candan Asal tarafından hazırlanmıştır. Bu çalışmada metot olarak; bugüne kadar yapılmış çalışmaların ve araştırmaların sonuçlarından yararlanarak bir Senteze gitmek görüşü benimsenmiştir. Aksi takdirde bu çalışmanın aylarca sürebileceği, on binlerce sayfaya ulaşacağı ama yine de istenilen sonucu veremeyebileceği değerlendirilmiştir. İNCELEME BAŞLIKLARI Giriş Türk Milli Eğitim Sisteminin geçmişi, (Özet) Türk Milli Eğitim Sisteminin bugünü, (Özet) Türk Milli Eğitim Sistemi nasıl olmalıdır? Dünya Eğitim Sistemi Mottoları, Dünyada örnek eğitim sistemlerinin temel yapısı, (Finlandiya Modeli) Türk Milli Eğitiminin önündeki en önemli engeller, Türk Milli Eğitim Politikası nasıl olmalıdır? Sonuç ve öneriler. İNCELEME: 1. Giriş Dünyamız tahminlerimizin ötesinde bir değişim süreci içerisindedir. Ekonomiden siyasete, devlet yönetimine, eğitime, bilime ve teknolojiye varıncaya kadar birçok alanda baş döndürücü gelişmeler yaşanmaktadır. Bilgi çağı adını da verebileceğimiz ve Globalleşme ile birlikte ele alınması gereken bu inanılmaz değişimi anlayabilmenin bir yolu da mevcut durumla beklenen gelecek arasında kıyaslama yapmak ve rakamlarla farkları görebilmektir. Bizler, Öğrencilerimizi şu anda henüz var olmayan mesleklere hazırlıyoruz. Henüz problem olduğunu bilmediğimiz problemleri çözmeye çalışıyoruz. Geçen her iki senede bir, teknik bilgi iki katına çıkmaktadır. Bu, dört yıllık üniversite eğitimine başlayacak öğrenciler için şu anlama gelmektedir. İlk senede öğrenmiş oldukları bilginin yarısı, üçüncü seneye geldiklerinde artık güncelliğini yitirecektir. 2030 senesine gelindiğinde bu sayının, Her 72 saatte bir iki katına çıkacağı öngörülmektedir. 2022 senesinde en çok rağbet görecek ilk 10 meslek, 2016 senesinde, dünya üzerinde mevcut bile değil. Bu durumda, sizce klasik ve müfredata dayalı, siyasi ve dini çıkarlar üzerine oluşturulmuş, laiklikten uzak bir Eğitim Sistemi Türkiye’yi 22nci yüzyıla taşıyabilir mi? Elbette TAŞIYAMAZ. 2. Türk Milli Eğitim Sisteminin Geçmişi: Türk Eğitim Sistemi tarihi gelişimi içerisinde Selçuklulardan önceki dönem, Selçuklular ve Osmanlılar dönemi, Osmanlı Yükselme Dönemi ve Cumhuriyet Dönemi olmak üzere dört başlıkta ele alınabilir. İlk üç dönemde yapılanlar ve yapılmak istenenlerin tamamı, dördüncü dönemde yapılmış olan ve yapılmak istenenlerle kıyas kabul etmez. Bizler burada geçmişe odaklanmak yerine geleceğe bakmak üzere çaba sarf ettik. Yoksa geçmişte olduğu gibi tamamen Medreselerin etkisi ile kurulmuş, bedensel ve zihni gelişim ile uyarlılık sağlamamış ve sağlayamayacak “Sıbyan Mekteplerini yeniden açmak” gibi geçmişte uygulanmış ama sonuç vermemiş ve gelişmeye engel olmuş sistemleri yeniden gündeme getirmek sadece zaman kaybı olacak ve çağdaş dünya anlayışıyla asla uyuşmayacaktır. Bizler burada sizlere, OSMANLI DÖNEMİ EĞİTİMİ İLE CUMHURİYET DÖNEMİ EĞİTİMİ ARASINDA KISA BİR KARŞILAŞTIRMA yapacağız. a. Osmanlı Dönemi Eğitimi: Kapsamsızdır (çağın gereklerini ve toplumun gereksinimlerini karşılayamamaktadır.), bölünmüştür ve ulusal değildir. O dönemde laik tabanlı eğitime paralel ve şiddetli bir rakip olarak bir de dini hedefli eğitim teşkilatı vardır. Genel eğitimde dini etkiler egemendir. Hatta sosyal bilimlerle fen bilimlerine ait olayların dini inanışlarla uyuşması tavsiye olunmuştur. Söz gelimiDin dersleri programında “ay tutulması” olayının bilimsel açıklamasından söz edilmemiştir. Eğitimin hedefi, saltanata bağlı tebaalar ve saltanat hükümetlerine memurlar yetiştirmektir. Okul disiplini de o dönemin sosyal hayatını yansıtan bir şekildedir. Korkuya dayalı otomatik bir uyum, bütün disiplinlerin ruhudur. b. Cumhuriyet Dönemi Eğitimi: Kapsamlıdır (Çağın gereklerine ve toplumun gereksinimlerine uygun program içeriklidir.), ulusaldır ve laiktir. Cumhuriyet Dönemi eğitim ve öğretiminin genel hedefi: Türk ulusunu uygarlık düzeyinde en ileriye götürmek ve yeni nesilleri, Türk olmak onurunun gerektirdiği aşk, irade ve kudretle yetiştirmektir. Eğitimin hedefi; ulusal bilinç ve iradeye sahip, devletteki hak ve görevini kavramış, sosyal yeteneklerle donanmış özgür vatandaşlar yetiştirmektir. Öğretim tamamıyla özgürdür. Programlarda ve derslerde yalnız bilimlerin yöntemleri egemendir. Din derslerinin programlarda düşünceyi daraltıcı egemenliğine son verilmiştir. Özgür düşünce teşvik edilmiştir. Okullardaki disiplin şekli de, öğrencilerin okul toplumunun hak ve görevlere sahip özgür bireyleri gibi hareket etmesi ve doğrudan kendi kendilerini yönetmeye alışmaları ilkesine dayalıdır. 3. Türk Milli Eğitim Sisteminin bugünü: a. TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNİN YASAL TEMELLERİ Türkiye eğitimine sistem kavramını, 14 Haziran 1973’te kabul edilen 1739 sayılı Milli Eğitim Temel Kanunu getirmiştir. Bu kanun 1973 yılına kadar eğitimdeki gelişmeleri ve Yüksek Planlama Kurulunca onaylanan stratejiyi esas alarak Türkiye Eğitim sistemini yasalaştırmıştır. Milli Eğitim Temel Kanunu eğitim sistemini iki bölüme ayırmaktadır: Birinci ana bölüm örgün eğitim, ikinci ana bölüme ise yaygın eğitimdir. Örgün eğitimi, okulöncesi eğitim, ilköğretim, ortaöğretim, yükseköğretim oluşturmaktadır. Yaygın eğitim ise, örgün eğitimin dışında yapılan her türlü planlı eğitimi kapsamaktadır. Yasada yaygın eğitim kendi içinde de genel ve mesleki olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Bu kapsamın içine diğer kuruluşların yaptığı halk eğitimini, hizmet içi eğitimi de katmak gerekmektedir. Bu açıdan bakıldığında, eğitim sisteminin yaygın eğitim bölümü, örgün eğitim bölümünden ne kapsam, ne de önem bakımından geride değildir. Eğitim sistemini örgün ve yaygın eğitim olarak ikiye ayırmak, uygulamada birçok sakıncalar getirmiştir. Bunlardan en önemlisi örgün eğitimi, eğitim sisteminin asıl görevi olarak görüp yaygın eğitimi önemsememektedir. Bu eğilimle yaygın eğitime çok az ödenek ayrılmaktadır. Ayrıca okullar, yaygın eğitimi kendi görevlerinin dışında saymaktadır. Oysa eğitimin, insanın yaşamı boyunca sürmesi gerektiği, aynı yasanın süreklilik ilkesinde yer almaktadır. Onuncu Milli Eğitim Şûrası, eğitim sistemindeki bu sorunların kaldırılabilmesi için kararlar almıştır. Bu kararlardan en önemlisi, örgün ve yaygın eğitimin birbirini tamamlayacak biçimde bir bütünlük içinde geliştirilmesinin sağlanması, bu ikisinin arasındaki kopukluğun giderilmesidir. Bunu sağlayabilmek için yaygın eğitim programlarının uygulanmasından okulların da sorumlu olması bir ilke olarak benimsenmiştir. Sistem özelliği gösterebilmesi için, eğitim sistemini oluşturan tüm sistemlerin (okulların ve öbür eğitim yerlerinin) aynı amaçlar, ilkeler doğrultusunda çalışması zorunludur. Bu zorunluluğu yerine getirecek olanlar Eğitim Yöneticileridir. Her Eğitim Yöneticici, yönettiği okulu, eğitim örgütünü Milli Eğitim Temel Kanununun gösterdiği amaçlar ve ilkeler doğrultusunda yönettiğinde sistem bütünleşir. b. EĞİTİMİN GENEL AMAÇLARI Türk Milli Eğitiminin genel amaçları Milli Eğitim Temel Kanununun 2. maddesinde gösterilmiştir. Bu amaçlar, 1983de yapılan değişikliği de içerecek şekilde aşağıya alınmıştır. Türk Milli Eğitiminin genel amacı, Türk Milletinin bütün fertlerini; Atatürk inkılap ve ilkelerine ve Anayasada ifadesini bulan Atatürk milliyetçiliğine bağlı; Türk Milletinin milli, ahlaki, insani, manevi ve kültürel değerlerini benimseyen, koruyan ve geliştiren; ailesini, vatanını, milletini seven ve daima yüceltmeye çalışa; insan haklarına ve Anayasanın başlangıcındaki temel ilkelere dayanan demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devleti olan Türkiye Cumhuriyetine karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış haline getirmiş yurttaşlar olarak yetiştirmek; Beden, zihin, ahlak, ruh ve duygu bakımından dengeli ve sağlıklı şekilde gelişmiş bir kişiliğe ve karaktere, hür ve bilimsel düşünme gücüne, geniş bir dünya görüşüne sahip; insan haklarına saygılı; kişilik ve teşebbüse değer veren; topluma karşı sorumluluk duyan; yapıcı, yaratıcı ve verimli kişiler olarak yetiştirmek; İlgi, istidat ve kabiliyetlerini geliştirerek gerekli bilgi, beceri, davranışlar ve birlikte iş görme alışkanlığı kazandırmak suretiyle hayata hazırlamak ve onların kendilerini mutlu kılacak bir meslek sahibi olmalarını sağlamak; Böylece bir yandan Türk vatandaşlarının ve Türk toplumunun refah ve mutluluğunu artırmak; öte yandan milli birlik ve bütünlük içinde iktisadi, sosyal ve kültürel kalkınmayı desteklemek ve hızlandırmak ve nihayet Türk milletini çağdaş uygarlığın yapıcı, yaratıcı seçkin bir ortağı yapmaktır. c. EĞİTİMİN ÖZEL AMAÇLARI Yasa bu genel amaçlardan sonra eğitimin özel amaçlarını da şöyle sıralamıştır: Özel amaçlar; Türk eğitim ve öğretim sistemi bu genel amaçları gerçekleştirecek şekilde düzenlenir ve çeşitli derece ve türdeki eğitim kurumlarının özel amaçları, genel amaçlara, temel ilkelere uygun olarak tespit edilir. Yukarıda sayılan eğitimin genel ve özel amaçları, her eğitim etkinliğinde uyulması gereken amaçlardır. Bu genel ve özel amaçlar bir bakıma eğitime bir çerçeve vermektedir. Bu çerçeve içinde eğitimi daha işlevsel yapacak eğitim amaçlarına (hedeflere) gereklilik vardır. d. EĞİTİMİN ÇAĞDAŞ GÖREVİ Eğitimin çağdaş görevi, eğitilenlerin sorunlarının çözülmesine yardım etmektir. İnsanlar sorunlarına çözüm yolu bulmak, daha iyi koşullar içinde yaşamak, kariyer sahibi olmak vebir meslekte başarı göstermek için eğitimi gereksemektedir. Bu gereksinimi karşılamak için eğitimin hem nitelikçe değişmesi hem de herkese kapılarını açması kaçınılmazdır. Çağdaş eğitimin amacı bir tek cümleyle özetlenebilir. Eğitilenin sorun çözme gücünü geliştirmek. Böylece eğitilen, hem yaşadığı sorunlarını çözerek yaşam kalitesini arttıracak, hem de bu gücünü gelecek yaşamında kullanabileceğine inanarak geleceğe güvenle bakabilecektir. Bu tür bir eğitim, eğitileni hem şimdiki hem de gelecek yaşamına hazırlayacaktır. Bu da çağımızın eğitimden beklediği görevdir. Eğitilenin sorun çözme gücünü geliştirerek onu şimdiki ve gelecekteki yaşamını hazırlayacak eğitimin aşağıdaki hedefleri gerçekleştirmesi gerekir: Eğitim, eğitilen kişinin duygu, düşünce, gereksinim ve sorunlarını türlü araçlarla anlatabilmesi için ona iletişim yeterliği kazandırmalıdır. Eğitim, eğitilenin, demokrasi kültürünün gerektirdiği biçimde toplumsallaşabilmesi, diğer insanlarla olumlu ilişkiler kurabilmesi, ortaklaşa amaçlar için birlikte çalışabilmesi, katılımcılık, özgürlük, çoğulculuk, girişimcilik için ona işbirliği yeterliği kazandırmalıdır. Eğitim, eğitilenin sorunlarını çözebilmesi için gereken bilgiyi toplayabilmesi, becerileri kazanabilmesi, sorunlarına olumlu ve yapıcı bir tutumla savaşım açabilmesi için ona sorgulama ve araştırma yoluyla öğrenme ve birikim vebelge sağlama yeterliği kazandırmalıdır. Eğitim, eğitilenin kendi bedenine bakabilmesi, onu koruyabilmesi; çevre sağlığı için gerekenleri yapabilmesi, başkalarının sağlığını tehlikeye atmaması için ona sağlıklı yaşama yeterliği kazandırmalıdır. Eğitim, eğitilenin kendine ve topluma hizmet edebilmesinde temel öğe olan bir mesleği seçebilmesi, mesleği başarıyla yürütebilmesi, kazandığını tutumlu olarak kullanabilmesi, yurt zenginliğini kendi mesleği içinde değerlendirebilmesi için ona yaratıcı üretim ve tasarruf yeterliliği kazandırmalıdır. Bu sayılanlar, eğitilenleri yaşam sorunlarını çözmeye hazırlayan eğitimin hedefleridir. Bu hedeflerin gerçekleştirilmesini sağlayacak dersler ve derslerin konuları eğitimin türüne göre değişebilir. e. EĞİTİME İLİŞKİN GERÇEK DURUM Öğretmenler arasında yapılan kapsamlı bir çalışmanın sonuçlarına göre, Eğitimimizdeki sorunlar, 170 Puan üzerinden ve yüzdeleri itibarıyla aşağıda gösterilmiştir. ( The Journal of Academic Social Science Studies Number: 25-I , p. 177-187, Summer I 2014) Bu sorunları biraz daha gruplaştırarak çözüme odaklanırsak görmekteyiz ki; Eğitimdeki ana sorunlar; Eğitimcilerin yetiştirilmesi ve konumlandırılması sorunları, Eğitim Tesisleri, Fiziksel alt yapı ve donanım yetersizlikleri ve standartlar sorunu, Eğitimde siyasi ve dini ideolojik yaklaşımların terk edilmemesinin getirdiği sorunlar, Müfredata dayalı Eğitim Sisteminin getirdiği sorunlar ve yanışlar, İlköğretim, Ortaöğretim ve Yükseköğretime geçiş sınavlarının sebep olduğu sorunlar, Eğitimin Özelleştirilememesi sorunu, ÖSS’nin, yetenekli işgücü yetiştirmeyi engellemesi. Bunlar, mevcut sorunların neredeyse % 76 sını oluşturmaktadır ki, sorunun temeli maddi kaynak ve para sorunundan ziyade, akılcı Eğitim Politikalarının olmamasından/ oluşturulmamasından kaynaklanmaktadır. Ülkemizde halen mevcut eğitim sisteminde; Kalabalık sınıflara, okul sayısının yetersizliğine, eğitimin niteliği ve atanmayı bekleyen yeni mezun öğretmenlerin sayısının bir hayli fazla olmasına rağmen, okullarda yaşanan öğretmen sıkıntısına varıncaya kadar birçok sorun bulunmaktadır. Bunların yanı sıra doğrudan öğretim süreciyle ilgili olan sorunlar da vardır. Bu sorunların bazılarını; Öğrencilere gereksiz bilgi aktarım çabası, ya da tam tersi eksik bilgi verilmesi, Bilginin etkili bir biçimde aktarılamaması, Bilginin kalıcı ve anlamlı olmaması, Öğretim programlarının yoğun olması, Öğrenme ortamlarının niteliğinin yetersizliği, Kaynak, materyal, araç-gereç yetersizliği, Öğretmenlerden, öğrencilerden, çevreden kaynaklanan sorunlar ve Doğru yöntemlerin kullanılamaması Olarak sıralamak mümkündür. Eğitim sistemimizin önündeki en büyük engellerden biri her seçim sonrasında iktidara gelenlerin, öncelikle Milli Eğitimin yönetici kadrosunu hedef almasıdır. Okullardaki bu yönetici değişimleri eğitim sistemimizi olumsuz yönde etkilemektedir. Eğitim politikalarının her türlü siyasi ve dini yapılanmadan uzak ve çağın gereklerine uygun şekilde titiz bir çalışmayla hazırlanması ve bir kere hazırlandıktan sonra artık değiştirilmemesi yönünde gerekli tedbirler alınmalıdır. Ancak, Türk Eğitim Sistemi, sürekli değişen eğitim politikaları nedeniyle, varılmak istenen hedefe giderek uzaklaşmaktadır. Yapılması hedeflenen değişiklikler ve yeni uygulamalarda süreklilik sağlanamadığı için, beklenen düzeyden giderek uzaklaşmaktadır. Toplumun çeşitli kesimlerinde farklı eğitim koşulları nedeniyle ortaya çıkan eşitsizlikler ve eğitim kurumlarının fiziksel altyapı eksiklikleri, eğitim sistemimizi giderek zayıflatmaktadır. Maddi imkânsızlıklar ve okulun ihtiyaçlarının karşılanması için okul müdürlerinin adeta kendi kaderlerine terk edilmesi, okul müdürlerini asıl görevleri olan eğitimden uzaklaştırmaktadır. Okul müdürleri; "okuldaki eğitim kalitesi nasıl yükseltilebilir?" sorusuna cevap aramak yerine, "okula hangi yollarla kaynak sağlayabilirim?" sorusuna odaklanmış durumdadır. Türkiye’deki eğitim sisteminde yaşanan maddi sıkıntılar; okulların eğitim kalitesini, gerek idarecilerin, gerekse öğretmenlerin kaliteyi yakalamak konusundaki çabalarını ciddi ölçüde baltalamaktadır. Hâlbuki eğitim için harcanacak her kuruş, ülkemizin gelişimi, kalkınması, nitelikli işgücü, kısaca geleceğimiz için bir yatırımdır. Bu açıdan bakıldığında ülkemizin eğitimi için kaynak ayırmak son derece önemli ve öncelikli bir konu olarak ele alınmalıdır. Özellikle son yıllarda bütçeden eğitime ayrılan kaynaklarda artış olduğu ifade edilse de, ülkemizin okul çağındaki genç nüfusu ve özellikle de her yıl bu nüfusun hızla arttığını dikkate aldığımızda ayrılan payın yeterli olduğu söylenemez. Genç nüfusun hızlı artışı, eğitim sistemimizin başarıya ulaşmasının önündeki en önemli engellerden biridir. Ülkemizdeki mevcut okulların sayısı, bu okullarda görev verilen öğretmen sayısının azlığı ve niteliği ve okullara ayrılan ödenekler, ihtiyacı karşılamakta yetersiz kalmaktadır. Okulların büyük çoğunluğu, öğrencilerin sosyal ve bedensel açıdan gelişimini sağlayacak ideal fiziki koşullara sahip değildir. Temizlik elemanları yetersiz, teknolojik imkânlar sınırlıdır. Okullarda kalabalık sınıf mevcutları, okulun olumsuz fiziki koşulları ile birleştiğinde birçok farklı sorun ortaya çıkmaktadır. Okullarımızı öğrencilerin temel fiziksel özelliklerini ve ihtiyaçlarını dikkate almadan yapılandırmamız mümkün değildir. Eğitim politikalarının yanlışlığı ve sürekli değişmesi, sınıflardaki öğrenci mevcutlarının kalabalık olması, okulların fiziki ve teknolojik imkânsızlıkları, öğretmen ve öğrencileri büyük ölçüde olumsuz etkilemektedir. Çünkü sınıf içinde uygulanan yöntem, teknik ve stratejiler mükemmel olsa bile, fiziksel yeterlilik sağlanmadığı sürece, o okulda verimli bir eğitim-öğretimin gerçekleşmesini beklemek yanılgıdır. İçinde yaşadığımız çağ, sürekli değişim ve gelişimi öngören, teknolojik alanda son sürat gelişmelerin yaşandığı bir çağdır. Okul dışındaki zamanlarını teknoloji ile iç içe geçiren öğrenciye, okulda da aynı imkânları sunmak ve onlara farklı öğrenme ortamları yaratmak gerekliliği kaçınılmazdır. Okullarımızın temel fiziki şartlarının yetersizliğinin yanında, uygulamada da sorunlar mevcuttur. Başka bir ifadeyle öğretim sürecinde kullanılan yöntemler, tutum ve davranışlar ve yapılan programlarda da bir takım sıkıntılar yaşanmaktadır. Şu an uygulanan müfredat, sözde ve prensipte öğretimin daha çok öğrenci-merkezli olarak yapılmasını, öğrencinin aktif olarak derse katılımının sağlanmasını öngörmektedir. Bu sisteme göre öğretmen tek bilgi kaynağı olarak görülmemeli, aynı zamanda bir yol gösterici olarak hareket etmeli, öğrenciler bilgiye nasıl ulaşabileceğini, neyi nasıl öğreneceğini ve neleri üretebileceğini fark edebilmelidir. Bunun sağlanabilmesi için öncelikle her öğretmen kendi alanına hâkim olmalıdır. Öğretmenler uyguladıkları yöntem, teknik ve stratejiler açısından devamlı kendilerini güncellemeli; çağın gerektirdiği teknolojik donanıma sahip olmalı ve bunları etkin şekilde eğitim-öğretimde kullanabilmelidirler. Ancak mevcut öğretmenlerin yetiştikleri fakülteler ve kendilerine verilen eğitimin kalitesi, dil konusundaki genel eksiklikleri, teknolojiyi çoğunlukla sosyal medya dışında kullanamamaları konulan hedefe ulaşılmasını engellemekte, yeni sistemin uygulanması özellikle bu iki noktada tıkanmaktadır. Eskiden beri alışılagelmiş öğretme-öğrenme süreci ezbere dayalı bir yapıdadır. Öğretilenlerin gerçek yaşamdan kopuk oluşu, öğrencilerin bütünü görmesini sağlamak yerine öğretilecek konuların parçalara ayrılarak verilmesi, öğrencilerin problem çözme becerilerinin gelişmesini olumsuz etkilemekte, öğrenciler öğrendiklerini gerçek yaşama transfer edememektedirler. Bu olgu, çözüm üretme ve sorumluluk üstlenme gibi davranışlara büyük engel teşkil etmektedir. Öğrencilere ilgi alanlarını çeşitlendirebilecekleri ve daha katılımcı olabilecekleri, deneyimleyerek, sosyalleşerek ve teknolojiyle aktif etkileşim içinde problemlere bütüncül çözümler geliştirebilecekleri, tasarladıkları çözümleri sürekli olarak güncelleyebilecekleri ortamlar sağlanmalıdır. Sanat ve sporun bilişsel ve duygusal gelişimi olduğu kadar demokrasi kültürünün gelişmesini de olumlu etkilediği kanıtlanmıştır. Bu nedenle, her çocuğun kendi potansiyelini geliştirebilmesi için okulların sadece bilişsel becerilere ağırlık vermemesi sanat, müzik ve sportif becerilerin de önemsemesi gerekmektedir. Fiziksel imkansızlıklar, öğretmen kalitesi ve hepsinden önemlisi sürekli olarak giriş sınavlarına hazırlanılmasını empoze eden bir sistem buna imkan tanımamaktadır. Bunun için de Eğitimcilerin alışkanlıkları sorgulayarak nitelikli alternatiflerle değiştirmeleri, dijital gereçlerin ve sosyal medyanın gücünü dizginlemeyi öğrenmeleri ve uygulamalarını etik kurallar içinde gerçekleştirerek model olmaları gerektiği kabul edilmiş bir gerçektir. Yeni uygulamaların önündeki en büyük engel ise OKS ve ÖSS sınavlarıdır. Yeni müfredat ile öğrencilerin elde etmesi beklenen kazanımlar, sınavlarda sorulan sorularla örtüşmemekte ve öğretmenler yeni müfredata rağmen, hala öğrencileri sınavlara hazırlamak zorunda olduklarından eğitim içeriği konusunda ikilem yaşamaktadırlar. Bir yanda öğrencilerin pratik yaparak ve yaşayarak öğrenmesini, bilgiye araştırarak ulaşmasını öngören bir sistem, diğer yanda ise, hala öğrencileri ezberciliğe iten bir sınav sistemi bulunmaktadır. Maalesef öğretmenlerin başarıları da öğrencilerinin bu sınavlarda doğru cevapladıkları soru sayısına bağlı olduğundan, öğretmenlerimiz öğrencilerini pratik bilgilerle hayata hazırlama yerine, sınava hazırlamayı tercih etmektedirler. Bu sınavlar nedeniyle öğrenciler, okulun yanı sıra bir de özel dershanelere devam etmek zorunda bırakılmaktadırlar. Her ne kadar geçtiğimiz yıl Dershaneler kapatılmış ise de mevcut sistem öğrencileri hala dershane benzeri özel ders gruplarına veya merdiven altı dershanelere itebilmektedir. Öğrencinin yaşına uygun olmayan konular ile ilgili geleneksel öğretim ve bu öğretimdeki anlamsız bilgi yüklemesi, öğrencilerin motivasyonunu düşürmekte, eğitim sürecinde isteksiz olmalarına yol açmaktadır. Bütün bu sorunların üstesinden gelebilmek için, genel eğitim sistemi, gerçekçi ve yenilikçi bir bakış açısı ve anlayışı ile ele alınmalıdır. Öğrenci, öğretmen, okul, yönetici, veliler, öğretim programları bir bütün oluşturan parçalardır. Bu parçalar arasında sağlanacak uyum, eğitimi daha nitelikli bir hale getirecektir. Nitelikli bir eğitim için, okullar daha etkili hale getirilmelidir. Bunu sağlayacak olan en temel unsurlar, okullarda demokratik ortamların sağlanması, öğretmenlere sürekli verilecek eğitimlerle, yeterli bilgi ve kültür donanımına sahip olmalarının sağlanması, bütün bilgi birikimlerinin öğrencilere aktarabilecek yeterlilikte kılınması, veliler ve çevre ile etkili iletişim kurulmasıdır. Müfredat yapısı, öğrencinin verimli bir öğrenme süreci geçirmesi için uygun hale getirilmelidir: Böylece öğrencilerin dünya standartlarındaki başarı düzeyini arttıracak becerilere sahip olmaları sağlanmalıdır. Öğrencilere, eğitim ve iş hayatlarına yönelik fırsatlar sağlanmalıdır: Türkiye eğitim sisteminden kaynaklanan aksaklıklardan endişe duymayı bırakıp, bunun yerine enerjisini öğrencilerin daha iyi ve nitelikli bir kariyere sahip olmaları için gereken yeteneklerini ortaya çıkaracak ve seviyelerini her yönden yükseltecek tedbirleri alıp, onlara destek olmalıdır. Eğitim politikasının geliştirilmesinin en önemli ayaklarından birini de öğretmen/eğitmen eğitimi ve kalitesi sorunu oluşturmaktadır. Araştırmalar, aile ve toplumsal faktörlerden sonra öğrencinin verimliliği ile performansı üzerindeki en büyük etkiye öğretmenlerin sahip olduğunu ortaya koymaktadır. Buna karşılık, “öğretmen hazırlama programları”nın çok az bir kısmı öğrencinin aktif katılımını sağlayacak öğrenme ve öğretme tekniklerini içermektedir. Araştırmalarda, klasik yöntemlerle öğrenciye uygulama, takip ve yansıtma fırsatı verilmemesi nedeniyle etkin sonuçlara erişilmediği görülmektedir. Öğretmen kariyer planlaması, devletin yeni politika stratejilerinden yararlanabileceği ikinci bir alan olarak ortaya çıkmaktadır. Kaynakların eşit dağılımı: Var olan eğitim sisteminin yapısı okulların ihtiyaçlarına cevap vermediği gibi, öğrencilerinin yetenek ve becerilerini artırmaya çaba gösteren öğretmenleri ve okul yetkililerini de destekler konumda değildir. Uzmanlar, yaşanan bu sorunları ve eksiklikleri Türkiye'nin oldukça merkeziyetçi bir eğitim sistemine sahip olmasına bağlamaktadır. OECD verilerine göre, Türkiye'deki eğitim kararlarının yüzde 94'ü merkez tarafından alınmaktadır. Bu merkeziyetçilik sayesinde eğitim kalitesinin ülke genelinde benzer bir tablo çizmesi beklenirken, ilçelerden bölgelere kadar her ölçekte ciddi farklılıklar olduğu tespit edilmiştir. Aslında eğitim sistemi, beklenen eşitliği sağlayacak potansiyele sahipken, bazı kriterlerin eksikliği dengesiz ve adil olmayan bir yapıyı ortaya çıkarmıştır. Araştırma sonuçlarına göre, Türkiye, kaliteli eğitimi nasıl sağlayacağını bildiği halde, gereklerini yerine getirmekte zorluk yaşamaktadır. Meslek liseleri, öğrencileri iş dünyasına hazırlamak konusunda beklenen sonucu vermediği gibi, mezuniyet sonrası istihdam rakamları da meslek lisesi mezunlarının genel lise mezunlarına oranla iş alanında daha şanslı olmadıklarını göstermektedir. Bunun yanısıra ÖSS'nin Türkiye'nin gelecekteki işgücüne yönelik yetenekleri geliştirme amacına uygun olmadığı Eğitim Uzmanları tarafından sıklıkla belirtilmektedir. Aksine tüm göstergeler, ÖSS'nin eğitim ve öğretim kalitesini düşürdüğüne işaret etmektedir. Öğrencilerin geleceğini belirleyen, medyanın da her fırsatta öğrenciler üzerindeki psikolojik baskıyı arttırdığı bu tek oturumluk sınav, bireysel eğitim harcamalarını ciddi oranda tüketmektedir. Bu oran, GSMH'nin yaklaşık yüzde 1'i kadardır. Ayrıca, eğitim kalitesini arttırmaktan uzak olan bu sınav sistemi, katma değeri çok düşük oranda olan bir "sınava hazırlık" sektörünü de beraberinde getirmektedir. Eğitim sisteminin bu yapısı, Türkiye'yi yaratıcı ve rekabetçi işgücü geliştirme hedeflerinden uzaklaştırmaktadır. 4. Türk Milli Eğitim Sistemi Nasıl Olmalıdır? Dünyanın gelişmiş hangi ülkesine giderseniz gidiniz, aşağıdaki özdeyişlere göre bir eğitim sistemi oluşturulduğunu görürüz. a. Dünya Eğitim Sistemi Mottoları, Her çocuk öğrenme kapasitesiyle doğar. Öğrenme yaşam boyu devam eder. Bedensel ve fiziksel gelişim en az zihinsel ve beyinsel gelişim kadar önemlidir. Her bireyin sanatsal ya da bedensel ya da zihinsel başarabileceği potansiyel becerileri ve ilgi alanları vardır. Önemli olan bunları açığa çıkarabilecek fırsatları vermek/yaratmaktır. Öğrenmeyen çocuk yoktur öğretilemeyen çocuk vardır. İkinci bir dili öğrenmenin ve anadil gibi konuşabilmenin en uygun yaşı 3 ila 6 yaş arasıdır. Her insan farklı şekilde öğrenebilir. Önemli olan öğretimde beş duyuya da hitap edebilmektir. Öğrenmeyi öğrenen birey, öğretilmek istenen her şeyi algılar ve benimser. Etkin öğrenme hem zihinsel hem de fiziksel etkinliği içerir. Çocuklar kendi kişisel ilgilerini ve amaçlarını gerçekleştirdiklerinde en iyi şekilde öğrenirler. Eğer yetişkinler destekleyici ve sevecen olurlarsa, çocuklar da başkalarıyla kurdukları ilişkilerde destekleyici ve sevecen olmayı öğrenirler. Eğitim 3 bacaktan oluşur. Öğrenci - Okul - Aile. Bunlardan biri eksik olursa eğitim düzlemi ayakta duramaz. Aksar. İkinci bir dil – özgüven ve akademik mükemmeliyet demektir. Ancak yukarıda yazılan faktörlerin beraberliği ile sağlanabilir. b. Dünyada örnek eğitim sistemlerinin temel yapısı, Bugün Dünyada hemen tüm ülkeler tarafından en kabul gören Eğitim Sistemi Finlandiya Eğitim Sistemidir. Bu noktada fazla detaya girmeden, Finlandiya Eğitim Sistemi ile Türk Eğitim Sistemi arasındaki farklılıkları ortaya koymak gerekir. Finlandiya'nın eğitimdeki başarısı en çok mutlulukta yatmaktadır. Finlandiya Eğitim Sisteminde; öğrenci de, öğretmen de mutludur. Hatta velinin bile mutlu olduğu söylenebilir. Çünkü bu sistemde eğitimin yeri okuldur ilkesi benimsenmiştir. Evde çocuğunun ödevlerini yapan anne babalar yoktur, hatta ödev diye bir şey de yoktur. Sürekli yarıştırılan, bakalım kimin öğrencisi TEOG sınavında daha başarılı olacak diye koşullandırılan öğretmenler, komşunun çocuğuyla kıyaslanan öğrenciler yoktur. Türkiye’de ki gibi daha 5nci sınıfta iken “yarış atı gibi” sınavlara hazırlanan çocuklar olmadığı gibi, bırakın sınavı, ilk altı yıllık eğitimin sonuna kadar öğrencilere kesinlikle not dahi verilmediği, sekizinci sınıfın sonuna kadar da not verme zorunluluğu bulunmadığı düşünüldüğünde, eğitim sistemleri arasındaki korkunç fark ortaya çıkmaktadır. Finlandiya Eğitim Müfredatı özellikle bu yıllarda genel bir çerçeve tanımlamaktan ibarettir. Öğrenciler kendi programlarını ilgi ve ihtiyaçlarına göre kendileri planlamakta, Öğretmenler gün boyu ortalama 4 saat sınıf ortamında bulunmakta ve haftada 2 saat mesleki gelişimleri için eğitimlere katılmaktadır. Bu durum tamamen her bireyin tek ve özel olduğu düşüncesinden kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla hem öğrenci hem de öğretmen kendi başarısını maksimize etmek için çabalamaktadır. Maksimize etmekten kasıt nedir? Bizdeki gibi öğrencilerin sürekli bir yarış halinde bulunması söz konusu değildir. Başarının birlik ve beraberlik duygusuyla rekabetçilik yerine eşitlikçilik ilkesiyle maksimize edilmesi tercih edilmektedir. Eğitim sistemi tam bir dayanışma içindedir. Bütün okullar birbirinin destekçisidir. Oysa ülkemizde “şu okul daha başarılı denir ve bütün öğrenciler o okula kayıt olmak için uğraşırlar. Buna karşın Finlandiya’da çocuğunu belli bir okula yazdırmak için uğraşan anne-babalar yoktur. Eşitlik ve dayanışma sayesinde tek tek öğrenciler değil tüm öğrenciler başarıyı yakalarlar. Finlandiyalı öğrencilerin spor için ayırdıkları zaman oldukça fazladır. Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk'ün "Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur" sözü Finlandiya’da bilinen ve uygulanan bir Motto’ dur. Teorik olarak Türkiye de de spora önem veriliyor gibi görülmektedir ancak uygulamada büyük zorluklar yaşanmaktadır. Birçok okulun bırakın spor salonu olmasını, spor malzemeleri bile yoktur. Kısaca Finlandiya eğitim sistemi, öğrencilere birey olarak değer veren ve öğrencilerin kendi sorumluluğunu bilen bireyler olarak yetiştirildiği, öğretmenlerin sürekli kendini geliştirdiği, rekabetin değil eşitliğin önemli olduğu bir eğitim hayatı sunmaktadır. Ülkemizde böyle bir eğitim anlayışının sunulmamasının birinci koşulu olarak öğrenci sayısı gösterilmektedir. Oysa bu kadar çok öğrencisi olan bir ülkede herkese aynı eğitim programı sunmanın, aynı dersleri vermenin neden tercih edildiğini anlamak olanaklı değildir. Ülkemizde eğitim kurumları ve öğrenci potansiyeli bakımından bölgesel olarak farklılıklar bulunmaktadır. Bu farklılıkları değerli bir maden gibi işlemek varken hepsine sadece kömür olmayı öğretmek elbette anlaşılabilir değildir. Tamamen tarımla geçinen bir bölgedeki öğrencinin ihtiyacı ile İstanbul’da okuyan bir öğrencinin temel eğitim dışında ihtiyacı nasıl aynı olabilir. Aynı okuldaki öğrencileri bırakın, aynı sınıftaki öğrencilere bile aynı dersi anlatmak, aynı programa uymalarını istemek belki de en büyük yanlışlarımızdan biridir. Herkese ihtiyacı oranında eğitim verilmelidir. Bunu yapamadığınız zaman derslerden ve okuldan kopan öğrencilerle karşılaşmak kaçınılmazdır. Ülkemizde olduğu gibi. Pek çok örneği görüldüğü gibi, başarısız olan öğrenci bir daha başaramayacağına inandığı anda arkadaşlarına, okuluna ve öğretmenlerine karşı saldırgan bir tutum sergilemeye başlayabilir. Böylece huzur ve güven ortamını sarsılır, dolaylı olarak diğer öğrencilerin öğrenmeleri de etkilenebilir. Bu noktaya gelindiğinde artık rehberlik yapmanın da bir anlamı kalmayacaktır. İhtiyaçları kadar eğitim göremeyen öğrencilerin büyüdüklerinde "ben matematikten nefret ederdim hiç anlamam” ya da “ben tarih derslerini hiç sevmem" gibi cümleler kuran bireylere dönüşmeleri bu yüzden değil midir? Aşağıda Finlandiya Sisteminin ana esasları verilmektedir: (1) Finlandiya’da zorunlu okula başlama yaşı 7 dir. Okul Öncesi zorunlu olmayıp isteğe bağlıdır. Ancak anne ve babaların Eğitim Düzeyinin % 90 civarında Yüksek Öğrenim olduğu dikkate alındığında, ülkemizde Okul Öncesi Eğitimin ne kadar önemli olduğu bir kere daha anlaşılmaktadır. Yani Finlandiya’da zorunlu olmayan 7 yaş öncesi eğitimin biz de olması bu bakımdan anlaşılabilir. (2) Türkiye’de çocuklar birkaç sokak ötedeki okullarına bile servisle gitmektedir. Finlandiya’da ise çocuklar birinci sınıftan itibaren okula yürüyerek veya bisikletle giderler. Özel durumlar haricinde çocuklar okula aileleri tarafından götürülmez. (3) Türkiye’de müfredat ve ders kitapları eğitimin baş aktörleri olarak bilinir. Eğitim kalitesindeki zayıflık genelde bu ikisinin suçu olarak görülür. Ama Finlandiya’da çok basit bir müfredat vardır ve pek kolay değişmez. Öğretmenler okutulacak kitapları kendileri seçerler ama yine de ortalıkta pek ders kitabı gözükmez. Yani Fin eğitim sisteminde ders kitapları bırakın aktör olmayı, figüran bile değildir. (4) Finli öğrencilere okulun ilk altı yılında not verilmez. Buradaki öğrenciler ilk olarak 16 yaşına geldiklerinde ülke genelinde bir sınava girerler. (5) Finlandiya’da öğrenciler okulun tüm işlerini nöbetleşe sistemde birlikte yaparlar. Yani Fin okullarında hizmetli yoktur, tüm işler öğrenciler tarafından yapılır. Böylece sorumluluk duyguları en erken yaştan itibaren gelişir. Hâlbuki Türkiye’de öğrencilere çöp attırsanız ertesi gün muhtemelen velileri okulu basıp olay çıkarırlar. (6) Finlandiya’daki okullar öğrencilerin rahat edebileceği şekilde tasarlanır. Sınıflarda yaparak-yaşayarak öğrenme modeline uygun alanlar mevcuttur. Binaların fiziksel özellikleri öğrencilerin evdeymiş gibi rahat etmelerini sağlayacak şekilde düşünülür. Türkiye’de ise her durumu olağan karşılamaya şartlandırılan öğrenciler yıllardır komutla rahatlar. “Beni rahatta dinleyin” diye bağıran müdürün karşısında ne kadar rahat olunursa tabi… (7) Türkiye’deki özel okullarda ders saati 8’dir. Ama yetmediği için okul çıkışında etütler, hafta sonu kursları ve özel derslerle bu sayı günde 12-14 saat bandını yakalar. Finlandiya’da ise günlük ortalama ders saati 4 tür. Dünya eğitim ligindeki sıralamamıza baktığımızda, nitelik ve nicelik kavramlarının ne kadar önemli olduğu gün yüzüne çıkmaktadır. (8) Finli öğretmenler haftada en az 2 saat hizmet içi eğitime katılmak zorundadır. Oysa Türkiye’de bütün öğretmenler kendilerini mesleğin zirvesinde görür. Sınav sonuçları kötü geldiğinde genelde öğrenme güçlüğünden bahsedilir. Öğretme güçlüğü çeken öğretmenlerin durumu hep göz ardı edilir. Bu yüzden mesleki gelişimle ilgili düzenli bir çalışma yoktur. Türkiye’de, “Hiçbir şey olamazsa, bari öğretmen olsun,” mantığı devam etmekteyken Finlandiya’da öğretmenlik mesleği toplumun en gözde mesleklerinden biridir. Öğretmenler “Master” derecesi olanlar arasından seçilir. Lise mezunları arasında öğretmenlik için müracaat edenlerin ancak yüzde onu öğretmen yetiştirme programına kabul edilir. (9) Ülkemizde öğretmen olabilmek için KPSS denen sınavdan geçer, puan almak yeterlidir. Finlandiya’da ise adaylar, öğretmen olabilmek için üç aşamalı bir testten geçmek zorundadır. Bu aşamalar arasında mülakat, ders anlatma gibi bölümler de vardır. Ülkemizde heykeltıraş olmak isteyenlere özel yetenek sınavı uygulanırken, etten kemikten gerçek insanı şekillendirecek olan öğretmenlerin çoktan seçmeli sorularla mesleğe kabul edilmesi kabul edilebilir bir şey değildir. (10) Türkiye’de en başarılı öğretmen en çok ödev verendir anlayışı hala devam ederken Finlandiya’da öğrencilere ödev verilmez. Öğrenmenin yeri okul olarak görülür. Bu yüzden Finlandiya’da akşamları çocuğunun proje ödevi için kartona boncuk dizen veli yoktur. (11) Finlandiya’da hiçbir kimse bir öğrenciyi resim dersinden alıp matematik çalıştıramaz. Bizde ise öğrenciler matematik dersinde sıkılıp defterlerine resim yaparlar. Sonra matematik öğretmeni çocuğu resim dersinde yakalayıp matematik çalıştırmaya götürür. Döngü bu kadar kısırken, sistemin üretken bireyler yetiştirmesini beklemek elbette mümkün değildir. (12) Türkiye’de bütün öğrenciler yerlerinde oturuyor ve ses çıkmıyorsa, o sınıfın öğretmeni övgü alır. Ama Finlandiya’da durum tam tersidir. Eğer bir sınıftan hiç ses çıkmıyorsa, öğrenciler sıralarında oturuyor ve hiç kalkmıyorlarsa o öğretmen soruşturmaya alınır. Çünkü Fin eğitim sisteminde ders anlatan bir öğretmen yoktur. Hep birlikte etkinlik yapan sınıflar vardır. (13) Finlandiya’daki okulların kantinlerinde su, süt ve meyveden başka hiçbir şey yoktur. Finlandiya sisteminin bu detayda anlatılmasının sebebi, Türkiye’de mevcut sistemle Dünyanın en iyi sisteminin nasıl tamamen zıtlıklar içinde olduğunu gösterip daha sonuç bölümüne gitmeden düşünmeye sevk etmektir. c. Türk Milli Eğitiminin önündeki en önemli engeller: (1) Eğitimin gelişmesine engel olan Eğitim üzerindeki Siyasi anlayış ve beklentiler, (2) Eğitimin üzerinde sürekli etkin kılınmaya çalışılan dini baskı ve beklentiler, (3) Okulların Fiziksel altyapı eksiklikleri, sınıf ve laboratuvar imkânlarının yetersizliği, (4) Okullarda Görev alacak öğretmen ve idarecilerin yetiştirilmesi ve beklentilerinin karşılanmasındaki eksiklikler, (5) Ezbere ve konuya dayalı eğitim sistemi uygulamalarının sürdürülmesi, (6) K12 Eğitim sistemi bütünlüğüne geçilememesi, müfredat arasında yatay ve dikey uyum ve geçişin sağlanamaması, (7) Eğitim ve müfredat programlarının konuya dayalı olması nedeniyle yetersizliği, (8) Yabancı dil öğretme yöntemi ve bu maksatla ayrılan zamanın yetersizliği/azlığı, (9) Öğrencilerin bedensel ve ruhsal gelişmesine gerekli özenin gösterilmemesi ve öğrencilerin tamamen sınav ve not odaklı yetiştirilmesi, (10) Özel Okulların sayı ve kalite yetersizliği, d. Türk Milli Eğitim Politikası nasıl olmalıdır? (1) Eğitim bir ulusun her alanda kalkınması için en gerekli ve vazgeçilemez gücüdür, bu nedenle eğitim tüm dünyada siyasi partilerin en çok ilgilendiği alandır, (2) Okul öncesi eğitimin yaygınlaştırılmasını, ilk aşamada ana sınıfı dâhil edilerek zorunlu temel eğitim süresinin 8 yıldan 9 yıla çıkarılmasını ve orta vadede de gerekli alt yapı oluşturularak zorunlu temel eğitimin süresinin 13 yıla yükseltilmesinde yarar görülmektedir, (3) Okullarda psikolojik danışmanlık servisleri geliştirilmeli, öğrenci odaklı çoklu zekâ modelleri aktif uygulanmalı, öğretmenler bireysel eğitim programlarına göre eğitilmelidir, (4) Teknolojinin tüm olanakları, en ücra köşedeki okullara kadar ulaştırılmalıdır, (5) Yabancı dil eğitimi(burada ikinci dil olarak İngilizce amaçlanmakta ve zorunlu olması önerilmektedir) daha erken yaştan başlayacak şekilde planlamaya alınmalı ve bu dersi verecek öğretmen nicelik ve niteliklerinde yeni düzenlemelere gidilmelidir, (6) Devletin önemli yükünü hafifletmek, kaliteli eğitim için rekabet ortamı yaratmak üzere özel okullar teşvik edilmeli, özel okulların vergi yükü ve eğitim KDV oranları düşürülmelidir, (7) Ülkemiz beyin göçü veren değil alan bir ülke haline getirilmeli, üniversiteler özerk gerçek ilim/bilim yuvaları haline dönüştürülmelidir. Bu amaçla mezunlar ülkelerinde kalıp çalışabilecek şekilde motive edilirken gerekli istihdam ortamı yaratılmalıdır. (8) Eğitim kalitesi sürekli yükseltilmeli, sınava ve dershanelere endeksli öğrenciler yerine bilime ve çağdaş teknolojiye endeksli gençler yetiştirecek şekilde eğitim programları ve giriş sınavlarını revize edilmelidir, (9) Öğrencileri bir sınav yarışçısı haline dönüştüren ve dünya üzerinde uygulaması pek olmayan model terk edilerek ruh ve bedenen daha sağlıklı ve bilinçli bireyler yetiştirilmelidir, (10) Din ve ahlak dersleri dinlerin uygulamalarını değil, tüm dinlerin ve sosyal toplumun gerektirdiği ahlaklı davranış biçiminin gereklerini ve nedenlerini açıklar mahiyette ve genel ahlak kuralları doğrultusunda verilmeli, din derslerini veren öğretmenlerin buna uygun fakültelerden ve uygun müfredat programları ile yetişmeleri sağlanmalıdır, (11) Türk Cumhuriyetleri ile eğitim alanında sıkı bir işbirliği oluşturulmalı ve daha fazla sayıda başarılı öğrencinin Türkiye’de ki okullarda ve üniversitelerde eğitim alabilmeleri sağlanmalıdır, (12) Öğrencilerin ilgi ve yeteneklerini mümkün olduğunca erken yaşlarda ortaya çıkarabilecek ve o dallarda yoğunlaşmalarını sağlayacak modeller oluşturulmalıdır, (13) Yurt dışındaki Türk çocuklarının kültürel kimliklerini korumaları ve geliştirmeleri için sağlanan eğitim olanakları artırılmalıdır, (14) Üniversiteler; ülkemizin ihtiyaç duyduğu insan gücünü yetiştiren, araştırma yaparak bilim ve teknoloji üreten, toplumsal gelişmeye önderlik eden, bilimsel yöntemlerle meselelere çözüm üreten, dünya üniversiteleriyle yarışan eğitim kurumları hâline getirilmelidir, (15) YÖK yeni baştan ele alınmalı, Yüksek Öğretim sistemi daha demokratik ve üretken bir yapıya kavuşturulmalı, rektör seçimleri tamamen üniversite yönetimlerine bırakılmalı; öğrenci, kurum ve akademik kadrolar arasında iş birliği ve uyumu artıracak düzenlemeler yapılmalıdır, (16) Yaşam boyu öğrenme anlayışı çerçevesinde her türlü yaygın eğitim olanakları geliştirilmeli, özellikle üniversiteye giremeyen gençlere beceri kazandırma ve meslek edindirme faaliyetleri artırılmalı, mahallî idareler, gönüllü kuruluşlar ve özel sektör de bu konuda desteklenmelidir, (17) Tüm bireyler yeteneği ve ilgisi doğrultusunda Yüksek Öğrenim görme imkânına sahip olmalıdır. Bu amaçla Yüksek Öğrenim veren özerk yapıya sahip üniversite ve eğitim kurumlarının nicelikleri ve nitelikleri arttırılmalıdır, (18) İki yıllık Meslek Yüksek Okullarının nicelik ve nitelikleri artırılmalıdır, (19) Eğitim ve öğretim kurumlarının tamamı teknolojinin her türlü gelişmesine ayak uyduracak ve bilgi çağının gereklerine uygun bir şekilde donatılmalı, bu olanakların ülkemizin tüm bölgelerine eşit olarak yayılmalı, eğitim ve öğretim faaliyetinin temeli olan öğretmenlerimizin özlükhakları yeterli seviyeye çıkartılmalıdır. (20) Daha fazla kişinin bilimsel tez hazırlayabilmesine yönelik yüksek lisans ve doktora programları artırılmalı ve akademisyenlerin bilimsel tezleri için maddi destek olanağıyaratılmalıdır. (21) Türkiye’de 2016 yılı itibarı ile özel okulda okuyan öğrenci sayısının toplam öğrenci sayısına oranını % 7,11 dir. Üç yıl önce bu rakamın % 3 olmasına bakarak ciddi bir artış olduğu söylenebilir. Ama şu da unutulmamalıdır ki bu yeni açılan okulların neredeyse tamamı dershaneden dönüşen ve ideal bir okulun fiziksel gereksinimlerini hiç karşılayamayan, oyun ve bahçe alanları olmayan ya da öğrenci başına asgari 2 m² bahçe ihtiyacını karşılayamayan yapılardır. Yani bu rakam aslında aldatıcıdır. AB ülkelerinde ise özel okulda okuyan öğrenci sayısının genel öğrenci sayısına oranı yüzde 17 iken Türkiye için hedeflenen oran yüzde 12 olarak ifade edilmektedir. (22) Özel okullar ile ilgili devletin teşvik edici politikalar uygulaması gerekir. Bu hem velileri hem yatırımcıları özel okul açmaya teşvik edeceği gibi devletin yükünü özel sektör ile paylaşır hale getirecektir. Tüm Türkiye’de, özel okul sayısı halen 8350 dir. Örgün eğitimdeki okul sayısının tamamının yaklaşık 60 000 olduğu düşünülecek olursa, özel okullar, Devletin yükünü azaltma konusunda, ciddi bir katkı sağlamaktadır. Özellikle, 2015-2016 eğitim öğretim yılında, dershaneden okula dönen eğitim kurumlarını da düşünecek olursak, bu katkının önemi daha iyi anlaşılacaktır. Özel Okullaşma oranı, eğitim desteği, ya da devlet teşviki dediğimiz katkı ile % 4’ten % 7ye çıkarak az da olsa bir artış sağlamıştır. Bu desteğin en az % 15-20’lere çıkarılması gereklidir. Özel okulların vergilendirilmesinde getirilecek bazı istisnalar ve ciddi teşvik yasaları bu sayıyı arttırabilecektir. (23) Halen üniversite ve yüksekokullarda okuyan öğrencilerin en önemli özellikleri, teknolojinin her şeye hâkim olduğu bir ortamı soluyarak büyümeleri, anne babalarından çok daha farklı bir iş gücüne katılacak olmalarıdır. Birden fazla alanda faaliyet gösteren ve hızla gelişen teknolojileri kullanmaları gerekirken, bir yandan da değişen iş ortamlarında yaratıcı yaklaşımlar sergilemeleri gerekecektir. Yapılan bir araştırmaya göre önümüzdeki 25 yıl içerisinde bilinen meslek sayıları % 20 oranında azalırken adını halen bilmediğimiz yeni meslekler % 40 oranında artacaktır. 5. Sonuç ve Öneriler: Tüm Dünya müthiş bir değişim ve bilimsel gelişme içerisindedir. Öyle ki halen en çok rağbet gören 10 meslek, bundan altı sene önce, yani 2010 yılında Dünya da henüz bilinmiyordu. Bu şekilde bir değişim ve gelişim döneminde, gençleri geleceğe hazırlayabilmek, eğitimin kalitesinin yüksek olması demek, nitelikli işgücü ve dinamik bir toplum anlamına gelmektedir. Böyle bir toplum içinde yer alan bireyler de, uygun koşullar sağlandığında, ülkenin gelişimine önemli katkıda bulunacaklardır. Bu nedenledir ki, eğitimde yapı taşı görevini gören okullar, Dünyanın ve mesleklerin bu hızlı değişim süreci içerisinde nitelikli insan yetiştirmede ve ülkenin refah düzeyinin artırılmasında hayati bir önem taşımaktadır. Eğitimin her türlü siyasi ve dini mülahazadan uzak şekilde, dünya üzerinde örneği ve uygulamaları olan okullar örnek alınarak, yaz- boz tahtası gibi sürekli değiştirilip oynanmadan rayına oturtulması büyük önem taşımaktadır. Sadece dini gerekçeler ileri sürülerek plansız olarak teşvik edilen bir nüfus artışı, eğitim sisteminin geliştirilmesinin önündeki en büyük engellerden biridir. Zira mevcut ama çağ dışı kalmış okulları düzeltemeden, depremde yıkılma riski taşıyan okulları yıkıp sağlamlarını yapamadan, her yıl yüzlerce yeni okul binası ihtiyacı doğmaktadır. Her yıl artan genç nüfus, yeni dersliklerin açılmasını zorunlu kılmaktadır. Bu da mevcut imkânların iyileştirilmesinin önünde engel teşkil edebilmektedir. Bu bakımdan “nüfus artış politikaları” “eğitim kalitesi” ile birlikte ele alınıp daha gerçekçi bir tabloya oturtulması gereklidir. Mevcut uygulamada, Birinci kademe, yani; 1-4 sınıfların ve ikinci kademe, yani; 5-10. sınıfların ayrı binalarda eğitim görmeleri uygundur. Ancak ergenlik yaşına gelmiş çocukların ilkokul çocuklarıyla aynı binada okumaları doğru değildir. Ortaokul ve liselerin birleştirilmesi halinde çok büyük okullara ihtiyaç duyulacaktır. Okulları dini mülahazalarla kız ve erkek okulları olarak ayırmak, kişisel gelişim ve uyum açısından uygun olmadığı gibi dünya gerçekleri ile de bağdaşmamaktadır. Üniversiteye gidecek öğrenciler için 12 sene okula devam edilmesi uygundur. Ancak mesleğe devam edecek öğrenciler için 12 sene zorunlu eğitim Türkiye şartlarında gereksiz ve uzundur. Herkesin Üniversite okuması anlamsız ve gereksizdir. Bu amaçla ihtiyaçlar doğru şekilde saptanarak gençler meslek okullarına yönlendirilmelidir. Ve tabii bunun da ilk şartı meslek okulların fiziksel şartlarının ve eğitim olanaklarının, mezuniyet sonrasındaki istihdam olanaklarının cazip hale getirilmesidir. Böylelikle ilerleyen zaman içerisinde Üniversite Giriş Sınavlarına olan talep azalabilecek ve belki de ileri de bu sınavlar kaldırılabilecektir. Yeni eğitim sisteminde çok fazla sayıda dersliğe ve öğretmene ihtiyaç vardır. Eğitimin kalitesini yükseltmek istiyorsak, her şeyden önce bir sınıfta 25-30 dan fazla öğrencinin okumasına müsaade edilmemelidir. Öğrenciler tam gün eğitimde dersler yanında, okulda ev ödevlerini de yapmalı, sosyal etkinliklere katılmalı, öğle yemeğini yiyebilmelidir. Okulların sosyal olanakları, laboratuvar ve atölye sayıları arttırılmalıdır. Müfredat programları ve ders kitapları yukarıda açıklanan yapılanmaya göre yeniden hazırlanmalı ancak konu esaslı eğitim sistemi yerine, kişisel gelişim, meslek, coğrafi ve bölgesel ihtiyaç esaslarına uygun, Finlandiya Modeli bir sistem uygulanmalıdır. Ders konuları seçilirken düşey ve yatay bütünleşme sistemleri esas alınarak, yıllar arasında giderek artan ve 12nci sınıf sonunda nihai hedefe ulaşan, ancak yatay olarak ta aynı yıl içerisindeki konuların birbirleriyle uyumunu ve sıralı geçişini sağlayan bir sistem uygulanmalıdır. (PYP, MYP gibi, Primary Yearly Program, Middle Yearly Program) İyi ve kaliteli öğretmen yetiştirmeye ve öğretmenlerin yaşam seviyesini yükseltmeye önem verilmelidir. Öğretmenler sürekli olarak “mesleki gelişim programları”na alınmalıdır. Yabancı dil eğitimi daha erken yaştan başlayacak şekilde planlamaya alınmalı ve bu dersi verecek öğretmen nicelik ve niteliklerinde yeni düzenlemelere gidilmelidir, Öğrenciler için yabancı dili ve özellikle dünyanın neredeyse tamamının konuştuğu İngilizceyi ikinci dil olarak ele alan ve bunu ciddiyetle öğreten bir sistem oluşturulmalıdır. Öğrencileri sınav sisteminden uzak tutacak bir sistem içerisinde ezberden kaçınan, bireysel gelişime ve çoklu zekâ kullanımına imkân veren uygulamalara geçilmeli, öğrencinin okulu seveceği bir model yaratılmaya çalışılmalıdır. Öğrencinin bedensel ve ruhsal gelişimini öne çıkaran, sanat ve beceri yeteneklerini tespit edip yönlendiren ve geliştiren sistemler ortaya konulmalı ve bu amaçla okulların bedensel ve sanatsal yetenekleri ortaya çıkaracak fiziksel ve eğitsel olanaklara kavuşması sağlanmalıdır. Okullarda psikolojik danışmanlık servisleri geliştirilmeli, öğrenci odaklı çoklu zekâ modelleri aktif olarak uygulanmalı, öğretmenler “bireysel eğitim programları”na göre eğitilmelidir, Teknolojinin tüm olanakları, en ücra köşedeki okullara kadar ulaştırılmalıdır, Özel okullar teşvik edilmeli ama geçtiğimiz iki yıl olduğu gibi apartman katından ya da apartmandan okula dönüşmüş garip, eğitimin amaçlarından uzak binalara onay verilmemeli, gerekiyorsa devlet destekli ama ciddi standartlara sahip özel okul sayısı hızla arttırılmalıdır. Bu prensipler doğrultusunda yeni bir yapılanmaya gidilirken, müfredat programları da esnek, birbirleriyle dikey ve yatay uyumlu, çağdaş ve teknolojik gelişmelerle paralel hale getirilmelidir. Mehmet ASAL Fatma Candan ASAL

  • BİR BELEDİYE BAŞKANI NEDEN CUMHURBAŞKANI OLMAMALI!

    Öncelikle şunu belirteyim. Bugüne kadar olmuş mu? EVET Peki gerçekten olabilmiş mi? HAYIR O nedenle bana neden olmasın var ya! Olmuş ya! Demeyin. Siz de çok iyi biliyorsunuz ki Olamamış. İkincisi: Hem Ankara hem de İstanbul Belediye Başkanlarımızı GÖREVLERİNDE çok başarılı buluyor, seviyor ve her ikisine de saygı duyuyorum. Ama Yerel Yönetim görevlerinde. Gelelim asıl konuya. Okuyanları sıkmamak için çok kısa ve özet yazacağım. Anayasamızın 8nci maddesine göre: Cumhurbaşkanı Devletin başıdır. Yürütme yetkisi Cumhurbaşkanına aittir. Cumhurbaşkanı, Devlet başkanı sıfatıyla Türkiye Cumhuriyeti’ni ve Türk Milletinin birliğini temsil eder; Anayasanın uygulanmasını, Devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını temin eder. Ülkenin iç ve dış siyaseti hakkında Meclise mesaj verir. Kanunların, Türkiye Büyük Millet Meclisi İçtüzüğünün tümünün veya belirli hükümlerinin Anayasaya şekil veya esas bakımından aykırı oldukları gerekçesiyle Anayasa Mahkemesinde iptal davası açar. Üst kademe kamu yöneticilerini atar, görevlerine son verir ve bunların atanmalarına ilişkin usul ve esasları Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle düzenler. Türkiye Cumhuriyeti’ne gönderilecek yabancı devlet temsilcilerini kabul eder. Milletlerarası antlaşmaları onaylar ve yayımlar. Milli güvenlik politikalarını belirler ve gerekli tedbirleri alır. Türkiye Büyük Millet Meclisi adına Türk Silahlı Kuvvetlerinin Başkomutanlığını temsil eder. Türk Silahlı Kuvvetlerinin kullanılmasına karar verir. Şimdi soruyorum sizlere: Türkiye; 185 dünya ülkesi içinde nüfus itibarıyla 16’ncı, toprak büyüklüğü itibarıyla 32’nci ve ekonomik gücü itibarıyla 23’üncü sırada (Bir ara 17.inciliğe kadar yükselse de) olan bir dünya devletidir. Kısacası, bir G 20 ülkesidir. Türkiye, jeopolitik ve jeostratejik mevkii itibarıyla; Dünyanın en önemli doğal gaz ve petrol rezervlerine ve emperyal güçlerin gözünü diktiği Orta Doğu ve Hazar Havzası, Önemli deniz ulaştırma yollarının kavşağı durumunda bulunan Akdeniz Havzası, Tarihte her zaman önemini sürdürmüş olan Karadeniz Havzası ve Türk Boğazları, SSCB ve Yugoslavya’nın dağılması sonucu yapısal değişikliklere uğrayan Balkanlar, Etnik çatışmalar yanında, zengin tabiî kaynaklara sahip Kafkasya ve bunun daha ötesinde Orta Asya’nın oluşturduğu coğrafyanın merkezinde etkili bir konumda bulunmaktadır. Çin’den başlayarak Anadolu ve Akdeniz aracılığı ile Avrupa’ya kadar uzanan ve dünyaca ünlü Tarihi İpek yolu üzerinde merkezi bir konumdadır. Büyükşehir Belediye Başkanlığında henüz bir dönemi bile (5 sene) tamamlamamış, Milli Güvenlik Siyaseti, Ordunun kullanılması, Uluslararası ilişkiler, NATO, AB, Rusya ve ABD ile sorunlar, Ekonomi Yönetimi, yabancı dil hakimiyeti, dünya siyasi tarihi, Türk İnkılap tarihi, vb. gibi pek çok konuda yeterliliği hiç bilinmeyen, sadece ilçe yerel yönetiminde belli başarıları olan kişilerin, 85 Milyon Nüfusa sahip, jeopolitik olarak dünyanın en önemli bir konumunda, kuzeyinde Dünyanın en güçlü ülkelerinden biriyle komşu, 8 sınırdaş ülkesinin tamamının kendisinden farklı alfabelere sahip, birçoğunun farklı dinlere ve laiklik anlayışına sahip olduğu bir coğrafyada bulunan ülkemizi yönetebilmesi, geleceğe taşıması, ihtilafları sonlandırması, böyle bir ülkede başkanlık yapabilecek yeterliliğe sahip olabilmesi ne kadar mümkündür? Üstelik de Cumhuriyetin 100ncü yılında. Bazı belediye başkanları, yerel düzeyde gösterdikleri başarıları ve halkın takdirini kazanmış olabilirler. Bu, güven ve destek kazanmalarına yardımcı olabilir. Ancak, cumhurbaşkanlığı makamı, ülke genelinde çok daha geniş ve karmaşık sorunlarla karşı karşıya gelmeyi gerektiren bir görevdir. Bu nedenle, başarılı bir cumhurbaşkanı olmak için ulusal düzeyde liderlik deneyimi, politika bilgisi ve diplomasi becerileri gibi özellikler de önemlidir. SONUÇ: Seçilebilecek aday elbette önemlidir ama asıl sorun sadece seçilmek değil SEÇİLEBİLMEK + YÖNETEBİLMEK olmalıdır. Her iki Belediye Başkanının da bugüne kadar çıkarak çok açık ve seçik bir dille; BİZ CUMHURBAŞKANI OLMAK İSTEMİYORUZ. OLMAYACAĞIZ.. Dememiş olmaları da çok manidar değil mi?

  • DEPREMİN TÜRKİYE EKONOMİSİNE ETKİSİ Özet

    YAZAN: Mehmet ASAL Türkiye nüfusu kabaca 85 Milyon. Depremden etkilenen bölge nüfusu 13,4 Milyon. Yani nüfusun %15’i kadar. Türkiye’de toplam 81 il var. Depremden etkilenen il sayısı 10. Daha sonra bu illere Elazığ’da eklenmiştir. Ancak bu illerden büyük hasar gören asıl il sayısı 7 dir. Bu illerin MİLLİ GELİRE KATKISI %9,3, TARIMA KATKISI %14,3 dür. Türkiye genelinde kişi başına 9.600 dolar olan milli gelir deprem illerinde ortalama 5.600 dolardır. Türkiye gelir ortalamasını 10 kabul edersek bölge aslında 5,5 seviyesindedir. Bölge daha çok OSB tarzında sanayileşmiştir. Sanayi tesisleri dağlık ve sağlam zeminli bölgede olduğundan iskân edilen yerler kadar hasar görmemiştir. Bu nispeten olumlu bir durumdur. Bu 11 ilin en fazla katkısı olan sektörler ise; TEKSTİL, HAZIR GİYİM, ÇELİK, ÇİMENTO, ENERJİ, GIDA VE TARIM’dır. Depremde yaklaşık 50 000 can kaybı, 50 000 ciddi yaralı var. Bu sayı elbette ki insan gücü bakımından önemli bir kayıp ancak bölgenin Milli Gelire katkısı nispeten düşük olduğu ve 2-3 ay içerisinde tarım ve sanayii tesislerinin tekrar % 80-90 faaliyete geçebileceği dikkate alındığında Milli Gelirde olacak kaybın, 3 aylık gecikme süresi bile dikkate alındığında %9,3 değil ancak % 2 civarında olacağı değerlendirilmektedir. Tarıma olan katkı da benzer şekilde ele alınabilir. Burada en ciddi kayıp ölüm ve iş göremezlik nedeniyle kaybedilecek vasıflı insan sayısıdır. Bunun da Türkiye’de toplam 30 Milyon olan nitelikli işgücü içinde orantısal olarak büyük olmadığı kolayca görülebilir. Ayrıca ülkede 3,5 milyon işsiz olduğu dikkate alındığında, deprem bölgesine kaydırılabilecek işsizlerle bu konudaki açığında kapanabileceği düşünülebilir. Bölge de en büyük sıkıntı Eğitimin eskiye döndürülmesi ve şehirlerin inşasıdır. Bundan sonra yapılacak en ciddi çalışma, inşaat sektörü alanında olacaktır. Hem Türkiye’nin hem de bölgenin bu konuda önemli bir avantajı vardır. Demir-çelik ve çimento bölgenin güçlü sektörleridir. Keza enerji bakımından da bölge de herhangi bir sıkıntı yoktur. Ayrıca; Türkiye inşaat malzemeleri ihracatında dünya 5.ncisidir. 2021 yılı rakamlarına göre Türkiye'nin inşaat malzemeleri ihracatından aldığı pay 30,83 milyar dolar olarak gerçekleşmiştir. İnşaat malzemeleri ithalatı ise 8,6 milyar dolardır. Bu sektördeki ithalatın esasını; hurda demir-çelik, akaryakıt ve enerji oluşturmaktadır. SONUÇ: Türkiye’nin inşaat sanayiindeki avantajları, bölgenin aynı konudaki imkanları, depremden etkilenen alanın coğrafi olarak büyüklüğüne rağmen milli gelire olan etkilerinin düşük olduğu dikkate alındığına; ciddi bir planlama, dürüst çalışma ve projelerle birkaç yıl içerisinde bölgenin eskisinden daha iyi bir hale getirilebileceği ve bunun da sanıldığı kadar 80-100 Milyar Dolar bir maliyeti olmayacağı, bu modellemenin tüm ülkeye de örnek olabileceği değerlendirilmektedir. Elbette ki giden canlar en büyük kaybımızdır. Hepsinin ruhu şad olsun.

  • YANLIŞ BİLDİKLERİMİZ

    DERLEYEN : Mehmet ASAL Güzel Türkçemizde çok anlamlı deyişler ve sözler vardır. Bizler bunları sıklıkla kullanmamıza rağmen birçok kere bilmeden hatalı söyler anlamını yanlış düşünürüz. . Ben aşağıda sizlere tam 34 adet deyiş vereceğim. Kendinizi bir test edin. Bakalım kaçını doğru biliyor/doğru kullanıyorsunuz? SIRA NO : 1 YANLIŞ BİLİNEN : "Su küçüğün, söz büyüğün." DOĞRUSU : Sus küçüğün, söz büyüğün. AÇIKLAMASI : İlk cümlede geçen su ile ikinci cümlede geçen söz arasında bir bağ kurulamaz, çünkü saçma bir anlam çıkar ortaya! Ama doğrusunu okuduğumuz zaman tamam deriz. SIRA NO : 2 YANLIŞ BİLİNEN : "Su uyur, düşman uyumaz." DOĞRUSU : Doğrusu: Sü uyur, düşman uyumaz. AÇIKLAMASI : Sü, 'asker' demek. Yani deyimimiz diyor ki, "Asker uyur, düşman uyumaz." SIRA NO : 3 YANLIŞ BİLİNEN : "Güzele bakmak sevaptır." DOĞRUSU : Güzel bakmak sevaptır. AÇIKLAMASI : İslam dini, hatta tüm dinler canlılara “güzel” bakmayı emreder. SIRA NO : 4 YANLIŞ BİLİNEN : "Saatler olsun!" DOĞRUSU : Sıhhatler olsun! AÇIKLAMASI : Genelde tıraş olduktan sonra sağlıklı olunması temennisidir SIRA NO : 5 YANLIŞ BİLİNEN : "Sıfırı tüketmek." DOĞRUSU : Zafiri tüketmek AÇIKLAMASI : Zafir, 'nefes' demektir, yani 'nefesi tüketmekten' bahsediliyor. SIRA NO : 6 YANLIŞ BİLİNEN : "Ana gibi yar, Bağdat gibi diyar olmaz." DOĞRUSU : Ane gibi yar, Bağdat gibi diyar olmaz. AÇIKLAMASI : Deyimde aslında bahsedilen Ane, Bağdat'ta / Bağdat Yolu üzerindeki bir yar, yani bir uçurum. "Ane gibi uçurum olmaz demek. SIRA NO : 7 YANLIŞ BİLİNEN : "Azimle sıçan mermeri deler! DOĞRUSU : Azimli sıçan mermeri deler! AÇIKLAMASI : En saçma değişime uğramış sözdür. Fareler isterse mermeri delebilir. SIRA NO : 8 YANLIŞ BİLİNEN : "Enikonu." DOĞRUSU : Önü sonu. AÇIKLAMASI : Doğrusu 'önü sonu'. Deyimin kullanılma yeri de 'bir şeyin etraflı şekilde belirtmek' anlamındadır... SIRA NO : 9 YANLIŞ BİLİNEN : "Göz var nizam var." DOĞRUSU : Göz var izan var. AÇIKLAMASI : İzan: anlayış, anlama yeteneği. Nizam: düzen, kural SIRA NO : 10 YANLIŞ BİLİNEN : "Elinin körü." DOĞRUSU : Ölünün kûru. AÇIKLAMASI : Kûr: mezar, gömüt SIRA NO : 11 YANLIŞ BİLİNEN : "Aptala malum olurmuş." değil DOĞRUSU : Abdal'a malum olurmuş. AÇIKLAMASI : Abdal: Ermiş, bilgin. Bilgin kişi hemen sezer. SIRA NO : 12 YANLIŞ BİLİNEN : "Geçti Bolu'nun pazarı, sür eşeği Niğde'ye." değil DOĞRUSU : Geçti Bor’un pazarı, sür eşeğini Niğde’ye. AÇIKLAMASI : Bor, Niğde’nin her hafta pazar kurulan bir İlçesi. SIRA NO : 13 YANLIŞ BİLİNEN : "Haydan gelen huya gider." değil DOĞRUSU : Hayy'dan gelen Hu'ya gider. AÇIKLAMASI : Hayy, Hu: Tanrı’nın İslam dinindeki isimlerinden ikisi SIRA NO : 14 YANLIŞ BİLİNEN : "Kısa kes Aydın havası olsun!" DOĞRUSU : Kısa kes Aydın abası olsun! AÇIKLAMASI : Aba bir giysidir ve Aydın efesinin abası kısa ve dizleri açıktır SIRA NO : 15 YANLIŞ BİLİNEN : "Fukaranın düşkünü beyaz giyer kış günü." değil DOĞRUSU : Zürafanın düşkünü, beyaz giyer kış günü. AÇIKLAMASI : Daha önce iyi bir durumda olan kişi bu konumunu kaybettiğinde uygun olmayan, yersiz davranışlarda bulunur demektir. Ancak buradaki zürafa bizim bildiğimiz hayvan türü zürafa değil zarafetine önem veren kişi anlamındadır . Denizciler arasında espri mahiyetinde bu deyiş şöyle de kullanılır. DENİZCİNİN ŞAŞKINI BEYAZ GİYER KIŞ GÜNÜ. SIRA NO : 16 YANLIŞ BİLİNEN :"Altı kaval, üstü şişhane." değil DOĞRUSU : Altı kaval, üstü şeşhane AÇIKLAMASI : Kaval: namlu mermiyi nereye atacağı çok da kestirilemeyen düz bir borudur. Şeşhane: mermiyi atış ekseni etrafında döndürerek çok daha hassas nişan almayı sağlayan altı yivli namludur SIRA NO : 17 YANLIŞ BİLİNEN : "Eşek hoşaftan ne anlar?" DOĞRUSU : Eşek hoş laftan ne anlar? AÇIKLAMASI : Eşek ile hoşafın doğrudan bir ilgisi olmayıp, yanlış bilenler suyunu içer tanesini bırakır diye açıklarlar. Oysa eşek hoşaf verildiğinde tanelerini de yemektedir. Buradaki konu üzüm değil, HOŞ KELAM anlamında, hoş laftır. SIRA NO : 18 YANLIŞ BİLİNEN : "Su içene yılan bile dokunmaz." DOĞRUSU : Su içen yılana bile dokunulmaz. AÇIKLAMASI : Muhtaç ve biçare kişilere dokunulmamalı anlamında SIRA NO : 19 YANLIŞ BİLİNEN : "(Kaba) ağaç dalıyla gürle." DOĞRUSU : (Kaba) ağaç yaprağıyla gürler. AÇIKLAMASI : İnsan önemli işleri akrabası, yakınları, yandaşlarından güç alarak daha kolay yapar. SIRA NO : 20 YANLIŞ BİLİNEN : "Ziyaretin kısası makbuldür." DOĞRUSU : Ziyaretin kısas’ı makbuldür. AÇIKLAMASI : Yani karşı ziyaret yapılması gerekir. SIRA NO : 21 YANLIŞ BİLİNEN : "İnce eleyip sık dokumak." DOĞRUSU : İnce eğirip sık dokumak.. AÇIKLAMASI : Eğirmek, yün pamuk gibi İpliklerin iğ ile bükülüp iplik durumuna getirildikten sonra dantelin/giysinin sık şekilde örülmesi anlamındadır. SIRA NO : 22 YANLIŞ BİLİNEN : "Burası Muş’tur Yolu yokuştur." DOĞRUSU : Burası Huş’tur Yolu yokuştur. AÇIKLAMASI : Meşhur Yemen Türküsünde Burası Muş`tur, yolu yokuştur. Sözünün doğrusu, Burası Huş`tur şeklindedir. (Huş, Yemen`in vilayetidir. Yemen neresi, Muş, neresidir Allah aşkına? SIRA NO : 23 YANLIŞ BİLİNEN : "Kelli Felli." DOĞRUSU : Kerli, Ferli. AÇIKLAMASI : Ker: kuvvet Fer: İktidar anlamındadır. SIRA NO : 24 YANLIŞ BİLİNEN : "Sütten ağzı yanan yoğurdu üfleyerek yer!" DOĞRUSU : Sütten ağzı yanan ayranı üfleyerek içer! AÇIKLAMASI : Ayran ve süt içilen gıdalar olup süt sıcak ve soğuk içilmesine rağmen ayran her zaman soğuk içilir. SIRA NO : 25 YANLIŞ BİLİNEN : "Darısı başıma." DOĞRUSU : Darisi başıma. AÇIKLAMASI : Darisi (ilacı) başıma. Saçı dökülenler için söylenmiş söz. SIRA NO : 26 YANLIŞ BİLİNEN : "Eski camlar bardak oldu." DOĞRUSU : Eski Çamlar bardak oldu. AÇIKLAMASI : Eski çam ağaçları oyulup tahta bardak yapılırmış Deyim oradan geliyor. Zaten camın eskisi diye bir tabir olmaz. Beydağlarında konuşlanmış, ormancılıkla ilgilenen Yörükler yaşını başını almış çamları keser kereste yapıp, arta kalan materyalden bardak kap kacak gibi şeyler yaparlar. BAZI DEYİMLER : SIRA NO : 27 DEYİM : "TABAKANEYE BOK YETİŞTİRMEK’ AÇIKLAMASI : Eski deri atölyelerinde derinin işlendiği, yani tabaklanıp kullanıma hazır hale getirildiği yerlere tabakhane denir. Henüz tabakama işlemi kimyasallarla yapılmadığı dönemlerde derileri tabaklamak için köpek pisliği kullanılırdı. Bunun sebebi ise; köpek pisliğinde bulunan ve tabaklama reaksiyonlarının gerçekleşmesi için gereken enzimlerdir. Ve tabi ki bu enzimlerin faaliyet gösterebilmeleri için malzemenin çok acil olarak tabakhaneye yetişmesi gerekir. SIRA NO : 28 DEYİM :‘ "İKİ DİRHEM BİR ÇEKİRDEK’ AÇIKLAMASI : Giyim kuşamına özen göstermiş şık kıyafetleriyle dikkat çeken insanlar hakkında ”iki dirhem bir çekirdek” sözü kullanılır. Bu yakıştırma ağırlık ölçüsü olarak okkanın kullanıldığı eski devirlerden kalmadır. Belki biliyorsunuz; bir okka bugünkü ölçülerle 1283 gram tutar. Okkanın dört yüzde birine dirhem adı verilir (Şimdiki gram ile aynı birim olduğunu sanarak gram diyecek yerde dirhem denilmesi hatalıdır.) Dirhem daha ziyade hassas teraziler için kullanılan bir ölçüdür. Ancak sarraflar dirhemden daha hassas ölçümler için bir ağırlık birimi daha kullanırlar. Buna çekirdek (keçiboynuzu çekirdeği) denir ki toplam 5 santigram karşılığıdır. Eski devirlerin en kıymetli parası olan bir Osmanlı altını toplam iki dirhem bir çekirdek ağırlığa sahiptir. Bu durumda süslenmiş kimselere iki dirhem bir çekirdek yakıştırmasında bulunanlar mecaz yoluyla onlara altın demiş olurlar ki bizce pek zarif bir nüktedir. SIRA NO : 29 DEYİM : "PABUCU DAMA ATILMAK" AÇIKLAMASI : Osmanlı döneminde esnaf ve sanatkârların bağlı bulunduğu teşkilat, ticaretin yanında sosyal hayatı da düzene sokuyordu. Kusurlu işin önüne geçmek için de ilginç bir önlem alınmıştı. Tamir ettirdiniz ayakkabı kusurlu çıktı diyelim. Böyle durumlarda heyet şikâyeti ve sanatkârı dinliyor. Eğer şikâyet eden gerçekten haklıysa, o ayakkabıların bedeli şikâyetçiye ödeniyordu. Ayakkabılar da ibret-i âlem olsun diye ayakkabıyı imal edenin çatısına atılıyordu. Böylece pabuçları dama atılan ayakkabıcı maddi kazançtan da oluyor ve gerçekten pabucu dama atılmış oluyordu. SIRA NO : 30 DEYİM : "AĞZINA TÜKÜRMEK’ AÇIKLAMASI : Vaktiyle, saçma sapan şiirler yazan bir şair, Molla Camii’nin meclisinde, -Üstat, demiş, dün gece rüyamda şiirler yazıyordum ki Hızır Aleyhi selamı gördüm. Mübarek ağzının tükürüğünden bir parça benim ağzıma tühledi. Molla Camii, adamın şiirlerinde keramet sezilmesi için böyle söylediğini ve yalancı şöhret peşinde koştuğunu anlayıp cevabı yapıştırmış: - Be ahmak, öyle değil. Bence Hızır Aleyhi selam bu şiirleri senin yazdığını görünce yüzüne tükürmek istemiş, ama o sırada ağzın açık olduğundan, tükürük ağzına girmiş! (İstanbul/EVRENSEL) SIRA NO : 31 DEYİM : "TEŞBİHTE HATA OLMAZ" AÇIKLAMASI : TDK: "yeri geldiği zaman çirkin, kaba bir benzetme ile anlatıma daha etkili bir hava verilmesi, saygısızca bir davranış değildir, kimse bundan alınmamalıdır" anlamında kullanılan bir söz. Doğrusu: ''Teşbih hata kaldırmayan bir durum olup, benzetme yapılırken hata yapılmaması gerektiği anlamını taşır.'' Kaynak: Aksoy, Ömer Asım (1995). Atasözleri ve Deyimler Sözlüğü 2 Deyimler Sözlüğü. İstanbul: İnkılâp Kitabevi Velhasıl kelam, toplum içinde çeşitli sebeplerden dolayı derin anlamları olan ve günlük hayatta kültürümüzü arttıran bu güzelim söz ve deyimler değişime uğramış ve anlamlarını yitirmişler. Bize düşen ise, bu mirası doğru kullanmak ve gelecek nesillere aktarmak. Unutulmamalı ki, dil ve iletişim bir ülkeyi, bir toplumu ayakta tutan en önemli öğelerin başında geliyor. SIRA NO : 32 DEYİM : "AVA GİDEN AVLANIR' AÇIKLAMASI : Burada anlatılmak istenen ava giden kişin av olabileceği değil. Atasözünde tembellikten kaçınılmayı öğütlemekte ve sadece ava giden kişilerin avlanabileceği vurgulanıyor. Yani sadece ava gidenler avlanabilir, evde oturup yatanlar değil. SIRA NO : 33 DEYİM : "YALANCININ MUMU YATSIYA KADAR YANAR" AÇIKLAMASI : Bu söz insanlar tarafından yalancının yalanı en kısa sürede anlaşılır diye yorumlanıyor. Bu yorum doğru olmakla birlikte eksik ve hatta yanlıştır. Zira bu sözün ortaya çıkışı şöyle imiş: eskiden yatsıyı kılmadan yatan bazı kişiler dışardan bakanlar yatsıyı kılıyor sansınlar diye yatmadan önce yatsının sonuna kadar yanacak bir mum yakarlarmış. Sözün aslı da budur. SIRA NO : 34 DEYİM : "ASLAN YATTIĞI YERDEN BELLİ OLUR." AÇIKLAMASI : Çoğu kişi bu sözü yatağın temizlenmesi anlamında algılar ama aslan yattığı yeri temizler mi ki temizlik için aslan örnek gösteriliyor. Hâlbuki sözün asıl anlamı 'Bir aslanın aslan olduğunu belli etmesi için ayağa kalkıp kükremesine bile gerek yoktur yattığı yerde bile o aslandır.' şeklindedir.

  • GÜZEL TÜRKÇEMİZ...

    YAZAN: Mehmet ASAL Her birimizin; hangi işi yapıyor, hangi eğitim düzeyinde ve toplumun hangi kesiminde olursak olalım, ana dilimizi doğru kullanmak gibi bir yükümlülüğüz olduğu tartışılamaz. Özellikle o kişi kitle iletişim aracıyla kamuya sesleniyorsa (Spiker gibi) bu yükümlülük daha da artar. Görsel medyada veya kendi aramızdaki yazışma ve haberleşmelerde ciddi Türkçe kullanım hataları yapmaktayız. Mesela; GÜNAYDINLAR diye bir hitap, sesleniş olmaz, olamaz. SAYGILAR, SEVGİLER diye bir deyiş olmaz. Saygı ve sevgi çiçek gibi birşey midir ki? Hayır. Bir kişiye ya da benliğe ait olup bir başka kişiye veya topluluğa sunulur. Az okuyan bir toplumuz. Bu yüzden de kelimeleri ve doğru kullanımını öğrenemiyoruz. Bunun eğitimini de almıyoruz” İlkokulda en önemsemediğimiz ders Dilbilgisi. Anlamak istemediğimiz gibi çevremizdekilerin çoğu yanlış kullandığında alınan derslerin de bir anlamı kalmıyor. Yaşar Kemal’i, Peyami Safa’yı, Sabahattin Ali’yi, Yakup Kadri’yi, Ahmet Hamdi Tanpınar’ı, Ömer Seyfettin’i …… bilmeyen ya da yeterince okumamış nesillerin Türkçeyi güzel konuşması beklenebilir mi? Son dönemde dikkatimi fazlaca çeken ve ısrarla yanlış kullanılan kelimeler, deyişler var. Aklıma gelen bazı örnekleri aşağıda paylaştım. Bunları çoğaltabiliriz. Lütfen hepimiz özenli olalım. Özelikle de torunlarımız ve gelecek nesillerimiz için. Saygılarımla. YANLIŞ KULLANIM : Saygılar sunarım, sevgiler sunarım DOĞRUSU : Saygılarımı sunarım, sevgilerimi sunarım AÇIKLAMA : Saygı bir isim değildir. Kişisel bir özellik ya da tanımdır. O nedenle bir kişiye ait ruhsal veya manevi bir durumu ifade eder ve sahiplik gerektirir. Bireysel bir duygudur. YANLIŞ KULLANIM : Saygılar, Sevgiler DOĞRUSU : Saygılarımla, Sevgilerimle AÇIKLAMA : Yukarıda da belirtildi. Yabancı dillerde de bu böyledir. Saygılarını sunmak teriminin Türkçe-İngilizce sözlükte ki anlamı. "Pay one's respects to, commend · to pay one's respects (to sb) · commend · pay one's respects" ... Dikkat edilirse hep bir sahiplik vardır. Ortada duran bir SEVGİ veya SAYGI olmaz. YANLIŞ KULLANIM : Günaydınlar DOĞRUSU : Günaydın AÇIKLAMA : Günaydın bir tanımlama ve selamlama işaretidir. Bir ünlemdir. Gününüz aydınlık olsun anlamında, sabahtan öğleye yakın zamanlara değin söylenebilen, bir esenleme sözüdür. Çoğullaştırılamaz. Anlamını yitirir. Şimdi şunu sorabilirsiniz. O zaman "İyi akşamlar" deyişinde neden çoğul kullanıyoruz? Akşam bir isimdir ve çoğul kullanılabilir ama günaydın isim değil bir ünlemdir ve çoğulu olmaz. YANLIŞ KULLANIM : Cansız Beden DOĞRUSU : Ceset AÇIKLAMA : Ceset veya naaş, ölü bir insanın bedeni için kullanılır. Cenaze ise tören için hazırlanmış cesede denir. Yani enkazdan cenaze çıkmaz ceset çıkar. O yıkanıp kefenlendiğinde cenaze olur. YANLIŞ KULLANIM : Meşin Yuvarlak DOĞRUSU : Top AÇIKLAMA : Meşin Yuvarlak, topun ne olduğu ya da tanımıdır. "Meşin yuvarlak" bir isim değildir oysa "top" isimdir. YANLIŞ KULLANIM : Gayet (Gayet sevdim) DOĞRUSU : Gayet (Gayet çok/az sevdim) AÇIKLAMA : Gayet, TDK sözlük anlamına göre pek, pek çok ya da aşırı bir biçimde anlamına gelmektedir. zf. (ga:yet) Gayet bir zarftır. Bir Zarf veya belirteç; bir fiilin, fiilimsinin, sıfatın veya başka bir zarfın anlamını yer, zaman, durum ve miktar bakımından niteler. Zarflar fiile yöneltilen, Neden? Ne zaman? Nereye? Ne kadar? ve Nasıl? sorularının cevaplarını oluşturur. Tek başlarına kullanılmazlar. Sıfatları veya fiilleri pekiştirirler. (Örnek: Gayet güzel, Gayet çirkin) YANLIŞ KULLANIM : Uçaktaki beş mürettebat hayatını kaybetti. DOĞRUSU : Uçaktaki beş kişilik mürettebat hayatını kaybetti. AÇIKLAMA : Bir gemide veya uçakta bulunan, taşıtın bütün işlerini gören, yöneten görevlilerin tümüne mürettebat denir. YANLIŞ KULLANIM : İlgi ve alakanıza teşekkür ederim DOĞRUSU : İlginize teşekkür ederim veya alakanıza teşekkür ederim AÇIKLAMA : İlgi ve alaka biri Türkçe ikincisi Arapça kökenli aynı anlama gelen kelimedir. Bab-ı Ali yüksek kapısından mürur edip geçerken bir atlı süvariye tesadüfen rast geldim. (İlk bakışta anlamlı gibi görülen bu cümle de aslında her kelime iki defa kullanılmıştır. Şöyleki; Bab: Kapı, Ali: Yüksek, Mürur etmek: Geçmek, Süvari:Atlı, Tesadüf etmek: Rast gelmek) YANLIŞ KULLANIM : Esnaflar, Evraklar, Personeller, Eşyalar, Ebatlar, DOĞRUSU : Esnaf, Evrak, Personel, Eşya, Ebat AÇIKLAMA : (Bunlar zaten çoğuldur. Nasıl sular içtim demez, şekerler demez, tuzlar demezsek Esnaflar da diyemeyiz) YANLIŞ KULLANIM : Bir sürü insan DOĞRUSU : Birçok insan AÇIKLAMA : Sürü hayvanlar için kullanılan bir tabirdir. İnsnalardan bahsederken kullanılmaz YANLIŞ KULLANIM : Bilmemezlikten gelmek DOĞRUSU : Bilmezlikten gelmek AÇIKLAMA : Bilmemezlikten gelmek yanlış bir kullanımdır. YANLIŞ KULLANIM : Üç tane konuğum var DOĞRUSU : Üç konuğum var AÇIKLAMA : Tane demek, konuklara patates, soğan muamelesi yapmak gibi olur. YANLIŞ KULLANIM : İnce bir nüans farkı var DOĞRUSU : Nüans var AÇIKLAMA : Nüans zaten ince bir fark demektir. YANLIŞ KULLANIM : Eninde sonunda DOĞRUSU : Önünde sonunda Bu örneklerin çoğalmaması dileği ile. Saygılarımla. Mehmet ASAL

  • BİR DÖRTAYAKLININ ARDINDAKİ YAŞANMIŞLIK HİKAYESİ (Niki)

    YAZAN: Mehmet ASAL https://youtu.be/tIU1eIn01i8 Onu halen ikamet ettiğimiz Kent Optimum Sitesi inşaatı henüz başlamışken, proje ve satış ofisini ilk ziyaretimizde tanıdık. Dört ayaklı ama birbirine hiç benzemeyen biri tasmalı iki şirin köpek bize bakıyordu. Biri kirli beyaz ve irice, diğeri kızıla yakın sarı kahverengi renklerdeydi. Her ikisi de sokak köpeği idi. İri olan Paşa hemen yanımıza sokulup bizi koklayıp, yiyecek bir şeyler bekler, kendini sevdirirken o kenarda çekimser duruyordu. Ofis çalışanlar Seçkin ve Serkan Beye adlarını sorduk. İrice olanın adı Paşa idi, nazenin olanın ise… biraz tereddüt ettikten sonra cevap geldi. “Sarıkız, ama her türlü çağırıyoruz” dediler. Belki de net bir ismi olmadığı için ya da Paşa tasmalı olduğu halde kendisine bir tasma takılmamış olmasının verdiği hüzünle biraz kırılmış gibi mahzun ama son derece zeki ve dikkatli, insan gibi bakıyordu. Yanıma çağırdım, önce tereddüt etti, ardından bir manken edası ve yürüyüşü ile ağır ağır yaklaştı. Başını sonra da sırtını okşadım. Uzaklaştı. Nedense o anda hem ben hem de daha sonra fikrini aldığım eşimin bu hayvana birden kanımız kaynamıştı. O sırada henüz bir apartmanda ve kirada olduğumuz için fazla bir şey yapabilmemiz ya da bu şirin, sokakta yaşayan hayvanı sahiplenebilmem mümkün değildi. Yıl 2011 idi. Yaşını sordum. 2 sene önce doğduğunu öğrendim. Kulağında kısırlaştırıldığını gösteren bir marka taşıyordu. Çok zeki ve anlayışlı, alıngan, tuvaletini yaparken kimseye görünmeyen, yiyecek verilmedikçe yemeyen, yemek için etrafındakilerin gitmesini bekleyen değişik bir hayvan olduğunu söylediler. “Elbette bu kadar olamaz, hele hele sokak hayvanı için mümkün değil” diye geçirdim içimden. Projesini inceleyip ayrıldık. 2-3 hafta araştırıp düşündükten sonra, Kent Optimum Sitesinden bir konut satın almaya karar verdik. Planlamaya göre evler 2013 yılında teslim edilecekti. Zaman zaman siteye, inşaatın ilerleyişini görmeye geldik. Gözümüz hep Sarıkızı arar olmuştu. Orada doyurup beslediklerini bilmemize rağmen her gelişimizde Sarıkız’a da bir şeyler getiriyorduk. Göremediğimizde de hemen soruyorduk. Nerede? 2014 yılında inşaat bir yıl gecikme ile tamamlandı. Ağustos ayında siteye, bahçe katlı dubleks evimize taşındık. Sarıkız hemen her gün uğruyor biz de ona yemek ve su veriyorduk. Evimizde de bir de bembeyaz kedimiz, Köpük’ümüz yaşıyordu. 12 yaşına gelmiş bir Van kedisi. Biraz kıskanç, biraz kibirli, uzun tüylü bal köpüğü gözlü, güzel bir kız. Aradan birkaç gün geçmişti. Sarıkız o sabah gelmemişti. Merak ettik. Ertesi gün de gelmeyince Site Müdürümüz Seçkin Beye “Sarıkız’ı görüp görmediğini” sorduk. “Siteye 2 yeni sokak köpeği dadanmıştı, sakinlerimiz şikâyet edince bizde hepsini toplayıp Kısırkaya’daki Hayvan Barınağına bıraktık”, dedi. Çok üzülmüştüm ama fazla da bir şey diyemedim. Çünkü sitede sahipsiz hayvan bulundurulmasına izin verilmiyordu. Evimizdeki Van cinsi kedinin, bir köpek ile geçinebilmesi zaten mümkün de değildi. Aradan 2 gün geçmişti. Sabah uyandığımda bir de ne göreyim, Sarıkız bizim bahçenin dışında, gözünü bahçe kapısına dikmiş bekliyor. Çok şaşırmıştık. Site Müdürünü aradım. Barınaktan kaçıp, 8-10 km kadar yol kat edip siteye geri gelmişti. Dedim ki “Lütfen artık bu köpeği bir yere göndermeyelim. Ben bakacağım. Soran olursa da bu Mehmet Bey’in köpeği dersiniz”. Sarıkız’a karakterli ve kalıcı bir isim bulmamız gerekiyordu. ENKA Okullarında görev yaparken Niki adlı dişi bir koruma köpeğimiz vardı. Sarıkız’a bu adı takmayı uygun gördük. Adı artık “Niki” olmuştu. Ertesi gün Zekeriyaköy’e giderek Niki’ye kırmızı renkli bir tasma aldık. Takılmasına biraz şaşırsa da fazla bir tepki vermedi. Bu hoşuna gitmiş, kalıcı olarak sahiplenildiğini anlamış gibiydi. Kendisine bir de yuva yapmalıydık. Kapalı Garaja, konutumuza tahsisli araç park yerine büyükçe eski bir şilte koyduk. Şilteyi de evdeki bir battaniye ile kapladık. Yanına büyükçe bir su kabı ve yemek kabı koyduk. Yeri hazırdı artık. Ancak alışabilecek miydi? O gece birlikte şilteye yattık. Ben 10-15 dakika sonra onu yalnız bırakıp eve geçtim. Niki orada kalmış ve orasının kendi yatağı olduğunu anlamıştı. Çok da kolay olmuştu. Artık boynunda tasması ve garajda yatacak bir yeri vardı. Tek sıkıntımız tuvalet ihtiyacını nasıl karşılayacağı, ortalığa pisleyip pislemeyeceği idi. Nereye gitsek bizi takip ediyordu. Sitemiz kapısından çıkınca 100 metre kadar sonra bir dere vardı. Oraya götürdüm. Bekledim. Bir müddet durup boş gözlerle bana baktıktan sonra tuvaletini oraya yaptı. Başını okşayıp aferin kızım dedim. Yanımdaki ödül mamadan verdim. Bu onu ilk ve son tuvalete götürüşüm oldu. Takip eden 8 sene zarfında yaz-kış ne zaman tuvaleti gelse o dere kenarına kadar giderek yapıyor ve tekrar geri dönüyordu. Zekâsı ve kendisinden ne istendiğini anlıyor olması inanılmaz derecede şaşırtıcı idi. Sevip okşadığımız kedilere hiçbir şey yapmamasına rağmen tanımadığı kedileri kovalamayı seviyordu. Ona “Niki hayır! Bu bizim aileden” diyerek bir defa okşadığımız kediye bir daha saldırmıyordu. Bu anlattığım ve bundan sonra anlatacaklarım gerçek dışı gibi ve abartılı görünse de gerçekten böyleydi. Hatta belki o bu anlatılanlardan daha da zeki bir canlı idi. Ailemizden biri yürüyerek ana caddeye gitse yolun sonuna kadar takip ederdi. Ana Caddede ezilmesin diyerek durdurup 1-2 defa geri döndürdükten sonra artık caddeye çıkılmayacağını da öğrenmişti, orada bir müddet bekleyip geri dönüyordu. Sitenin Sosyal tesisine gidersek tesis kapısına kadar gelir, içeri girmeye teşebbüs etmeden kapıda çıkıncaya kadar bizi beklerdi. Çıkışımız uzun sürerse kendiliğinden eve doğru giderdi. Evin içine girmeye hiç teşebbüs etmedi. Oranın kedimiz Köpük'ün yeri olduğunu biliyordu. Evde tek bir gece konakladı. Onu da anlatmalıyım: O gece hava çok yağışlı ve gök gürültülü idi. Bir büyük gürlemenin ardından önce elektrikler kesildi. Ardından veranda camında bir gürültü duyduk. Cama ne oluyor diye yaklaştığımızda Niki’yi yüzünü cama dayamış, gözleri büyümüş ve korku içinde gördük. Bahçenin 1,20 metre yüksekliğindeki sürgülü demir kapısı kapalıydı. Niki kapının üzerinden atlamıştı. Hemen bahçeye açılan, yüzünü dayadığı cam kapıyı açtım. İçeri girmekte hala tereddüt ediyordu. “Gel güzel kızım” deyip kollarımı açtığımda sevinçle atladı. Üzerim sırılsıklam olmuştu. Onu kuruladım ve sevdim. O gece sabaha kadar, ilk ve son defa, evin bahçeye açılan kapısı içinde üçümüz bir arada uyuduk. Niki, ben ve kedimiz Köpük. O günden sonra Niki istediği zaman rahatça girip çıkabilsin diye bahçe demir kapısını hiç kapamadık, hep açık kaldı. Ta ki düne kadar. Niki oldukça vakur, kolayca şımarmayan, sakin tabiatlı, tüm çocukları seven, onlar kuyruğunu ya da kulaklarını çekse bile sineye çeken ne havlayan ne de diş gösteren değişik bir köpekti. Dedeler ve nineler torunlarını hiç çekinmeden ve korkmadan Niki’nin yanına getirirler, onu beslerler ve okşarlardı. Birçok insanın hayvan korkusunu yenmesine yardımcı oldu Niki. Misafir geldiğinde bahçe kapısına gelip sizinle onları karşılar, ayrılırlarken de araçlarının yanına kadar giderek adeta yolcu ederdi. Bahçe koltuk takımları üzerine çıkmaya ve yatmaya hiç teşebbüs etmemişti, ta ki biz artık kedileri indirmekten bıkarak, koltuklar üzerinde yatmalarına müsaade edinceye kadar. Bir sabah kalktığımızda bir de ne görelim? Niki diğer kedileri kovmuş ve kendi Üç lü bahçe kanapesinin üzerine bir güzel kurulmuştu. O sabah onu okşamak yerine biraz da sert bir ifade ile “Kızım, burası sizler için değil in bakayım” diyerek onu hafifçe aşağı çektim. Bu ilk ve son kanepe de yatışıydı. Bir daha koltukların üzerine hiç çıkmadı. En sevdiği yemek iri balık kafalarıydı. Palamut mevsiminin geldiği sonbahar aylarında keyfine diyecek yoktu. Aslında çok da mama ayırmaz, kendisine verilen kemik miktarı çok olduğunda onları alıp bahçedeki ortancaların arkalarındaki toprak alana gömerdi. Bazı komşular kelle paça yediklerinde artıklarını onunla paylaşırlar, bayıla bayıla bunları yerdi. Niki uyku ve dinlenmek için garajı kullansa da bahçe kapısını o gök gürültülü geceden sonra onun istediğnde gelip gidebilmesi için 24 saat hep açık tuttuk. Yılda 2 defa tüy dökerdi. Tüyleri rahatsızlık veriyor şeklinde bir kere laf edildikten sonra özellikle tüy dökme mevsiminde garajı ayda 2 defa baştan aşağı süpürmeye başlamıştık. Ben süpürürken o da benimle gezer, ilginç sesler çıkartarak “adeta tüy döktüğü için özür dilerdi.” İlk kışı garajda yerdeki minderde geçirdikten sonra kızım Arsal kapalı garajda da olsa bir kulübesi olsun istemiş ve harçlıklarından ayırdığı parayla ona büyük ve oldukça güzel, ahşap bir kulübe satın almıştı. Garajın içine, minder yerine o kulübeyi koyduk. Artık bir de evi vardı ve çok mutluydu. Kapısında ismi de yazıyordu ve fotoğrafı vardı. Garaj dışarıda dolaşmadığı her zaman bu kulübeye girer, ön ayaklarını çapraz yapar ve girip çıkan araçları izlerdi. Niki’nin önemli özelliklerinden birisi de sanki saat tutar gibi güneşe bir çıkıp bir gölgeye geçmesi idi. Biz insanların D vitamini depolaması için tavsiye edilen ama bir türlü başaramadığımız güneşlenme disiplinini doğal olarak uyguluyor gibiydi. Kar yağışına bayılırdı. 2016 kışında ilk karı gördüğünde karlar içinde yuvarlanıp saatlerce oynamıştı. En çok karın kısmının okşanmasından hoşlanırdı. Çimlere sırt üstü yatar ve saatlerce okşasanız hiç istifini bozmazdı. Bizimle yaşadığı 11 yıl süre içerisinde tek bir defa hastalanmadı, veterinere götürülmedi. Üzerinde kene gördüğümüzde verdiğimiz “dış parazit hapı” dışında hiç ilaç almadı. Ara sıra kızımızın onun için yurtdışından gönderdiği takviye ve ödül mamalarından yedi. Diğer köpeklerle kolayca anlaşır ve onlara uyum sağlardı. İşin en ilginci ise tanıdığı ve bildiği kedilerle burun buruna yaşamaktan çekinmezdi. Bu arada kedi mamalarına bayıldığını da söylemeden geçemeyeceğim. Kavga eden kedilerin sesinden çok rahatsız olur, ne zaman iki kedi kavga etse hızla ve havlayarak üzerlerine koşar, onları ayırmaya çalışırdı. Bunu çoğunlukla başarır, başaramazsa da fazla üstelemeden geri çekilirdi. Sitedeki diğer köpekler tasma ile gezdirilip sahiplerinin yanında dolaşırlarken, acaba Niki onları kıskanıyor mudur? Düşüncesi ile bir köpek gezdirme tasması aldık. Amacımız tasmasına takıp kontrollü bir şekilde ara sıra yanımızda gezdirmekti. O da ne; daha tasmanın ipi takılır takılmaz adeta çılgına döndü. Zıplamaya deli gibi sağa sola koşmaya başladı. Bir tasmaya bağlı dolaşmak onu çok germişti. Bu da ilk ve son denememiz oldu. Niki son iki yılında evimizin arkasındaki bahçe katını kiralayan Tuğçe Hanım ile çok iyi bir dostluk kurdu. Özellikle bizim uzun süreli tatil ayrılışlarımızda Tuğçe Hanım ona ikinci bir yuva ve dost olmuştu. Kendi köpeği Tarçın’a davrandığı gibi Niki’ye de büyük ihtimam gösteriyordu. Zaten önceki gece de onun bahçe kenarında ve kucağında, geçirdiği kalp krizi sonucu son nefesini verdi. Takvimler 15 Haziran 2022, Saatler 21:58’i gösterirken. Bir sokak köpeği için 13 sene iyi bir ömür süresi olsa da ona doyamadık. Hayatımıza 11 sene süreyle ciddi dokunuşlar yapmış bu dört ayaklı zeki ve sevimli canlı, bize çok şey öğretmişti. Bugün Tuğçe Hanım ile onu sitemize oldukça yakın bir orman alanında toprağa verdik. Bir hafta önce hayatını kaybeden arkadaşı Tarçın'ın yanına defnettik. Her hayvan sahibi için çok özel ve değerlidir. Bundan eminim. Ama sizleri temin ederim ki Niki olağanüstü özel ve IQ’su oldukça yüksek bir dosttu. Zaten teslim edildiği barınaktan kaçarak, kilometrelerce yol katedip siteye geri gelmesi, bir bakıma kendi kaderini de tayin ettiğinin bir işareti değil miydi? Huzur içinde uyu güzel Niki. Seni her zaman arayacak ve çok özleyeceğiz. Bu yazı; birbirine hakaret etmek için "Köpek" diyerek sözde karşısındakini aşağıladığını zannedenlere ithaf olunur. SEVGİLİ NİKİ; SENİN İÇİN HEP AÇIK BIRAKTIĞIM BAHÇE KAPIMI DÜN ARTIK KAPATTIM...

  • TÜRK Denizciliğinin Durumu

    “Denizcilik Karadan Denize doğru değil Denizden Denize bakılarak geliştirilebilir” Mehmet ASAL DERLEYEN VE YAZAN : Mehmet ASAL 1991-1993 YILLARI ARASINDA KOMUTANLIĞINI YAPTIĞIM TCG GAYRET MUHRİBİ Denizcilik; en eski çağlardan beri insanlığın ilgi duyduğu, kalkınmanın ve kalkınmışlığın kapısını aralayan, yayılma ve genişlemeye imkân sağlayan en etkin vasıta/güçtür. Medeniyetlerin önemli bir bölümü deniz kenarlarında kurulmuştur. Ülkelerin coğrafi konumu deniz stratejisini belirlemiştir. Ne yazık Osmanlı; bunun menfi anlamdaki nadir örneklerinden biridir. Dünyaya hükmeden güçler bu güçlerini deniz yolu ve donanmalarla binlerce mil ötelere taşıyarak dünya nimetlerini kendi halklarına en ucuz şekilde temin etmiş, çok kıymetli ham madde kaynaklarına ulaşmış, sanayi devrimlerini başarmış ve dünya ticaretini kontrol altında tutmuşken, biz Türkler 1000 yıldır bunu başaramamışızdır. Türk insanı için Deniz; yüzülecek plaj ve yenebilecek hamsi ve istavrit dışında pek bir anlam ifade etmez. Aslında çok fazla bir örneğe ve açıklamaya da gerek yoktur; 1830 yılında Türklerden bağımsızlığını kazanan ve bugün 10,5 milyon nüfusa sahip komşumuz Yunanistan’ın, 83 milyon nüfuslu Türkiye’ye nazaran Denizcilik kazancı Türkiye’nin 6 katıdır. Nüfusu da orana katarsak 50 katıdır. Bizler 1500’lerin Preveze Zaferinin mahmur hayalleri ile avunurken, komşumuz, AB’nin en geri kalmış ülkelerinden biri olan Yunanistan, kişi başına bizim 50 katımız "Denizcilik payı" almakta ve "Denizlerden istifade" etmektedir. Deniz tarihçisi Ali Haydar Emir Alpagut Balkan savaşının hemen sonrasında 1913 yılında deniz mecmuasına yazmış olduğu “Donanma İstemezük“ başlıklı yazısının son paragrafında şunları söylemektedir: Denizler tükenmez bir servet ve kuvvet membaıdır. Osmanlı Milletinin tabiatında ise denizci olmayabilir. Türkler öyle bir memlekette oturmaktadırlar ki o memleket stratejik, politik ve ekonomik durumu itibariyle denizlere hâkim bir millet olmak zorundadır. Osmanlı Asya’sı; kendisine böyle bir sahip buluncaya kadar keşmekeşten kurtulamayacaktır. XI. nci YY’ a gelinceye kadar Türklerin Orta Asya'da denizcilikle ilgi ve alakaları göllerdeki balıkçılık faaliyetleri ile sınırlı kalmıştır. İnsanlar tabiatın kanunlarına uymazlarsa yaşayamazlar. Osmanlı Türkleri de ya denizci olmaya veya eski vatanlarının kızgın çöllerinde çobanlık etmeye mahkûmdur.” Alpagut’un deniz kuvvetine yönelik olarak yaptığı bu değerlendirmenin önemi müteakip yıllarda anlaşılmıştır. Gerçek anlamda Türklerin denizciliğe ilgisi Selçuklu Hükümdarlarının Anadolu'ya seferlerinden sonra kısmen başlamıştır. Orta Asya Bozkırlarından Anadolu’ya gelip Akdeniz’le kucaklaşacak iken nedense bir türlü denize ısınamayan Türkler, Osmanlının Kuruluş ve Yükselme dönemlerinde bazı kısmi başarılar elde etseler hatta bir dönem ABD’den vergi almış olsalar bile Denizlerdeki Egemenlikleri çok kısa sürmüştür. Denizcilik tarihini detayları ile merak edenler için bu “DENİZCİLİK” bölümünün sonunda, kapsamlı bir şekilde Deniz Tarihimiz anlatılmaktadır. HASRET / NÂZIM HİKMET Denize dönmek istiyorum Mavi aynasında suların. Boy verip görünmek istiyorum Denize dönmek istiyorum. Gemiler gider, aydın ufuklara gemiler gider Gergin beyaz yelkenleri doldurmaz keder. Elbet ömrüm gemilerde bir gün olsun nöbete yeter. Ve madem ki bir gün ölüm mukadder; Ben sularda batan bir ışık gibi Sularda sönmek istiyorum Denize dönmek istiyorum Denize dönmek istiyorum. Bu makalede özet olarak denizlerde nispeten güçlü olduğumuz dönemlere kısaca değinmek istiyorum. 1071 Malazgirt Zaferi sonrası, denizde yüzer unsura sahip olmak konusunda Türklerin ilk öncüsü Emiri Çakabey olmuştur. Ege Bölgesinde faaliyetlere başlayıp kısa süre içerisinde İzmir, Urla, Çeşme ve Foça’yı alarak bölgede bir beylik kurmuştur. Diğer Türk Beyliklerden farklı olarak bu beylik te denizci kimliği ön plana çıkmıştır. 1081 yılında 50 parçalık bir donanma inşa etmiş, zamanla Türkleri rakipleriyle denizlerde mücadele edecek bir duruma getirmiştir. 1089 yılında Midilli, 1090 yılında ise Sakız Adasını fethetmiştir. 1 Mayıs 1090 tarihinde İzmir-Karaburun ile Sakız Adası arasında kalan Koyun Adaları civarında Bizans Donanması ile giriştiği savaşta Bizans'a ağır kayıplar vermiştir. İlk Türk Deniz zaferinin ardından Emir Çakabey denizlerdeki kontrol sahasını genişletmiş, donanması ile Çanakkale önlerine kadar yaklaşmıştır. Ne var ki Emir Çakabey’in 1095 yılında ki zamansız ölümü Türk Denizciliğinin gelişmesini geciktirmiştir. Takip eden 150 sene Denizlerde ve denizcilikte durgun geçmiştir. 1335 yılında Osmanlılar Rumeli’ye geçerek Gelibolu’da dönemin en büyük tersanesini inşa etmişlerdir. Sultan I. Murat’ın, dönemin en güçlü denizci devletleri olan Venedik ve Ceneviz'in denizcilerinden ücret mukabilinde istifade ettiği onların tecrübelerinden faydalandığı bilinmektedir. Sultan Yıldırım Bayezid Marmara kıyıları ve Çanakkale Boğazından oluşan bu coğrafyayı elinde tutabilmek için güçlü bir donanmaya sahip olma ihtiyacı doğması üzerine Sarucapaşa'yı böyle bir donanma teşkiline memur etmiştir. Bayezid 1390 yılında Gelibolu'da başlattığı büyük donanma inşasını 11 yıl gibi bir süre sonunda tamlayarak 1401 yılında denize indirmeyi başarmıştır. Böylelikle Devletin deniz üssü İzmit'ten Gelibolu'ya kaydırılmış ve tam teşekküllü bir devlet tersanesi vücuda getirilmiştir. Karadeniz ve Ege'de koloniler kurmuş olan Venedik ve Ceneviz'e karşı Rumeli'yi elde tutmak için böyle bir tersaneye ve donanmaya sahip olmak Osmanlı Devleti'nin geleceği için çok önemliydi. Ancak 60 tekneden müteşekkil donanma henüz ehil ellerde değildi. Sultan Yıldırım Bayezid, Anadolu'daki Türk birliğini sağladığı gibi Osmanlı Devleti'nin sınırlarını da Ege Denizi'ne kadar ulaştırmıştır. Venedik ve Cenevizler ile aynı anda mücadele edemeyeceğini anlayan İmparatorluk, deniz politikalarında değişikliğe gitmiş, Ceneviz ile dostane ilişkiler kurmaya çalışmıştır. Denizcilik konusunda kendisini daha da geliştiren Osmanlı Devleti II. Murat döneminde 150 parçalık bir donanmaya sahip olmuştur. İstanbul'un fethine kadar geçen dönemde Osmanlı Donanması savaş donanmasından ziyade bir akıncı donanması görünümünde olmuştur. Nispeten Uzak mesafelere akınlar yapılmasına rağmen Venedik ve Ceneviz gibi güçlü donanmalar ile karşılaştıklarında çoğu kez geri çekilmek zorunda kalmışlardır. Bu da aslında bugünün GANBOT savaşı Stratejisine benzetilebilir. İstanbul'u kuşatma sırasında Fatih unvanı alacak Sultan II. Mehmet; Gelibolu Sancakbeyi Baltaoğlu Süleyman Bey komutasında, 400 parçayı aşan bir donanma meydana getirmiş, fetih sonrasında 1455 yılında Kasımpaşa’da kurmuş olduğu İstanbul Tersanesi (Tersane-i Amire) ise uzun yıllar Osmanlı Donanmasına hizmet etmiştir. Fatih Sultan Mehmet 1459 yılında Amasra, 1461 yılında Sinop ve civarını ele geçirmiş, aynı yıl karadan ve denizden kuşatılan Trabzon-Rum İmparatorluğu Osmanlı hakimiyeti altına girmiştir. Kırım seferî ile başta Kefe olmak üzere birçok yerin Cenevizlilerden alınması suretiyle Osmanlı Devleti deniz imparatorluğu haline gelmiştir. Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul’u fethetmesinden sonra Türk denizciliği daha da gelişme göstermiştir. Karadeniz, Ege, Akdeniz, Kızıldeniz ve Atlas Okyanusunda varlık gösteren Osmanlı İmparatorluğu o dönemde denizin nimetlerinden geniş ölçüde istifade etmiştir. Fatih Sultan Mehmet İstanbul'un fethini hazmedemeyen Batı Dünyasının İstanbul üzerine bir Haçlı donanması gönderebileceğini varsayarak donanma nicelik ve niteliğini arttırmaya çalışmıştır. Gökçeada, Bozcaada, Semadirek, Limni Adaları ile 16 yıl süren Osmanlı-Venedik harbî neticesinde ele geçirilen Eğriboz ve Attika yarımadası sayesinde, Osmanlı İmparatorluğunun deniz sınırları Arnavutluk sahillerine kadar ulaşmıştır. Sultan II. Bayezid devri; Fatih devrinde geliştirilmeye başlanan Osmanlı deniz politikalarının dünya çapında hüviyet kazamaya başladığı bir dönemdir. II. Bayezid Venedik ile baş edecek bir açık deniz donanmasına sahip olmadıkça Batı Akdeniz'e egemen olamayacağını bildiği için padişahlığının ilk 10 yılında Venedik ile dost geçinme gayreti içinde olmuştur. Kıbrıs'ın Venedik'lilerden alınması üzerine; Batı Anadolu sahilleri, Yunan kıyıları ve Doğu Akdeniz Venedik tehdidine açık hale gelmiştir. Bunun üzerine Sultan Yıldırım Bayezid Donanmayı yeniden teşkilatlandırmış ve 1495 yılında dönemin en büyük denizcisi Burak Reis'i devlet hizmetine alarak Türk deniz tarihinde farklı bir çağ açmıştır. Osmanlı deniz politikası; bir taraftan tersanelerini geliştirirken diğer taraftan gemi inşa faaliyetlerine devam etmiştir. Bunun sonucu olarak denizlerde güçlenen Osmanlılar, 1499 yılında İnebahtı, 1500 yılında Moron, Koron ve Navarin'i almıştır. Yavuz Sultan Selim, Piri Mehmet paşayı kullanarak 1516 tarihinde Kasımpaşa Tersanesini genişletmiş, ilave 150 gemi inşa edilmesi konusunda planlama yapmıştır. Yavuz Sultan Selim'in 1517 Ridaniye Zaferi ile Mısır'ı Osmanlı toprağına katması sonucu, Kızıldeniz yolu ile Hint Okyanusu'nun eteklerine ulaşılmıştır. Osmanlı İmparatorluğu bu yeni dünyada Hindistan ve Uzakdoğu'ya hâkim olma gayreti içinde olan Portekiz Donanması ile karşılaşmış bu maksatla Süveyş'te bir filo inşasına başlanmıştır. İmparatorluğun çeşitli bölgelerinde tersaneler inşa ettirerek büyük bir deniz kuvveti meydana getirilmiştir. Söz konusu tersanelerde 3000 fazla personel çalışmaktaydı. O tarihte Portekizlilerin Ümit Burnunu dolaşıp Hint Okyanusuna ulaştığı buna mukabil Türk Donanmasının Süveyş’te Deniz Gücü oluşturulmaya başlaması dikkate alınırsa, Osmanlının elde ettiği başarılara rağmen Avrupa Denizciliğinin aslında ne kadar ilerimizde olduğunu anlamak hiç te güç olmayacaktır. Osmanlı padişahları içinde denizlerin önemini en fazla idrak eden Kanuni Sultan Süleyman olmuştur. O dönemde Osmanlı İmparatorluğunun; Avrupa, Mısır ve Arap Yarımadası'na hükmedebilmesi için; Akdeniz, Kızıldeniz ve Basra Körfezi'ne hâkim olması bir zorunluluk olarak ortaya çıkmıştır. Bu dönemde, Türk Deniz Tarihi’nin en büyük bilim adamlarından biri olan Muhiddin Piri Reis 1513 ve 1528 yılında iki ayrı dünya haritası yapmıştır. Piri Reis’in Dünya Denizcilik Tarihi’ne diğer bir hediyesi de 1521 ve 1525 yıllarında iki kez yayınladığı ünlü kitabı “Kitab-ı Bahriye” dir. Kanuni Sultan Süleyman 1533 yılında Barbaros Hayreddin Paşayı İstanbul’a davet ederek, onu Kaptan-ı Derya ilan etmiştir. Paşanın girişimi ile İstanbul Tersanesinde inşa edilen yeni gemiler Osmanlı İmparatorluğu Donanması’na güç katmıştır. Bu dönemde Avrupa devletlerinin hiçbiri tek başına Osmanlı ile baş edemeyeceğini anladığından, Osmanlı Devleti'ne karşı 300 gemiden oluşan Venedik, Papalık, İspanya, Portekiz, Ceneviz ve Malta Haçlı donanması teşkil edilerek komutası dönemin en büyük deniz komutanı olarak görülen Andrea Dorya'ya verilmiştir. Ancak bu Haçlı donanması, Barbaros Hayreddin Paşa emrindeki 122 gemilik Osmanlı Donanması karşısında büyük bir hezimete uğramış ve neticede 27 Eylül 1538 yılında Preveze Deniz Zaferi kazanılmıştır. Bu zafer Karadeniz ve Kızıldeniz'den sonra Akdeniz'i 50 yıl süreyle bir Türk gölü haline getirmiştir. Hıristiyan dünyası 1571 İnebahtı'ya kadar olan bu dönemde denizdeki üstünlüklerini kaybetmiştir. Barbaros Hayreddin Paşa Preveze'de Haçlı donanmasını bozguna uğrattığı bir sırada başka bir Osmanlı donanması da Hadım Süleyman Paşa kumandasında Hindistan'daki Diyu Kalesini kuşatmaktaydı. Hadım Süleyman Paşa 72 parçadan oluşan donanması ile Umman Denizinde Portekizliler ile mücadeleye başlamıştır. Bu sürede Selman, Piri, Murat ve Seydi Ali Reislere Süveyş Kaptanı Unvanı verilmiştir. Bu dönem Osmanlı Denizciliğinin altın çağıdır. Ancak çok kısa sürecektir. O dönemde Amerika Birleşik Devletleri dahi Osmanlı Devleti’ne vergi vermeye başlamıştır. Bu noktada unutmamak gerekir ki; Osmanlı Donanması nicelik olarak büyürken, Avrupa’nın dünya denizlerindeki varlığı ve egemenliği, kesintisiz bilimsel ve teknik ilerlemelere, donanmaların niteliklerine bağlı olmuştur. XVI. yüzyılın başlangıcında Fransızlar önemli bir keşifte bulunulmuştur. Geminin bordasında uzanan küçük geçitlerin açılmış olması topların güverteye monte edilmesine de olanak tanımıştır. Avrupa’nın XV. yüzyılın sonlarına doğru silahlanma alanında son derece nitelikli teknolojik ürünler imal etmeye başladığı bilinmektedir. Rönesans ve reformları ıskalayan Osmanlı; giderek önce duraklama, sonra da gerileme dönemine girmiş, gemi inşa teknolojileri, silah yöntemleri eski ve âtıl kalmış, önceki başarılı dönem aranır olmuştur. NELER YAPILMALI ? Bir devletin tarihsel süreç içerisinde kurulma, yükselme, duraklama ve gerileme dönemlerini kesin çizgiler ile birbirlerinden ayırmak mümkün değildir. Osmanlı İmparatorluğu kurulduğu tarihten dünya siyasetine yön verdiği yükselme döneminin sonuna kadar ihtişamını sürdürecek birtakım tedbirler almıştır. Duraklama ve gerileme dönemlerinde devletin varlığın sürdürmesi için çeşitli pansuman çarelere başvurulmuştur. Coğrafyanın ve iklim koşullarının sunduğu olanaklar zaman içinde etkinlikle değerlendirilmediğinden Osmanlı İmparatorluğu altı asır sonra yok olma aşamasına gelmiş ve nihayetinde İmparatorluğun Anadolu coğrafyasında yeni bir cumhuriyet kurulmuştur. Osmanlı bu 600 sene içerisinde Denizi ve Denizciliği halkın ve toplumun bir ülküsü ve kalkınması anlamında kullanamamış, Türk halkı denizle barışık olamamış, birincil olarak tarım ve hayvancılıkla uğraşmıştır. Anadolu halkı denizlerin bir güç ve gönenç kaynağı olduğunun ayırdına ancak son 100 yılda varabilmiş ve denizlerden kısmen de olsa faydalanabilmiştir. Yaşadığımız Anadolu yarımadası deniz ülkesi olmasına rağmen, üzerinde yaşayan Türk halkı hiçbir zaman denizci olamamış, dolayısı ile denizci devlet idealine de erişilememiştir. Cumhuriyet devrimleri ve yönlendirmesi; 400 yıl ihmal edilen denizcilik gücünü toparlanmaya ve büyük bir ivme ile geleceğe taşımaya yeterli olmamıştır. Bu ivme sadece güvenlik boyutunda önemli bir kazanım sağlamış, neticesinde kurumsallaşmış bir Deniz Kuvveti tesis edilebilmiştir. Aslına bakılırsa, Deniz Kuvveti, deniz ve denizcilik gücü içinde yalnız kalmıştır. Bir nevi, vagonları olmayan lokomotif durumuna dönüşmüştür. Başarısızlığın en önemli nedenleri, bürokrasi alanında kendisini göstermektedir. Osmanlı Bahriye Vekâleti kurulduğu 1867 yılından Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılışına kadar teşkilat yapısı ihtiyaçlara ya da düzgün alınamayan kararlara bağlı olarak sürekli değişmiştir. Denizcilik faaliyetleri genel olarak; Meclis, Daire Başkanlıkları, Şube Müdürlükleri, Daimî Komisyonlar ve Geçici Komisyonlar olmak üzere beşli bir bürokratik yapı şeklinde yerine getirilmiştir. Bahriye Meclisleri günümüzdeki üst düzey faaliyetlerin görüşüldüğü bir nevi Amiraller Kurulu'nun benzeri olarak faaliyette bulunmuşlardır. Osmanlı Bahriye Nezareti ilk kurulduğu dönemlerde çok basit konuların görüşüldüğü Meclisler iken, ilerleyen dönemlerde daha stratejik konuların görüşüldüğü bir yapıya bürünmüştür. Ancak konuların stratejik düzeyde olması, yüksek kaynak gerektirmesi, yeni gemi inşası veya eski geminin hizmet dışına çıkarılması gibi durumlarda farklı bir yöntem takip edilmiştir. Bu dönemde, Bahriye Meclisinde enine boyuna görüşülen her mesele, Sadrazam'a iletilirdi. Sadrazam tüm karar ve belgeleri ayrıntısı ile tetkik eder, (bazen eksik hususları tamamlaması için konuyu Meclise geri iade ettiği de olmuştur.) farklı görüş ve katkılarını ekleyerek faaliyetlerin hukuksal boyutunun ayrıntılı bir şekilde incelenmesi maksadıyla Meclis-i Vala Ahkâm-ı Adliye'ye sevk ederdi. Belli bir süre sonra incelenen konular, fayda ve sakıncaları ile birlikte Meclis-i Vala Ahkâm-ı Adliye tarafından tekrar Sadrazam'a arz edilmiştir. Sadrazam da Meclis-i Vala Ahkâm-ı Adliye düşüncelerini ihtiva eden denizcilik konusunu son merci olarak Padişah'a arz edip, Padişah iradesinin alınmasını müteakip konu emir telaki edilerek ilgili birimler tarafından yerine getirilmiştir. Bu bürokratik ve hiyerarşik yapı sürekli gecikmelere ve yanlış kararlar alınmasına sebep olduğu gibi, konuyla ilgisi olmayan birimlerden günlerce görüş beklendiği olmuştur. Örneğin yağmur mevsimi öncesi gemi toplarının muşamba kapelâlarının yenilenmesi teklifi 3-4 ay süre içinde neticelenmediğinden ve bu esnada yaz mevsimi de geldiğinden talep dosyası işlem yapılmadan gemiye iade edilmiştir. Benzer bir örnek te Sakız adası önünün Mesahası konusunda olmuş, karar çıkıp ta çalışma yapılıncaya kadar ada Yunanistan’ın eline geçmiştir. Yüzer unsurların imkân ve kabiliyetlerinin arttırılması paralelinde Bahriye Nezareti teşkilat yapısında önemli değişiklikler yapılmıştır. Sultan II. Abdülhamit'in son zamanlarında Bahriye Nezareti’nde danışman olarak çalışan İngiliz Amiral Gamble'in düzenlemeleri ile bahriye yeni bir teşkilat yapısına dönüştürülmüştür. Amiral Gamble; 1909 tarihinden itibaren Bahriye Nezareti'ni 4 büyük daire şeklinde teşkilatlandırmış, geçici komisyonları kaldırılmış, işlevini yitiren daimî komisyonları da dairelerin birer alt şubesine dönüştürmüştür. İngiliz Amiral Gamle'in getirdiği bu yeni teşkilat sistemi tam olarak oturmamış ve bu sebeple uzun süre proje ismi ile anılmıştır. 1909 yılından 1916 yılına kadar belirli bir sistem oturtulamadığı için bir geçiş evresi yaşayan bahriye teşkilatı, Trablusgarp, Balkan ve I. Dünya Savaşı dönemlerinde kapsamlı bir düşünce ve tartışma süreci geçirmiş, teşkilatlanmasını bir türlü tamamlayamamıştır. Bu yapı, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyet'ine kötü bir miras olarak kalmıştır. 14 Ocak 1925 tarihinde kurulan ve 16 Ocak 1928 tarihinde lağvedilen Türkiye Cumhuriyeti Bahriye Vekâleti (Deniz Bakanlığı) Millî Savunma Bakanlığı'ndan ayrı bir teşkilat olarak görev yapmasına rağmen büyük ölçüde askerî görevleri yerine getirmekle sınırlı kalmıştır. Bahriye Vekâleti, Ticaret-i Bahriye Müdürlüğünü (Günümüz Denizcilik İşletmeleri) bünyesine alarak Bahriye işlerini iki başlılıktan kurtarmış olsa da ülkenin içinde bulunduğu yokluklar nedeniyle Ticaret Bahriyesi ile ilgili faaliyetlerde önemli bir gelişme kaydetmemiştir. Konuya bugünün koşulları altında yeniden bakıldığında, yeni kurulacak bir “Denizcilik Bakanlığının" ülkenin denizcilik alanında ihtiyaç duyduğu hamleleri kısa sürede tek elden gerçekleştirerek,Türk ekonomisine büyük katkı sağlamasında itici ve yönlendirici güç olacağı anlaşılacaktır. Cumhuriyet döneminin başında Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün yönlendirmeleri ile önemli adımlar atılmasına rağmen müteakip dönemlerde bu adımların devamı getirilememiştir. Cumhuriyet Türkiye’si Deniz Kuvveti olarak Osmanlı İmparatorluğu’ndan çok hazin bir tablo devralmıştır. Osmanlı İmparatorluğu I. Dünya savaşına girdiğinde dönemde 120.000 tonluk 120 parça askerî gemi ile küçük bir ticaret filosu şeklindedir.Bu filonun ancak 50.000 tonluk, o da döküntü halde bulunan kısmı Cumhuriyet dönemine intikal etmiştir. Lozan Antlaşması gereği Türk limanları arasında yük ve yolcu taşıma hakkı da birdenbire Türklere geçmemiştir. Kıyılar arasında yük taşımak için Genç Cumhuriyet 01 Temmuz 1926 yılında çıkartılan Kabotaj kanununa kadar beklemek durumunda kalmıştır.1925-1928 periyodundaki çok kısa süreli ve askerî konular üzerinde çalışan Bahriye Vekâlet’inden sonra denizcilikle ilgili birimler bir Bakanlık altında toplanamamıştır. Bu dönemde; köklü bir denizcilik politikası ele alınmadığı gibi bu sektörde yapılması gerekenler hükümet programlarında temenniden öteye geçememiş, denizcilik sektörü bir bütün halinde ele alınmamıştır. Cumhuriyet döneminin başlangıcında “denizciliği Türkün milli ülküsü olarak ele alma” hedefi hiçbir hükümet programında belirtilmemiş, alınan tedbirler ekonomik nedenlerle sınırlı olmuştur. Basit tedbirlerle günü kurtaran düzenlemelerle kısa vadeli ve kolay çözümler üretilmiştir. Bazen de bunlar sadece hükümet hedefi olarak belirlenmiş, ancak somut hiçbir faaliyet yapılmamıştır. 1930 yılına gelindiğinde Türk Ticaret Filosu, buharlı ve motorlu olmak üzere 90.000 tona ulaşmıştır. Bu gelişmede 1924-1928 yılları arasında faaliyet gösteren Bahriye Vekâlet’inin önemli katkısı vardır. Deniz tarihçisi Ali Haydar Emir Alpagut’un söylediği gibi; Türkler öyle bir memlekette oturmaktadırlar ki o memleket stratejik politik ve ekonomik durumu itibariyle denizlere hâkim bir millet olmak zorundadır. Osmanlı Asya’sı kendisine böyle bir sahip buluncaya kadar keşmekeşten kurtulamayacaktır. Bu önem özellikle günümüzde daha da kendini hissettirmeye başlamıştır. Halen dağınık olarak faaliyet gösteren Sivil Denizcilik faaliyetlerinin bağımsız Denizcilik Bakanlığı bayrağı altında toplanmasına kesinlikle ihtiyaç vardır. Bu husus ilk kez 1937 yılında Hükümeti programında gündeme alınmıştır. 1993 yılında; Denizcilikle ilgili tüm gayretlerin sadece devletten beklenmemesi gerektiği gerçeğinden hareketle ticaret Bahriyesi 491 sayılı Kânun Hükmünde Kararname ile Başbakanlığa bağlı olarak Denizcilik Müsteşarlığı şeklinde yeniden teşkilatlandırılmış ve 2002 yılında ise Ulaştırma Bakanlığına bağlanmıştır. Denizcilik Müsteşarlığı hakkındaki kânun hükmünde kararnameye ilave olarak denizcilik sistemi ve hizmetlerinin; ülkenin menfaatleri ve ihtiyaçlarına uygun olarak tesisi, geliştirmesi, kıyıların amaca uygun korunup kullanılması, deniz kirliliğinin önlenmesi, deniz kaynaklarından (deniz ürünleri dışında) azami ölçüde yararlanmak üzere gerekli tedbirlerin alınması konusunda ilgili Bakanlıklarla koordineli çalışmalar yapmak, ilgili kuruluşlara kendi kuruluş kanunları ile verilmiş iş ve hizmetleri uyumlu bir biçimde yürütülmesini temin etmek maksadıyla Denizcilik Bakanlığının kurulması için bir kânun tasarısı hazırlanmıştır. Ancak bu çalışma, tasarı olarak kalmış ve rafa kaldırılmıştır. Dünya ticaretinin % 85’i Deniz Yoluyla yapılmaktadır. Türkiye’nin de bu sektörden önemli ölçüde pay alabilmesi için denizcilik sektöründe son zamanlarda bazı önemli atılımlar yapmıştır. 2011 yılında Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı'nın kurulmasından sonra Denizcilik Müsteşarlığı kaldırılmıştır. Bir başka ifade ile Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı için 74 yıl beklenmiştir. Kara ülkesinin yarısı kadar bir mavi vatana sahip Türkiye bugün bile tek başına bağımsız bir Denizcilik Bakanlığı'na sahip değildir. Denizcilik durduğu yerde gerilememiştir. Arkasında birçok tarihsel neden saymak mümkündür. Ticaretin ön plana çıktığı günümüzde zamana karşı bir yarış başlamıştır. Organizasyon bozukluğu nedeniyle yaşanan en ufak gecikmeler gemilerin navlun ücretini kabartmakta, maliyetleri arttırmaktadır. Bunun için Ticaret Bahriyesi olarak ilgili makamların etkin ve verimli bir çalışması kadar, yetkilerin tek elden toplandığı, tek kanaldan yönlendirildiği Denizcilik Bakanlığı’nın kurulması zorunlu hale gelmiştir. Türkiye’de son dönemde yaşanan özelleştirme ve liberal ekonomiye geçiş çalışmaları kapsamında askerî gemi inşa projelerinin bir kısmı yıllara sarih olmak üzere sivil tersanelere kaydırılmıştır. Sivil tersanelere aktarılan yetenek ve kaynaklar daha da geliştirilmiş ve İstanbul/Tuzla olmak üzere yurdun muhtelif bölgelerinde özel sektör tarafından tersane inşasına başlanmıştır. Halen sayıları 70-75 arası olan bu Sivil Tersanelerde yoğun gemi inşa faaliyetlerine devam edilmektedir. Avrupa’dan Çin’e kadar olan bu geniş coğrafyada tezgâhlarını birkaç yıl sonrasını da kapsayacak şekilde dolu ve iş gücü kapasitesinin tamamına yakınını kullanan Akdeniz çanağındaki yegâne ülkenin Türkiye olduğunu söylemek mümkündür. Türkiye son dönemlerde yaptığı yatırım ve atılımlarla Askerî Tersanelerinde ve Fabrikalarında modern teknolojiye sahip Suüstü Savaş Gemisi, Denizaltı, Uçak/Helikopter, İnsansız Hava Aracı, Roket, Füze ve hassas mühimmat üretme/inşa etme yeteneğini kazanmıştır. Bu kapsamda MİLGEM diye adlandırılan Millî Gemi Projesinde son teknoloji ürünü gemilerin Askerî Tersanelerde inşasına başlanmış ve serisinin ilk gemisi TCG Heybeliada ve ardından TCG Büyükada korvetleri denizde indirilmiştir. Türk Deniz Kuvvetlerinin 24 yıl önce başlattığı araştırma ve geliştirme faaliyetleri ilk semerelerini vermiş, Deniz Kuvvetleri sayesinde Türkiye, dünyada Kendi Savaş gemisini tasarlayarak üreten ilk 10 ülke arasına girmiştir. Bu projeler Deniz Harp Okulu mezunu ve bir süre de Savaş Gemilerinde görev yapmış, (bir anlamda teoriğin yanı sıra uygulamayı da bilen) deniz subayları tarafından gerçekleştirilmiştir. Yurt içinde ve dışında sayısız kurumdan eğitimler alan Deniz Subayları, radara yakalanmayan Stealth Teknolojisine sahip Türk tipi korvetleri Deniz Kuvvetleri envanterine dâhil etmiştir. Bu başarıların arkasında; ağırlıklı olarak Türk Deniz Kuvvetlerinden emekli olmuş personelin ve bu tersanelerin gemi inşa mühendislerinin bulunduğu unutulmamalıdır. Kısa da olsa yukarıda açıkladığım gibi tarihin belli dönemlerinde dünyanın en güçlü donanmasına sahip olan Osmanlı Devleti, bu gücünü ve ihtişamını sürekli hale getirememiştir. İhtişamlı dünya İmparatorluğu yıkılırken geride deniz ve denizcilik adına sadece bir harabe bırakmıştır. Cumhuriyet döneminde devralınan enkaz üzerine, günümüz ölçülerinde güçlü bir Deniz Kuvveti kurmayı başarmış olan Türkiye aynı etkinliği denizciliğin diğer sektörlerinde gerçekleştirememiştir. Devletlerin denizle olan ilişkilerinin temelini, ekonomik çıkarlar ve güvenlik ihtiyaçları oluşturmaktadır. Başlangıçta sırf deniz ticaretine dayanan ekonomik çıkarlar, giderek deniz ve deniz dibi canlı ve cansız kaynaklarını da içerecek şekilde genişlemiş ve bu durum devletlerarasındaki ilişkilerde ve uluslararası hukukta radikal değişiklikler meydana getirmiştir. Türkiye’nin denizcilik sektöründen yeterli pay aldığını söylemek mümkün değildir. Komşumuz Yunanistan denizlerden Türkiye’nin 6 katı para kazanmaktadır. Aradaki farkın kısa sürede kapatılması olası değildir. Kaldı ki Doğu Akdeniz ülkeleri arasında bir sıralama yapıldığında Türkiye’nin; Kıbrıs Rum Yönetimi, Rusya ve hatta güneydoğu komşumuz olan İran’ın dahi gerisinde kaldığını görmekteyiz. Geniş ekonomik potansiyeli ve iyi yetişmiş insan gücüne rağmen Türkiye, deniz ticaretinden yeterli düzeyde istifade edememektedir. Bunun nedenlerini iç ve dış nedenler olarak iki başlığa ayırınca; Türkiye’nin kendi iç dinamiği ve bürokrasisinden kaynaklanan sorunların dışarıdan kaynaklanan sorunlardan daha da fazla olduğu görülecektir. Denizcilik eğitimine gereken önem ve ağırlığın verilmesiyle; öncelikle çok güçlü bir akademisyen kitlesi yaratarak, bu akademisyenler ve onların yetiştireceği gençler sayesinde toplumun bilinçlendirilmesi daha kolay sağlanabilecektir. “Denizlere Hâkim Olan, Dünyaya Hâkim Olur” özdeyişinin günümüzdeki gerçek anlamının askerî güçten çok ekonomik güç olduğu gerçeği kavranarak, denizciliğin “Devlet Politikası” olarak benimsenmesi, tüm sektörleriyle bir bütün olarak kabul edilmesi ve devletle bireyi “denizcilik” ortak rüyasında birleştirilmesi halinde denizci bir ulus yaratma konusunda ciddi adımlar atılmış olunacaktır. Ülkemiz, çağdaş bir dünya devleti olabilmek için “Denizciliği Türk’ün milli ülküsü” haline getirmek zorundadır. Bunun yolu da denizciliği sadece güvenlik boyutuyla değil aynı zamanda ekonomik yönüyle de ele almak ve devlet politikalarını bu yönde belirlemekten geçer. Türkiye, çağdaş bir dünya devleti olmak, artan güvenlik ve ekonomik ihtiyaçlarını karşılamak üzere denizlere ve denizciliğe uygun bir devlet stratejisi benimsemek, denizcilik bilinci oluşturarak, denizlerden azami faydayı sağlayacak bir milli deniz politikasını belirlemek zorundadır. Türkiye’nin denizci devlet olması halkın ve idarenin kültürünün değişmesine bağlıdır. Denizciliğin benimsenmesinde hedef kitle, Türkiye’nin genç nüfusudur. TCG HEYBELİADA ÇANAKKALE BOĞAZINDA Ülkemizin denizcilik vizyonu esasını "Türk Milletinin denizciliğin önemini benimsemiş ve onu bir yaşam tarzı olarak kabul etmesine" dayanır." Türkiye Cumhuriyeti’nin dünyanın en güçlü ülkelerinden biri olmasının yolu diğer stratejik sektörlerin yanı sıra Askerî veya Sivil Türk Denizcilik sektörünün eş güdüm içerisinde büyümesi ile mümkün olacaktır. Tüm bu hususlar dikkate alınarak; Bağımsız bir Denizcilik Bakanlığı kurulmalıdır. Denizcilik diğer meslekleregöre tecrübeyi daha fazla ön plana çıkartan bir sektördür. Bir deniz ülkesi olan ülkemizde yıllarca denizde çalışmış, gemi komutanlığı yapmış denizci personelden yeterince istifade edilmemektedir. Yılarca denizde çalıştıktan sonra emekli aşamasına gelmiş denizci personelin liman başkanlıklarında görevlendirilmesi konusunda tedbirler alınmalı, özendirilmelidir. Deniz tarihi olduğu kadar, deniz bilimleri, oşinografi, meteoroloji ve akustik konusunda bilim adamı yetiştirilmeli ve araştırmaları için kaynak ayrılmalı, deniz hukuku konusunda uzmanlar yetiştirilerek, komşu ülkeler ile aramızdaki problem sahaları Türkiye’nin lehine yorumlanacak tarzda uluslararası arenada proaktif politikalar oluşturulmalıdır. Halen Marmara Bölgesine toplanmış bulunan tersanelerimiz stratejik olarak ele alınarak bir plan dâhilinde diğer kıyı bölgelere kaydırılmalı yeni kurulacak tersanelere arsa, ucuz kredi, vergi muafiyeti gibi çeşitli teşvikler verilmelidir. Sonuç olarak organizasyon, eğitim, savunma ihtiyaçları ve ekonomik getirisi ile Denizcilik bir bütün halinde ele alınmalı ve bir Bakanlık çatısı altında devlet politikası haline getirilmelidir. Mehmet ASAL

  • STOCKHOLM ve LİMA SENDROMU veya yeni adıyla ÇELEBİ SENDROMU

    YAZAN: Mehmet ASAL Mehmet Ali Çelebi ismini Internette aratırsanız "TÜRK ASKER VE SİYASETÇİ" olarak yazıldığını görürsünüz. 2007 yılında Ağustos ayında Kara Harp Okulundan mezun olmuş, bir sonraki yıl Eylül ayında tutuklanmış bir kişidir teğmen Çelebi. Toplam Subaylık Süresi 13 ay. Hepsi bu kadar. Denizciler böyleleri için “Daha ....na deniz suyu değmemiş” derler. Yani ASKERLİK kısmı hikaye. Gelelim Siyasete; 2014’te beraat etmiş. 2018’de Milletvekili seçilmiş. Eğer bu 4 yılda biraz siyaset yapabildi ise hepsi o, 30 yaşında tepeden inme bir milletvekili. Yani SİYASETÇİ kısmı da hikaye, boş bir çuval. Bu durumda internet sayfalarında yazan TÜRK ASKER VE SİYASETÇİ cümlesi içi doldurulmamış bir yazı. Peki Mehmet Ali Çelebi kim ki? Şimdi biz niye onu konuşuyoruz? Teğmen çıktıktan 1 yıl sonra Balyoz Kumpası ile tutuklanan yüzlerce mağdur kişiden, yaşı nedeniyle bizlerin sembol haline getirdiğimiz, buna mukabil kendisine vefa gösterip el uzatanlara yaptığı nankörlük nedeniyle bunu asla hak etmemiş bir kişi. (Bu benim yeni tanımım) Kendi dururken Muharrem İnce’yi Cumhurbaşkanı adayı yapan, Mustafa Sarıgül’ü İstanbul gibi dünyanın 140 ülkesinden daha büyük şehre Belediye Başkan adayı gösteren, Öztürk Yılmaz’ı durup dururken onurlandırmak için milletvekili yapan ama her üçünden de nankörlük dışında bir şey görmeyen adamlardan ne farkı var Mehmet Ali Çelebi'nin? “2018 kurultayında, Sn. Kılıçdaroğlu’nun listesine alarak onurlandırmasıyla Parti Meclisi üyesi” olduğunu kendisi söylüyor. Önce CHP’den sonra Memleket partisinden istifa etmeler. “Bir afralar bir tafralar” Yoksa sen kendini çok önemli bir kişi mi sanmıştın? Yoksa bizler mi seni fazla şımarttık. Sen sadece bir Sembol’dün bizler için. Gençtin ve mağdurdun. Onun için seni benimseyip sevmiş ve idolleştirmiştik. Yoksa sende bir boncuk gördüğümüz için değil. Sen henüz çok gençtin o zamanlar. Ne 60’ları, ne 80’leri hatta ne de 90’ları bilemezdin. CHP’den istifa ettiğini ve açıklamalarını öğrendiğimde çok büyük bir hayal kırıklığı yaşamış ve aşağıdaki yazıyı kaleme almıştım. https://mehmetasal.wixsite.com/asal/post/olmadi-be-te%C4%9Fmeni-m-hi-%C3%A7-olmadi Şimdi ise son söylediğin”SİYASETİ BIRAKSAM DA 6+1'İ DEĞİL CUMHUR İTTİFAKI DERİM” sözlerinle hayal kırıklığının çok ötesinde tam bir deprem yaşadım Çelebi. Bu bana; Celladına aşık olmak: "Stockholm Sendromu’ nu çağrıştırdı. Adını ilk olarak 1973 yılında yaşanan bir banka soygunundan alan 'Stockholm Sendromu' nedir? belirtileri nelerdir? Diye araştırdım. Herhalde 1973 te belirlenmese adı şimdi “ÇELEBİ SENDROMU” olarak konur ve tanımlanırdı. "İnsanın kendisini zora sokan ve üzen koşulları kabullenmesi, savunması, sıkıntıya sokan koşulların nedenlerini görmemesi, ezilmesine rağmen ezenin yanında yer alması, hatta ezen kişiye karşı minnet duyması" olarak da tanımlanabilen Stockholm Sendromu; tam olarak, rehinenin kendisini rehin alan kişiyle olası diyalog sürecinde oluşan, duygusal anlamda sempati ve empati oluşması olarak özetlenebilecek psikolojik durumu anlatan bir terimdir. Stockholm Sendromu’na göre kurban/ezilen durumunda olan topluluk, kendilerini tehditle, şiddet yoluyla ve özgürlüklerini kısıtlamakla yoğun strese sokan kişilerin bakış açısını benimseyebilir. Bu durumda artık kendi bakış açılarına göre bir “kurban/ezilen” durumunda değildirler. İçinde bulundukları durum bir anda meşru ve doğru bir duruma, kendilerini ezen insan da aslında yanlış anlaşılmış bir kişiye, hatta bir tür kahramana dönüşür. Stockholm Sendromunun tam karşıtı da “Lima Sendromu” dur. Lima Sendromu, Stockholm sendromunun aksine, rehin alan kişinin rehinesine sempati geliştirmesiyle ortaya çıkan ve rehinesiyle duygusal bağ kurmasına verilen isimdir. Paradoksal bir şekilde, rehin alan kişi kurbanlarıyla empati kurmaya başlar ve bir noktada, kurbanlarının ihtiyaçları ve sağlıkları hakkında endişelenmeye bile başlar. Şimdi gelinen duruma, senin açıklamalarına, AKP kanadının yorumlamalarına bakıldığında STOCKHOLM SENDROMU VE LİMA SENDROMU' nu Birlikte yaşadığınız ve yaşatacağınız anlaşılmaktadır. “Vefakâr CHP seçmeni, Sizlere, yakama Gazi Meclisimizin rozetini takarak beni milletin vekilliği ile onurlandırdığınız için teşekkür ediyorum. Beni sevdiğiniz ve sahiplendiğiniz için teşekkür ediyorum. Ben de sizleri çok sevdim". Demiştin. Biz de seni çok sevmiştik ama olmadı be teğmenim. Bu yaptığın hiç ama hiç olmadı… Üstelik şayet sen söylendiği gibi bir asker isen askere de hiç yakışmadı...

bottom of page